Neler Okuyacaksınız
Varlık âleminin sebebi nedir?
Efendim varlık âlemi üzerine yapacağımız sohbette elbette ki en tasavvufî konulardan zahiri konulara kadar nasip olursa, gidip geleceğiz demektir. Ama varlık âleminin sebebi bir Kutsi hadisle özetleniyor. Hz Peygamber Aleyhisselam Efendimizin lisanından Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmeyi murad eyledim. Ve mahlûkatı yarattım.”
Şimdi ezel ve ebet çizgisi içerisinde mutlak var olan Allah'tır. Mahlûkat dediğimiz varlığın bir başlangıcı, elbette bir sonu olacaktır. İşte bu Cenabı Hakk'ın kendi Zatını, kendi Esma ilahisini, kendi Ef’alini, kendi Sıfat-ı Bari’sini tanınma bilinme isteğinden dolayı bu mahlûkat âlemi yaratılmıştır.
Tabii bu mahlûkatın yaradılışı da çok çeşitli cilveleri içerisinde saklamaktadır. Şöyle ki; insana baktığınız zaman insana ayrı bir tecelli ile Cenab-ı Hak, hem insana ayrı bir tecelli ile hem o tecellinin çok ayrıntıları ile beraber her insana Cenab-ı Vacibul Vücûd tecelli ederek onun varlığını vücuda getiriyor.
Mesela Zat-i Bari’nin tecellisiyle birlikte var ettiği mahlûk insan. Ama bir de Zat-i Bari ile değil de Ef’ailiyle tecelli ederek vücuda getirdiği mahlûkatı var. Varlıklar var. Esma-i ilahisi ile beraber tecellisi ile vücuda getirdiği varlıklar var. Sıfatı Bari’si ile beraber tecelli edip vücuda getirdiği varlıklar var.
Yani kısaca bu mükevvenatta var olan sonsuz çeşitteki varlıkların her birinin sonsuz tecelliden vücut bulduğu hakikati vardır. Dikkat ederseniz hiçbir varlık diğerine benzemez. Hepsi güldür, ama gül olmasına rağmen hepsi de ayrıdır. Her gülün kendine mahsus aynı Esma'nın tecellisi de olsa ayrı tecellisi vardır. Dikeni de öyle, yani gülü de öyle. Geçenlerde bir program seyrediyorum. Parmak izleri diyor, şu kadar milyar insan gelmiş geçmiş, bu âlemden. Her bir insanın parmak izi birbirinden çok farklıdır. Hiçbiri birbiriyle alakalı değil. Şimdi bu kadar güçlü sanat, bu kadar mükemmel bir ispat belki de hiç bir yerde, belki değil, hiçbir yerde yok.
İşte bu bütün bunlar Cenab-ı Hakk'ın varlığını izhar ederek bilinmesi arzusundan, bilinmesinden dolayı yaratılmışlardır. Özetle bunu diyebiliriz efendim.
Varlık âlemi nasıl oluşmuştur?
Şimdi varlık âleminin oluşumu, az evvel ifade ettiğim tarzda Cenab-ı Hakk'ın tecellisinden vücut bulmuştur. Yani varlığın var olması Allah'ın tecellisidir. Ama öyle bir tecelli ki bu. Her varlığın; mesela nebadata olan tecelli farklıdır, hayvanata olan tecelli daha farklıdır. Nebadat dediğimiz bitkiler âlemi. Ya bu bitkiler âleminin içerisinde olan çeşitlerin, onlara olan tecelliler çok farklıdır. Hayvanlar içerisinde olan çeşitlere olan tecelliler çok farklıdır. Mükevvenat, yıldızlar âlemi, galaksiler, bunlara olan tecellileri çok daha farklıdır.
Kısaca her biri Allah'ın isminin; isimlerinin, fiillerinin, Sıfat-ı Bari’sinin ve Zatının tecellilerinden vücut bulmuştur. Meşrebi sufiye “Zuhur-i ilahi” diyerek bunu ifade eder. Kısaca bunu diyebiliriz.
Varlık âlemindeki tüm varlıklar Allah’ı Arar
Şimdi ifade ettiğimiz gibi her varlığın Cenab-ı Hakk'ın gerek zat gerek sıfat gerek Esma ilahisinden, Onların tecellisinden vücut bulmasıyla bir eşya hangi isme muhatapsa, O isimle birlikte Allah'ı bulma arzusundadır. Çünkü Onun tecellisiyle vücut bulmuştur. Dolayısıyla o yoldan Allah'ı bulmak ister. Ve bütün mahlûkatın kendi içinde, kendi beyninde, Rabb’ını arama seferberliği vardır.
Bu arayış o kadar enteresandır ki mesela ayet-i kerimede: “Veş şemsü tecrı li müstekarril leha zalike takdiyrul aziyzil aliym. Vel kamera kaddernahü menazile hatta ade kel urcunil kadiym. Leşşemsü yembeğıy leha en tüdrikel kamera velel leylü sabikun nehar ve küllün fi felekiy yesbehun” (Yasin Suresi / 38-39-40 Ayetler)
Yani bu Felek âleminde bütün bu yıldızlar aleminin yüzmesi; hattı zatında Mevlâna’nın da ifade buyurduğu gibi “Kendisini Yaradan’ı aramasıdır.” Bu galaksiler çapında böyle ama en küçük parçasına, cisminin intikal edildiği zaman bakıyorsunuz, atomun içerisinde de elektronların 30.000 kilometre hızla saniyede döndüğü ilmi bir realite var, bir gerçek var. O arayışta aslında mahlûkatın en küçük zerresinde Rabb’ını arayış seferberliği. Bu işin, ilmi hakikati da budur yani. Şimdi Ayet-i kerimede dikkat edilirse Cenabı Hak gerek mazi siğası ile gerekse muzari siğası ile beraber varlık âleminin zatını zikrettiğini beyan buyuruyor.
Mesela Kuran'da estauzubillah “yüsebbihu Lillahi ma fissemavati vema fil Ard” (Tagabun Suresi / 1. Ayet) “Yerde ve gökte ne varsa hepsi beni zikrediyor” diyor Allah. Yani ne varsa canlı cansız, hatırınıza ne geliyorsa hepsi Allah'ı anıyor.
Ondan sonra “Sebbeha lillahi ma fis semavati ve ma fil ard” (Haşr Suresi / 1. Ayet). Bir başka ayette de geçmişte canlı cansız ne varsa hepsi Allah'ı zikretti. Hem geçmişte Allah'ı zikretti, herhalde zikrediyor. O halde varlık olduğu müddetçe varlık âlemi devam ettiği müddetçe, her dem Allah'ı anma seferberliğindedir.
Bu arayış da aslında, O tecelliden mülhem olan Rabb'inin tecellisinden mülhem olan varlığın kendi özünü aramasıdır. Yani kendi Rabb’ını aramasıdır. Bu bir seferberliktir.
İnsan Neyi Aramaktadır?
Şimdi insana geliyoruz. İnsanda bu tamamen şuurlu bir tarzda ve de şekilde bütün mahlukat Cenab-ı Hakkı ararken reva mıdır ki; varlık âlemine kul olmak kastıyla gelen insan Allah'ını aramasın? O da Rabbını arıyor.
Bak ben diyor insana nef’a ettim. Âdem’e nef’a ettim. Nef’a-i ilahi insanda var. “Yani kendi ruhumdan üfledim” (Hicr suresi /28, 29. ayetler). Bir başka mana; bizde varlıkların hiçbirinde olmayan insan nev’inde öyle bir özellik öyle bir cevher var ki Allah'ın nef’a ettiği ilahi bir hakikat. O bakımından insanı anlamak bilmek zor, belki de imkânsızdır.
Kendini Tanıyan Rabbini Tanır
Batı literatüründe bu manada insan meçhuldür. Niye? Şimdi ayette çok enteresan; “yes'eluneke anir ruh”, Sana ruhtan soruyorlar.
“kulir ruhu min emri rabbi” de ki Allah'ın emridir. “ve ma utitum minel ilmi illa kalila” ve bu konuda size çok az bir ilim verilmiştir” (İsra Suresi / 85. Ayet).
Şimdi her şeyi bilme iktidarına sahip olan insan çok enteresandır. Kendisini bilmez. Saatlerce belki bir manzarayı herhangi bir eşyayı oturur anlatır, kompoze eder ve fakat kendisi ile senelerden beri beraberdir, kendini 15-20 dakika anlatamazsın. Neden?
İşte çok az bir ilim sahibiyiz biz aslında. Nerede? Kendi kendimizde. Peki, bu efendim tabii bilgiler olarak çok az bilgi sahibi olan insan manevi yönden acaba kendisini keşfedemez mi? Bulamaz mı? Edemez mi? Hem bilinmek için Allah bizi yaratıyor hem kendimizi bilemiyoruz.
Ha burda esas şu “Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” Yani insan kendi özünü tanıdığı zaman, Rabbını tanıyor. Abdülkerim Ceyli diyor ki “insan hem halkın mukabili hem Hakkın mukabilidir”; yani bir ayinedir ayine-i ilahisidir. Şimdi onun için batı kültüründe Batı medeniyetinde Aleksi Karel diyor “insan bu meçhul.” Doğrudur. Ben denilen şeyden insan habersiz olursa onun mahiyetini anlayamaz ise anlatamaz onu. Ama bizim medeniyetimizde, bizim kültürümüzde “Men arefe nefsehu” nefsini tanıdığı zaman, -o köprü işte ayna o- Rabbini tanımış oluyorsun. Dolayısıyla işin özü insanın kendi kendini tanıması, bugün bu tanımı olmadığı için insanlık korkunç bir bunalımdadır, fevkalâde bir buhranda. Öyle bir arayış ki; aslında neyi aradığını bilmediği içinde kıtaları keşfediyor icatlar yapıyor. Ne bileyim şunları, bunları etrafına dolduruyor, gene doymuyor, tatmin olmuyor.
Bir savaş var. Değil mi? Bu savaş aslında toplumların açlığının korkunç bir sefalet tablosudur. Yani bir arayış var. Hakkı nerede aradığını bulamıyor. Bilemeyen insan vahşetle, müdafasız insanlara saldırmakla bulacağını zannederek, bu vehmin arkasına koşuyor. Şu coğrafyaya, bu coğrafyaya, ben yerleşirsem bu işi hallederim şeklinde, yani bir takım menfaat göstergesi ile birtakım menfaatler anatomisi ile karşına çıkan bu arayış manzarası, haddizatında kimden kime kaçacağını bilmeyen insanın huzur arama seferberliğidir.
Kendinden haberi yok, kendini Yaradan'dan haberi yok. Kopmuş, hukuku kalmamış; yani senin benim dindar demem işe yaramıyor. Benim Müslümanım demen veya şu dine mensubum demen işe yaramıyor. Senin işe yarayan şeyin, eğer Rabb'in ile irtibatını hukukunu tesis ettirdin ise; Onunla kontak tamsa “Alo” dediğin zaman sen eğer Ona ulaşabiliyorsan. Hani az evvel dedik ya, “her varlık Allah'ı zikrediyor”. O zikirle Rabbinin mukabil cevabını alabiliyorsa bak “fekürüni ezkürküm” (Bakara Suresi / 152. Ayet) “Beni zikret diyor Cenab-ı Hak ben de seni zikredeyim.”
Biz Allah dediğimiz zaman, La ilahe illallah dediğimiz zaman, Allah'ı Sena edip sevdiklerini övdüğümüz zaman, eğer bunun mukabili olan cevabı alıyorsak, O zaman biz mutmainiz, huzur içindeyiz. Bugün benim kanaati şahsiyem o ki; işte irtibat kurmaya gayret ettiğimiz Rabbimizle aramızdaki münasebeti tam geliştirmediğimiz için asıl kalp kulvarı boş. Neyle dolduracağımızı bilemediğimiz için işte maceralara, hunharlıklara, gaddarlıklara, vesair gibi yollara saparak kendimizi tatmin etmenin seferberliğini, maalesef psikolojik olarak yaşıyoruz. Altındaki samimi gerçek budur.
İnsanın arayışında ibadetin yeri nedir?
Akıl ile beraber Allah'ı tanıyamayız
Şimdi ibadet aslında Allah'ı tanıma ve bilme ilmidir. Şimdi kalp yoluyla insanın - esasen bu arayış işte aklı değildir- yani siz akılla Allah aramazsınız. İnsanın Allah'ı aradığı organı kalbidir, kalp boyutunda Rabbini arar. Akılla belki çok şeyler, mantıklar kurarsınız, bu budur, değildir gibi. Sonra akıl Allah'ı anlamaz, Allah'ı anlatamaz. Allah'ın ne olduğunu bilmez akıl, Allah'ın ne olmadığını bilir. Şimdi bir şeyin ne olduğunu anlayabilmek için onu kuşatması lazım veya ondan ona yansımalar olması lazım. Akıl bu tecellilerden hattı zatında mahrumdur. Akıl neye muhataptır, Onun yarattıklarının tecellilerine muhataptır. Ordan geçiş yaparak, kıyas diyoruz biz buna. Kıyas yoluyla bu budur şu şudur bu da böyle olmalıdır, mukayeseyle beraber.
Organları da; aklın merci şahidi organlardır; göz, kulaktır, dildir, vesayre. Bunlar da tam tekemmül ederek şahitliğini yapamadıkları için, evet çok mükemmel görüyoruz ediyoruz, ama bunların yanılma payları var. Gözün yanılma payı var, kulağın yanılma payı var, tatmanın yanılma payı var.
Yani siz şimdi saniyenin 1/6 sı kadarlık zaman içerisinde frekansların yayımını, yani o anda bu derece bir madde yayın yaptığı zaman, elektromanyetik yayını yaptığı zaman göz bunu görür. Düşün ki 1/3 kadarlık zaman içerisinde bu yayını yapıyor, göz bunu algılayamaz. Mesela rüzgârı algılayamıyorsun gözle, ama duyguyla, başka bir duyguyla (algılıyorsun). Ama öyle bir varlıklar var ki; ne gözle, ne kulakla, ne dille, ne hiçbir şeyle algılayamıyorsun bunu. Ve diyorsun bu yoktur.
Mesela cinler alemi, mesela melekler alemi. Mesela 20 saniye altındaki frekansları kulak algılayamaz. Yanlış hatırlamıyorsam veya 7 saniye. Saniyedeki 7 frekansın altındaki dalgalanmaları kulak algılayamıyor veya 20. Tam hatırlayamayacağım. Ama 20 binin üzerindekini de algılayamıyor. Yani bunun altında öyle sesler var ki; bunun üstünde de sesler var, yani dalgalanmalar var. Varlıkların dalgalanması var. Biz bunları algılayamadığımız için böyle ses yok diyoruz. Mahlukatı bile sınırlı anlıyoruz.
Buradan ben şuraya gelmek istiyorum. Yani biz akıl ile beraber Allah'ı tanıyamayız. Aklın tanıdığı Allah, O bazen işte put olur. Putun evsafı bellidir. Ama Rabbin vasıfları belli değildir, boyutları belli değildir. Allah'ın boyutlarını anlamak, Onu tanıyacak olan nedir? Kalptir, kalp yoluyla. Ayna-i ilahi, insanların kalbidir.
“Yere göğe sığmam, Mümin kulumun kalbine sığarım”
“Yere göğe sığmam, Mümin kulumun kalbine sığarım.”
Neyle sığar? Tecelli ilahi ile beraber o kalbe tecelli eder. Yansımak denir buna. Bir başka manası Türkçede yansımaktır.
Şimdi bir ışık süzmesini veya herhangi bir maddeyi aynaya tutuyorsunuz, bir bakıyorsunuz ki; ayna bunu gösteriyor. Şimdi aynadaki gölge, kalpte tecelli ilahi böyle zuhur eder. İnsan neyle beraber oraya gider, o tecelliyi yakalar, Onunla beraber olur?
İbadetle beraber. Bak “Beni zikret ben de seni zikredeyim” (Bakara Suresi / 142. Ayet). Dediğiniz ya ibadetle bilmenin arasında alaka ilgi. Allah'ı bilme yolu okumak değildir, ibadettir. Anlatabiliyor muyum? Taatla, ibadetle bir insan ne kadar okursa okusun arif olamaz. Yani “Arif” demek Allah'ı bilmek demektir. Arif-i Billah. Arif olamazsınız.
Çobansınız, ama zikrullah ile Allah'ı güzel isimlerini anmakla, Kur'an'ın ayetlerini okumakla, o kalbe tecelli eden Zat-ı Bari'nin gerek sıfatından, gerek esmasından, gerek Ef’alinden Onu tanırsınız. Bir hoş olursunuz, olunur daha doğrusu ve Rab tanınır. Yani Allah'ı insan, kalbi boyutta tanır ve tanıdığı zaman da ne kadar onu fazla tanırsa huzuru, mutluluğu o derece olur. Sıkıntısı olmaz mı? Maddi alemde cendereye sokarsın onu, preslersin, ama kalbi çok geniştir. Neden? “Ondandır” der “hepsi”.
“Hoştur bana senden gelen Ya hil’atu ya yahut kefen, lütfunda hoş kahrında hoş”
Yani maddi alemde, o zaman senin geçirdiğin evreler, badireler, ne olursa olsun ondan geldiğini bildiğin için -çünkü onsuz hiçbir şey olmuyor- o zaman “hoştur bana senden gelen” diyorsun. Sabrediyorsun, kanaat ediyorsun, tevekkül ediyorsun, tefekkür ediyorsun; izan sahibi, iman sahibi, merhamet sahibi oluyorsun. Onunla irtibat ne kadar fazla kurarsan, onun ahlakına bürünüyorsun.
Yani ne kadar fazla Allah'ı taatla, ibadetle anıp köprüleri geliştirirsen, O feyz hüzmeleri senin kalp dünyanı, gönül dünyanı ihata ediyor. O tanıma işte bir hastalık gibi diyelim, bir sevinç gibi, bir fevkalâde bir tutku gibi, seni sarar ve böyle bir hal yaşarsın.
“Ben görmediğim Allah’a inanmam” - Hz. Ali (a.s.)
O zaman her şeyde İmam Ali Efendimizin buyurduğu gibi “Ben Rabbimi görüyorum, yani görmediğim Allah'a inanmam” diyor, Hz. Ali.
Hz . Ali'ye gelmişken bir kaç cümle atfedelim. Bu işte ledün ilim sahasının hem zahirde hem batında Peygambere açılan kapısıdır. Hakikate açılan kapısıdır. Bir Kurb-u Velayet vardır bir Kurb-u Nübüvvet var. Nübüvvet yolu velayet yolu. Gerçi Nübüvvet ve Velayet Allah'ın sevgilisinde buluşmuştur ama peygamber aleyhisselamdan sonra Velayet İmamı Ali Efendimize Rabbimiz'in ihsanıdır, O bir başka alemdir. “Ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır.” Eğer Hakkı tanımak istiyorsun, Ali kapısından geçeceksin, Ali başka.
Gerçi tarih içerisinde siyasi bir takım algılamalar, işi farklı kulvarlara koydu ama Hz. Ali farklı, Hz. Hasan farklı, Hz. Hüseyin farklı, Hz. Fatıma farklı, bunlar Ehlibeyt.
Allah Sevgilisinin Efendim Allah'a yürüyüşünü canlı olarak, müşahhas haliyle seyretmiş, yaşamış büyük örnekler, büyük kemal sahibi insanlar. Hz. Fatıma çok farklı bir alem, Hz. Ali çok farklı bir âlem. Allah şefaatlarından mahrum eylemesin.
Allah’ı bulmakta muhabbetin yeri
O tecelli sevda ile muhabbetle kulun kalbine olur. İşte orada Allah kendi zatını sevmeye başlar. Nerede? Kulun kalbinde.
Aşk ne demektir?
Esasen Aşk tekliktir. Yani ikinin bire rücu etmesidir, ikinin bir olmasıdır.
Neymiş o? İşte insanın kendini unutup, Onda olmasıdır. Allah kulunun kalbine tecelli ettiği zaman, O tecelli ile kulun kendini unutmasıdır. Nereye benzer? Bunu çok misal olarak verirler, veririz. Şimdi düşün ki yanan bir soba, simsiyah kömürü gelip içine atıyorsunuz. 10 dakika sonra bakıyorsunuz, simsiyah kömür ateşin rengine bürünmüş. Ortada kömür kalmamış, her şey nar olmuş. Şimdi nurani tecelliler, kulun kalbinde zuhur ettiği zaman, işte o teklikte, o şeyde nefis dediğimiz, ben dediğimiz şey başlıyor o da kömür gibi, demir gibi erimeye. Yani kendi varlığından geçiyor, Onun varlığına bürünüyor.
“Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız.”
“Tahallaku bi ahlakillah” budur işte. O varlığa bürümek, o ahlaka sahip olmaktır. Onun için kemalde yükselen her insanın hali çocuk gibidir, dikkat edin. Nefesi bile miski amber gibi kokar. Küçük çocukların nefesini koklayın, Onunkinden hiç farkı yoktur. Yani ağız kokusu alamazsın onlardan, güzellikler saçılır. Şunu demek istiyorum. Çünkü o artık maksada, varlıkların sahibine, O gönülden vasıl olmuş, irtibatı kurmuştur. O sevgidir, Onu kendinden geçiren, onu pişiren.
Hürriyet Ne Demektir?
Şimdi burada enteresan bir nokta daha var. Esasen hürriyetlerin tanımı enteresandır. Ama meşrebi sufiye'de hürriyetin manası da “ikinin bire rücu etmesi”, bir de “O hazinede, o deryada yok olmasıdır.”
Şimdi insan geliyor, geliyor, nefis kademelerinden geçerek. Geliyor, geliyor, geliyor, kendinden varlığına ait olan bütün duygulardan, zemimelerden kurtarıp, sahibi ile beraber olduğu zaman büyük bir hazineye, büyük bir servete, büyük bir sevdaya kavuşuyor. Tecelliye kavuşuyor. İşte biz de “Hürriyet” bunun adıdır. Buna “Hürriyet” de diyebilirsin, “aşk” da diyebiliriz. .
Kulluğun özü ibadetin zevkini almak ve bu zevki tüm hayatımızda yaymaktır
İbadete sarılacağız, Allah'ı tanıma yoluna sarılacağız. Yani oturup işin bedava avukatlığını yapmayacağız. Oturursun din anlatılır, avukatlık yapılır. İşte ne bileyim hukuk anlatılır, avukatlık yapılır. Tarih anlatılır, hepsinin avukatlığına soyunuyoruz. Bence burada avukatlığa değil, bizzat fail olmaya soyunmak lazım, yani ibadeti hayatımıza geçirmemiz lazım.
İbadettin zevki manevisini kul olarak tatmamız lazım. Onu birtakım mevsimlere hapsetmeden hayatımızın tamamına yaymamız lazım. Kulluğun özü, aslı da budur. Her zaman Allah'la beraber olma iştiyakıdır, arzusudur. Yani bir insanın Allah'la beraber olma hali ibadet halidir. Bak! Ruhu bir demlik Allah'la beraberlik hali tatmin etmez. O bütün demlerde Onunla olacak ki, ruh itminan ola, kalp itminan ola. Olmadıktan sonra o mutmainlik onda olmaz. Peki o ne ile temin edilebilir? Onun temini zikr-i daim ile yani O Rabb’ın güzel isimlerini güzel ayetlerini, seni Ona kavuşturacak yolu hayatına geçirmek lazım.
O takdirde bakın, öyle bir birey zuhur eder ki; her an kendisini kontrol ve murakabe eden İlahi Gücü hiç unutmaz. Onu eşkıya yapamazsın, onu katil yapamazsın, onu hırsız yapamazsın. Bütün şartları zorlarsın, ama o gene her haliyle efendidir, aydındır, mükemmeldir. Neden? Çünkü onun kendini muhasebe murakabe eden, İlahi Gücün huzurunda olduğunu bir an dahi unutmama gibi bir ahlaki oluşmuştur. “O beni kontrol ediyor, hesaba çekecek!” Utanır sonra. “Bana bu kadar nimetleri ikram etti. Bak benim yaptığım rezilliğe.” Bunu der ve hiçbir şeye gönül etmez, her türlü şerden kendini sakındırır.
Bugün bizim asıl boşluğa düştüğümüz nokta kendisi ile Rabbi arasındaki hukuku tamamen kaybetmiş, Ondan kopmuş insanın arama seferberliği olmasından dolayı bir kalp boşluğu var. Kimde? Hepimizde.
Ve tatmin olmuyoruz. İşte devletlerde de bu boşluk var. Neticede senin devlet dediğin bir bina değil bir irade. İradeler de boşluk içerisinde, arayış peşinde. O halde şunu da diyebiliriz, yani sadece Müslüman değil bütün dünya İslam'a muhtaç.
Bu yolla Hakkı bulan bula ki huzura kavuşa, bulmadığı müddetçe ha bire koşuş içinde olacak. Savaşlardan, kavgalardan, şunlardan, yolsuzluklardan, kurtarmak istiyor musun? Evet.
İsimde değil, sözde değil, hakikatte samimi mümin olacaksın. İşin özü budur.
“Varlık Âlemi aslında bir rüyadır”
Şimdi efendim varlık âlemi gerçekten bir rüyadır.
“Leibun ve levhun” (Enam Suresi / 32. Ayet) buyuruyor Cenab-ı Hak. Yani “bu kâinat bu kadar mükemmel görünüyor, ama hakikaten de bir yalan.” Yani kısa bir ömür 50- 60 sene 70 sene. Olaya bu boyutta baktığın zaman yalan. Bir de işin hakikatine baktığın zaman koskoca bir yalan.
124 bin galaksinin bu kâinatta mükevvenat da olduğunu hatta daha fazla olduğunu söylerler. Bir galaksi sisteminde de dikkat buyurun; milyarlarca, milyonlarca yıldızların bulunduğu ifade ediliyor. Ala rivayet yüz milyonun yıldızın, milyar yıldızın üzerinde, sadece Samanyolu galaksisinde yıldızın olduğu ifade ediliyor. Bu Samanyolu galaksisi gibi yüzbinlerce galaksinin olduğu yine ilim adamlarının ifadeleri arasında.
Şimdi bu kadar kadar mükemmel mükevvenatı siz, eğer imkânınız olsa, elektronlar arasındaki nötron arasındaki mesafeyi yok edip de böyle presleme imkânınız olsa; bütün bu kainatı bir odanın içerisine sıkıştırma imkânına sahipsiniz. Hayır, fizikçiler bunu söylüyor, ben söylemiyorum. Öyle değil mi? A bu kâinat o halde yalan değil, rüya değil de nedir yani?
Onun için Hz Ali Efendimiz buyuruyor ki “İnsanoğlu uykudadır, ölünce uyanır” kumsalda şato yapan çocuk gibi de değil, çölde serap gören adam gibi.
Yine çocuğun elinde bir oyuncak var. Ama serap hiçbir şey. Yani dünya böyle bir şey. Onun için dünyanın saltanatına, debdebesine, şusuna, busuna kapılıp da nefsimizi dizginlemekten sakın vazgeçmeyelim. Bir anda zaten hayat gelip geçer. “Eyvah!” dersin “ben ne yaptım!” Bugünlere yani hesap gününe çok iyi hazırlanmak gerektiği -eğer utanmak istemiyorsan- seni Yaradan’la huzuru ilahide, neticede hesaba çekileceğiz. Utanmak istemiyorsan, başın eğik olmasını istemiyorsan; orada huzur içerisinde olmak istiyorsan, şimdiden hukukunu çok iyi ayarlayıp ona göre hayatını yaşaman ve de tanzim etme lazımdır, diyoruz öyle de olması da gerekir.
Üç aylardan nasıl istifade edilir?
Bu güzel üç aylardayız. Recep, Şaban, Ramazan ayları ki; ibadetin bolca yapılması gerektiği aylar. Burada Allah'ın rahmeti sağanak sağanak kulların üzerine yağıyor.
Bu Rahmet merhamet okyanusundan istifade için geceleri ibadet, gündüzleri oruç tutmayı ben tavsiye ediyorum. Efendim sıhhatim kâfi değildir. Haftada iki gün, Pazartesi, Perşembe günlerinde oruç tutmalarını arkadaşlarıma tavsiye ediyorum. Çünkü bu aylarda tutulan oruçlar, şüphesiz kulları Allah'ın cennetine, cemaline nail eder. Bunda kimsenin kuşkusu olmasın.
Benim ona da benim gücüm yetmiyor. Haftada bir gün orucunu tutabilir. Pazartesi veya Perşembe. Hayır ona da iktidarı yetmiyor. Ayda bir gün tutsun yani bunlar sembolik. Şu demek yani ben eğer gücüm olsa, ben bu yürüyüşte kararlıyım. Bu kararı, bu azmi, fiillerine de geçirmesi lazım. Bunu tavsiye ediyorum. Özellikle Kur'an Ayetlerini okuyarak hem ruhumuzu, hem aklımızı, hem lisanımızı tezyin etmemiz lazım.
Günde en az 1 sayfa Kuranı Kerim okumayı arkadaşlarımıza, kardeşlerimize tavsiye ediyorum. Şayet Kur'an okumasını bilmiyor isek. Çok kısa zamanda öğrenilir, bunda endişe etmesinler. Meltem TV'de zaten Kur'an Öğreniyorum programını takip ettikleri zaman kısa bir zaman içerisinde bu noksanlığı da telafi ederler.
Hoş geçimi, insanlara hayır yapmayı, bu güzel günlerde yardım yapmayı, hastaları ziyaret etmelerini, fakirleri doyurmalarını, yetimleri sevindirmelerini, -ne bileyim- hayırda hasenatta adeta yarışa girmelerini tavsiye ediyorum ve hayırlar diliyorum.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız