
Neler Okuyacaksınız
Evrenin Başlangıcı Allah’ın İradesiyle Vuku Bulur
Şimdi olayı şöyle geniş bir mantıkla değerlendirerek buna geçmemizde fayda var. Malumunuz tevhid inancına inanan her insan âlemin mahlûk olduğunu yani yaratılmış olduğunu bilir ve böyle inanır. Münkir bir topluluk vardır ki bu tarihin her döneminde olmuştur. Bunlarda âlem ezelî ve ebedidir; tabiat, evren… Madde ezelî ve ebedidir, sonradan var olmuş değildir. Binaenaleyh eğer tabiat içinde birtakım evreler olmuş ise o maddenin tekâmülünden ibarettir. Peki, insanoğlunun geçirdiği evreler nedir? Sorusunun cevabını da Marx, diyalektik Marksizm ile beraber, insanların birtakım evrelerden geçtiğini, bir son komi dönemine geldiğini izah eder. Burada asıl maksadımız bu değil, asıl maksadımız bir meseleyi ortaya koymak. Allah'ın beyanına göre bu denildiği gibi değil bugün bilim adına konuşanlar ki fizik ilmi, kimya ilmi, bu iddiaların da tamamen yanlış olduğunu ispat etmiş durumdadır. Kâinatın olmadığını, “Big Bang” denilen büyük bir patlama ile vücuda geldiğini ortaya koymuş ve de ispat etmiştir. Bu ispatın delillerinden birkaç tanesini zikretmemizde fayda var. O zaman muhteriz olanlar, maddeciler diyor ki: “Şayet bu âlem yok iken var olmuş olsa, sizin dediğiniz gibi bir patlama ile vücut bulmuş olsaydı, o zaman patlamanın neticesinde ifraz edilen manyetik sahanın dalganın, efendime söyleyeyim, radyasyonun olması gerekiyor. Şayet bunu siz ispat ederseniz böyle bir iddianın doğru olduğu kabul edilebilir.” Ve hakikaten deneyler yapılıyor, görülüyor ki gerek efendime söyleyeyim, radyasyonun ifrazı, manyetik dalgaların mevcudiyeti böyle bir patlamanın vuku bulduğunu anlatıyor. O zaman bir başka izah, “Eğer kâinat hakikaten ezeli ve ebedi olsaydı,” biliyorsunuz yanan hidrojen gazı helyuma dönüşür. “Ezeli ve ebedi olan madde, bugüne kadar çoktan hidrojen olarak tükenmiş, helyum olarak tabiatta mevcut olması gerekirdi.” Ezel ve ebetse, yani ezeli bir varlığı kendi zâtının iktizası olarak madde âlemi varsa, hidrojen denilen bir gazın olmaması lazım. Neden? Çünkü hidrojen yanarak helyuma dönüşüyor. Hâlbuki bu da bize gösteriyor ki 16 milyar yıl önceden bu tarafa, takriben helyuma dönüşen hidrojen aşağı yukarı denk olarak hesap ediliyor. Böylece evrenin de yaşı ortaya çıkmış oluyor. Deniliyor ki: “Evren 16 milyar yıl önce yoktu. Ondan sonra bir patlamayla vuku buldu, hidrojende o günden bugüne yanarak bu noktaya geldi.” Ve bu doğrudur, yanlış değildir. İspatın bir başka açıdan izahı, şimdi bugün gökyüzündeki yıldızları gök türbinleriyle beraber dünyanın her tarafında seyre tabi tutmuşlar, tutuyorlar. Efendim gök türbinlerinin bazı yıldızlarda kızıl ışın şuaları ifraz ettiği görülüyor. Bu deney yapılan yerden yıldızların uzaklaştığının fiziki olarak ispatıdır. Sadece onunla da kalınmıyor, yıldızların da birbirinden uzaklaştığının yine fizik olarak tespiti yapılıyor. Böylece kâinatın devamlı genişlediği ispat edilmiş oluyor. Deniliyor ki bu sefer, bu Big Bang'in izahı için, biz eğer bu hadiseyi tersinden düşünecek olursak, yani kâinatın genişlemesini geriye çevirecek olursak, o zaman demek bir noktadan çıktı ortaya çıkar. Yani küçülecek, genişleyen öyle bir noktadan çıktı ki genişliyor, balon şeklinde genişliyor. O zaman sıfır hacim, sonsuz yoğunluk denilen ki buna “yokluk” denir, böyle bir şeyin mevcudiyeti ilim tarafından ispat edilmiş oluyor. Ve tarihi materyalistler, “kabul etsek de etmesek de böyle bir gerçek, maalesef dinin de iddia ettiği bu gerçek vardır” diyorlar. Adamlar istemeyerek bunu kabul ediyorlar. Şimdi buradan anlatmak istediğim, bu evrenin bir başlangıcı var. Bu evrenin bir de Cenâb-ı Hak tarafından ayet-i kerime de bir de tasarımı var. Estaeuzubillah “İnnema emruhu iza erade şey'en en yekule” ( Yasin Suresi, 82. Ayet) Cenâb-ı Hak bir şeyi murad ettiği zaman, bu nedir? İşte bu âlemi yaratmak olarak biz bunu anlıyoruz. Bu âlemi yaratmayı irat etmeye meyletti. O an, onlara yani zaman dediğimiz hali Allah yaratmadan anlar vardı. Allah'ın mahlûkuyla olduğu an, olduğu devredir bu. Onu madde âlemine getirmeden “tasarım dönemidir” diyebiliriz. Yani an dönemi, tasarım dönemidir. Bakınız, bu tasarım dönemi, ne diyor Cenâb-ı Hak? “Buna ben bu âlemi yaratmaya karar verdim.” İşte o karar verdiği ana, ne diyoruz? Hadis-i şerife göre, buna tekabül eden zaman birikimi “Şaban’dır.” Şaban, yokluğun var olarak zuhurudur. Yani yokluktan varlığın zuhurudur, zuhurunun kararıdır. İlk var olan, efendime söyleyeyim, zuhurun adı işte “Recep'tir.” O da Allah'ın sevgilisidir, ruhaniyetidir. Evvela “ben” diyor, “onun ruhunu halk ettim.” Bütün kâinat Cenâb-ı Peygamber Efendimiz ‘in kesrete, bu kesret dediğimiz âleme yansımasıdır. Peki, nedir ayette bunun karşılığı? “Kün”, “Ol” diyor, o an Allah'ın sevgilisinin yaratıldığı ruhunun halk edildi. “Feyekün”, kesret âlemi zuhur ediyor. İşte onun karşılığı da Ramazan-ı Şerif oluyor. Anlatabildim mi? Ramazan, mana planının madde planına aksetmesidir. Yani kesrete aksetmesidir. Ondan sonraki aylarda madde âlemine tekabül eden aylardır. Bunu bu şekilde, efendime söyleyeyim, en güzel ve geniş manada anlıyor ve bizi takip eden kardeşlerimize bunu ifade etmeye çalışıyorum.
Zaman ve Mekân, İlahi Tecellinin Bir Yansımasıdır
Ancak burada zamanı ve mekânı da anlatmamız lazım. Zaman da Cenâb-ı Hakk'ın “Feyekün” diye emrettiğinde ilmin bulmuş olduğu, sonsuz yoğunluk demiş olduğu varlığın, bak o sonsuz yoğunluk da aslında Zât-ı Bari’nin dışında bir olaydır. Yani ilim onu buldu ama ona da “Allah” demek çok zor bir hâdise. Allah hiçbir şeyle ifadesi mümkün olmayan, zamandan ve mekândan münezzeh, zamanın zamanı, mekânın da mekânı, o yoğunluğun da yoğunluğu olan şey işte Allah Celle Celaluhu. Bunun için “Benim zâtımı düşünmeyin”, diyor. Niye? “İdrak edemezsin.” Cenâb-ı Hakk'ın zâtı her şeyi ihata ediyor, kuşatıyor. Suyun içindeki balığın suyu tarif etmesine benzer. Sen onu tarif edemezsin, onu anlatamazsın. Şimdi zamana geliyoruz. Zaman ne oluyor? İşte o yoğunluğun madde bazında tecellisi oluyor. Dikkat ederseniz madde atomcuklardan oluşmuş bir kitle bütünlüğüdür. Her efendime söyleyeyim maddenin atomcuklardan oluşan bir kitlesi var, bir hacmi var. Atomun içine girdiğiniz zaman atomda enteresan bir şeye rastlıyorsunuz. Bir enerji, bazen bu enerji yoğunluk olarak gözüküyor, bazen hayır yoğunluk da enerji olarak gözüküyor, zuhur ediyor. Hayır, fizik diyor, ben söylemiyorum. Şimdi gerek o enerjinin, gerekse o yoğunluğun saniyede 35.000 km hızla dönüşü var. Yani elektroncuk dediğimiz atomun içerisindeki o yapının sonsuz bir hızla dönüşü var. 35.000 km, saniyede hızı bu. İşte o dönüş enerji ve yoğunluk gibi görülen o tanecikleri madde olarak, şöyle bir kâinat olarak bizi algılatıyor. O dönüşün adı zaman, zamanın görüntüsü de mekândır. İlim bugün diyor ki: “Siz o hayal ettiğiniz, bu gördüğünüz bu âlem var ya; galaksiler milyarlar, milyonlarca yıldızlar…” Hatta enteresandır, Samanyolu galaksisinde 3 milyar yıldız var, enteresandır. Bu 3 milyar yıldızı elimizde bir pres olsa, mümkün olsa bunu sıkıştırsan, 100 metre küplük hacmi olan bir yere sıkıştırabiliriz. Allah Allah! Allah ne diyor Kur'an'da? ''Lâ’ibun ve lehvun '' ''Dünya oyundur, oyuncaktır.'' (Hadid Suresi, 20. Ayet) Yani kâinat âlemi, dünya âlemi, hiçbir şey değilmiş, meğer. Biz hayal görüyoruz. O bakımdan büyük arif ve âlim olan İmam Ali, ''İnsanoğlu uykuda ancak ölünce uyanır.'' Diyor. Aaaa! Vay be! Gerçek varmış. Hülasa ayların hakikatte bazı arkadaşlar ''canım işte onda ne var, bunda…'' öyle dememek lazım. “Hepsinin bir hikmeti, bir illeti, bir güzelliği, bir cilvesi vardır” diyerek bu güzel günlerin de hayırla geçirilmesini ve hayırlar getirmesini Cenâb-ı Hak'tan niyaz ediyorum efendim.
Cenâb-ı Hak Yarattığı Her Şeyi Hesap ve Düzen Üzerine Yaratmıştır
Şimdi Cenâb-ı Hak yarattığı her şeye hesapla yarattı bunu. Hiçbir şeye tesadüfi olarak halk etmedi. “Refeaha ve vedaal mizan. Ella tatgav fil mizan.” Yani, “Her şeyi ben hesap üzere yarattım” diyor Rahman Suresi'nde. (Rahman Suresi, 7-8 Ayet) Enteresandır. Sema'nın yaratılışı, arzın yaratılışı, insanın yaratılışı hepsi bir hesap kitap üzeredir. Şimdi dikkat ediniz. Sema'da gene, mademki galaksilerden açtık oradan devam edelim. Yıldızların çok büyükleri var, güneş kadar olanı var, bizim dünyamız kadar olanı var, daha büyüğü daha küçüğü, hülasa bunlar var. Bunların bir de efendim ömürleri var, dünyanın da bir ömrü var. Şimdi kabul etsek de dünyanın bir ömrü var, etmesek de dünyanın bir ömrü var. Allah Kur'an'da buyuruyor ki: ''Yıldızlar döküldüğü, güneş dürüldüğü zaman'' ( Tekvir Suresi, 1. Ayet) Efendim bu ayeti şöyle bir düşünsek sadece bu ayet fizikin bütün kuralların içine alıyor. Fizik var ya fizik ilmi. “Hocam nasıl?” Dinleyin şimdi. Bakınız dönen maddedeki elektron, bu kâinat, faraza, yıldızlar bir elektron yoğunluğudur yani bir elektron birikimidir. Devamlı dönen elektronların madde olarak gözükmesidir. Şimdi bundaki mihaniki fiziki kaideye göre, dönen saniyede 35.000 km hızla dönen elektronlar er veya geç durmak mecburiyetinde. Bu fiziğin kuralı. Cenâb-ı Hak da onu bir attı, fırlattı, bir güç verdi, bir kuvvet verdi, işte o kuvvet ne zamana kadar giderse, o zamana kadar dönüyor. Gökte böyle yıldızlar var, çökmüşler, onu anlatacağım. Bu enerji bittiği zaman nasıl oluyor enerji? Şimdi çok enteresandır, şu anda evrende bulunan ısı miktarı tarih -70 derecedir, benim hatırladığım kadarıyla. Belki de, daha fazla da olabilir ama ortada bir enteresanlık var. Şayet bu eksi derece 3 derece daha artarsa kâinatın düzeni bozuluyor. Nasıl bozuluyor? Gelin şimdi fizik olarak bunu anlatalım. Isınan cisimler devamlı genişler değil mi? Hacimi genişler. Soğuyan cisimlerde hacmi küçülür, büzülme olur. Şimdi elektronların eksi derece arttığı müddetçe dıştan baskısı onu içe doğru çökertiyor. Merkezdeki çekirdek onu da kendisine çekiyor. Bir çekme, bir de itme gücü var. Bu çekme gücüne dıştaki soğukluk etki ediyor, eksi derece etki ediyor, onu büzüştürüyor ve nötron çöküşü dediğimiz maddede bir çöküş oluyor. Şu anda gökyüzünde sayılarını tespit edemediğimiz kadar dünyadan, dünyadan çok daha büyük yıldızların nötron çöküşüyle bir futbol topu kadar kaldığını, hatta daha küçük olarak kaldığını tespit ettirelim, gökyüzünde var. Ama onların da bulundukları yörüngedeki hacmi kadar yeri yerde çekim güçleri var. Evet, madde boyutu yok oldu ama o güç devamlı çekiyor. O efendime söyleyeyim, devamlı… Şimdi düşünün ki yıldızlardan bir tanesi onun yörüngesinde dönüyor, oraya geldi girdap gibi çekip yutuyor onu, öğütüyor. Bak, “Yıldızlar döküldüğü zaman, güneş dürüldüğü zaman” ( Tekvir Suresi, 1. Ayet) Demek ki güneş de ayetten anlıyoruz ki güneş de kendisinden çok daha büyük bir yıldızın karadelik haline gelerek yörüngesinde kaybolmasa halidir. Enteresandır, şimdi kıyamet alametlerinden biri de neydi? Güneşin batıdan doğmasıdır. Şimdi öyle bir yörüngede güneş demek bir boyutta efendim karadeliğe mahkûm olacak ki, oraya girdiği zaman tersine dönecek biz güneşin artık önünde değil arkasında kalacağız. Tabii bunlara bir hem ilim boyutuyla hem de itikat boyutuyla baktığınız zaman olmayacak hiçbir şeyin olmadığını çok rahat görürsünüz, görürüz diyorum. Fazla mı oldu, kusura bakmayın.
Resulullah’a İman, Amelin ve Akîdenin Temel Taşıdır
“Seni yaratmasaydım Muhammed'im ben eflaki halk etmezdim, sana olan sevdam bu âlemin zuhuruna vesiledir, yaratılmasına sebeptir” diyor Allah.” “Muhammedun Resulullah” imanın şartıdır. Yani Resulullah ibaresi olmadan iman olmaz. Anlayacağınız budur. Şimdi burada bazı arkadaşlarımız ki bunlar inşallah cehaletlerinden bu şekilde düşünüyorlar. “Ya canım Peygamber Aleyhisselâm efendimizin hadis-i şeriflerinde, ‘Men kale lâ ilâhe illallah, Muhammedun resûlullah dehalel cennete’” “Kim ihlas ile ‘la ilahe illallah’ derse cennetliktir” diyor. “E sen de hoca neden tutup kalkıyorsun, bir de Resulullah ibaresini buraya koyuyorsun. Hâlbuki peygamber kendisine onu koymamış. Sen niye koyuyorsun?” Şimdi tabi ben zaman zaman sohbetlerimde şunu söylerim ki bu doğrudur yüzde yüz. “Yarım doktor insanı canından, yarım hoca da imanından eder.” Hocalık hakikaten çok büyük bir meslektir. Eğer hakkıyla hoca olmak, hele hele ne bileyim hüküm verme noktasında olmak için bü syük bir meslektir. Şimdi buradaki incelik nedir? Buradaki incelik Amentü’nün şartı, Amentü biliyorsunuz, kutsi hadistir. Kutsi hadis ne demektir? Manası Allah'tan, lafzı Resulullah 'tan. En sonunda ne diyor? O hadisin en sonunda ne diyor? Yukarlarından sonra, altı şart. “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” “Muhammed'in Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna imandır.” Yani senin o şartları kabulün Muhammed'e bağlıdır. Muhammed kapısından içeri girmediğin zaman hiçbir şey olmaz. Peki, Resulullah'ın beyan ettiği diğer hadis neyin karşılığıdır? İslam'ın beş şartı vardır Buniye'l-İslâmu alâ hamsin: Şehâdetu en lâ ilâhe illallah Yani İslam'ın, amelin şartıdır. Bir insanın ibadeti “La ilahe illallah” demekle başlar. Ondan sonra sayıyor. Namazdı, oruçtu, zekâttı değil mi? Hacdı... Ama o şartlardan bir tanesi de kelim-i… “La ilahe illallah”, kelim-i tevhiddir. “La ilahe illallah.” Allah'ın bildiğine tevhid oku, o amelin şarttır. Bu ne demekti? Bir insan Allah'ın sevgilisine ve imanın esaslarına inansa ve fakat yapabilecek iktidarı da olmasa da daha doğrusu tembellik etse, nefsini almasa, isyan etse, şu veya bu yapsa da bütün şartları bir tarafa atsa, sadece “La ilahe illallah” dese ve bu deyişini de “Allah'ın sevgilisinin beyanıyla, ihlas ile söylese o cennetliktir” diyor. Burada itikadî esas değil, ameli esas var. Zâten Peygamber'i kabul etmedi mi onun ihlası diye bir söz konusu değil ki. Anlatabildim mi? Yani itikat olmadan zaten amel olmaz. Yani inanmadan bir insan o bakımda akâidde pazarlık olmaz. Günümüzde akâidin pazarlığını yapıyorlar. Yani hem kendilerini hüsran ediyorlar Allah korusun, hem de milleti hüsrana sevk ediyorlar. Her insanımız şu veya bu medreseden fakülteden mezun değil ki bu denilen inceliklerin kavrasın. “E canım filan hoca efendi, filan profesör efendi bunu böyle dedi” diye o kişilerin yanlış yönlendirmesiyle Allah korusun, milletin hem imanıyla hem de manevi milli bütünlüğüyle oynanıyor. Benim gördüğüm bu. Fazla mı konuştuk efendim? Yani imanın asıl rüknü şehadettir, Resulullah’a şehadettir. “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” Bunu demeden bir insanın mümin olması mümkün değil. Peygamber Aleyhisselam’a hizmet eden ehl-i kitaptan bir delikanlı, babasıyla Cenâb-ı Fahri Âlem efendimiz affedersiniz, Cenâb-ı Peygamber efendimiz delikanlı hasta ona gidiyor ziyarete. Allah'ın sevgilisi, iman ona teklif ediyor, tebliğ ediyor, babasına bakıyor, o da “kabul et” diyor. Ve şehadet getiriyor, ruhunu Hakk'a öyle teslim ediyor. Çıkınca, evden dışarı çıkınca Allah'ın sevgilisi, “Onu ateşten kurtaran Allah'a hamd olsun, şükürler olsun” diye buyuruyor. Bak onu ateşten kurtaran. Demek ki Resulullah'a iman etmeden bu işler olmaz. Şimdi bazı şartlanmış, daha doğrusu şartlanmış demeyeyim de, bazılarına bedava, misyonerlere bedava avukatlık yapmaya soyunmuş, ilim adına ortaya çıkan efendim öğretim üyelerimiz bu konuları da saptırmak için güya hadislerin sıhhatlerinden dem vurmakla, “işte bu zayıftır, bu şudur, budur…” Demek suretiyle yine itikatta insanlarımızın itikadında oynadıklarını görüyoruz. Ben bu zâtı muhteremle bir temel atma merasiminde bir araya gelmiştim, açık ve net konuşuyorum, adam zır cahil, kendi yazdığı eserindeki hadislerden haberi yok. Ve de ben iki tane hadis, iki tane ayet okudum ona, hepsine “zayıf” söyledi. Dedim, “Allah’tan kork. İkisi ayettir bunların, ikisi hadistir, kaldı ki hadislerin senin eserinde gösterdiğin kaynaklara göre efendim tevatür derecesinde ‘sahih hadistir’ diyordun, yazdın.” Bir o sohbete şahit, bir iki hocamıza da ben bunu gösterdim, mesela Baki Bektaş Bey, Ali Gedik Bey, Nevzât Yalçıntaş hocalar bu sohbetimize şahittir. Bir Türk Cumhuriyetleri gezisinde Nevzât Hoca'ya “Bak” dedim, “Bu hadis buydu, ne yazıyor şurada? Tevatür derecesinde hadis değil mi? Sahih hadis. Bu adam buna zayıf demişti, okuduğum ayete zayıf dedi, ayetin zayıf…” Yani bunlar öyle bir şartlanmışlar ki ben onların hak yolda, milletin menfaatine, yararına iş yaptığı kanaatinde değilim. Allah ayıktırsın diyorum efendim.
Din Üzerindeki Oyunların Hedefi Türk Milletinin Bütünlüğüdür
Bu şeyler, bu iddialar zaman zaman bizlerle çok karşılaştık ve bu arkadaşlarımızı devamlı uyarmaya çalıştık. Bunların %99'u samimi arkadaşlarımız. Yani sanki yaptığı şey İslam'da yokmuş da “İslam'da olmayan bir şey yapmanın zahmetine niye katlanıyoruz” der gibi halleri var. Ben de onlara “Yav kardeşim, siz kabul edin ki bu denilenler gibi hakikaten olmayan bir şey yapıyorsunuz. Ama bunun haram olan bir noktası var mı onu söyleyeyim bana?” “Yok.” “O zaman yap canım, haram yok.” İbadetin çoğundan zarar gelmez. Kaldı ki öyle gece gündüz ibadet yapan da bir tane ferdimiz yok, ferdi vahit de yok kalmamış. Beş vakit namazın dışında taatte, ibadette bulunan insanlarımızın sayısı o kadar azaldı. Giderek o kadar azaldı ki böyle ciddi derecede taatte, ibadette devam eden, ısrar eden arkadaşlarımız da yok. O halde bu bir oyunun parçasıdır. Lütfen bunu düşünelim.
Esasen her zaman söylüyorum ve bunu bir daha burada söyleyeyim. Türk milleti, biz taşıdığımız değeri bilmiyoruz. Bakın bu oyunlar şu anda Suriye'de yoktur. Suudi Arabistan'da yoktur, Libya'da yoktur. İslam âleminde herhangi bir devletle oynanan bir oyun değildir. Enteresandır. Efendime söyleyeyim, bizim ülkemizde bunlar oynanır. Hatırlarsanız bendeniz Mevlana'yı anlatırken, Mevlana hakkında bir yorumda bulunmuştum. Şimdi Mevlana'yı bazıları “evrimci” olarak lanse etmiştir. Allah Allah! Bakıyoruz Mevlana'da ne evrimcilik var ne bir şey var. Zaten felsefeden anlamaz mübarek. Hayatında bir saat felsefe görmemiş. Hümanist olarak tanıtırlar. Hülasa Mevlana'yı mistik olarak tanıtıyorlar. Mevlana ne hümanisttir, ne mistiktir, ne evrimcidir. Hiçbir şey, biri değildir. Kâmil bir Müslümandır. Şimdi Mevlana'nın kulvarında büyük bir mutasavvıf daha var. O da Bedevi olan Arap Bedevilerinden Ahmed el Bedevi Hazretleridir. Ki bu zât hakikaten çok büyük zât. Allah şefaatinden mahrum eylemesin. O da Mevlana gibi âşık bir zât yani böyle. İfadelere göre “ölüyü bile dirilttiği” rivayet edilir. Böyle bir zât. Ama kimse Ahmet Bedevi hakkında “bu hümanisttir, efendim bu mistiktir, bu şudur, budur” diye iddiada bulunmaz. Ve belki de hiç kimse Ahmet el Bedevi'nin kim olduğunu bilmez. Biz mesleğimiz olduğu için biliyoruz. Peki, neden Mevlana da Ahmet el Bedevi değil? Onun izahı şu: Ahmet el Bedevi Hazretlerinin yaşadığı toprak ve temsil ettiği millet bellidir. Yani belli bir kabileye, belli bir topluluğa hitap ediyor. Ahmet el Bedevi'nin düşüncesinin sisteminin yıkılmasın da görecek olunan zarar bellidir artık, yüz kişiyedir bin kişiyedir. Ama Mevlana için böyle değil. Sen Mevlana’yı yıktın mı Türk milletinin kültür temellerinden bir tanesini yıkıyorsun. Millet sallanıyor, millet sallanıyor… Hedef o zaman demek ki Mevlana'nın şahsında milletin kültür bütünlüğüdür, manevi bütünlüğüdür. Buna hücum ediyor adam. “Bunu ben yıktım mı” diyor, “bu milletin bu tarafını çökertirim.” Oyun bu büyük milletedir.
Bakınız bu yaz bendeniz bir Tatar'la beraber dostluğum oldu. Daha doğrusu Kazan'dan gelirken beni bu Tatar arkadaşımız Moskova'da karşıladı. Efendim “Victor” isminde bir Rus'la ki bu arkadaş şu andaki başbakanın danışmanı aynı zamanda parlamenter. Bu hayrat isminde bu Tatar arkadaşımız ve Rusya'nın da 9-10 büyük bankasının bir tanesinin genel müdür muavini. Hakikaten çok güçlü bir arkadaş; maddesiyle, şahsiyetiyle, fevkalade bir insan. Biz Kazan'a gittik, onun anavatanına gittik. Ali Haydar isminde bir arkadaşımız 92 yılında Türkiye'ye geliyor, bu İslam'ı öğreniyor. Tabii Türk ama bunlar, Tatar Türk’ü ama Kazan'dan Türkiye'ye geliyor. Allah kabul etsin karınca kaderince biz bu delikanlıları yetiştirdik Kazan'a gittiler. Kazan'a gittiler, öyle oldular ki namazlarına başlamışlar, devam ediyorlar. Babası Bayındırlık Bakanı, oranın. Annesi bunun namazına karşı çıktı. “Etme anne gitme anne filan…” Anne bize, devamlı bizimle de irtibat halinde. Dedim, “Onlar senin atandır. Onlara çok iyi muamele edeceksiniz. Onlarla açı farkı meydana getirmeyeceksiniz. Yaşadığınız halin gerçek olduğunu, doğru olduğunu anlatacaksınız. Bak biz orada Mercan Camii'nde namaz kıldık. O insanlarla gitsin annen konuşsun, bunun ne demek olduğunu anlar” diye gönderdik. Ve Allah razı olsun ablamız bizim selamımızı da alarak baktı ki hakikaten bu çocuk burada iken bu kadar dürüst değildi, bu kadar doğru değildi, fevkalade bir şahsiyet kazandı ve ablamız da namaza başladı. İşin garip tarafı onu takip eden babaannesi namaza başladı. İşin garip tarafı babası namaza başladı. Şimdi bu delikanlı aynı zamanda üniversitede çok güçlü de bir çevresi oldu. Birçok profesör arkadaşla ben gittiğimde çok hazır bir insan topluluğuyla karşılaştım. O bir delikanlının gayreti çalışması. Fevkalade sohbetlerimiz oldu. “Hayrat” denilen arkadaşı da etkiledi. Moskova'da yaşayan “Hayrat” denilen kardeşimizi etkiledi. Bunlar da din seçme aşamasında. “Musevi mi olalım, İsevi mi olalım, Müslüman mı olalım?” Ben gittiğimde tam bu muhakemeyi yapıp bunun kararını verme durumunda iken, bana öyle bir din tarif ettiler ki Protestan İslam gibi bir şey. Tabii ben ilk defa böyle bir dinle karşılaştım, böyle bir din… Harun Bey ile beraberiz bizim televizyonun genel müdürü. Harun Bey'e baktım, o bana baktı. Sabah kahvaltısını yapacağız. Takriben bir saat sonra da oradan ayrılacağız. Bir saat içerisinde bizim bu arkadaşı tatmin etmemiz mümkün değil. Ben kendisine dedim ki Hayrat Bey çok memnun oldum. Lütfen Türkiye'ye teşrif edin. Sizinle biz geniş çapta bir sohbet yapalım. Bütün bu konularda aydınlanacaksınız ve çok mutlu olacaksınız. Ancak işi de askıda bırakmamak için dedim, “ya yeni dinsizlikten çıktınız, yeni bir dinsizliğe girmeyin.” Bundan evvel aklınız bir din icat etti. Komünizm aslında bir dindir. Evet, bir sistemdir ama aynı zamanda bu ideoloji bir din olarak takdim edilmiştir. Yani onların dini ihtiyacını da komünizm… “Birinden kurtardınız şimdi aklınızın yeni icat edeceği bir dine, daha doğrusu bir batıla gene esir olacaksınız. Sakın olma” dedim. “Seninle biz iyi bir sohbet yapalım. O sohbetten sonra karar verirsin.” Bizim Victor’u da getirdi. Efendim, Victor Bey ve Hayrat Bey, bendeniz oturduk çok güçlü bir sohbet yaptık. Takriben üç saatlik bir sohbetimiz oldu. Victor da, Hayrat da kelime-i şehadet getirdiler. O gün Harun Beylerle, cemaatle namaz kıldılar. Oturdular, Cenâb-ı Hakk'ı zikrettiler. Fevkalade bir ortam oldu. Ben de dedim onlara ki, “bak sıra şimdi geldi sünnete.” O gecede bir Boğaz gezisi yaptık. Güzel de bir seyahatimiz oldu. Enteresan, bunu niçin anlattım? Orada enteresan bir cümle söyledi. “Biz” dedi, Tatar Türklüğümüzün devamını dinimize borçluyuz.” Allah Allah! Dört dörtlük bir tespit. “Neden?” dedim. Dedi ki, “Biz Müslümanlıkta ısrar ettik, Tatarlıkta öyle kaldık. Biz dedi, düşüncemizi şu anda Rusça yapıyoruz. Rusça düşünüyoruz, Rusça düşünerek konuşuyoruz, Rusça düşünerek yazıyoruz. Ama İslam işte, sen Tatarsın der gibi bizi Tatar olarak ayakta bıraktı.” Buradan hareketle ben şunu demek istiyorum arkadaşlar. Bizim dinimizde oynayan insanların hedefi Türk milletinin bütünlüğüdür, vatanın bütünlüğüdür. Bakın dikkat edin. Efendim, “İbrahimi dinler” derken hep o coğrafyadan, Hz. İbrahim'in gezdiği coğrafyadan projeler üreterek memleketi bölme hesapları vardır işin içinde. Onun için bizi idare eden siyasiler özellikle bendeniz rica ediyorum. Olayın temelini çok iyi araştırsınlar.
Vatanı Korumak İçin Yapılan Her İşlem İbadettir
Akşam bizim televizyonda güzel bir oturum vardı. Yirmi birinci asırda Türkiye'yi bekleyen tehlikeler. Emekli Albay Hüseyin Mümtaz isminde bir ağabeyimiz Allah razı olsun fevkalade konuşmalar yaptı. Müdellel bir mantıkla sohbetini sürdürdü. Ve orada enteresan bir tespiti oldu. Yunanların amacı milli hedeflerine vasıl olabilmek için Ortodoks mezhebini kullanmaktır. Yani Ortodokslukla ilgileri yok bunların. Ama milli hedeflerine vasıl olmak için Ortodoks mezhebini kullanıyorlar. Dört dörtlük bir tespit. Lütfen rica edeceğim ben. Biliyorsunuz iki sene evvel Sürmenemizden iki yüz tane gencimizi alıyorlar Yunanistan, Atina'ya getiriyorlar. Peki, bu çocuklar ne öğrendiler ki orada Yunanlı ‘ya bir tek, aleyhlerinde bir kelam söyletmiyor. Hedef Yunan idealini orası eskiden Pontus Rum bölgesi olması münasebetiyle tasarrufu altına almasıdır. Hiç kimse sizleri, bizleri kandırmasın. Evvela kendi ülkesindekine bakmaz mı? Ona bakar ama dert kilise derdi değil. Bu vatanın bölünmezliğidir. Onun için gözümüzü dört açmamız lazım.
“Bu vatan toprağın kara bağrında,
Sıradağlar gibi duranlarındır.
Kendine onun uğrunda bir tarih boyunca duranlarındır” diyor şair. (Bu Vatan Kimin - Orhan Şaik Gökyay)
Yani bu vatan öyle kolay kolay elde edilmedi. Onun için bunun kıymetini bilmemiz lazım. Buna bağlanmak bu vatanı korumak için, efendim yaptığımız her icraat her işlem ibadettir. Bunda kimsenin kuşkusu olmasın.
Batı dünyasına gidiyorsunuz çok insan hakları tamam. Ben Hollanda'dayım. Sene 1977 ki insan hakların mahkemesi de Hollanda'dadır. Bir arkadaşlar beni bir camiye getirdiler yer altında. Baktım caminin hemen yanında koskocaman bir kilise. İkindi vakti girdi. Dedim beni oraya getiren arkadaşa ki, “ya” dedim, “bir ezan okuyayım” dedim. “Şu hoparlörü çıkart dışarı” dedim. Tam da kilise tarafında penceresi var. “Bu kilisenin duvarlarıda iman etsin” dedim, Allah'ın izniyle. Benim de sesim pek yoktur ama bir neşeli ezan okudum. Bana kalırsa çok güzel bir ezan okudum. Dışarıya verdi arkadaş da. Sadece pencerenin dışına tuttu yani, böyle yüzünü. Biz namazı kıldık polis geldi. Böyle bizi hesaba çekti. Neyse polise birtakım sözler söylendi ve müsaade işte, istedik ayrıldık. “Daha yapılmaz merak etmeyin.” Dedim, “Gördünüz insan hakları doya doya yaşandığı yeri bana bir ezana müsaade etmedi ya.” Onun için;
“Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”
Bu vatan olmasa bu ezanı da okuyamazsın. Tamam mı? Bunu böyle bilesin. Onun için bu inceliye çok iyi dikkat etmemiz lazım.
Osmanlı çok tasarrufu büyük, 3 kıtada at oynatmış büyük bir millet. Ecdadımız öyle, sıradan bir ecdat değil. Japon sınırlarından Viyana kapılarına kadar ilahi Kelimetullah'a hizmet etmiş bir millet. Nasipdar bir millet. Tarihte böyle millete rastlamak mümkün değil. Sahabe hariç. Şimdi o zamanın beynelmilel gücü tek yumruğu batının İngiliz'de. “Ya ne yapsak da bu adamları devreden çıkarsak.” 1700'lü yıllardan itibaren her gün affedersiniz bir fitne tohumu çıkarmıştır. 1810 yıllarında da İslam âleminde memleketinden aldığı görevle bu topraklar üzerinde özellikle Ortadoğu'da hizmet eden kendi açısından “Humphrey” diye bir adam var. Hatıratında bunları tek tek anlatıyor. Ne yaptıkları ne ettiklerini. Bendeniz bu programda arkadaşlarıma hemen ifade edeceğim. Göreceksiniz Humphrey’ın hatıratında ifade ettiği yaptıkları tahrifat, tahribat, bugün maalesef bizim arkadaşlarımız tarafından beni üzen nokta bu, icra halindedir. Arkadaşlarımız ayıkması lazım. Bunu inşallah evet kitap haline getiriyorum. Üç müsteşriğin itirafları bunlar, ifadeleri kitap haline getiriyoruz. İnşallah yakında da arkadaşlarımıza, kardeşlerimize takdim edeceğiz bu çalışmamızı.
Mezhep İmamları, Hüküm Verirken Kur'an ve Sünneti Esas Alır
Şimdi mezhep imamları görüşlerini ortaya koyarken, “ben bunu böyle anladım dolayısıyla bu husus budur” diyerek görüş ifade etmezler. Mevzuları çözerken, meseleleri çözerken, önce Kur'an'a bakarlar. Kur'an-ı Kerim'den işin delilini ararlar. Hangi mesele olursa olsun. Bu oruçla ilgili olabilir, zekâtla ilgili olabilir, artı namazla ilgili olabilir, hac ile ilgili olabilir, sosyal münasebetlerle ilgili olabilir, halkın hukukuyla ilgili olabilir. Yani bütün bunların kaynağı Kur'an'a bakılarak, mezhep imamları tarafından. Denir ki: “Evet bu ayete göre senin yaptığın buna giriyor.” O da yetmez. Acaba Cenâb-ı Peygamber Efendimiz ‘in bu mevzudaki uygulaması pratiği nedir? O pratiğini tespit eder, kendisine gelen rivayetler vardır. O rivayetlere göre bunu tespit eder ve gelen meseleye hüküm verir. “Bu böyle olması lazımdır” veya “Değildir” diye hüküm verir. İçtihat budur, tamam mı? İçtihat kalkıp da Kur'an'da ve sünnette olmayan, Kur'an'a ve sünnete ters düşen bir mantıkla muhakeme yapmak değildir. Nitekim bu mevzuda Hz. Muâz'ı Cenâb-ı Peygamber Efendimiz Yemen'e vali olarak tayin ediyor. Tabii giden valiler aynı zamanda bir din büyüğü olmak yanında o insanların hukuki, ahlakisini yani o günkü ticari mevzularında düzenleyen bir mülkü amirdir. Diyor ki Peygamberimiz: “Ya Muâz sana bir mesele geldiği zaman nasıl hükmedersin, bir mevzu geldiği zaman?” “Ya Resulullah ben burada” diyor, “Allah'ın kitabına bakarım, Kur'an'a bakarım. Ona göre hükmederim.” “Muâz” diyor, “sen bunda bunu bulamadın. Yani Kur'an'a baktın o meseleyi bulamadın…” “O zaman Allah'ın Resul’ünün Sünnetine bakarım. Hayat uygulamasına ‘Nedir bu?’ diye.” “Orada da bulamadın, öyle ya.” “O zaman kitap ve sünnete ters düşmeyen aklıma müracaat ederim.” Şimdi hüküm verirsin Kur'an'da yok, sünnette yok. Verdiğin hüküm Kur'an'a da ters düşmeyecek, sünnete de ters düşmeyecek. O zaman Allah'ın Peygamberi, “Evet doğrusun, ya Muâz” diyor. Şimdi içtihat işte içtihat budur. Gelen meselelere Kur'an ve sünnet ile beraber cevap vermektir. Mezhepler arasında bazı farklılıklar var mıdır? Vardır. O da nedir? Gelen rivayetlerin, gelen rivayetlerin, sünnet ve hadis rivayetlerin farklı farklı rivayetleri vardır. Bu rivayetlerden kaynaklanan ufak tefek ayrılıklar, muamelatta, uygulamada, amelde ayrılıklar vardır. Mesela bazı mezheplere göre elini kulağına değdirirsin, sünnettir; bazısına göre değildir. Bazılarına göre, namazın adabındandır ayaklarını Hanbeliler açık tutarlar. Mesela hacca gittiniz ooo… Bazı Hanefi mezhebine göre de ayak parmaklarını birbirinize yaklaştırmanız adaptır. Yani bu tip meselelerdir. Olayın ruhuyla alakalı mevzular değildir. Uygulamadaki farklılıklar bunlar. Anlatabildik mi? Bu nereden kaynaklanıyor? Kur'an'ın yaşanmasından, Resulullah'ın uygulamasından, Peygamber'in uygulamasının rivayetinden. Bir sahabe onu öyle görmüş, rivayet etmiş. Diğer sahabe öyle görmüş, öyle rivayet etmiş. İçtihat budur işte. Yoksa kalkıp durup dururken ahkâm kesmenin adına içtihat denmez.
Telfik nedir? Mezheplerin böyle görüşleri vardır, hükümleri vardır. A mezhebinde olan bir müntesip, B mezhebinin öyle oldu ki kendi mezhebinde bu bir işlemi vardır, bir olay vardır, bir mezhebi vardır, meselesi vardır, bunu çözemedi, işin içinden çıkamadı. Mutlaka bunu da uygulaması lazım. Bakar diğer mezheplere ki, diğer mezhep imamlarının bu konuda görüşü var mıdır? Çözüm yolu var mıdır? Arar, onu bulur. O mezhepten kendi mezhebindeki uygulamaya aktarmasının adı da telfiktir. Yoksa o da, verilmiş bir hükümdür. O da nereye bağlıdır? Kur'an ve sünnete bağlıdır. Oradan aldı onu ama o mezhep imamı da onu oraya koyarken Kur'an'dan ve sünnetten koydu. İzah edebildim mi? Bu da bu.
Nesih, Bir Hükmün Allah Tarafından Konulan Yeni Bir Hüküm ile Ortadan Kaldırılmasıdır
Nesih nedir? Kur'an-ı Kerim dikkat ederseniz, tedricen gelmiştir. Bir anda gelmemiştir. İnsanoğlu fıtrat olarak bir şeyin doğru olduğunu bilse bile, nefsi ona alışmadığı müddetçe reddeder. Zaten imtihan edilmesinin hikmeti de burada. Cenâb-ı Hakk'ı yarattığı mahlûkunu çok iyi de bildiği için onu hazırlıyor. Emirleri uygulamaya, emirleri uygulayabilecek psikolojiyi hazırlıyor. Hira dağında Cenâb-ı Hak, 23 senede inzal ettiği Kur'an'ı bir anda Resulullah'a vahyedebilirdi. “Sen git bunu uygula.” Öyle demedi. Dikkat edin, 23 sene gibi uzun bir zaman içerisinde evvela itikadi konularda, ameli konular çok sonradır. Yani inanç konularında ashabı yetiştirdi Cenâb-ı Peygamber Efendimiz. Sonra ameli mevzulara geldi, ibadet taatlara geldi. Yavaş yavaş, yani “tedricilik” denir buna İslam'da. Bazı dönemler öyle oldu ki geçmişten kalan adetler var, gelenekler var. Eğer ilk başta Allah'ın Resulü “hayır bunlar uygulamaz” dese o âdete, o kişi veya o topluluk o kadar alışkan olduğu için bu sefer inancı reddedecek. İşte o reddin önüne geçmek için onu kabul edecek seviyeye geliyor. İslam terbiyesiyle, Resulullah'ın yetiştirmesiyle. Peygamber Aleyhisselam dikkat ediniz arkadaşlar, aynı zamanda bir ahlak muallimidir. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyuruyor Allah'ın sevgilisi. “Ben onu tamamlamak için gönderildim.” Ve onun da muallimi Allah'tır. Allah ona öğretiyor. Şimdi gelen Kur'an'ı, ayetlerini evvela Resulullah canlı hale, nefsinde, şahsında getiriyor. Sahabe de ona bakıyor, o bir laboratuvar. Onu uyguluyor. Eğer bu uygulamaları sahabe görmemiş olsaydı ve “hayata geçirmesi nasıldır” diye inkâr edebilirdi. Çok rahat. Hazmedemeyebilirdi. Nereye benzer? Şimdi yeni doğan çocuğa sen git pirzola yemekten işe başla. Ya o çocuk daha süt emmesini beceremiyor ya. Değil mi? Şunun da bunun da ana alıştırır onu, anne. Öyle bir noktaya gelir ki yaşı, şusu, busu… Hatta çok enteresandır. Yeni doğan çocuğun sütünde, anne göğsünden emdiği sütte yağ oranı, şeker oranı bir ay sonra emeceği sütten daha farklıdır. Yağ da azdır, şeker de azdır. Bir ay sonra bunlar biraz daha yoğundur, daha güçlüdür. Çünkü o bir ay evvel, efendime söyleyeyim, o sütü Allah versin ona, bağırsaklar bunu hazmedemeyecek. Yani Yüce Rabbim ne enteresan kurallar koymuş canım ya. İnsanın maddesine nasıl bunları koymuşsa, manasına da öyle. Manen onu tekemmül ettirirken bir anda yasak getirmiyor. Mesela kumar alışkanlık haline getirmiş insanı, “Oynamayacaksın…” Adam elini tersi ile “Hadi lan. Nesin sen?” İşte onu söyletmemek için Allah onu öyle bir nezaket ve nezafet örneği Allah'ın sevgilisi alıyor onları yavaş yavaş yavaş yavaş yoğuruyor, en sonunda o kuralları uygulayacak hale getiriyor. İşte bu şeylerin bir evvelki hükmün ortadan kaldıran hükme “nesih” denir. Budur. Anlatabildik mi? Nesih, Nesih'teki koyucu kimdir? Allah'tır, Peygamber de değildir. Allah koyuyor.
Dinde Reform, Bir Hükmü, Olmayanla Beraber Değiştirmenin Adıdır
Şimdi geliyoruz, neye? Reforma. Şimdi dikkat ederseniz, bu reforma gelmek için adamlar yüzlerce sene uğraştılar. Yani bu toplumu onlar da tedricilik esasına uyarak bir kerende reformdan işe başlamadılar. Reformdan işe başlasaydılar Müslümanlar isyan edecektir. “Bunlar bizim dinimize hakaret ediyor, dinimizi inkâr ediyor” diye oradan başlayacaktı. Başlamadılar ama zaman yavaş yavaş girerken, işte bu ibadetler bunlar nedir? Bidattır. Bu namazlar kılınmaz, şunlar kılınır. Böyle cuma namazına gerek yoktur. Ayrıca öyle mübarek gece filan öne nereden, sonradan çıkmadı. Yavaş yavaş, yavaş yavaş işi toparlaya toparlaya... Şimdi nefis de o kadar enteresan ki taat ve ibadet ehli olmayan… “Doğru ya hocanın dediği doğru filan…” Yavaş yavaş onu kendi safına çekiyor. Şimdi öyle bir yoğunluk oluşuyor ki potansiyel bir inkâr yoğunluğu. Halden fiile, affedersiniz inançtan hale bir potansiyel şey oluşuyor. En sonunda asıl şeyini vurguluyor. Diyor ki: “Reform ne demektir, reform hocam?” Reform şudur: Kendisini Allah yerine koyarak bir hüküm vazetmenin adına denir. Kur'an'a sünnete bakılmaz. Bunun adına ne denirse sen onu de. Tamam mı? Reformun olmayan bir hükmü, Allah adına bir insanın koymasıdır. Şimdi Batı dünyasında bu böyle olmuştur. Niye? Çünkü Batı'da din adına büyük kavgalar oldu. Bizde elhamdülillah din adına zerre kadar kavga olmadı. Şimdi bizdeki kavga nedir? Onu varmış gibi gösterenlerin Küfr-i İnâdîdir. Bizde din adına kavga yoktu. Dinden şikâyet eden yoktur. Öyle, din adına adam bir Küfr-i İnâdîye girdi. Kimisi etiket adına, kimisi bilmem çıkar adına, kimi koltuk adına… Ortadaki sürtüşme budur. İzah edebildim mi? Olay bundan ibarettir. Reform aslında dinde olmayan veya dinde olan hükmü, olmayanla beraber değiştirmenin adıdır ki Allah korusun böyle bir akıbetten; hem bunu düşünmek isteyeni, hem de o konulmak istenen toplumu. Büyük bir şeydir bu. Bunun hesabı, bunun manevi mesuliyeti öyle kelimelerle, cümlelerle izah edilmez. Allah hidayet versin, Cenâb-ı Hak ayıktırsın duasından başka bir diyeceğimiz yoktur.
Sonra Türkiye Cumhuriyet arkadaşlar laik bir devlettir. Laiklik ne demektir? Devletin dine, dinin de devlete karışmaması demektir. Onun için bir adam siyaset adına dine müdahale ediyorsa o zaman din de siyasete müdahale eder. Bu hakkı sana kim veriyor? Bu doğrudan doğruya laikliği ihlaldir. Laikliği efendime söyleyeyim, bertaraf etmektir. Tamam mı? Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Herkes bu kurallara uymak mecburiyet ve mükellefiyetindedir. Bunu böylece bilelim.
Resulullah’a Tabi Olmak, Kurtuluşun Tek ve Yegâne Çözümüdür
Ben şu ana kadar anlattıklarımı dini yıkmak, İslam'ı ve Türk milletini parçalamak için 1700'lü yıllarda başlayan İngiliz misyoner oyunlarını kaleme alan şeyler var, misyonerler var. Onları seyircilerime efendim inşallah aktaracağım bir programda. Böyle madde madde şimdiden arkadaşlarım ruhen, aklen, fikren hazırlıklı olsun bizi beklesinler. Hatta istesinler böyle biz ihmal edersek istesinler. Bakın bu oyunlar nereden kaynaklanıyor? Bunlar bugün bu günün oyunu değil. Yeni olmuş değil. Şimdi Kuran'a tabi olmanın şartı, sünnete tabi olmaktır. Peygamber'e tabi olmanın şartı, onun Kuran'ı yaşadığı tarzda, sünnet tarzında İslam'ı yaşamaktır. Hazreti Ayşe'ye bir gün geliyor sahabe. Resulullah'ın ahlakından soruyor, onun ahlakı… “Kuran okudun mu?” diyor. “Evet” diyor. “O” diyor, “onun ahlakı Kuran'dır.” Yani Kuran'ın müşekkel, şekillenmiş hali Resulullah'ın sünnetidir, ahlakıdır. O bir canlı Kuran'dır. Buraya gelmeden evvel bu yolda fitne çıkartmak isteyenleri de Allah bakınız bir ayette nasıl beyan ediyor. “Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler.” (Ali İmran Suresi, 7. Ayet) Kimmiş bunlar? Kalbinde fitne olanlar. “Hâlbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise ona inandık. ‘Hepsi Rabbimiz tarafındadır’” derler. (Ali İmran Suresi, 7. Ayet) “Ver rasihune fil ilmi” (Ali İmran Suresi, 7. Ayet) Evet, ona inanırlar. Şimdi uzun sözün kısası, Resulullah'ı olduğu gibi hayatımıza geçirmek kurtuluşun tek ve yegâne çözümüdür. Bu güzel günlerde mübarek gecelerde bizi takip eden kardeşlerimizi daha fazla tutup da onları da bıktırmayalım. Resulullah'a tabi olalım. Ona salat ve selam getirelim. Getirenlerle birlikte olalım. Müslümanlar olarak birbirimizi sevelim, sayalım. Milletimizin birliğine, beraberliğine, dirliğine, elimizin geldiğinden daha fazla çalışalım, gayret edelim. Her şeyimizi seferber edelim. Bir şeyi yıkmak kolaydır, yapmak çok zordur. Biz onun için daima yapmadan yana olalım. Yıkmak isteyenler fantazik birtakım iştahlarla sadece toplumu değil, toplumun mukaddes gördüğü değerleri de o iştah adına yıkıp tahrip etmek isterler. Ama milleti manen diri halde tutarsak, Allah'ın izniyle bunların önüne çok rahat geçmiş olabiliriz. Ve şunda hepimizin kalbi mutmain olsun. Hiç kimse dini değiştiremez ve buna da muktedir olamaz. Zira Kur'an, Esteeuzubillah “İnna nahnu nezzelnez zikre ve inna lehu le hafizun.” ( Hicr Suresi, 9. Ayet) “Kur'an'ı” diyor “Allah, ben indirdim, onu muhafaza eden benim.” “Benim” diyor. “Peki, hocam bu nedir?” O arkadaşlarımızın, Allah korusun, helakının izahıdır, ispatıdır. Onlar helak olurlar ama Kur'an'a bir şey olmaz. Dua edelim, şu mübarek gecelerde, günlerde Allah onlara da rahmet ve mağfiret eylesin de, lütfuyla muamele etsin de, onlar da hak yolu doğruyu bulsunlar. Birtakım oyunların, nefsani hile ve desiselerin kurban olmasınlar. Millete, memlekete, İslam'a hadim ve kadim olsunlar diyor. Bizi takip eden kardeşlerimize hayırlar diliyor, saygılarımı arz ediyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız