info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Sahura Doğru Programı - Ramazan-ı Şerif - Kur’an-ı Kerim – İman / 2 Ocak 1999
15/05/2025 DİNİ YAŞAM 5

    Neler Okuyacaksınız

Mukaddes Zaman ve Mekânlarda İnsan, Rabbiyle Arasındaki Bağları Güçlendirir

Şimdi öyle zamanlar var ki bu zamanlar geldiğinde ruh olarak insan hazırlıklı oluyor veya bugünün ifadesiyle konsantre, ibadete hazırlıklı oluyor. Öyle mekânlar var ki o mekânlarda olduğu zaman ibadete hazırlıklı oluyor. Zira o mekânlar ve o zamanlar inanan insanlar için ibadeti hatırlatıyor, Allah'ı hatırlatıyor. Bu manada insan o mukaddes zamanda o mukaddes mekânda Allah'la alakasını Allah'la alakasını ilgisini normal zamanlara normal mekânlara göre daha güçlü kurabiliyor. Kulluk sıfatı öne geçiyor. Aslında Müslüman her an Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmaya memur olmasına rağmen aynı halet-i ruhiye her an devam ettiremiyor, her zaman olmuyor. İşte mukaddes kabul ettiğimiz zaman ve mekânlarda bu halet-i ruhiye öne geçiyor. Rabbiyle arasındaki bağları güçlendiriyor. Esasen kulluğun hakikatı da insanın Rabbine vuslat etmesidir. Hadis-i Şerifte Peygamber Aleyhisselam Efendimiz Kale Resulullah, “Mutu kable en temutu” “Ölmeden evvel ölünüz.” Yani şimdi siz ölmeden evvel ölmeniz ceset olarak mümkün değil. Peki, burada kast edilen mana ne? Kast edilen mana insan ölünce manevi hakikatlerle, gerçeklerle karşı karşıya gelecek. Cenâb-ı Hakk'ın ona ihsan ettiği cenneti, cemalullahı, melaike ervahını seyredecek, görecek. Ha sen şimdi buradayken, bu dünyadayken, cesedin burada ama ruhunu o âleme vuslat ettirebilirsin. Veya bir başka ifadeyle miraç ettirebilirsin. Bunu yap. Ölmeden evvel, ölmenin manası bu. 

Ramazan-ı Şerif Dendiği Zaman, İnanan İnsanların Hatırına Gelen İbadettir

Ahiret hesabının insanın davranışlarını, etkisini birkaç cümleyle izah edelim. Şimdi Ramazan-ı Şerif dediğimiz o mukaddes ay, inanan insanlar için böyle bir ilginin, alakanın Allah'a yoğun olduğuna alıştığı veya kendini hazırladığı bir ay. Şimdi ibadete Ramazan'a girmeden insan hazırlanıyor, ibadet etmeye. Efendim ve o aya girdiğiniz zaman da manevi fütuhatlar olması münasebeti ile yaptığınız ibadetlerden feyz alıyorsunuz, muhabbet alıyorsunuz. Böylece kulda kalbi yolculuk başlıyor. Her zaman olması gereken kalp ayağıyla Cenâb-ı Hakk'a yürüme, ona vasıl olmayı arzu etme, isteme meyili, istidadı gelişiyor. O bakımdan Ramazan-ı Şerif dendiği zaman, inanan insanların hatırına gelen nedir? Taattir, ibadettir. Bir başka manada nefsani tarafını unutup, ruhani tarafını faaliyete geçirmesi. O ruhani dünyaya girmesi. O hazzı, o feyzi, o muhabbeti yaşaması. Allah ile beraber olmaya gayret etmesi ve de çalışmasıdır. Orucu niye tutuyorsun? Yani eğer sana böyle bir faydası yok, sevabı yok, niye aç kalıyorsun ki sebep ne? Nihayetinde hedefin Allah'a vasıl olmak, Allah ile beraber olmak, onun rızasına vasıl olup cennetini, cemalini kazanmaktır. 

Ölümden Sonra Hesap Vereceğine İnanan İnsan, Davranışlarını Dengeler

Ölümden sonra dirilmeyi düşünen insanın sosyal hayatta hareketlerinde bir denge olur mu? Veya bir dengesizlik mi olur? Ne olabilir? Elbette ölümden sonra hesap vereceğine inanan bir insan, deli mi ki yaptıklarının karşılığını göreceği muhakemesinden kaçacak, kendini hüsrana, ebedi ateşe atacak. Onun için ölümden sonraya dirilen insan, bir ifade vardır, “yolda yürürken bile bastığı topraktaki karıncanın, hukukunu düşürür.” Allah bunun da hesabını bana soracak. Öyle ya, bu âleme geldik. Yiyoruz, içiyoruz, göz vermiş, kulak vermiş, el vermiş, ayak vermiş, evlat vermiş, mal vermiş, mülk vermiş, akıl vermiş. Allah isteseydi bizi Sibirya'da bir domuz çobanı da yaratabilirdi. Ne diyebilirdim? Veya o domuz çobanın önündeki domuz da haşa insanı yaratabilirdi. Bir şey demeye hakkın var mı? Yani bizim hayata geliş iradesi diye bir irademiz yok. Bu ne senin annenin ne babanın… Kimsenin elinde değil. Hiçbirimizin annesi babası şöyle bir çocuğum olsun vesaire. Ha, o olsun dediği tipe çocuğu eğiterek, okutarak getirmeye gayret ediyor. Doğru. Ama o kabiliyeti ya yoksa ne yapacak? Ne kadar ederse etsin. Kısaca, yani bizim bu halde yaratılmamız, bu hale gelişimiz, bize hak etmediğimiz halde, Cenâb-ı Hakk'ın bir ikramıdır, bir ihsanıdır. Ve bu ihsanlara bakarak diyorsun ki inanmış bir kul olarak, “Allah bana bu kadar nimet verdi yahu. Elbette ki verdiği bu nimetleri nasıl kullandığımın faturasını isteyecek. Öyle ya, hesap soracak. Ya bunların ben hesabını veremez isem?” 
İşte o korku, o titreme, kalbe girdi mi; o zaman insanlar arasında olan hukukunu düşünüyorsun. Toplumla senin aranda olan hukuku düşünüyorsun. Ve onu, toplumdaki insanları değil, o iradeyi daraltmamak, “o benden razı olsun” diye, öyle bir seviye getiriyorsun ki, sanki o toplumda bir melek numunesi oluyorsun. Artı, aile efradınla, aile fertlerinle olan hukuku da düzeltiyorsun. Sen böyle bir hukuku, niye düzeltiyorsun? “Yahu hanım benden razı olsun, çocuk…” Hayır, onların da elbette ki fonksiyonu var. Yani onlar da bizden razı olsun. Huzur içinde olalım, bu. Ama asıl maksat, kuldaki asıl maksat, Allah benden razı olsun. Onun rızasıdır, beni sevsin. Bir başka manada, bana arkadaş olsun, bana dost olsun, onunla konuşayım. Kul Allah'la beraber sohbet eder, konuşur. Yani Allah o kadar yakın ki, kuluna, “Sana şah damarından yakınım” diyor. Bu kadar sana yakın olan, Allah'tan senin haberin yoksa o zaman, çok büyük bir çıkmazdasın. Bunun hesabını sormalısın kendine. O ilahi duyguyu, insan yaşaması gerekiyor, o maneviyatı alması… Bunu her insan alır. Alması da lazımdır. Şimdi böyle bir hali, eline geçiren bir insan, enayi midir ki bunu kaybetsin?
Ahiret işte ahirete, insanın kendini endekslemesi, neticede bak, ne kadar enteresan, tablolar ortaya koyuyor. Toplumla barışıyorsun, ailenle barışıyorsun, çevrenle barışıyorsun, cemiyetle, milletle, devletinle, bütün insanlıkla. “El-müslimü men selimel-müslimûne min lisânihî ve yedihî” Allah'ın sevgilisinin beyanı. Müslüman o kimse ki, tarif ediyor şimdi seni. O hesap verecek adamı. Öyle kimse ki, elinden, dilinden kimse zarar görmez. Hadi erkeksen yap yanlış. Müslümanın tarifi var çünkü ortada. O tarif olmadı mı, “Eyvah! Biz kulaktan asılacağız” diyorsun. “Dudaktan asılacağız, burnumuzdan asılacağız, saçımızdan asılacağız, ayağımızdan asılacağız…” Ha neren yanlış bir iş yapmışsa, bu sefer başlıyorsun bunun muhakemesini yapmaya. O ölümden sonra dirilme ve hesaba çekilme fevkalade bir haldir. Allah hepimize bunu nasip eylesin.

Din, İyi Bir Kul ve İnsan Olma Programıdır

Bizim Azerilerin tabiriyle; “Özümüze dönelim, öz Türkçe konuşalım.” Dinsiz hiçbir şey kazanamaz. Ahirete yönelik hiçbir şey. Efendim “ben çok akıllıyım.” Baba sen iyi bir felsefeci olursun. Bakın sonra arkadaşlar, günümüzün insana o kadar tenakuza düşüyor ki, dinin mantığı, mantalitesi, tezi Allah'a inanmış kâmil bir kul yetiştirmedir. Mükemmel bir insan. Dinin maksadı iyi bir sanatkâr, güzel bir mühendis, fevkalade bir öğretmen, acayip bir doktor, muazzam bir profesör yetiştirmek değil. O bir meslektir. O mesleği sen gidiyorsun okula, üniversiteye öğreniyorsun. Ahmet'ten, Mehmet'ten vesaire... Bir eğitim kadrosundan veya herhangi bir organizasyondan bunları alıyorsun. Bu tamam. Ama iyi bir kul, iyi bir insan olmayı sana öğretmesi mümkün değil bunların. Niye? Çünkü iyi bir insan, iyi bir kul olmanın projesini çizen olması lazım. O da Cenâb-ı Vacib-ül Vücut Hazretleri'dir. Din, bu projedir işte. Bu plandır, bu programdır. Ha burada benim aklımın fonksiyonu yok mu? Var. Nedir? Aklın fonksiyonu bir, mükellef olma. İki, hikmetleri kavraman içindir. Yoksa o sahaya burnunu sokup fetva vermen için değil. Ahkâm kesmen için değil.  Zaten hüküm mevcut. 

Felsefe Yapmanın Adına “İçtihat” Diyorlar

Şimdi günümüzde çok dedikoduları dinliyorum ben. “O yok, bu yok…” Ne yok? Söyle bana bakayım. Dinde ne yok ki sen bunu bilmiyorsun? Söyle bana. Mesela ayda bile namaz nasıl kılınacak? Bunun fetvasını vermişler ya. Hala o yok, bu yok. Ta imamlar döneminde oturmuşlar. Nasıl olur? O dönem ya. Anlatabiliyor muyum? Yani bugün olmayan bir şey yok. Bunlar tali konular. Milyarda bir tane iki tane mesele çıkar. Üç dört tane mesele çıkar. E bunları çözmemek de mümkün değil ki, herkes bunu çözer. Yani şu anda zuhur edecek olan meseleler. Mesela “müçtehit var mı yok mu” filan deniliyor. Efendim. Ya müçtehitin bir defa şartlar gerekiyor, şartlar. Hani şartlar? Ben şimdi kendimi faraza müçtehit kabul ettim. Neyin içtihadını yapacağım onu söyle bakayım. He? Yani yok olan ne var ki oturup açığa kafamı o noktaya teksif edeceğim. Düşüneceğim, delil arayacağım. Neyse ortaya koyacağım.  Bakıyorum ben bir şey bulamıyorum. Olmayan bir şey yok. Ha bu şartları hazırladın.  Hiçbir şey yok ortada. İçtihat etme. E tabi var. Niye olmayacak ki? Tabi var içtihat yetkisi. İzah edebiliyor muyum bu maksadı?  
Şimdi felsefe yapmanın adına bazı arkadaşlarımız “içtihat” diyorlar. Ona “kuruntu” denir. Bir “Kuruntu Ailesi” filmi vardı. Yani insanın rahmetli Fazıl da, Necip Fazıl da üstat; “Bağsak Kurultusu” dedi onlara. Birisi kuruntu ailesi, birisi bağırsak kurultusu. Öyle din olmaz. Benim dediğim vehimdir bunlar. Bunların, hayır ben mantık olarak konuşuyorum. Felsefe benim mesleğimdir. Buna felsefe denir ve kuruntudur bunun aslı. Vehimdir. Ha doğru olma ihtimali de vardır, yanlış olma ihtimali de vardır. Ne biçim din ki hem doğru olacak, hem yanlış olacak? Mantığın kabul ediyor mu bunu? O halde benim aklımın bile çözemeyeceği konular olması münasebetiyle dinin konuları bu işi bilen birinin bir iradenin olması gerekiyor. Bana bu işi anlatacak. Bana tanıtacak. O da kimdir? Allah'tır. Kitab-ı Kerim'dir. Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa'dır. Ahir zaman için bu. Ondan evvelki Risalet sahipleri için Hz. Musa’dır, Hz. İsa'dır, İbrahim'dir, İsmail'dir, İshak'tır, Yakup'tur vesaire. Ha bunlar…
Bizim bir arkadaş vardı Allah selametini versin. Gidermiş terziye. O zaman bu konfeksiyon filan bu kadar ileride değildi, revaçta değildi. Dermiş “Osman Efendi bana bir takım elbise kes bakayım.” O da dermiş ki: “Mehmet Ağa bak o dolaba hangi kumaşı beğendiysen onu sana keseyim.” “Ama Osman oğlum biz bu işten anlamayız.” “Yok ya anlamaz olur musun sen?” “Oğlum anlayruk anlayruk ama anlamayruk.” Şimdi bu işte böyle. Nasıl anlıyorsun ya? Ha aklın hiçbir rolü yok mu? Var. Böyle bu bunu da istismar etmesinler. 
Aklın rolü var elbette var. Delinin dini olmaz. Akıl sahibi mükelleftir. Bu manada var. İki; akıl hüküm koymak için değildir. Ya ne içindir? Konulmuş olan hükümlerin sırrını çözmek için. Esrarını anlatmak için. Hikmetini ortaya koymak için. Tamam mı? Bu manada akla çok ihtiyaç var. Evet. Yani peygambersiz bir dinin olması hiç ama hiç mümkün değil. O zaman senin benim dinimiz olur ki bu din de kabrin başına kadar bizi getirir. Oradan içeri girdin mi Allah muhafaza eylesin. Mühim olan oradan sonrasıdır yani. İnsanları güzel konuşursun. Ne bileyim. Her şeyinle büyülersin. Mesele bu değil. Mesele hak ve hakikati ortaya koymaktır. Anlatabiliyor muyum? Evet, peygambersiz dinin izahı, izharı hiç ama hiç mümkün değil. Onun için Allah dikkat ederseniz ayet-i kerimede. Esteuzubillah, “Ve ma yentıku anil heva. İn huve illa vahyun yuha” (Necm Suresi 3. ve 4. Ayet)  “Muhammed'imin konuştukları da vahiydir” diyor. Allah Allah! Hani öyle bir ruhsat sahibi insan ki. Normal konuşması da Allah'ın kontrolünde. Bu demektir bu. Allah onu kontrolsüz bir an bırakmıyor. Hiçbir an. O kontrolden çıkmıyor, Allah'ın sevgilisi. Allah da kontrolsüz bırakmıyor. Şimdi, elimizi vicdanımıza koyalım. Bizi takip edenler de aynı soruya muhatap olsunlar. Biz günde kaç defa Allah'la beraberiz hatırlıyoruz. Hiçbir an Allah'ı unutmayan Hz. Fahri Âlem. Yerine kendimizi şöyle koyalım. Ne kadar hatırlıyoruz. Namazda bile Allah'ın huzurunda değiliz ya. Namaza “Allahu Ekber” diyoruz. Buraya gelmişken,  “Allahu Ekber” dikkat ederseniz. Bunda bile bir hikmet bir esrar var. Nedir bu? Elinin tersiyle bak. Böyle yapmıyorsun. “Allahu Ekber” diyerek elinin tersiyle demek istiyorsun ki: “Dünya ve onun içindekiler ne var ne yok hepsini ben attım geriye. Önümde hiçbir şey yok. Ya Rabbi bir tek sen varsın. Bir sen bir de ben.” Bu işin mantığı budur. “Geldim senin huzuruna.” “Allahu Ekber.” Bu manası bu işin bu. Neden haramdır? Allah'la beraber olman lazım geliyor, sen olmuyorsun. Ne oluyorsun şimdi? Bak Allah'ın huzurunda olduğumuz halde kimin huzurundayız? Ya karıyla kavga ederiz. Ya çocuğu döveriz. Veya nasihat ederiz. Veya sınıfta öğretmen isek ders veririz. Hele namaza başlarken bir malı satacağız yüzde yirmi karla, yüzde otuza satabilirdik ihtimalinden dolayı yüzde… Eyvah niye bunu böyle sattık? Onun muhakemesini yaparız. Neredesin? “Allahu Ekber” dedin namazdasın. Bak şimdi yaptığın işlere? Ohoo… Münazaradasın, münakaşadasın, dostluktasın, ahbaplıktasın. Biz Allah'ın huzurunda bile Allah'la değiliz. Hâlbuki Allah'ın sevgilisi her gün yetmiş bin hicab geçerek Rabbiyle beraber. Yani yetmiş bin ayrı tecelli ile Cenâb-ı Vacibul Vücut Hazretleri'ni görüyor. Onunla sohbet ediyor, onunla konuşuyor. Bunun manası bu. Şimdi buradan geleceğim nokta şu: Bakınız Resulullah evet kontrol altında bir insan. Onun için onun dedikleri hükümdür, ayettir, delildir. Ha seninki benimki öyle değil. Biz nefsimizden konuşuyoruz. Anlatabildim mi? Çıkarımıza konuşuyoruz. Konuşurken ya menfaat, neticede hep menfaatimizi görerek konuşuruz. Senin adına konuşsam bile senden elde edeceğim karı görerek konuşuyorum. Veya bir mevki, bir rütbe onun için konuşuyorum. Benim mantığım, benim maksadım seni bir başkasına ikna etmek. Bir kazanç için. Eğer işin sahibi, vaizi Allah olmazsa netice böyle olur. Onun için senin konuşman farklı olur. Mehmet'in ki farklı olur, benimki farklı olur. O zaman o din olmaktan çıkar. Anlatabildim mi? O din olmaktan çok uzak olur.  

Tefsir, Kur’an’ın Ayetleriyle Tefsir, Peygamber Efendimizin Sünneti ve Hadisleridir 

Dikkat ederseniz bütün ayetleri Allah'ın sevgilisi tefsir etmiştir. Öyle değil mi? Hiçbir ayet-i kerime yok ki ona bir mana peygamber vermesin. Şimdi günümüzde modern tefsir deniliyor. Ben anlamadım. Yani peygamberin dediğinden farklı bir şey mi diyor bunlar? Eğer peygamberin dediğini anlatıyorlarsa, yani bu manayı peygamber kastetti deyip de hikmetini ortaya koyuyorlarsa doğru. Ama anladığıma göre o değil. Kur'an alıyor, “hadiste” diyor. “Zaten” diyor, “o kadar fazla hadis yok.” Şimdi çok enteresan bir mantık var. Ne kadar hadis var? On beş, on altı tane hadis var. Eee? On altı tane hadislik bir din. Dikkat et bak, öyle bir itham, öyle bir ihanet ki bunu kendisi düşünse hemen bir ip tavana takar, kendi kendine asar. Hemen kendi kendine asar. Niye? Bu ne büyük cinayet diye. 
Ya kardeşim Allah peygamberi niye göndermiş bunu sorsana kendine. Allah'ın peygamberi göndermekteki maksadı bu dini anlatsın diye. Anlaşılır hale getirsin. Bunu ben anlamıyorum, sen de anlamıyorsun. Anlayan biri var, o peygamber işte sana bana anlatıyor. Benim senin anladığın seviye onu indirgiyor. Eğer o peygamber bu vazifeyi ikmal etmiyorsa niye var ki onu söyle bana. O manada onu izah ediyor, onunla ilgili hükümler koyuyor, Allah'ın sevgilisi. O tefsir boyutu işte budur. Resulullah'ın konuşmasıdır. 6660 ayet-i kerimeye Allah'ın maksadına göre onu beyan… Yani şimdi Hz. Fahri Âlem Efendimiz Allah'ın dediğini anlamadı. Muradını kavrayamadı. Maksadı nedir düşünemedi. 1999 senesindeki Ahmet, Mehmet çok iyi düşündü. Allahu Ekber. Şu işe bak ya. Sormaz mı insan ki bu peygamber niye var? Neden var? Yani peygamberin geliş maksadı o dini anlatmaktır. Anlaşılır hale getirmektir. Onun için ayetlerin tamamına Allah'ın sevgilisi bir açıklık kazandırdı. Neyle o? Bunlar nedir? Onun sünnetidir, onun hadisleridir, tefsir. Şimdi sadece Kur'an tefsirini ele ele alıyoruz, dikkat buyurun. “16 tane hadis var” diyen adamın işlediği cinayete bak. 6666 ayet-i kerime var. Kaç tane hadis var? 16 tane. Bu öyle bir cahil ki Allah Allah Allah Allah… Yani cehaletini idrak edebilmek için bile, neyse orasını bırakalım. O insanın ve düşün peygamber anlamadı öyle. 16 taneye indirdi 16 hadisten dini anlatacak. Zaten 16'ya indirgedi mi hiç hadisinde yeri yok burada. Peygamberinde yeri yok. Ne diyecek? Açacak Kur'an'ı, “ben bu işi anladım, bu işi biliyorum.” Demez misin ona sen? Affedersin, “Ulan hıyar. Sen anlıyorsun da ben anlamıyorum. Hadi git oğlum. Sen kim oluyorsun?” Peygamberin anlattığı din yoksa ortada benim anlattığım senin anlattığın var. O zaman “seninkini kabul etmiyorum hadi defol.” demez misin ya? İşi buraya bu seviyesizliğe indirmek istiyorlar. Bu bir ihanettir. Anlatabiliyor muyum? Onun için tarihin her döneminde böyle bir takım taifeler zuhur etmiştir. Ama halkın feraseti onlar o halka “cahil” derler. “Bu halk ümmidir cahil değildir.” Onların on tane diplomasını katlar bu ümmi milletin feraseti ve hepsine diploma verir. Hem vallahi hem billahi. Onun için tekrar ediyorum. Tefsir dediğimiz zaman. Kur'an'ın Kur'an ayetleriyle tefsiri; iki, Allah'ın sevgilisinin tefsiri ve hadisler. 

Hadisleri Devre Dışı Bırakmak, Dini Zayıflatmaya Yönelik Bir Plandır

Şimdi müsteşrikler. Bak İngilizler İslam âleminde Osmanlı'nın tasarrufunu yıkabilmek için ilk hücum ettikleri kurum hadislerdir. Hadisler kurumu. Niye? Şimdi ikinci kaynak hadisler devreden çıkarsa Kur'an'ı işte “ben anladım sen anladın aç oku bak Allah” diyor, “anlamadığını niye şey ediyorsun anlamadan anlatılır mı?” Sen de “doğru ya hakikaten”, bak ayette de var. İzah edebildim mi? Dolayısıyla şunu anlatmak istiyorum ve Osmanlı'yı bu mantık çökertti. Yanlış anlamayın. Bu mantık milli devlet hudutlarına da hazırlanmış sinsi bir plandır, bir projedir. Niye? Dinden kopartıyor seni. Senin anladığın din olunca ibadeti de olmaz bu işin. İbadette olmayınca kupkuru bir adam olursun.         Her şeyi tartışmaya açarsın. Askeri, bayrağı, sancağı, polisi her şeyi şey edersin. 
Efendim batıda, uzak doğuya giderken bu dominyon sahibi milletler enteresandır. Evvela oraya Hristiyan din adamlarını gönderirler. Niçin biliyor musun? Ya bunlar has dindar adam olsunlar diye değil. Güzel elimize alalım. Hristiyan edersek ipleri elimize geçer. Bakın daha dünün Kore'sidir. Dünün Kore'sidir. Onu da şu yakında öğrendim. Kore'de, Kore Savaşı'ndan evvel. Kaç sene oldu? Çok yakındır. Rahmetlik Menderes'in döneminde işte Birleşmiş Milletler Amerika'nın riyasetinde NATO zannıma göre güç gönderiyor. Türkiye'de gönderenler arasında yüzde Kore'nin yüzde otuz beşi Hristiyan. Şu anda kaçı biliyor musun? Yüzde yetmişi Hristiyan. Hâlbuki o beldelerde Budizm, Konfüçyüs vesaire gibi uzak doğu dinleri hâkimiyeti vardır. Ha bunlar has Hristiyan olsunlar diye değil. Biz burada has hâkimiyet kuralım diyedir. Onun için bir milletin üzerinde hesaplar evvela maneviyatlarının fütuhatıyla başlar. Fethedersin orasını. Manen bir insanı kendi iradene sen ram ettiğin zaman istediğini yaptırabilirsin. Yani neticede milli bütünlüklerine sıra gelir. Binaenaleyh bilerek veyahut da bilmeyerek bu tip adımların, hareketlerin varacakları nokta milli bütünlüktür. Şimdi karşı taraf şehit olacak. E şehit olacak adamı sen niye silahınla öldüreceksin söyle bakayım bana. Allah sormaz mı sana? O da şehit sen de şehit. Niye? He. Bu çok ters bir olay, çok ters bir mantık. Allah akıbetimizi hayır eylesin. Bu kadar kâfidir. 

Mezhep İmamlarının Vazifesi Sadece Peygamberi Anlatmaktır 

Şimdi onu ben maalesef bir programda seyrettim. E mezheplere gerek yokmuş. E mezhep imamı söylemiş de kendine söylemeyecekmiş de. Tabi vatandaş da diyor “Lan bunu söyleyen hoca ya.” Arkadaşlar mezhep imamları yanlış anlamayın içtihatlarını kendi koyduğu kurallara göre yapmazlar. Namaz hususunda, abdest hususunda, hacda vesaire de evet birçok hükümler var. İmam-ı Azam'a göre, İmam-ı Şafi'ye göre, Ahmet bin Hanbel’e göre var bunlar. Nedir ama bunlar biliyor musunuz? Kendi kendilerine düşünerek “bu daha iyidir, bu daha kolaydır” diye koyduğu hükümler değildir. Ya nedir? Peygamber Aleyhisselâm Efendimiz haccederken sahabeler onu seyrediyor. Safa ile Merve arasında nasıl yürüdü? Sahabenin biri diyor ki: “Allah'ın sevgilisi, efendime söyleyeyim parmaklarının üzerine basarak, koşar gibi işte şuradan şuraya gitti.” “Bir tanesi” diyor, “göğsü ilerdeydi” diyor. Bak rivayet bunlar. Mesela namaz kılarken bir sahabe diyor ki: “Efendim” diyor, “Allah'ın sevgilisini ben ellerini göbeğinin üstüne bağlamadan kılarken gördüm.” Bir tanesi de diyor ki: “Hayır efendim” diyor, “Ben de Allah'ın sevgilisini elinin göbeğinin üstüne bağlayarak”, tarifini de yapıyor. “Bu şekilde gördüm.” 
Şimdi mezhep imamı dediğimiz büyük o zatlar o rivayetleri koyuyor önüne. Tamam mı? Hangisini burada ben buna karar vereyim? Karar verdiğim olmayan bir şey değil. Olan delillerden bir tanesini seçmedir. İçtihadı onadır yani. Tefrik etmesidir. Yoksa olmayan bir şey koyması değil. Olmayan bir şey yok mu? Var. O da nedir? Mesela bir hüküm gelmiştir. Gelen hüküm ortadadır. Bunun illeti vardır. Bir başka olay daha bu olan hükmün illetiyle emsaldir. Orada mezhep imamı diyor ki: “Bunun haram olmasının illeti şu.” “Bakın” diyor, “bunun da illeti bu” diyor. “Aynı illet” diyor. “Bu illet bunu haram ettiyse bunu da haram eder.” Dediğimi anlatabiliyor muyum? Mezhep imamının yaptığı sadece bu kadardır. Yoksa efendim, “ben bu işte anlarım. Bu benim meselemdir. Kimse bundan anlamaz” diyerek toptan her şeyi bir tarafa atacak elinin tersiyle. O zaman dini vaaz etti ya. Haşa. Öyle bir şey yok. Sadece peygamberi anlatmaktır, mezhep imamlarının vazifesi. O da gelen ravilerin ifadelerine göre. Onun için bir mezhep imamı olmak için binlerce on binlerce hadisi bilmen lazım. Şimdi tabi mezhep imamı olma iddiası olmadığından dolayı hadislere de gerek yok. İzah edebildin mi? Ama bir taraftan da diyor ki “ben şunu yaparım bunu yaparım...” Bunlar yanlış. Ama hepsi bir rivayet üzerine hükmünü bina eder. Hiçbir zaman peygamberin uygulaması ortadayken kalkıp bir uygulama tarzı getirmez. Rivayetler bir mezhep imamı kendi kendine ulaşan rivayetleri alır. “Öyledir” der. Öteki de “böyledir” der. Ve bunlar amelde birbirinden farklıdır. İtikat boyunda hiçbirinden bir milimetre açı farkı yoktur.  

 Sünnet yok; yani hiçbir şey yok ortada. Sen… Onun adı mezhep olmaz, din olmaz; vehim olur. Az başta söyledim ya. Ben kimseyi kabul etmiyorum. Senin ölçünle peygamberin hadisini kabul etmiyorsun sen. Sen kim oluyorsun? Ne anlıyorsun sen be? Nesin sen? Ha sen, “ben onu kabul etmedim, bu zayıftır, bu uydurmadır” dedin mi? Ben de sana derim ki, “senin sülalen uydurma be.” Anlıyor musun dediğimi? O olur kendi vehmi, kendi zannı. Böyle tefsir olmaz. 
Biz okulda okurken, öğretmen bize bir cümle sorardı. Bir atasözü filan. “Çocuklar bununla siz bir kompozisyon yazın.” Otururduk biz de, bir kompozisyonu o sözden hareketle yazardık. Kimi bir sayfa, kimi beş sayfa, kimi üç satır, kimi beş satır. Ve gerçekten de benim kompozisyonum doruk noktadaydı efendim. Her kompozisyonda da mesela öğretmen okuması gerekti mi benim kompozisyonumu okurdu. E şimdi bunlara göre ben en iyi bir müfessir olurum. Ee öyle. Ve yazdığım şeyleri de ikna ederim karşı tarafa. Haşa. Fakat ben müfessirlerin, bu dediğim manadaki müfessirlerin ucundaki mürekkep olamam. Bıraksınlar soytarılığı. Ha olacak, ne yapacak? Allah'ın sevgilisinin, sahabesinin bu efendim ölçülerini, bu bilgilerini, bu metotlarını hayatlarına geçirecek elbette olurlar. Olmaması için de bir sebep yok. Malum bir dirayet var, bir rivayet var. Dirayette de bazı arkadaşlarımız yanlış hesap ediyorlar. Dirayette delil yok demek değil. Dirayette zikredilen delillerin hikmetleri vardır. Anlatabildik mi? Deliller zikredilir hadisle, ayetle beraber tefsirde. Adam bu sefer görüşünü ortaya koyar. Kalbi fetih sahibidir. Orada anlatır işte bu budur budur. Dışına çıkmaz. Bu haramın, bu helalın hikmeti şudur. Yani gene haram haramdır, helal helaldir. Hiç kimse harama helal. Helalı da haram yapmaz. Ben bir arkadaşı dinledim. “Efendim” diyor, “benim” diyor, “çocuk” diyor, “şu hükümden bunu anladı. Hanım da bunu anladı.” E sen de bir başkasını anlarsın. O ne olur? “O ten nenni neneni, ten nenni neneni” dini olur o. Allah'ın dini olmaz. Kimseyi kandırmayalım. İbadet olmadan o dirayetin olması hiç mümkün değil. Yani tefekkür olacak.  Tefekkür boyutuyla onu yakalayacak. Bir feyiz, bir muhabbet. Öyle bir akıl yürütme ki, zikrullah ile kalp feth olunur, akıl devreye girer. O zaman gece bıldırcın avlamaya çıkmış avcı gibi. Elinde lüküs başlarsın avlamaya. Ama sen körsün. Ortalık zifiri karanlık. Ne avlayacaksın? Ne göreceksin? Değil mi? Allah sana o ayetlerde beyan edilen maksadı Muhammed'inin ulemasının oradaki görüşlerini böyle gördüğün zaman her taraf açılmış zaten. Yani bir saraya girdin. O saray ne kadar mutantan, mütezeyyin, mükemmelse o şekilde görünür sana. Yoksa taatsız, ibadetsiz o olmaz. 

İmansız Amel Sahih Değildir

Bendeniz din tahripçilerine “Kur'an-ı Kerim'in cevabı” adlı eserimi yazdım. Şimdi bu eserimizde bütün bu sorularımızın kardeşlerimizin sorularının cevabı hazır var. Ancak ben bunları birkaç cümleyle hülasa edeyim. Bir defa iman ehli olmak için ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak “İnned dine indallahil islam” (Ali İmran Suresi, 19. Ayet) İslam dininden olma şartı vardır. Yani “ben iman ettim” diyebilmen için bir defa bunun adı İslam olacak. İki, yine ayet. “Her kim İslam'dan başka kendine bir din seçerse ondan o kabul olunmaz.” (Ali İmran Suresi, 85. Ayet)  Tamam mı? Yani bu benim sözüm değil, senin sözün değil. “Her kim İslam'dan başka kendisine bir din seçerse ondan kabul olunmaz.” Yani o din… Şimdi Allah'ın kabul etmediğini senin kabul etme yetkin varsa ayrı konu. Yani sıfatın ne olursa olsun efendim bunlar hikâye. Tamam mı? Kaldı ki Hristiyanların ve Musevilerin o kitapta göreceksiniz kâfir ve müşrik olduğuna dair bir sürü ayet var. “Humul kafirun.” (Maide Suresi, 44. Ayet) Hristiyanlar için, Museviler için. “Bunlar kâfirdir.” Şimdi kâfir güzel amel yapabilir mi? Yani görünüşte güzel olabilir. Ama bu Allah'ın ölçüsüne göre güzel değil. Amelin şartı imandır. İmanı olmadan hepsi sıfır sıfır sıfır olur. Ama iman ederse önüne artık ne koyarsan koy. Bir koy, üç koy, beş koy o rakamlar okunur. İzah edebildim mi? İmansız amel sahih değildir. Ne yaparsa yapsın ağzıyla kuş tutsun. Bu benim sözüm değil. Allah diyor, “Humul kafirun. Humul münafıkun.” (Maide Suresi, 44. Ayet) İzah edebildim mi? 
Onun için iman eden bir Müslüman tekrar ediyorum. İman eden bir Müslüman Kuran'ın bir ayet-i kerimesini dahi dışlamadan hayatını böyle sürdürse iman ederek ve fakat nefsine de uysa yalan konuşsa hırsızlık yapsa hiç kimsenin ne böyle hoşuna da gitmese ama imanından zerre kadar da taviz vermese el cevap o Müslümandır, cezasını çekecektir. Nasıl Türkiye Cumhuriyeti'nin kanunlarını ihlal ettiğin zaman bazı kanunlar var ki o ihlal vatandaşlıktan atıyor seni. Değil mi? O suçu işlediğin zaman. O suçu işlemeden yani dinden seni çıkartacak suçu işlemeden ne kadar suç işlersen işle onun cezasını çekersin. Cehennem zaten bunun için var. Temizlenmek yeridir. Günahla kararıyorsun. Allah da seni orada temizliyor doğru koyuyor cennetine. O adam Müslüman olduğu için cennetliktir. Ama “Humul kafirun” (Maide Suresi, 44. Ayet) dediği kitap ehli olanlar için bunlar kâfirlerdir dediği gece gündüz efendim kendi mantıklarına göre ibadet etseler adı bunların kâfirdir. Cennetlik olmaları da mümkün değildir. Ezkaza iman ettiler. Ha o da oldu.  Bal gibi Müslüman. Anlatabildik mi? İman etme halleri müstesna. Kaldı ki sevgili peygamberimizin bu konuda “Eğer Musa benim dönemim de olsa idi” çok açık ve net sahih hadis. “Bana uymaktan başka çaresi olamazdı, bana uyardı.” Yani bir peygamber Rasulullah'ın döneminde yaşasa risaletinden vazgeçer peygambere ümmet olurdu. 
Peygambere ümmet olan insanın arkasındaki ümmet nasıl oluyor da Hazreti Peygamber'e uyamaz? Onu söyle bana bakayım. Bunlar direk olarak diyemediklerini dolaylı olarak Muhammed'e lüzum yoktur iddiasıdır. Tamam mı? Hâlbuki bir başka ayette Allah, “Atiullahe ve atiur resule” buyuruyor Allah. (Nisa Suresi, 59. Ayet) “Allah’a itaat edin” bir. Kime daha? “Muhammed’ime itaat edin.” Az evvel okuduk ayette. “Muhammed’im size ne verdi bunu alın. Neyi nehyetti ondan vazgeçin.” İzah edebildim mi ? Şimdi bu kadar sarih hükümler varken, eski köye yeni kanun getirmek bizim bildiğimiz ilmin metoduna göre değildir. Bu metotlar farklı yerlerden kaynaklanıyor. Tamam mı? Ben bunun mahiyetine girersem siyasi bir yorum zannedilir. Oraya girmiyorum. İlmi bir yorum değildir. Hele akademik ederek hiç değildir. Efendime söyleyeyim. Bu hususi bir yorumdur. Ve birilerinin adına avukatlığa soyunmaktır. Avukatlığa soyunan insan Allah korusun bakarsın onlar gibi olur. Değil mi? Kaldı ki Allah onları da tehdit ediyor ayette. “İman ettikten sonra eğer onlara uyarsanız” ehli kitap için söylüyorum. “Siz İslam olduktan sonra kâfir, sizi Müslüman olduktan sonra kâfir yaparlar.” Ayet (Ali İmran Suresi, 100. Ayet). Yani onlara uydunuz mu? “Müslümansınız sizi kâfir yaparlar”, Allah buyuruyor. Onun için böyle İslam akaidinde olmayan hiçbir şey geçerli olamaz. 
İslam akaidinin temel direği Allah'ı ve Resulullah'ı kabulden geçer. Amelin amel olabilmesi için onun iman yani Allah'a ve Resul'e iman şartı vardır. Bunun dışında. Sonra dinin maksadı, başta söyledim. Güzel bina yapsın. Şunu bunu meslek adamı yetiştirmek değildir. Yani meslek adamı yetiştirmek için Allah kulları sorgulamıyor. Kabiliyetlerinden dolayı sorgulamıyor. İmanından, ibadetinden sorguluyor. Anlatabildim mi? Onun için ayette. “Ve ma halaktul cinne vel inse illa li ya'budun” buyuruyor. “İbadet etmek için yarattım.” (Zariyat Suresi, 56. Ayet) Şimdi hatta Müslümanım dediği halde inkâr etse. “Onlar” diyor “Kur'an'ın bazı ayetlerini kabul, bazılarını reddederler. Onlar kâfirlerin taa kendisidir.” Onun için bak ameli noksanımız olabilir. Doğru. Yanlışımız olabilir. O da doğru. Allah'ın rahmet kapısı var. Sığınırsın. Belki hiç ceza vermeden de seni affeder. İzah edebildim mi? Hüküm sahibi o. Ama imanın olacak. Evet, bu kadar kâfi zannederim.

Veda Hutbesinde İnsan Hakları Eserimde İslam'ın Koyduğu Hakları Ele Alıp İzah Etmeye Çalıştık 

Şimdi benim gerek veda hutbesinde. Yani insan haklarında gerekse “Rahmeten Lil Âlemin” eserimde genişçe bahsettiğim bir konu vardır. Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hristiyan hükümdarlara mektup yazıyor. Nedir bu mektupların mahiyeti? “İman edin, kurtulun.” Şayet Hristiyanlar kurtulmuş olsaydı Allah'ın sevgilisi fuzuli bir iş yapar mıydı? “İman edin Müslüman olun kurtulun” der miydi? Yani bunların temel mantığı Peygamber'in mantığına ters. İzah edebildim mi? Bu önce işte dediğim gibi İngiliz oyunudur. Hadisleri inkârla başladı demek şimdi Peygamber'e de sıra geldi. Allah korusun. 
Şimdi veda hutbesi konusunda araştırma yapılmadı. Eğer insan hakları konusunda yapılmadı derseniz siz de İslam ulemasına iftira edersiniz. Bugünkü cahillerden olursunuz. Kul hakları diye bir bölüm vardır. Kul hakları. İşte insan hakkı. İnsanın insan olabilmesi için evvela kul olması lazım. Bunlar bu literatürde mahrum olduğu için insan hakları dediler. Bu haklar a’sından z’sine kadar. Bak karınla arandaki hak hukuk, çocuklarınla hak hukuk, komşunla hak hukuk, ineğinle, tavuğunla, kedinle, köpeğinle… Nasıl yok ya? İftira olur o zaman. Herkeste bu hak hukuk var yani. “Kul hakkıdır” bunun adı. Bizde bugünkü adamların, diline uyduk da, ondan anlıyorlar çünkü öyle dedik ona. 
Veda hutbesinde insan hakları, evet sadece bendeniz tarafından ele alındı. Bizde veda hutbesinin şahsında insan haklarını, aslında İslam'ın koyduğu hakları, onun çerçevesinde ele alıp izah etmeye çalıştık. Ve gerçekten de güzel bir eser oldu. Gerek, batı dünyasında İngiltere, gerekse Amerika, bilim çevrelerinden takdir görmüş bir eserdir. İngilizce ‘ye tercüme edilmiştir. Allah'a şükürler olsun ki, bu eseri yazmayı da bize ihsan eyledi. Epey de bir araştırma yapmıştım bunu yazarken. Neticede güzel bir eser oldu diyebiliriz. Arkadaşlarımız okusun, istifade etsinler inşallah. 

Ramazan’da Rahmet Kapıları Ardına Kadar Açılır, Kullukta Israr Etmeliyiz  

Kullukta ısrar edeceğiz. Allah'ın kapısına, bak rahmet kapıları açılmış ardına kadar. Efendim, dua edeceğiz, niyaz edeceğiz.  Cenâb-ı Hak'la konuşur gibi dua edeceğiz. “Ya Rabbi bunu bana ver.  Vereceksin, benim başka yerim yok. Senden başka Rab mı var? Göster bana. Olmadığına göre geldim.” Ağlayacaksın, sızlayacaksın. Tepineceksin o kapıda. O sana hem ikram edecek, hem muhabbet verecek. Bu benim aciz kulum geldi bizim kapıya. Ben onu reddeder miyim ya? Hem de rahmet kapıların açıldığı. Şimdi nereye benziyor bu biliyor musun? Çocuğun geliyor senden istiyor. Bir defa vermiyorsun, iki defa vermiyorsun. Üç defa mutlaka üçüncüde, dördüncüde veriyorsun. Artı, eğer çocuğun naz sahibi ise elini uzatır cebinden alır. Şimdi o anda bak, o merhamet, rahmet, sevgi, muhabbet anında sen de istiyorsun Cenâb-ı Hak'tan. “Vereceksin ya Rabbi” filan. Nereye benzer? Babanın cebindekini almaya benzer. Uzanırsın hazinesinden. Kendisi sana ikram eder. Alırsın oradan yani. Allah naz ehli olanlardan da etsin.  Bunlar hep bizim için Allah veriyor. Bunlar aydan insan gelecek de bu makamlar onlara verecek değil. Muhammed ümmetine. “El ulema veresetül enbiya” “Alimler, peygamberlerin varisidir.” Bizim Rasulullah'ın yolundan giden ulema da çok farklı. Amel-i salih işlemiş. Allah şefaatlerinden mahrum eylemesin. 
İki, Kur'an okusunlar bu ayda. Üç, namaz kılsınlar. Dört, istiğfar okusunlar. Beş, salat ve selam okusunlar. “Allahümme Salli Alâ Muhammedin ve Alâ Ali Muhammed.” Ne kadar güzel. Bak bir Müslüman Salatü selam okumakla öyle bir iş yapmış oluyor ki. Allah'ın yaptığını yapıyor. “İnnallahe ve melaiketehu yusallune alen nebiyyi, ya eyyuhellezine amenu sallu aleyhi ve sellimu teslima.” (Azhap Suresi, 56. Ayet) “Ey iman edenler!” “İnnallâhe” “muhakkak ki Allah” “Ve melâiketehû” “ve de melekleri” “Yusallune alen nebiyyi” “Muhammedine salat ve selam okur.” (Azhap Suresi, 56. Ayet) Allah okuyor. Peygamberimize. “Yâ eyyuhellezîne amenu.” “Ey iman edenler!” “Sallu aleyhi ve sellimu teslima” “Siz de salat ve selam okuyun.” (Azhap Suresi, 56. Ayet)  Yani sen “Allahümme Salli Alâ Muhammedin ve Alâ Ali Muhammed” dedin mi? Allah ile melek ile beraber tutuşuyorsun. Bir halaka oluşturuyorsun. Bak ne kadar güzel. Değil mi? Bunu okusun kardeşlerimiz. Allah ile beraber olduğunu düşünerek okusun. Melaike ervahını olarak olduğunu düşünerek okusun. Bak ne feyiz alır, ne muhabbet alır. Daha? “Hocam yaptık az geldi.” Kelime-i Tevhidi okusun. “Lâ ilâhe illallah.” Peygamber Aleyhisselâm Efendimiz buyuruyor ki “Miraç'ta ben bir âlem gördüm. Öyle muazzam, öyle mutantan ki. Sordum. Tabi bunu hangi Ulu'l Azm resulüne, peygamberine hazırladın?” “Bana cevaben dendi ki: o makamı Kelime-i Tevhidi zikreden kullarıma hazırladım diyor.” “Lâ ilâhe illallah.” Şimdi bu gecelerden daha şeysi yok. Yapın okuyun. Ben kardeşlerime karınca kaderince bu yolu, bu güzel taatı ibadeti tavsiye ediyorum. Ve bizi bundan başkası da kurtarmaz. Haramdan kaçacağız. Yalandan kaçacağız. Rüşvetten kaçacağız. İnsanların hak ve hukukuna riayet edeceğiz. Yardıma muhtaç olanları göreceğiz. Bak ne güzel Ramazan-ı Şerif birçok kardeşimizin ayağında ayakkabısı yok. Sırtında elbisesi yok. Yedireceğiz, içireceğiz.  Onların hayır dualarını alacağız. Değil mi? Aynı zamanda sosyal münasebetlerin yoğunlaştığı bir ay. Zekâtımızı vereceğiz. “Efendim zekât verdik. E ne oldu? Zekât verdik de servetimiz bitti.” Ya kırkta bir kardeşim. “Benim yüz bin markım varsa iki buçuk, iki bin beş yüz mark ediyor, eyvah” demeyeceksin. Zekât aslında şimdi mevsimlerde sonbahar ve ilkbaharda ağaçtan budanır. Buduyorsun. Budadığın zaman Allah Allah yahu ağaç koskocaman ağaç sanki kayboldu. Bir iki sene sonra bir de baktın ki öyle bir cesamette geliyor ki. Ağacın cesametli olabilmesi, saltanatlı olabilmesi budanmasıyla ilgilidir.  Budanmasına bağlıdır. Servetin büyük olması, bereketli olması da zekâtla ilgili bir olaydır. Onu verdin mi cesametli bir servet çıkarır. Bereketli bir servet çıkar önüne. Ben bunları tavsiye ediyorum. Hayırlar diliyorum kardeşlerime. Kardeşlerimize ben buradan selam, sevgi, saygılarımı da bildireyim. 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir