info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Ramazan Bereketi Programı - Ramazan, Hatıralar ve İslami Öğretiler / 3 Aralık 2000
15/05/2025 DİNİ YAŞAM 5

    Neler Okuyacaksınız

Çocuklukta Ruh Dünyası Temiz Olduğu İçin Ramazan’ın Feyzi ve Maneviyatı Daha Derinden Hissedilir

Efendim, evvela bu programın hayırlı olmasını temenni ediyorum.
Şimdi tabii Ramazan denince hemen hemen hepimizin aklına ilk gelen husus, çocukluk çağlarındaki geçirdiğimiz o feyizli, muhabbetli günlerdir. Şimdi burada bir temel tespit yapmak lazım. Yani ne oldu bu kadar zaman içerisinde? Faraza bizim yaşımız 53, 53 yıl içerisinde değişiklik mi oldu? İşte bazıları diyor, zaman değişti, ne oldu ki o hazzı, o maneviyatı, o tadı bugün biz alamıyoruz şeklinde birtakım sözler ifade ediliyor. Aslında zaman filan değişmiş değil, insanlar değişmiş. Çocukluk yaşındaki insanın yaşadığı halet-i ruhiye ile akıl baliğ olma çağındaki insanın halet-i ruhiyesi bir değil. Hele hayata atıldım, hayatın çile ve meşakkatleriyle karşı karşıya geldikten sonra onun alacağı haz, feyiz, muhabbet daha farklı şey. Yani değişen zaman değil, insan. Çocukluk çağında niçin Ramazan-ı Şerif'in veya dini ve milli bayramların insanın ruhunda fevkalade bir etki yaptığı oluyor? Bunun sebebi kanaati şahsiyem şu: Şimdi çocukluk çağında insanla Allah arasına fazla perdeler girmemiştir. Masiva dediğimiz dünya ile ilgili düşünceler de girmemiştir. Çocuğun ruh dünyası çok temiz ve de boştur. Kanaati şahsiyem o ki Allah'ın o tecellisi her zaman orada yansıyor. Dikkat ederseniz çocuklar devamlı koşuş halindedir. Yani koşar, koşar, koşar, hiçbir zaman da yorulmaz. “Allah Allah, bu ne biçim iş” dersin. Aslında çocuğun mekânda koşması, herhangi bir yerde koşması, kendi iç tabiatında benim kanaati şahsiyem Rabbine koşmasıdır. Ama bunun ifadesi manen mümkün olmadığı için hep zemin üzerinde koşarak bunu ifade etmeye çalışıyor. Yani çocukta bir koşuş var. Mevlana'nın, “Veş şemsu tecri li mustekarrin leha, zalike takdirul azizil alim” (Yasin Suresi, 38. Ayet) Ayetin sonu da “Kullun fi felekin yesbehun” gelir. (Yasin Suresi, 40. Ayet)  Yani, “bütün felek böyle yüzer” diyor. Orada bu ayete verdiği mana çok enteresandır. Diyor ki “sadece canlı varlıklar değil, şuur sahibi olmayan varlıklar dahi Allah'a koşuş halindedir.” Bu ayeti öyle tefsir ediyor. Yani gökteki yıldızların dönerek seyretmesi, yüzmesi aslında insanın, affedersiniz varlığın, kendi yaratanını aramasıdır. Şimdi reva mıdır ki varlık âlemi şuur sahibi olmadığı halde, can sahibi olmadığı halde Rabbini ararken, akıl sahibi insan Allah'ını aramasın? Yani hepimiz aslında bir arayış içerisindeyiz. Çocuk da arayış içerisinde ama ne aradığını bilmiyor. Bu, bu içindeki duygularla Rabbine koşan çocuk işte ne kadar koşarsa koşsun yorulmaz. O koşuş ona bir feyiz verir, muhabbet verir. Şimdi temel bu olunca tabii bütün olaylarda, hadiselerde çocuk çok bereketli anlar yaşar, çok sevinçli anlar yaşar. Bir kişi size tebessüm eder, onun tatlı bakışı hiç ömrünüzden, hatıranızdan gitmez, çıkmaz. Allah Allah, bunu unutamazsınız. Veya beş kuruş verir sana. Ben hiç unutmam, rahmetlik dedemin bize harçlık vermesini. O zaman yüz para derdik, bir kuruş derdik. Bize verirlerdi. Efendim, o bir kuruş, yüz para o kadar büyük bir servetti ki aslında hiçbir şey değil. Aldığımız, efendime söyleyeyim, ikram edilen oradaki paranın büyüklük veya küçüklüğü mesele değil. O bize bir şeyleri hatırlatıyor, şuurumuzun altında, derinliklerde mevcut olan bir vereni hatırlatıyor, işin farkında değiliz. Şimdi o bakımdan çocukluk çağındaki hatıralarımız, hele dini temalarla bezenmiş olan günlerimiz, gecelerimiz, vakitlerimizin unutulması zor, belki de imkânsızdır.

Ramazanın Her gün ve Gecesi Bir Bayram Havası İçerisinde Geçerdi - Ramazan Hatıraları -

Şimdi geliyorum unutamadığımız o günlere. Mesela Ramazan-ı Şerif yaklaşırdı, on, on beş gün evvel temizlikler başlardı. Yufkalar açılırdı, makarnalar kesilirdi, evler badana yapılırdı, boyalar yapılırdı, camlar silinirdi, yepyeni bir hazırlık, çamaşırlar yıkanırdı. O zaman tabii şimdiki gibi böyle çamaşır makinesi filan çok değil, hiç yoktu. Tekneler vardı böyle, tahtadan tekneler vardı. Teknelerin içerisinde çamaşırlar yıkanırdı. Daha sonra işte leğenler çıktı, şimdi de işte malum çamaşır makineleri falan. O zamanlar teknelere çamaşırlar konur, güzel Ramazan temizlikleri yapılırdı. Ama bu sadece bir ailede olan husus değildi ya, bütün ailelerde bu temizlik bir sevda gibi şey ederdi, devam ederdi. Ve biz de çok samimi konuşuyorum, Ramazan’ın birinci gününden bayramına kadar, bayramı da dâhil olmak üzere bir bayram havası yaşardık. Hiç unutmam, o çağda her çocuk oruç tutmak isterdi. Mesela ben 5-6 yaşında oruca bir defa işte başlamak istedim. Ya 5 yaşındaydım yahut da 6 yaşında, çocuktum efendim. Oruca da bizi alıştırmak isterdi ailelerimiz. Ama çocuklara akşama kadar oruç tutturmazlardı, hiç unutmam. Ben de oruca ilk başladığım gün niyet ettim, annem beni sahura kaldırdı. Sabahleyin böyle öğleye kadar ama çok acıktım öğlede, mevsim de yaz tabii. Rahmetli Zekeriya amcam vardı, elinde böyle bir tane armut içi, unutmam, gayet güzel, eğri sap armutu, öyle. "Sen" dedi, "iftar vakti oldu, al bakalım orucunu aç" dedi. Yani hiç o anı unutmam. Biz de oruç tutmanın efendime söyleyeyim şeysiyle, sevinciyle orucumuzu açtık. Yani o çağlarda ve inanır mısınız, 7 yaşında oruca başlayan arkadaşlarımız vardı, mübalağa değil. Yani ki o zaman 7 yaş ilkokulun birinci sınıfı, efendim, böyle arkadaşlarımız vardı. Şimdi gündüz, Ramazan gündüzleri istirahat etme vakti olurdu. Geceleri de iftardan sonra, akşam iftarından sonra ta sahur vaktine kadar çeşitli eğlence yerleri olurdu böyle, gidilirdi, fıkralar anlatılırdı, sohbetler yapılırdı. Akşam teravih, yani yatsı teravihinden sonra bu dediğim işler olurdu ama teravih vakitleri de çok farklı bir manzara arz ederdi. Çocukken biz en arka saflarda namaza dururduk. Tabii çocuklar bir rekât kılıyor, ikinci rekâtını saflar arasında gezerek geçiriyorlardı. Bazıları efendime söyleyeyim azarlanırlardı, "Ne yapıyorsun?" filan diye. Oradan kaçarken birisi tutar ve ama dayak atma yok böyle ama bunun ayrı bir sevinci vardı. Bazen çok daha küçük olursa, saflarda namaza duranların bilhassa secdede sırtlarından atlayıp geçerlerdi. Yani bu şekilde olurdu. Biz de işte Allah kabul etsin, o günlerde camiye gider, namazı, teravih kılmaya çalışırdık. Büyüklerimiz, ayrı ayrı camilere gitmenin de faziletli olduğuna inanırdık o zamanlar. Onlarla birlikte biz de bölgemizde bulunan camileri hep ziyaret ederdik. Teravih namazlarını orada kılardık. Hiç unutmam, rahmetlik anneme dedim ki: "Anne, niye böyle farklı camilere gidiliyor ki? Sebep ne?" "Oğlum" dedi, "ne kadar farklı yerde namaz kılarsan, o kadar yer sana yarın Rûz-u Mahşer ’de şahitlik yapacak.” “İşte, bu bende namaz kıldı diye." Rahmetlik annem. Ben de çok samimi konuşuyorum, o gün ondan aldığım bu ders hayatıma yansıdı. Mesela yeşil çimenliklerde, öyle ya, bu eğer bu ölü toprak, ölü arz, ölü yer sana şahitlik ederse, çimenler daha iyi şahit olur diye her gittiğim yerde böyle kırda bayırda iki rekât namaz Allah rızası için kılardım ki bunlar bana şahit olsun diye. Tavsiye ediyorum, bizi takip eden arkadaşlarımıza öyle kırda bayırda, yeşilliklerde efendim iki rekât fazla kılarsak çok iyi olur ama en azından iki rekât kılalım ki o çimenlerin sayısı kadar efendim çimenleri yarın Rûz-u Mahşer ‘de hakkımızda şahitler olarak tutmuş olalım.
Ne bileyim yani, Ramazan’ın her anı bir başkaydı. Gündüzleri bilhassa kadınlar mukabele okuma, saat 10'da başlardı mukabeleler. Efendim, saat 10'da bizim evde, hiç unutmam. Onu hanımlar okurdu kendi arasında. Bir de Allah rahmet eylesin, Trabzon’un Çarşı Camii’nin imamı Salih Hoca vardı ki biz İmam Hatip Okulu’nda okurken bize Kur’an-ı Kerim derslerine geliyordu, rahmetli. Saat 10'da kadınlar kendi arasında, işte 20-25 veya 10-15 tane hanım gelirler, mukabele okunur. Mahalle hafızları, hafızeler, ablalarımız, annelerimiz... Ondan sonra büyük camilerde veya büyük yerlerde işte bu hocaların mukabelesine gidilir, onlar dinlenirdi. Bunun akabinde kadınlar hiç evde durmazdı. Yani böyle hep programlıydılar. Bunun akabinde vaaz-u nasihatler edilirdi. Hiç unutmam o günlerde. İşte Meydan Camii'nde, bilmem Çarşı Camii'nde vesaire yerlerde vaaz-u nasihatler edilirdi. Bunlara gidilirdi. Akşam teravihten sonra, yine Trabzon’un içi için ben konuşuyorum, lokaller vardı, böyle oturma mekanları, yerleri, kahvelerin dışında, kahvehaneler dışında. Böyle tıklım tıklım insanlar dolar, orada sohbetler yapılırdı. Fıkralar anlatılırdı. Vaaz-u nasihatler yapılırdı. Hülasa, bunlara biz devam ederdik. Bir Ramazan nasıl başlardı, nasıl gelişirdi, nasıl sona ererdi, çok samimi konuşuyorum, bunu biz bilemezdik. Her gün, her gecesi bir bayram havası içerisinde, o günün şartlarında geçerdi. Şimdi de tabii aynı muhabbeti, feyzi alıyorsak da o günlere hasretiz diyebilirim efendim. Kısaca bunu söyleyebilirim.

Çocuklar Küçük Çağda Oruç Tutmaya Teşvik Edilmelidir

Ehli kitaptan oruç tutanlar sahura kalkmazlar. Cenâb-ı Peygamber Efendimiz de sahuru sahabesine sünnet olarak emrediyor.  Ve o sahabeler de o yaşta çocuklarını kaldırıyordu. Yani rahmetlik dedemizin yaptığı, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz ’in sünnetinin ihyasıdır. Allah rahmet eylesin.  
Sahabenin emzikten kesilmiş çocuklarına dair efendime söyleyeyim, oruç tutturma teşebbüsünde bulundukları… Geçen günü ben bir televizyon programında söz söze açıyor. Adam öyle bir, sanki suç işliyor, "Çocuğu oruca alıştırmak, öyle şey mi olur?" diyor böyle. Ben dedim, acaba bu kimin adına avukatlık yapıyor? Kimin adına konuşuyor yani? Onlar çok yanlış. Çocukları en küçük çağda bu güzel ibadeti yapmaya teşvik edeceksin. Hiçbir şey olmaz ona. Benim hatırıma çok daha farklı bir şey geldi. Şimdi bizim insanımız ümmidir, cahil değildir. Şöyle ki, mesela anamıza babamıza sorsak ki “içki haram mıdır?” “Evet” der sana. “Kur’an’da var mı?” “Evet” der sana. Belki Kur’an’ın hangi ayetinde var olduğunu bilmiyor. Onu hocalar da bilmiyor. Hangi surede, hangi ayetle… Efendim ama ne helaldir, ne haramdır. Bunun tamamının Kur’an’da olduğunu bizim bilhassa Müslüman Türkler bunu çok iyi bilir ve de hayatına geçirir. Onun için bizim insanımızın feraseti çok farklıdır. Bütün ibadetlerde bunu ön safta görürsünüz. Hacca gittiğimiz zamanlar gördünüz yani farklı farklı insanlar. Onları hakir görmek değil. Dünyanın çeşitli bölgelerinden hatırlarsanız Hüccacı Müslümin toplanıyor Mekke’ye, Medine’ye. Ama bizim insanımız çok farklı. Her şeyiyle. Ta ibadete başlarken, başladıktan bitirme anına kadar. Dikkat ederseniz bir ibadet disiplini var bizde. Ama o dünyada bunu bulamıyorsunuz, göremiyorsunuz. Bir Aşr-ı Şerif’e hasret kalıyorsunuz. Nerede? Beytullah’ta nerede? Medine-i Münevvere ’de. Şimdi burada öyle mi? Bir bakıyorsun, Sultan Ahmet’te İmam Efendi, Müezzin Efendi… Allah Allah! Bir Euzu besmele çekiyor, hayda... Herhangi bir camide ruhun açılıyor. Tesbihat duaları, ne bileyim... Hülasa her şeyinde bir disiplin var. Bizim İslami yaşayışımızın tarzı çok farklı. Dedelerimiz, ninelerimiz bunların canlı örnekleriydi. Allah gani gani rahmet eylesin. 

Sünnet, Allah’ın Rızasını Kazanmada En Kestirme Yoldur 

Şimdi, tabii bir insan yapılan ibadetlerin kastının ne olduğunu bilmezse, Allah böyle şaşırtır, yanlışı yanlış içerisinde ona konuşturur. Sünnet denilen ibadet, peygamber için yapılan ibadet değildir. Peygamberin Allah’ın rızasını kazanmak için yaptığı ibadettir. Peygamberin ümmeti olmamız münasebetiyle, o nasıl Allah’ın rızasını kazandıysa, onu taklit ederek bizim de hayatımıza geçirdiğimiz ibadettir sünnet. Yani biz peygamberin rızasını kazanmak değil, birinci maksadımız nedir? Allah’ın rızasını kazanmaktır. Yani sünnet budur. Bir başka ifadeyle, Sünnet-i seniyye, Kur’an’ın hayata geçiş tarzıdır. Kur’an’ın tamamı, insanı Allah’ın rızasına taşıyan yoldur. Bu oruç olsun, namaz olsun, zekât olsun, hac olsun, hangisi olursa olsun, tamamında insanı Allah’a taşır. Yani temelinde Allah’ın rızası vardır. Cenâb-ı Fahri Âlem Efendimiz mesela sahabe soruyor: "Ya Resulallah, namazı nasıl kılacağız?" Namaz emrediliyor Kur’an-ı Kerim’de. "Namaz kılın, namazı eda edin." Değil mi? "Nasıl kılacağız?” Bilmiyoruz bunu. Ne buyuruyor? "Anladığınız şekilde kılın." demiyor. Nedir? "Benden gördüğünüz biçimde, şekilde namazı kılın" diyor. Namazın özü farz, ama onun şekillenmesi sünnettir. Anlatabiliyor muyum? Şimdi, bu insanlar neyin sünnet, neyin farz olduğunu da bilmiyorlar. Açık konuşalım. Bunlar cahilin cahili, “Ecel-i Cühelâ” denir bunlara. Ne demek yani? Sünnet, Allah’ın rızasını kazanmada en kestirme yoldur. O yolda, peygamber Aleyhisselam Efendimiz ‘in yaptığını yapmam münasebetiyle, onu taklit etme münasebetiyle, "Bu benim ümmetim, benim yolumdan Allah’a gidiyor" diye de, peygamberin de rızasını kazanmış oluyorsun. Yani ikinci bir kazanç. Birinci kazanç ne? Allah’ın rızasını kazanmak için yaptığın o ibadet. İkincisi de, kimin yolunda gidiyorsun buna? Hz. Fahri Âlem efendimizin yolunda gidiyorsun. Peygamberi terk etmiyorsun. “Ve atiullâhe ve atiurresûle” "Allah’a ve Rasulüne tâbi olun" diyor. Kim diyor bunu? Allah diyor. E sen, yani sünnete tâbi olmak, Allah’ın emri. İzah edebildim mi? Ne için? Allah’ın rızasını kazanmak için. Nasıl farzı eda etmende büyük bir fazilet varsa, yine Cenâb-ı Hakk’ın, efendim, emri gereği, peygamberin sünnetine tâbi olarak onu eda etmek de Allah’ın rızasını tahsil etmek içindir. Hiç başka bir şey için değildir. Dolayısıyla demek isteriz ki bu tip sözler, Müslümanı dinden koparmak, Resulullah sevgisinden uzaklaştırmaktır. O bakımdan, bu tip sözlere hiç kimse kulak vermesin. Hatta dinleme bile, dinlemesin. Sırtını çevirip geçsin. Diyecekleri tek şey var, “Yahu sana Allah ne kadar büyük bela verdi ki, peygamberin yolunda gitmeyi bile eleştirir hale seni düşürdü.” Bundan büyük daha bela olmaz. Bunlar olsa olsa, ya İslam’ı, İslam’ın yaşantı tarzını, efendime söyleyeyim, ayağa düşürmek için yabancı ajanlardan, parayla tutulmuş, bedava değil, bu ucuza yakın avukatlar veyahut da, nasipsiz bedbahtlardır diyebiliriz. Gene bizim duamız, Allah onlara da hidayet nasip eylesin de bu milleti onların fitnesinden korusun. Yani özellikle, farz da Allah içindir, sünnet de Allah içindir. Hiçbir şey Allah’ın rızasının dışında yapılamaz. Hayatın gayesi, Allah’ın rızasını kazanmak içindir zaten. Mümkün müdür ki, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz ‘in sünnetini edada bir insan, Allah’ın rızasını terk edecek? Bu ne biçim mantık? Böyle hileli mantık olur mu? Cenâb-ı Hak ne diyor? “ Muhammed’imin emrettiğini alın, nehyettiğinden vazgeçin.” (Haşr Suresi, 7. Ayet)  Yani dolayısıyla Allah, Kur’an’ında onun her şeyine kefil. Değil mi? Ayet-i kerimesiyle de hiçbir şey nefsinden değil. (Necm Suresi, 4. Ayet) Dolayısıyla her şey, Cenâb-ı Hakk’ın kontrol ve murakabesinde. Olay budur. Allah’ın garantörlüğünde bir insan… Ne mutlu onunla beraber olmak, bu feyzi, bu muhabbeti ahzetmek. Bu çok büyük bir nasipsizlik. Olayın özü budur.

Kabir Ziyaretlerinde Kur’an-ı Kerim Okumanın Büyük Sevabı Vardır

Kardeşlerimiz kabirlerine gitsinler, ölülerine Kur’an-ı Kerim okusunlar, dua etsinler. Bu fitnecilerin diline de kesinlikle düşmesinler. Aldırış etmesinler. Bunları ne kadar dinlerlerse dinlerinden, o kadar koparırlar. Bakın, ben size farklı bir şey söyleyeceğim. Bunlar, Arap İslam âlemini, Hicaz bölgesini Osmanlı’dan koparabilmek için İngiliz fitneleridir. İngilizler o bölgeye 1710 tarihinden başlamak üzere binlerce misyoner koydular, soktular. Bu adamlar hoca kılığında geldi. Lawrence denilen adam bunlardan bir tanesidir. Şu andaki Arap Müslüman kardeşlerimiz maalesef bu adamlarla iş birliği yaptılar. Onların batılına “evet” dediler, Ehl-i Sünnet’in hak yoluna “hayır” dediler. “Türbeleri ziyaret etmeyeceksiniz. Onlara dua etmeyeceksiniz. Kabristana gitmeyeceksiniz.” Bunun için de hususi şu anda Suud bölgesinde bir mezhep kurdurdular. Benim kitabımda bunlar sarahaten mevcuttur. Efendime söyleyeyim ve bu yolla, bu fitne yoluyla beraber, İslam’ın özünde olan bütün uygulamayı, örfü, âdeti hepsini rafa kaldırdılar. Ve şimdi bu “beşinci mezhep” bizim insanımızın arasında geçen bir tabirdir. Beşinci mezheple İslam dünyasına girdikten sonra ki, 1800-1850 yıllarından sonra revaç bulan bir mezheptir.
Efendim, girdikleri bölgede bilhassa Suud bölgesinde ne kadar sahabe kabri varsa dümdüz etmişlerdir. Ne kadar büyük zata ait… Ne büyük, büyük küçük demeden bütün kabirleri yok etmişlerdir. Bu benim burada eğer eserim varsa, onu lütfen bir arkadaş getirsin, okuyalım. Efendim, İngiliz Sömürgecilik Bakanlığı’nın talimatnamesinde bu emrediliyor. “Onları siz Hicaz bölgesinde ve İslam âleminde mevcut olan İslami yaşayışı örfünden koparabilmeniz için kabir ziyaretlerini, türbe ziyaretlerini men edeceksiniz ve irtibatını kopartacaksınız, keseceksiniz.” Bu bir talimattır ve bunlar bunu uygulamıştır. Şimdi bu arkadaşlar eğer bunların adına konuşuyorsa, avukatlık yapıyorlar. Ama paralı ama bedava. Fakat bu İslam’ın özünde kesinlikle olmayan bir husustur. Kardeşlerimize tavsiyemiz: Kabirlerine istediği kadar giderler, Kur’an okurlar. Kur’an okumanın her bir ayetinin büyük sevabı vardır. En az on sevabı vardır. Yani bir ayet-i kerime okumanın en az on sevabı vardır. Bunu siz yüzlerle beraber çarpabilirsiniz. Allah’ın hazinesinde sevap yok değil. Ha, elde ettiğiniz bu sevaptan okuyarak bir sevap elde ediyorsunuz. Niçin onu ölülerinize hibe etme imkânınız olmasın ki? Maddi bir servetiniz olduğu zaman, hayatta olan bir insan onu sizden istediğinde rahatlıkla verebiliyor musunuz? Veriyorsunuz. İstediğiniz zaman veriyorsunuz. E, manen elde ettiğiniz sevabı isteyen insana niye hibe edemiyorsunuz? Bu kadar sapıklık olur mu? Onu da çok rahatlıkla verebilirsiniz. Onun için, elde ettiğiniz o sevabı siz istediğiniz “ölünüze, ananıza, babanıza, geçmişinize, tamamına hibe ettim” diyerek Cenâb-ı Hakk’a dua edersiniz. Allah da o duanıza icabet eder. Bunda kesinlikle şüpheniz olmasın. Anlatabildim mi? Olay budur. 
Dünya hayatında Cenâb-ı Hakk’ı zikir ile hayatını sürdüren insanlar, âlemi berzahta yani kabir âleminde, Rûz-u Mahşer’e kadar Allah’ı zikrederler. Mükellef olmadıkları halde Cenâb-ı Hak onları zikriyle müşerref kılar. Hiç kimse bu insanların sözüne itimat etmesin. Efendime söyleyeyim, bu dediğimiz hususta yolda devam etsinler.

Misyonerler, Müslümanların Mübarek ve Mukaddes Yerleri Ziyaret Etmelerini Bidat Olarak Göstermeye Çalışmışlardır 

Bakınız, Sömürge Bakanlığı’nın misyonerlere verdiği talimatnamenin 17. maddesi: “Sorunlardan biri de”, yani İngiliz Sömürge Bakanlığı’nın bunların önündeki en büyük sorunlarından biri de, “Müslümanların mübarek ve mukaddes yerleri ziyaret etmeleridir.” Nerede burası? İşte Oruç Baba’nın türbesi, Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin türbesi, Sultan Ahmet Hazretleri’nin türbesi, Efendim Eyüp Sultan’ın türbesi. “Bu” diyor, “büyük bir sorun.” Niye? Bütün Müslümanlar burada toplanıyor. Bir cemaat şuuruna kavuşuyor. İslami bir havaya bürünüyor. “Bu büyük sorun” diyor. Ee, bu tür türbelere önem vermenin… Dikkat edin şimdi, diyor ki, “Bu tip…” İngiliz diyor bunu şimdi, “Önem vermenin, süslemenin bidat ve şeriata aykırı olduğunu, Peygamber döneminde bu teşrifatın bulunmadığını, ölülere ibadet yapılmadığını delilleriyle beraber ispat edeceksiniz.” Kim diyor bunu? İngiliz Sömürge Bakanlığı. Sanki oraya giden, ölüye ibadet ediyor! Şu andaki onların avukatları da aynı şeyi söylemiyor mu? Hangi Müslüman bir türbeyi ziyaret ederken ona ibadet etmek için gidiyor? Kesinlikle. “Ya Rabbi, bu zatın yüzü suyu hürmetine beni affet.” diyor. “Dualarımı kabul et” diyor. Yani onun, ona verdiğin değerden birazını da bana yansıt diyor. Ama burada ne diyor? “Ona ibadet” diyor. Bunlar İngilizlerin bugünkü avukatları. Allah bunları ıslah etsin. Allah bunların şerrinden ümmeti korusun. Humper’ın hatıratı. Humper’ın hatıratında yazıyor. Biz de eserimizi aldık, onu.
Bunu mezhep kurucusu adama ikna ediyorlar. İsmini söylemeyeceğim. Efendim, biz müntesiplerini tenzih ederiz. Onlar bu işleri bilseler, onların yüzüne bile tükürmezler. Safiye denilen Yahudi asıllı bir kadın ki o bölgeye erkekleri yoldan çıkarabilmek için gönderiliyor. Bu kadınla bu adamı evlendiriyorlar. Humper diyor. “Evlendirdim onları” diyor. Diyor ki “ona içkinin haram olmadığını ben ikna edemedim, sen edersin” diyor. “Bir sonraki gün bir araya geldik” diyor. “Dedi ki” diyor, “hem içki içti hem sokağa çıktı” diyor, “naralar attı.” Olay bu kadar açık. Yani dün efendime söyleyeyim bu derece ihanet eden çemberin içerisinde vazife yapanların maalesef akıbetine bugünkü bu adamlar, bunlar da farklı yerlerde aynı şeyleri aksediyorlar. Yani o işe girmeyelim. Biz karılar gibi dedikodu yapmaya memur değiliz. Ama en büyük nasipsizlik bu insanların hakkın yolunu eleştirmeleri ve insanları bu yoldan kesmeye çalışmalarıdır. Takip edenlere önemle efendim tavsiye ediyorum. Kesinlikle bunlara kulak vermesinler.

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir