
Neler Okuyacaksınız
Terörün Arkasında Menfaati Olanlar Vardır
Şimdi efendim evvela bu mübarek günde böyle bir hadisenin hiç beklenmedik bir anda zuhur etmesi her şeyden evvel milletimizin huzurunu etkilemiştir. Kabul etsek de etmesek de netice budur. Bu münasebetle ölenlerin ve de hayatta kalanların yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Ve de inşallah bu ülkemizde terör olayları devam etme son olmuş olur diyerek başlayalım. “Niçin böyle bir efendim olay organize edildi, tertip edildi? Şimdi bu mesaj kime? Veya kime zarar verilmek istendi?” gibi sorularla işin içerisine girersek sonra devam eden sorularla birtakım neticelere varmamız mümkün olabilir.
Mesaj, şu anda bu görüntü itibariyle bu bir mesaj. Birilerine bir mesaj veriliyor. Bu mesaj kime verilebilir? Ve niçin verilsin bu mesaj? Şimdi ben olayı duyduğum an benim hatırıma iki şey geldi. Bunlardan bir tanesi efendim Irak konusunda halkımız Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu bölgeye müdahil bir güç olarak gitmesini kabul etmiyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin lehinde bir tasarrufu ve onlar için Mehmetçiğin canını feda etmesini akait boyutuna kadar eleştirir bir mantığı var. Ama görünürde de bunu yüksek sesle ifade etmiyor. Ancak istihbari bilgiler böyle bir olayın olduğunu yaptığınız kamuoyu yoklamalarında böyle bir kanaatin, böyle bir inancın efendim Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak bölgesine gitmesine “evet” demediğini görüyorsunuz. Birinci sebep niçin “evet” demiyorsunuz? Bakınız Irak'ta şu anda kan gövdeyi getiriyor. İşte birtakım saldırılar oluyor. Tertip yoluyla hiç ilgisi olmayan insanlar öldürülüyor. Yerli demeden, yabancı demeden insanlar teröre kurban gidiyor. Bunu Türkiye kamuoyuna mal edebilmek için ve de Türk kamuoyunu Irak yönünde, müspet yöne çevirebilmek için böyle bir olay organize edilebilir. Bu mantıkla baktığımız zaman niçin organize edilsin? Burada da bir hadise oldu. “Terörün vatanı yok, terörün dini yok, terörün milleti yok. Önüne geldiğini yok ediyor, yakıyor, yıkıyor. Mademki bize bu işin ucu dokunuyor o halde biz de nerede terör var, burada göğüs gelelim. Göğüs göğüse bir mücadelenin içerisine girelim”, psikolojisini ortaya koyabilmek için çok ciddi bir tezgâh olabilir bu. “Dikkat edin, sizin başınıza da bunlar bundan sonra gelebilir”i gündeme taşıyacak olan insanlar veya milletler veya devletler kimse bunu yapabilirler.
“Bu olayın arkasında kim olabilir?” sorusunun cevabı: “Bu olayın arkasında kim olur?” sorusunun cevabı: Bu olayda menfaati olabilecek olanlar olabilir. Kimin menfaati var? Kimin menfaati varsa bunlar olabilir. Yani biz nokta tespitler yapmayalım. Kim olabilir bunun arkasında? Kimin menfaati varsa o olabilir. Böyle bir yorumda. Şimdi soruyoruz, peki siz güzel böyle bir tespit yapıyorsunuz “böyle bir olay olabilir” diyorsunuz ama kalben bu, bunun olma efendime söyleyeyim “olasılık” diyoruz buna gerekçesi ne kadardır? Şu şartlarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’a gönderilmesi hemen bu işin akabinde zuhur ederse bununla alakası kurulabilir.
Eğer gönderilme durumu yok ise bu biraz, bu düşünce fantezik olabilir. Anlatabiliyor muyum? Niye? Çünkü Irak’a asker gönderme hadisesi şu anda rafa kaldırıldı. Hükümet de deklare etti. Dolayısıyla böyle bir ihtimalin şu anda olduğunu düşünmek bu şartlarda doğal değil. Ama dediğim gibi bunun arkasından hemen on gün, on beş gün sonra olağanüstü bir gündem olur Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’a gitmesi söz konusu olursa bununla irtibatını şahsen ben kurabilirim. Bilmem anlatabiliyor muyum? Ama bu şartlarda kurmak biraz zor.
İkinci bir ihtimal ikinci bir ihtimal bugün çok daha ciddi bir olay var. Nedir o? Efendim Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluş yıl dönümü. Bu münasebetle de Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan Kıbrıs’a gitti. Hariciye Bakanımızın ve hükümetimizin şu ana kadar deklare ettiği bir husus var. Kuzey Kıbrıs'ta yapılacak olan seçimler ne pahasına olursa olsun hiçbir partiye Türk hükümeti yakın olmayacaktır. Hepsine eşit mesafede davranılacak. Yani Kıbrıs’ın gitmesine de sebep olsa dahi biz bunlara yakın olmayacağız. Şimdi hükümetin şöyle bir eğilimi var benim görebildiğim kadarıyla. Zaten bu eğilim taa iktidar olmadan seçim satım halinde de beyan ediliyordu. “E Kıbrıs mı canım, verelim gitsin.” Böyle bir düşünce vardı. Ama iktidar olunduktan sonra hatırlarsanız bu biraz bu kadar kayıtsızlıktan biraz daha kayıtlanma noktasına yani “Kıbrıs’ta bizim meselemizdir” denme noktasına kadar geldi. Fakat bir iddia sahibi olunmadı. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Kıbrıs Üzerinde Herkesin Bir Hesabı Var ve Bu Hesapların Serdedilmesi Arifesindeyiz
Şimdi öyle ki Kıbrıs üzerinde Yunanistan’ın çok ciddi hesapları var. Avrupa Birliği müktesebatından olmadığı halde Avrupa Birliği'ne Türkiye’nin girme gerekçesi Kıbrıs olarak Türkiye’nin eline getirildiğine bakarsanız demek ki Avrupa Birliği ülkelerinin de Kıbrıs üzerinde bir hesabı var. Artı Amerika Birleşik Devletleri’nin de efendim Annan planına rıza gösterip o istikamette Türkiye’nin efendim icraatta bulunmasını desteklediğine göre onun da bir hesabı var. Kısaca Kıbrıs üzerinde efendim herkesin bir hesabı var. Ve bu Kıbrıs’ın herkesin hesabı olan Kıbrıs'ın da efendim başında olan Denktaş’ın da devletinin kuruluş yıldönümü. Ve buraya Sayın Başbakanımız ziyarete gidiyor. Bugünlerde bu konu hakkında kesin kararların verilmesi ve bu mevzuda fikirlerin serdedilmesi arifesindeyiz. Ve bu konuda ya hükümet ikaz ediliyor veya hükümeti ihtar ediliyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Kim ikaz eder, kim ihtar eder? Kıbrıs'la ilgili olan ülkeler ihtar ederler. Kıbrıs'la ilgili olan ülkeler ikaz ederler. “Yani aklını başına devşir. Bak bizim dediklerimizi sen şayet yerine getirmez isen biz yapacağımız işi biliriz, haberin olsun.” Bu hükümetin, bu iktidarın iktidarda kalması olağanüstü becerisinden ziyade şu ana kadar yapılan birtakım diyalog anlaşmaların hükümet tarafından icraatlarının tam olarak uygulanmasından kaynaklanıyor. Şayet bir tarafta virgül hatası yaparlarsa çeşitli yollardan da ikaz edilecekleri muhakkaktır. Şimdi Kıbrıs konusunda böyle bir şaşmanın görülüp görülmemesini şahsen hükümetin ortaya koyacağı bir net tavırla beraber ancak tespit edebiliriz.
Yani bizim tavrımız şudur; hükümet burada şunu yapıyor. “Evet, ben bundan vazgeçtim ama” bu vazgeçmeyi bizzat Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hükümeti deklare etmesin. Kim bunu deklare etsin? Orada sorumlu olan siyasi iktidarlar, Kıbrıs'ta sorumlu olan siyasi iktidarlar deklare etsin. Ha şimdi hükümetin politikası menfi midir, müspet midir? Bunu nereye bakarak biz anlayacağız? El altından Denktaş’ın muhalifi olan partiler destekleniyor ise Kıbrıs’ın aleyhinde bir politika hükümet geliştirdi demektir. Lehinde bir destek var ise efendim şu anda başta görüldüğü gibi değil, bizzat devletin de kabul ettiği bir politika istikametine hükümet girdi demektir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Yani bu neticelerin her ikisi de olması muhtemel olan neticelerdir.
Şimdi hükümetin hükümetin burada rengi tam olarak ortaya konmadı. Nereden bunu biliyoruz? Yaptıkları beyanlardan ifadelerden bunu anlıyoruz. Anladığımıza göre şimdi işte Kıbrıs üzerinde hesabı olanlar ikaz ediyorlar, ihtar ediyorlar. “Haberin olsun ki burada yanlış bir adım atarsan senin ülkeni karıştırır alaşağı ederiz.” Bu kim olabilir? Valla bu sayacağınız kadar çok olabilir. Peki, bir sinagogun önünde olmasının manası nedir? Efendim Yahudi vatandaşlarımıza zarar vermek için olduğunu ben zannetmiyorum. Bu da bana göre hadiseyi farklı bir yönde sulandırmadır. Ona da şöyle bir düşünceyle cevap vermemiz mümkün olabilir. Bizim Allah rahmet eylesin hoca bir arkadaşımız vardı. Kendisine sorulmuştu. “Filancayı nasıl tanırsınız?” “Çok kaypaktır. Gider canavarla parçalar öldürür yer, gelir seninle oturup ağlar.” Şimdi yani burada bu olayları bu şekilde bu mantıkta ben âcizane yani parçalayanlar gelip bizimle oturup ağlayabilirler. Ama ne olursa olsun bu çok hayırlı bir netice olmayıp Türk Efkar-ı Umumiye ’sini, Türk kamuoyunu meşgul edecek ve birçok hususların belki de kısa zamanda değişmesine vesile olabilecek stratejik bir alarmdır şeklinde cevap verebilirim efendim.
Bugün bazı televizyon kanallarında Usame Bin Ladin’in içinde olduğu kabul edilen örgüt tarafından bunların organize edildiği bir iki televizyonda benim kulağıma aldı. Bunlar tamamen safsata, hadiseleri yanlı yönlendirme. Hiç alakası yok. Ne 11 Eylül olayıyla beraber o teşkilatın bir alakası olabilir, ne bu olayla alakası olabilir. “Neden” diyeceksiniz? Bu adamların elinde bu derece ciddi teknik imkânlar bir defa yok. Bunları yapan çok ciddi istihbarat örgütleridir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Dünya çapında dünya çapında çok ciddi istihbarat örgütleri var. Bunlar bunu yaparlar. Ha bu örgütler kime aitse failleri de o bölgede aramak, o yerde aramak lazım diyorum.
Hiçbir Zaman, Hiçbir Şartta Bağımsızlık Tartışma Konusu Olamaz
Merhum Mustafa Kemal Atatürk’ün zaten Cumhuriyet’i kurarken ve de ilan ederken üzerinde durduğu en önemli husus Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve milletinin egemen ve bağımsız olması noktasıdır. O bakımdan da ifadelerinde “Bağımsızlık benim karakterimdir.” Yani eğer Türkiye Cumhuriyeti devleti merhum Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünceleri ve inisiyatifi doğrultusunda kemal bulmuş ise bağımsızlıktan efendim taviz verenler bir defa Atatürk’e bir çizgi çizdi demektir. Yani onun üstüne kalın bir çizgi çekti demek. Şimdi olayı da saptırarak çekiyorlar. Bilmem “kaç metrekarelik bir bayrak asılmış da o bayrak dünyanın en büyük bayrağıymış da” yani kardeşim senin ülkenin bağımsızlığı toprak bütünlüğü tartışma konusu haline geldiği bu dönemde senin bayrağın Türkiye kadar büyük olsa ne olacak olmasa ne olacak? Yani bunların hepsi tiyatro. Anlatabiliyor muyum?
Ve oynanan tiyatroda asıl maksadın gizlenmesi için milleti bir noktaya odaklamak ve altındaki maksadı daha güzel hayata geçirmek oluyor bu benim görebildiğim kadarıyla. Her şeyden önemlisi ve bazı iradelerde “bağımsızlığın tarifi değişmiştir” şeklinde. Şimdi bağımsızlığın tarifi değiştiyse can emniyeti tarifi değişmiştir. Mal emniyeti tarifi değişmiştir. Namus emniyeti tarifi değişmiştir. Vatan emniyeti tarifi değişmiştir. Din ve vicdan emniyeti tarifi değişmiştir. Kısaca sınırlarımızın korunması tabiri değişmiştir. Yani bağımsızlık bu değerler üzerine bina edilir. Bunlar varsa bağımsızlık vardır. Yoksa bağımsızlık yoktur. “Ben bunları değişik kabul ediyorum” demekle sen can emniyetini tartışmaya açıyorsun. Mal emniyetini tartışmaya açıyorsun. Vatan emniyetini tartışmaya açıyorsun. Kısaca bütün değerlerini tartışmaya açıyorsun. Bendeniz bunu kabul etmiyorum. Bunu kabul etmiyorum derken de bir ilim adamı olmak sıfatıyla bunu beyan ediyorum. Ve her yerde, her şekilde bunu da müdafaaya ve doğruluğunu ispata hazırız. Bağımsızlığın tarifi değişmez. Ancak bizim kafamızdaki bağımsızlık anlayışları değişir. Senin kafan gönlün esir olur, sen ona göre bir bağımsızlık tarifi yaparsın. Yani bu genelleme tarifin dışında bir tariftir. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Yani ben buna geniş teferruatlı bir cevap vermek isterim aslında yalnız burada çok ciddi bir cevap var merhum Mustafa Kemal Atatürk'ün. Efendim Lozan görüşmeleri esnasında Amerika heyeti Türkiye Cumhuriyeti devletinin Güneydoğu sınırlarını kabul etmiyor. Daha doğrusu Lozan'ı kabul etmiyor. Şart olarak da kabul şartı olarak da Türkiye’nin yeraltı madenlerini kendi tasarruflarına verilmelerini, verilmesini teklif ediyorlar. O zaman İnönü Atatürk’e bir telgraf çekiyor. Durumu arz ediyor. Diyor ki: “Durum bundan bundan ibaret. Ne dersiniz?” “Biz” diyor “bağımsızlığımızı” mecliste alıyor telgrafı okurken. “Biz bağımsızlığımızı millet olarak canımızı vererek kazandık. Böyle basit şeylerle bunu teslim etmemiz, terk etmemiz mümkün değildir.” Telgrafı yırtıp ikiye atıyor. Yani şunu demek istiyorum: Hiçbir zaman, hiçbir şartta bağımsızlık tartışma konusu olamaz.
Her Milletin, Her Devletin Kendine Mahsus Milli İnsan Modeli Vardır
Nasıl bu hale geldik? Bakınız her milletin, her devletin kendine mahsus bir insan, milli bir insan modeli vardır. Bunu farkındaysanız ben çeşitli sohbetlerimde mevzu olarak defalarca işledim. Bu bir gerçektir, bu bir ihtiyaçtır. Biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Müslüman Türk milletinin kimliğini devam ettirmek istiyorsak ki istiyoruz; o halde “bu modeli biz nasıl yaşatacağız” diye bir derdimizin olması lazım. Bir problemimizin, bir meselemizin olması lazım. Bu problem, bu dert bizim eğitimimizde her gün efendim nokta nokta, virgül virgül, kelime kelime, cümle cümle işlenecek. Gençliğimizin dimağına işlenecek, ruhuna işlenecek, kalbine işlenecek, fiillerine işlenecek. Kısaca bir model Türk modeli, Müslüman Türk modeli kimliği ortaya konulacak. Bu kimlik bu kimliğin değerleri işte “bağımsızlık benim karakterimdir” diyen merhum Mustafa Kemal Atatürk'ün ideallerini hayata geçirecek olan inançlı, maneviyatlı, milliyetçi, tarihine sahip, devletine sahip, vatanına sahip, ne bileyim dünya teknolojisine hâkim; hülasa maddesiyle, manasını bir bütün haline getirmiş bir dipdiri genç, gençlik olacak, bir insan modeli olacak. Böyle bir model. Bu model siyasetine sahip çıkacak. Bu model kültürüne sahip çıkacak. Bu model cumhuriyetine sahip çıkacak. Bu model devletine sahip çıkacak. Şimdi dikkat edersek cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar böyle bir sahiplenme duygusunu maalesef sadece bayramlarda yaşadık. Bayramlarda bağırdık, çağırdık ama bu modeli “Nedir?” diye sorduğumuzda ne sen tarif edebildin, ne ben tarif edebildim. Ne bir cumhurbaşkanımız, ne hükümet başkanımız, ne bakanlarımız, ne halkımız, ne profesörümüz böyle bir modeli kimse anlatmıyor. Peki, ne oldu bu modelin yerine? Bu yok ama ne var bunun yerine? Mukallit, kendinden kaçan, kendini inkâr eden kendini kabul etmeyen, milletini hakir gören, daima onu eleştiren bir mukallit taklitçi bir model ihdas ettik. Anlatabiliyor muyum? Yani olması gereken olması gereken insan yerine, olmaması gereken bir modeli tarif ettik. Geldi bu model kendi inancını yargıladı. Hala yargılıyor. Geldi milletini yargıladı. Milletinin kimliğini yargıladı. Siyasetini yargıladı. Kültürünü yargıladı. Her şeyini yargıladı. Öyle bir tablo ortaya çıktı ki bu tabloda efendim sadece kendisi inkâr ediliyor ama kendisini inkâr eden bu tablonun yerinde olmaması gereken milletler oluyor. Olmaması gereken devletler oluyor. Olmaması gereken siyaset oluyor. Olmaması gereken kültür oluyor. Hülasa böyle bir garip, acayip bir şey oluyor. Bu bence çok ciddi bir noksanlıktı. Aşılması mümkün olmayan korkunç bir felaketti.
Bakınız bunların yerli yerine oturması için de cumhuriyetin başından bu tarafa çok ciddi oyunlar oynandı. Bu oyunları da görmeden edemeyeceğiz. Bunları çok iyi bilmemiz lazım. Nedir bu oyunlar? Cumhuriyetin ilanı yıllarında saltanatla cumhuriyet arasında bir kavga oldu, bu doğrudur. Saltanatla cumhuriyet arasında bir kavga oldu. Zaman içerisinde saltanatla cumhuriyet arasındaki bu kavgayı bazı işgüzarlar cumhuriyetle din arasındaymış gibi yönlendirip tezgâhladılar. Dikkat ederseniz ta baştan bu tarafa cumhuriyetle din arasında sanki bir kavga varmış gibi. Hem devleti idare eden irade ne bileyim bürokrat, siyaset “ben Müslümanım” diyor, hem de dini yargılıyor. Çok basit bir şeyden. “Ay” efendim, “yürümesinden, selam vermesinden, başına bilmem ne koymasından, sırtına bilmem neyi giymesine” kadar çok basit şeyler üzerinde bir telakki, bir yorum tarzıyla saldırıyor. E tabi o da diyor “lan bu galiba dinsiz” diyor. O da ona öyle saldırıyor. Böylece öyle korkunç milletle devlet arasında bir uçurum meydana geliyor ki bu işte boşlukta ülke üzerinde hesabı olanlar işte Türk milletinin devletinin bağımsızlığını yok edebilecek fikirlerin efendime söyleyeyim dokularını örüyor, mozaiğini örüyor. Ve böylece şu anda geldiğimiz noktada efendim Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağımsızlığı tartışma konusu haline geliyor. Ve yanlış anlama bu anlayışın neticesinde Türkiye Cumhuriyeti’ni, Devlet’ini efendime söyleyeyim imha edip yok edecek gerek milli güvenliğini, gerekse siyasetini, gerek iktisadiyatını, gerek coğrafyasını yok edebilecek oluşlara “evet” diyor. Bu mümkün değil. Yani kendisi yüzde yüz yok olacak olanda “evet” diyor. Allah Allah! Sanki farklı bir şeye kavuşacakmış gibi. Efendim yani bunları böyle cümle cümle açmak da lazım aslında. Öyle bir “evet” diyor, hayret ediyorsun. Bu nedir ya? Nereden bu kaynaklanıyor? Kısaca diyor sana ki mesela Avrupa Birliği. “Ben Avrupa Birliği’ne gireceğim.” Hâlbuki Türk milleti kendine has, kendine özgü bir millettir. Bu milletin dini farklıdır, dili farklıdır, tarihi farklıdır, örfü farklıdır, âdeti farklıdır, geleneği farklıdır. Ve bu farklılıklar bir milleti, Türk milleti dediğimiz tarihin en büyük milletini oluşturmuştur. Şimdi sen kalkacaksın bu farklı medeniyeti, bu farklı kültürü, bu farklı siyaseti, kültürü, medeniyeti, siyaseti, her şeyi dili farklı olan bir dünyanın içerisine onun anladığı, anlattığı, hazmettiği şekilde koyacaksın. O zaman bu milleti yok ediyorsun. Bağımsızlık bir tarafa, kendi kimliğini yok ediyorsun, kendi varlığını yok ediyorsun. Hayır, kendini inkâr ettiriyorsun insana. İşte Türkiye bugün maalesef bunu yaşıyor. Maalesef bunu yaşıyoruz. Bunu biz millet olarak aşmaya mecburuz ve ben de memuruz. Bunu yapmadığımız zaman yanlış anlamayın, efendim, “yok biz filan topluluğa girersek yıllık bazda milli gelirimizin yüzde, bilmem şu kadar artacak. On bin dolar gelir seviyesine yükselecek.” Bunların hepsi hikâye. Batılı çalışıp, hamallık yapıp seni bakmaz. Hiçbir millet çalışıp da bir başkasına bakmaz. Bunu böyle çok iyi bilelim. Kısaca cumhuriyetin tartışmaya açılmasının tabi daha fazla düşünebilirsek çok daha farklı kulvardan nedenlerini bulabiliriz ama şimdilik zannım o ki bu kadarını ifade etmek de kâfidir diyorum.
Türk Milleti Kendi Kimliğini Ortaya Koymadığı İçin, Başkalarını Taklit Eder Hale Geldi
Türkiye Cumhuriyeti insan kimliğini, Türk milleti kimliğini ortaya koymadığımız için biz dedik ya başta “kendimizden başka herkesi taklit eder hale geldik.” Yani kendimizi reddediyoruz başkalarına “evet” diyoruz. Şimdi tabi Avrupa seni kabul edebilmesi için, senin kimliğinle seni kabul etmez. Ya ne olacak? Bir defa sen kültüründen siyasetine efendime söyleyeyim örfünden âdetine, maneviyatına kadar tamamen bunları değiştirmen şartı vardır. Binaenaleyh Avrupa Birliği’ne giriş sürecinin birinci maddesi de budur. Bunu hiç unutmayın. Yani “ben Avrupa Birliği’ne girdim” diyorsan burada Müslüman Türk kimliği kalmadı demek. Değişeceksin. Efendim sade değişmekte de seni bırakmıyor. Diyor ki “coğrafyanda şu kadar etnik grup var. Bu etnik grupların tamamına haklarını vereceksin yani bunları da birer müstakil devletçikler halinde tasarruf sahibi yapacaksın.” Devletini kurmaya… Bizi Yugoslavya gibi bölecek parçalayacaklar, işin bir başka ifadesi bu. Tarifi mümkün olmayan efendim bir yönde bize baskılar yapıyorlar. O Kıbrıs'ta bir adam vardı Loızıdou davası. Bakın bunu şart koşuyor şu anda. Emsal teşkil ederek hepsi dava açacak otuz milyar dolar gibi bir para ediyor. Türkiye bunu nereden verecek? Yani şeyde Avrupa müktesebatında olmayan bütün ölçüleri önümüze ölçü yaparak koyuyorlar. Yani burada maksat hem zayıflatmak, hem bölmek hem, coğrafi olarak parçalamaktır. Farklı bir izahı da bu işin mümkün değildir. Çünkü bize has biz onlara has bir millet değiliz de ondan. Yani batı dünyasının siyaseti farklıdır, kültürü farklıdır, dini farklıdır, örfü farklıdır, âdeti farklıdır, geleneği farklıdır. Sen de farklısın. Elbette adam seni kendine niye kabul etsin ki?
Ehl-i Beyt, İslam’ın Peygamber Ailesi Tarzında Yaşanmış Canlı Örneğidir
Ben Ehl-i Beyt hakkında kanaatlerimi, düşüncelerimi beyan etmeden ki benim ifade edeceğim kanaatler, düşünceler tamamen kitabidir. Yani Ehl-i Sünnet ‘in görüşüdür. Ancak bunu ifade etmeden “Neden bu kadar oyunlar oynanıyor?” sorusunu sorarak kısa ve net bir cevap vermek istiyorum. Türkiye üzerindeki hesaplar çok büyük. Yani Türkiye'nin parçalanması, Türkiye’nin bölünmesi efendim nihai gayedir. O bakımdan etnik kimlikler öne çıkartılarak sanki bazı haklar verilecekmiş gibi iddialarda bulunarak bu şekilde planlar programlar geliştirerek efendim fitne çıkartmak isteniyor. Milletimizin gözünün açık olması lazım. Bu oyunlara kesinlikle gelmemesi lazım. Biz Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Boşnak’ıyla, Arap'ıyla, Kürt’üyle, Türk’üyle hülasa bu coğrafyada yaşayan bütün kardeşlerimizle bir ve beraberiz, bir bütünüz; bunu çok iyi bilelim. Zamanla Orta Doğu coğrafyasında kendilerine “siz halife olmanız lazım” geliyor iddiasıyla yola çıkardıkları Müslüman Arap kardeşlerimizi aynı insanlar bugün kalkıp Irak’ta arkadan vurdular. Efendim şimdi bunların hayatlarına kastediyorlar. Yani buradaki oyun bölüp parçalamak ve sonunda yutmaktır. Bu oyuna gelmeyelim diyor. Ehl-i Beyt’i ifade etmeye çalışıyorum. Ehl-i Beyt Cenâb-ı Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellemin aile hayatının daha doğrusu İslam tarzının aile boyutunda yaşanması olayıdır. Ehl-i Beyt gerçek İslam da budur. Peygamber Aleyhisselam Efendimiz “ben size Kur’an’ı” bir de bir rivayete göre “Ehl-i Beyt'imi” bir rivayete göre “sünnetimi bırakıyorum” diye ifade buyurmuşlardır. Yani İslam’ın, İslam’ın Peygamber ailesi tarzında canlı örneğidir. Ehl-i Beyt budur. Biz İslam'ı eğer karşımızda canlı olarak görmek istiyor isek Hz. Ayşe annemizi, Hz. Muhammed Aleyhisselam efendimizi, Hz. Ali efendimizi, Hz. Fatıma-tü Zehra annemizi, Hasan ve Hüseyin efendilerimizi canlı olarak karşımızda Ehl-i Beyt’in kişileri olarak görmemiz lazım ki biz İslam'ı yaşayıp anlamış olabilelim. Nitekim Hamse-i Al-i Abâ denilen efendim bir olay da vardır ki Cenâb-ı Fahri Kainat Efendimiz, Hz. Ali Radıyallahu Anh Efendimiz ’in evine geldiğinde Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali dördü bir arada Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz de beşinci kişi olarak bunların yanına gidiyor sırtındaki abâyı, cübbeyi yani üzerlerine atıyor. Beş kişi o abanın altında kalıyorlar. Arşa kadar oradan bir nur direk zuhur ediyor çıkıyor. Buna meşhur “Hamse-i Al-i Abâ” hadisesi denir. Bunlar cennette müjdelenmiş, cennet hayatını yaşayan İslam’ı canlı olarak hayatlarına geçiren mümtaz kişiler, olgun kişiler, salih kişiler, saliha kişilerdir. Ehl-i Beyt hakkında ben ne söyleyeyim? Aklımız varsa onların hayatını hayatımıza geçirelim ve şefaatlerine nail olalım diyorum efendim.
Dünyanın En Medeni İnsanı Müslümanlardır
Çok iyi dikkat ederek bu fitneyi bunlar bizzat durdurarak efendim “İslam fitneye müsaade etmez” mesajını net vermelerini ben hassaten bu güzel gecede onlardan rica ediyorum. Yani “İslam modernleşsin” diyen insanlar modernizmin etkisiyle modern insan olsun yani bu felsefi akımlardan bir akımın etkisine girip “böyle bir şahsiyet olsun” diyorsa bilsin ki bu felsefenin kurbanı oldu. Yani felsefi bir akımdır bu akım hiçbir zaman dinin yerini tutmaz. İki, efendim İslam “modern insan olsun” şeklinde bir tarz ile olaya yaklaşıyorlarsa İslam zaten en büyük medeniyet dinidir. İslam'ın kendine has bir insan modeli vardır. Bu model her zaman ta Cenâb-ı Peygamber Efendimiz ‘den kıyamete kadar hareketiyle, taatıyla, düşüncesiyle, örfüyle, âdetiyle, kıyamete kadar devam edecek olan bir insan kimliğidir. O kimlik her zaman medeni olmuştur, medenidir. Anlatabiliyor muyum? Zaten insan tabiatı dinle beraber bir meslek sahibi olmaz. İnsan tabiatı dinle beraber terbiye edilir. Dinle beraber Ahlak-i hamide sahibi, olgun vasıflı insan haline getirilir. Eğer bu arkadaşlarımız “Müslümanlar meslek sahibi olsun” şeklinde bir iddia ile bunu ifade ediyorlarsa onda da yanılıyorlar. Bugün dünyanın bütün ülkelerinde Müslümanlar en fevkalade mesleklere malikler, sahipler. Ama “insan olsun” diyorlarsa zaten dünyanın en medeni insanı da Müslümanlardır. Sen Kosova’da, sen Bosna’da sen efendim dünyanın çeşitli yerlerinde bu kadar hunharca işlenen cinayetleri görmüyorsun. Müslümanın daha doğrusu modernizmin etkisiyle vahşete bürünmüş insanlık kimliğini görmüyorsun. Masum Müslümanı “modern değildir” tarzında ifade etmeye çalışıyorsun. Bu büyük bir aşağılık kompleksidir. Bu bir kültür erozyonudur. Bir medeniyet erozyonudur. Kimliğini kaybetme, şahsiyetinden uzaklaşma bir halidir diyebilirim. Bu kardeşlerimiz inşallah ayıkırlar. Kendi kimliklerine, kendi örflerine, adetlerine ve de medeniyetlerine sahip çıkarlar. Bir insanın medeni olması doğru olmasıdır, dürüst olmasıdır, adil olmasıdır, yardım ehli olmasıdır, düşküne yardım etmesidir, fakiri fukarayı gözetmesidir, kamu hizmetlerine koşmasıdır. E bugün toplumların tamamına bak bu işleri yapan Müslümanlar. Ne kadar efendim akaidi zayıf oluyorsa bunlardan kaçan onlar. Yani neyin ifadesini yapıyorlar, neyi düzeltecekler evvela ki bu anlayışta bulunanlar kendilerini düzeltsinler, kendileri adam olsunlar. Bilmem anlatabiliyor muyum? Yani “dininizi değiştirin” diyor adam resmen. Bunun manası budur. Yani “öyle bir Müslüman ol ki adın Müslüman olsun halinde Hristiyan.” Bunun manası bu. Bunun adı da İslam akaidine göre “malumdur.” Nedir? Bu malumdur yani.
21. Asrın Akıbetini Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Konumu Belirleyecektir
Irak bölgesi çok hassas bir bölge. Yani bizim belki de tahmin edemeyeceğimiz nitelikte ehemmiyete ait bir bölgedir. Zaten tarih itibariyle tarihi Mezopotamya bölgesi dediğimiz bölgede birçok devletler ve medeniyetler kurulmuş, çok büyük mücadelelere sahne olmuştur. İşte Irak da bu bölgenin bir parçasıdır. Bilmem anlatabiliyor muyum? Şimdi böyle bir bölgede Amerika’nın taa baştan beri hesabı olması çok tabidir. Ha bu hesabı eğer biz göremiyor isek bu onların bizim hakkımızda iyi niyet beslediğinden dolayı değil. Bizim gafletimizden dolayıdır. Başta ne söyledik? Amerika Birleşik Devletleri Lozan’ı kabul etmemiştir. Bu demektir ki bizim güneydoğu sınırlarımızı hala kabul etmeyen bir devlettir. O halde bizim güneydoğu sınırlarımızı kabul etmeyen, Lozan’ı delen bir irade ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti iç içedir, yan yanadır. Burada bu insanların kendi menfaatine olmayacağı bir düşünceye “evet” demeleri mümkün değildir, muhal bir hadisedir. Peki, bunların ne olabilir? Amaçları ne olabilir? Efendim bu bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynakları olabilir, bir. İkincisi bu bölgenin tamamında, daha doğrusu bu coğrafyanın tamamında tasarruf sahibi olabilirler, iki. Üçüncüsü bu bölge üzerinde manevi bir hesabı olan ki bu bölgede kendi sözcüleri yaptığı bir devleti öne çıkartmak olabilir, üç. Dördüncüsü bu devletin de kendine göre bir hesabı var. “Burası bana vadedilmiştir, burayı benim almam lazımdır” şeklinde düşünebilir, dört. Beşincisi Kafkaslarla efendime söyleyeyim Balkanlar arasında, Orta Doğu arasında olan bir devlet, bir Türkiye Cumhuriyeti var. Ta bu Afganistan’a kadar uzuyor, Pakistan 'a kadar uzuyor. Bu coğrafyayı baştan sona böyle tarassut altına aldığımız ve de müşahede ettiğimiz zaman önümüze çıkan manzara şu oluyor. Bu bölgede bir köprü var. Bu köprü de Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk vatanıdır. Şimdi eğer Kafkaslarda, eğer Balkanlarda, eğer Orta Doğu’da, eğer bugün Pakistan’da, Afganistan’da kısaca Türk Cumhuriyetlerinin olduğu Orta Asya’da bir devletin hesabı varsa Türkiye’nin üzerinde hesabı olmaması muhal bir hadisedir. Şimdi ben soruyorum. Pakistan üzerinde, Afganistan üzerinde, Türk Dünyası üzerinde, Kafkaslar üzerinde, Balkanlar üzerinde, Orta Doğu üzerinde kimin hesabı vardır? Cevabını verir misiniz? Verir misiniz? Kimin hesabı var? Kim görünüyor? Kimin adı geçiyor? Söyleyin bana. Kimin adı geçiyor? O halde şimdi bütün bunların üzerinde hesabı olan o köprü, o yol üzerindeki köprünün üzerinde bunların hesabı olmayacak. Bu mümkün mü? Yani biz burada bir köprü durumundayız. “Ya olacaksın, ya olacaksın, ya olacaksın.” Her gün bize bunu diyorlar. Anlatabiliyor muyum? “Ya olacaksın, ya olacaksın, ya olacaksın, ya da yok olacaksın.” Verilen mesajlar bunlardır. Efendim niçin bu bölgede olduğunu anlamak için de çok fazla bilgi sahibi olmak ne bileyim enine boyuna düşünmek şart değildir. Sayın Clinton Türkiye’ye geldiği zaman “20. asrın akıbetini Osmanlı belirlemişti. 21. asrın akıbetini de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin konumu belirleyecektir”, diye bunu zaten deklare etmiştir. O dünyanın başındakilere sorarsan daha hayırlı daha gerçekçi bir neticeye varırsınız.
Yarın Yahudi Asıllılar Arz-ı Mevud İddiasını Gündeme Taşıyacaklar
Hatırlarsanız biz birinci körfez çıkarmasında bütün dünyanın gözü körfezdeyken biz şunu deklare etmiş ve demiştik ki “burada asıl oyun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne oynanıyor. İlerleyen bir zaman içerisinde Irak’la bizim aramızda bir tampon bölge oluşturulacak. Burada bir Bekaa vadisi gibi anarşi yetiştiren eylemci gruplar belki de ileride bir devlet olabilecek hareketler organize edilecektir” demiştik hatırlarsanız bunu bir tane konuşmamızda değil birçok konuşmamızda ifade etmiştik. Bize o zamanlar “ yav sen hayal görüyorsun” diyenler sonunda “çok doğru, haklıymışsınız” diye kabul ettiler ve de takdir ettiler. Şu anda bu insanlar ve bu insanları organize edenler de 1980’den bu tarafa Türkiye’de iktidar olan hükümetlerin bakanları Irak bölgesinde tasarruf sahibi olan okyanus ötesi devletin ne yaptığını çok iyi biliyorlar.
Onlar havadan ve karadan PKK denilen gücü ortaya çıkardılar. Onları beslediler, Güneydoğu'nun insanını dağa çıkardılar, onları organize ettiler. Şimdi bütün bu olaylar yapılırken bütün bu olaylar organize edilirken ve şimdi Halis Talabani gibi bir adam devlet başına getirilip bir Kürt devletinin varlığı bütün dünyaya deklare edilirken “işte bunlar ne yapacak yani ne olur ki bundan” demek kadar büyük bir gaflet olamaz. O devletin orada varlığı ki bunların birçoğu da Yahudi asıllı insanlardır buraya getirildi. Yine bizim düşüncelerimizi ispatlayan görüşlerdir bunlar. Nasıl? Bakın Yahudi asıllı arz-ı mevud iddiasını gündeme yarın çok iyi taşıyacak. Bizim Güneydoğu’da bugün alınan arazilerin niçin alındığının hikmeti çok daha net ve açık bir şekilde ortaya çıkacak. Biz bunu yine senelerden beri söylüyoruz ve de oradaki bu Kürt devletinin varlığı Güneydoğu insanımızı çok kısa bir zamanda şu anda ortaya atılan “etnik haklar” adı altında birtakım uydurma beyanlarla o insanları belki de o tarafa iltihak ettirme oyunları hayata geçecektir. Bilmem daha ne söylenebilir bu konuda?
Milletin ve Devletin Faydası İstikametinde Politika Belirlememiz Şarttır
Türkiye'nin dış politikası sıfır. Bir defa devletler hukukunda menfaatler söz konusudur. Bizim işimize menfaatimize gelmeyen her şeyde tavrımızı koymamız gerekiyor. Bu bizim devlet politikası iki tane delikanlının iki kıza âşık olmasına benziyor. Sanki “aşığın maşukuna kavuşması, sokakta yürümesi, birbirine cilve yapması” gibi politika olmaz. Böyle insanları hak ile yeksan ederler. Böyle milletleri tarihten silerler. Şu anda uygulanan politikalar uydu politikasıdır, yok olma politikasıdır. Allah muhafaza eylesin. Yani bundan hükümetin çok acil şekilde ayıkması lazımdır. Bakınız genelkurmayın tavrı şu son günlerde bazı olaylardan dolayı değişti, kendilerini tebrik ediyorum. Türk milleti olarak bizi memnun etmiştir bunlar. Biz bunu bekliyoruz. “Ya ölüm, ya kalım.” Ya ölümse ölüm; yani öleceksek de bilelim, kalacaksak da bilelim. Nedir yani? Ölüm ölüm de hırlamaya ne borcumuz var? Bilmem anlatabiliyor muyum? Yani biz farklı bir milletiz. Ama şimdi öyle bir noktaya geldik ki her şeyimizi feda edecek beş kuruş için efendim bir pozisyon almışız. Yazık günah değil mi ya? Türk milleti bu değil ki. Bunu kimsenin bu dereceye indirgemesine hakkı ve hukuku yoktur. Tarih huzurunda da mutlaka bunun hesabı verilecektir, hiç kimsenin kuşkusu bunda olmasın.
Şimdi bu da işin bir başka oyunu. Bakın istedi ve hükümet burada çok samimi davrandı tezkereyi çıkartmak için. Şimdi ama millete ne deklare ediliyor? Biz istediğimiz için, bizim menfaatlerimiz olduğu için. Hakikatte böyle bir şey yok. Amerika istediği için hem istetiyor, hem yaptırıyor, hem de dalga geçiyor. Yani burada çok ciddi yanlışlar, çok ciddi oyunlar oynanıyor. Çok ciddi yanlışlar işleniyor. Ayıkmaları lazım ve bunların hesabını kimse veremez. Yanlış anlamayın. Hiç kimse bunun hesabını veremez. Binaenaleyh ayık olmak lazım. Kendimize gelmemiz lazım. Devlet ve millet iradesini devletin ve milletin iradesi istikametinde efendim yönlendirmemiz lazım. Devlet nedir? Bunu bilmemiz lazım. Biz eyalet değiliz ki. Biz kabile değiliz ki. Biz bir site devleti de değiliz. Beş bin yıllık tarihi olan bir milletiz. Bin yıllık, bin küsur yıllık İslam medeniyet tarihi olan büyük bir millet ve devletiz. Seksen yıllık bir cumhuriyetin evlatlarıyız biz. Böyle bir milletsin sen. Eee öyle bir politika koyacaksın ortaya ki sanki bir çadır devleti, sanki bir uydu devleti. Vallahi bunun hesabı verilmez. Kendimize gelmemiz, ayıkmamız milletin ve devletin faydası istikametinde politika belirlememiz şarttır, esastır ve de zaruridir diyorum efendim.
Osman Yüksel Serdengeçti ile rahmetli Necip Fazıl bunlar aynı dönemin kutupları. Merhum Fazıl’ı birisi ziyarete gelmiş bir soru sormuş, cevap vermiş ona. Adam itiraz eder duruma gelmiş. “Bilseydim seni huzuruma kabul etmezdim.” Yani bizim insanımız kimlik sahibidir, gurur sahibidir, dava sahibidir. Yani nasıl bu kadar ezilebiliriz? Nasıl kimliğimizi inkâr edebiliriz? Biz niye varız ki? Kısaca millete itibarını devretmek, iade etmek herkesin boynunun borcudur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İnsanların Bir Olup Yaşadığı Bir Vatandır
Şimdi bizim dikkat ederseniz ortaya koyduğumuz bir düşünce var. Türkiye Cumhuriyeti Devleti içerisinde efendim Arap da dâhil olmak üzere Kürt’ün, Boşnak’ın, Çerkez’in, Türk’ün, Rum’un, Ermeni’nin, hülasa bütün bu ayrı ayrı insanların bir olup yaşadığı bir vatandır burası. Bir insan kalkıp da kendine has bir değerlendirme ile olaya farklı bir gözle bakar, kendini öne çıkartma yoluyla bölücülük yaparsa bu Rum da olsa yanlış yapıyor, Arap da olsa yanlış yapıyor, Ermeni de olsa yanlış yapıyor, Türk de olsa yanlış yapıyor. Anlatabiliyor muyum? Bizim “vatanı bölme, parçalama, devleti yıkma” adı altında daha doğrusu niyetinde olduğu halde ortaya konulan bölücü fikirlerin odaklandığı nokta, azınlık ifadesiyle efendim beyan edildiği için onun için biz bunları yargılıyoruz; yoksa Rum ‘u da Ermeni’si de Yahudi’si de Türk'ü de hepsi bizim kardeşimizdir. Bu vatanın üzerinde yaşıyoruz. Ama bir adım ileri geçip kendisini farklı bir konuma getirmek isteyenler elbette ki müsaade etsinler de bu vatanın huzurunu bozma hakkına sahip olmasınlar. Olay budur.
Gündemi Ustalıkla Değiştiriyorlar Hükümetin Eleştirilmesi Gereken Mevzular Hasır Ardı Ediliyor
Şu hususun altını çizmek istiyorum. Şimdi dikkat ederseniz bu iktidarı başa taşıyan güçler bu iktidarın devamlı surette yanında pompacıları olmuşlardır. Ve onu her konuda, her yerde, her zaman, her şekilde; basınla, yayınla beraber desteklemişlerdir. Yani yaptıkları yanlışları fazilet gibi göstermeye çalışmışlardır. Fakat bu basın gücü de hadisenin setredilmesine yetmeyince bu sefer olayda farklı boyutlar aranmaya ve nefret psikolojisine sığınıp yapılan yanlışları kapatmaya çalışıldı. Dikkat ederseniz o günde, o günlerde iktidarın halk tarafından ciddi şekilde eleştirilmeye başlandığı günlerdi. Anlatabiliyor muyum?
Hemen bir anda düğün değil, bayram değil bir de baktık ki iktidar eleştirilecek yani yaptığı yanlışları millet tartışmaya açacağı yerde, bir de baktık ki resepsiyon krizi gündeme geldi. Düğün değil, bayram değil. “Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı.” Yani tiyatro oynanıyor. Halkın nazarından bazı şeyler gizlenerek bazı şeylerle, “canım bunlara yaptırmıyorlar.” Sen ülkeyi kalkındıracaksın, milli geliri yüzde şu kadar arttıracaksın da sana bunu kim yaptırmayacak? Hangi irade yaptırmayacak? Kısaca bu oyunların tutabilmesi için devamlı surette böyle bazı meselelerin laiklik meselesiydi, efendim çember yaşmak meselesiydi. Şu mesele, bu mesele gündem ediliyor. Olay bu yani. Şimdi işin hukuki boyutuna gelince mesela bir tanesi Yargıtay’dan dışarıya atılmış. Zannım o ki mazlum makamında olduğu da ifade ediliyor. Ne olursa olsun ama hadiseyi eğer biz hukuki mesele boyutunda mütalaa müzakere edersek göreceğiz ki bir ceviz kabuğunu doldurmayacak hadiseler, efendime söyleyeyim Türk milletin önüne taşınıyor ve millet sanki büyük bir deprem var, büyük bir efendim fırtına var bunlar milletin huzurunu bozmak suretiyle gündem değiştiriliyor. Anlatabiliyor muyum?
Yani gündemi o kadar ustalıklı değiştiriyorlar ki böylece hükümetin eleştirilmesi gereken mevzuları hasır ardı ediliyor, unutuluyor bunlar. Yani asıl maksat budur bunu bir defa, bizi takip eden arkadaşlarım çok iyi bilisin. Bu iktidar beceriksizdir, bu iktidar ekonomiyi batırmıştır, yok etmiştir bendeniz bunu ekonominin başında bulunan bütün müntesiplerle sayın bakanlarımızla, vekillerimizle her konuda tartışmaya açmaya teklif ediyorum. Gelsinler hodri meydan, ne yapıp yapmadıklarını milletin huzurunda beraber tartışalım görüşelim. Yani bu iktidar düşünebiliyor musunuz? 250 milyar dolar cumhuriyet tarihinden bugüne kadar iç ve dış borç toplamı cumhuriyet tarihi 80 yılda bu kadar senin iç ve dış borçların toplamı bir yılda ise 50 milyar dolar iç ve dış borçlar toplamı. Bir yılda 100 katrilyona yakın bir faiz yükü devlete yükledin. Yani bunun neyini nasıl izah edeceksin? Hükümet bunların hesabını versin. Hükümet nasıl bunların altından çıkacak? Bunları anlatsın. Yoksa “ben çok iyi faizli para buldum” bunlar siyaset değil ama milletimizde bunları çok iyi görsün. Şimdi gelelim, ha bunlar eğer tartışılırsa hükümetin işi biter. Bakıyorsunuz işte basın, yayın bunlar bir merkezden aynı noktaya odaklandıkları için yapılanları göstermiyor. Fazilet yarışına çıkıyorlar. “Onu yaptı, bunu yaptı” filan. Ortada fol yok, yumurta yok.
Başörtüsü İnanç Gereği Örtülüyorsa, Buna Mâni Olmak Laikliğin İhlalidir
Şimdi geliyoruz kamu alanında bir insanın, bir hareketinin laikliği ihlal etmesine, etmemesine. Bir defa laikliğin ihlal edilebilmesi için bu bir kuraldır. Batı’nın laikliği ifadedeki kuralıdır; benim kuralım değildir. Nedir bu? Bir, yapılan iş kamu işi olacak yani devletin işi olacak ve bu devlet işi de din adına yapılacak. Bunu yapan kişi bu işi din adına yapacak. Anlatabildim mi? Bunu din adına yaptığı zaman kamu yani kamu işini din adına yaptığı zaman; kamu adına yaptığı için bu laikliğin ihlali olur. Mesela bendeniz öğretmenim, sınıfa giriyorum. Kalkıyorum diyorum ki; “din emrettiği için, devletimizde bunu böyle beyan ettiği için hepiniz başınızı örteceksiniz.” Yani dini kuralları devletin inisiyatifini kullanarak millete mecbur ediyorum. Anlatabiliyor muyum? Ben öğretmen olarak bunu yapıyorum ve ben kamunun orada temsilcisiyim. Kamu temsilcisi olan ben, din kaynaklı bir hükmü oradaki insanlara uygulatıyorum. Bu yüzde yüz laikliğin ihlali demektir. Böyle bir meselede laiklik ihlal edilir. Anlatabildim mi?
Ama ben dini bir emri veya bir nehyi kamu alanında devlet adına değil ama yaparsam ben şimdi dinden mi tecrit edeceğim, dinden mi soyutlanacağım? Ben Müslümanım veya Hristiyan bir vatandaş. Ha o kamu alanında da olsa yapılan iş kamu adına yapılmadığı ve bunu yapan şahıs kendi adına bunu yaptığı için bu işle laikliğin ihlali olmaz. Bu nerde olursa olsun mahkemede olsun, cumhurbaşkanlığın odasında olsun, köşkünde olsun, salonunda olsun, başbakanlıkta olsun; yapılan iş, eylem, şahsın adına. Ben başbakanlığa gittim, nitekim gittiğim dönemler oldu efendim çok gittiğimiz zamanlar oldu. Namaz vakti geldi, müsaade istedim, bir tarafta namazımı kıldım. Ya burası kamu sahasıdır, namazımı ben terk edecektim orada? Onu söyle bana. Ha bu neyse, başörtüsü de budur. Ha başörtüsünü, niye? Ben namazı devlet adına kılmadım, nefsim adına kıldım. Oradaki işi insanlar adına da kılmadım. Ben mesul olduğum için, rabbimle benim aramda. Ben orada da bunu kılarım, cumhurbaşkanlığında da kılarım, kabirde de kılarım, sokakta da. Bu benim inisiyatifime kalmış iş. Ha başörtüsüne gelince, eğer inancı “bu bir inanç gereğidir” diyerek bunu başına inandığı için örtüyor ise, nerede isterse bunu örtebilir. Bilakis buna mâni olmak, laikliğin ihlalidir. Niye? Laiklik aynı zamanda devleti korumak ve dini de korumaktır. Anlatabildim mi?
Şimdi bu muvaceheden olaya baktığımız zaman, efendim, meselenin halli bu boyutlarda tartışılması, mütalaa edilmesi, müzakere edilmesi; her şeyin hakkının, hukukunun tanınması lazımdır diyor, efendim bu konuda da milletimizin şeye düşmemesini tavsiye ediyorum; fitneye, fücura düşmemesini. Zaten herkes bir taraftan ülkeyi bozmaya, yıkmaya, batırmaya çalışıyor. Biz kendimize gelelim, aklıselime, selimle hareket edelim ve inşallah bunları zamanı gelince de milletçe hep beraber; hukukçusuyla, felsefecisiyle, öğretim görevlisiyle, ne bileyim, hamalıyla, çöpçüsüyle, amiriyle, cumhurbaşkanıyla el ele, beraberce halledelim inşallah diyorum efendim. Allah bugünleri göstersin efendim.
Ya bu şimdi ne oluyor? Bunu istismar ediyorlar. “Bak, bunlara yaptırmıyor.” Ne yaptırmıyor ya, ne alakası var yapmak yapmamakla beraber? Yani asıl gündemi gizlemek için bunlar sahneye atılıyor, tiyatro oynanıyor. Hadise budur. Ha bu tiyatroyu bazısı bilerek oynar, bazısı bilmeyerek oynar. Yani bazısı farkında olmaz, o kendine göre bir icraatta hukuk adına bulunur ama içtihadı doğrudur, yanlıştır; kendini ilgilendirir yani. Olay budur yani. Bunlar hukuki sahada halledilecek konular. Bunları halletmiyorsun, getirip milletin önüne dedikodu şeklinde atıyorsun. İktidar isen niye muktedir değilsin? Değilsen, lütfen çekil. Muktedir olanlar gelsin. Kınamayı kim yapar? Vatandaş yapar. Yapmaması lazım değil, yapamaz. Bu hak yok onun. Niye iktidar oldu? O zaman çıksın ilan etsin, desin: “Türkiye'de Despotizm var, Türkiye'de Komünizm var, Türkiye'de diktatörlük var…” neyse. Böyle bir şey yoksa icraatı yapsın, kendini gizlemesin. Ha sen şimdi eğer dış kaynaklardan talimat alır, kendini setretmeye çalışırsan, böyle çalım atarsın millete.
İnsanların İhtiyaçları Sınırlı, Kaynaklar Sınırsızdır
Şimdi efendim, şunu çok iyi görmemiz lazım. Bu ana kadar bizde ekonomi bilmi hep Batı patentli olarak önümüze geldi. Batı hayatı nasıl tanıyor, hayatı nasıl telakki ediyor ise, o şekilde yaptığı değerlendirmeleri yapıyor. Bir defa Batı, insana ait olan ekonomi biliminin temelde yanlış bir temel üzerine düşüncelerini bina ettiğini tespitle yola çıkalım. Yani Batı dünyası insanı tanımıyor. İnsanı tanımadığı için de bu yaptığı tespitlerde ciddi derecede bir yanılgıya düşüyor. İnsanı Batı tanımıyor. Tanımadığı için de diyor ki: "İnsanın” diyor, “ihtiyaçları sınırsızdır." Yani şunu demek istiyor: “İnsan” diyor, “o kadar yer ki bunu doyuramazsın.” Hâlbuki realitede, gerçek olan da nedir? İnsan günde üç defa yer, dört defa yesin, beş defa ula, on defa yesin. Yani insanın günde bin defa yemesi mümkün mü? Yani sınırlıdır insanın yeme ihtiyacı ve öğünlerle beraber de tayin edilmiştir, tespit edilmiştir. O bir tarafa, insanın giymesi, ihtiyaçlar bunlar. Değil mi? O da nedir? Onlar da sınırlıdır. Senin bir takım elbisen olur, on takım olur, bin takım elbisen olsun... Yani insanoğlunun ihtiyaçları, efendime söyleyeyim, sınırlıdır. Ama mesela ısınma diyelim, o tabiat şartlarından o da sınırlıdır. Fakat bunların kaynakları, gerek yemek, gerek giymek, gerek ısınmak. Hangi ihtiyacını önünüze koyarsanız, koyun, binlerce kaynak gösterebilirsiniz. Bunlar bilinenler. Bir de ilmin gelişmesiyle, tekniğin gelişmesiyle, teknolojinin gelişmesiyle bu kaynakları daha da çoğaltabilirsiniz. O hâlde denilecek olan şey nedir, biliyor musunuz? İnsanların ihtiyaçları sınırlı, kaynaklar sınırsızdır. İşte biz bunu söylüyoruz: Kaynaklar sınırsız ve de sonsuz. Bugün dünyadaki bütün insanlığın yemesi, içmesi, giymesi, ısınması için kaynaklar o kadar fazla ki... Nereden işe girerseniz girin. Bir hayvansal olarak düşünün, istediğiniz kadar var. Ne bileyim, gıda maddesi olarak, tarım ürünleri olarak düşünün, istediğiniz kadar var. Giyim eşyası, tekstil olarak düşünün, istediğiniz kadar var. Ama bunların bölüşümü, paylaşımı adaletsiz. Tamam mı? O ayrı konu. O nereye bağlı? İnsan olmaya bağlı. Yani o insanın ihtiyacı, karşılığını bulamıyor. Buna bağlı değil. Peki, insanda ne var? Tatminsiz, doyumsuz olan nedir? İhtirastır. Batı, insanı tanımadığı için ihtirasla ihtiyacı yer değiştirdi. İşte bu ihtirasını doyurmak için zannetti ki ihtiyaç bunadır. Ha bire, insanın kaynakların üzerine yürüdü. Onun için bu kaynaklar “sınırlı” denmesi bakımından, bunlar "sınırlıdır" denildiği için de ne yapıldı? Ya işte şu şu ürünler var, şu kaynaklar var... E, tamam, bunlar madem sınırlıdır biz bunları millet olarak, devlet olarak kendi tasarrufumuza almalıyız. Şimdi Batı mantığına dikkat edin: Bu ihtiyaçlar sınırsız olduğu mantığından hareketle bütün dünya coğrafyası taksim edilmiştir. Asya’sından Afrika’sına kadar, Avrupa’sına kadar, Amerika’sına kadar bunlar taksim edilmiştir. Niye, biliyor musun? Diyor ki: "İhtiyaçlar sınırsız.” Nerede bu ihtiyaçlarımı karşılarım? Afrika’da karşılarım efendim, Asya’da karşılarım efendim, Uzak Doğu’da karşılarım efendim, Orta Asya’da karşılarım. Derken, bütün bu kaynakların paylaşımı konusunda dünyayı kana boğdular. Bu anlayış, bu temel farktan dolayı dünyayı kana boğdular. Hâlbuki bunun aslı ise: “Kaynaklar sonsuz, ihtiyaçlar sınırlıdır.” Eğer bu şekilde bir durum olsaydı, insanlardaki merhamet ve adalet düşüncesi öne geçer; bunlar çok güzel bir şekilde insanoğluna tevdi edilirdi. E, bugünkü gözyaşları bu sebepten akmazdı, kan dökülmezdi ve insanların hayalleri yıkılmazdı. Bu sebeple biz dedik ki: Efendim, insanların ihtiyaçları sınırlı, kaynaklar sınırsızdır. Mesela hangi kaynağı ele alırsan al, hakikaten sınırsız. Yani iki tane, üç tane koyunla yola çık, on sene sonra bir yüz tane, bin tane ediyor. Bilmem anlatabiliyor muyum? Şimdi kaynaklar sınırlı olunca paylaşımda o zaman sen de devreye giriyorsun, ben de. Diyor ki: “Muharrem’in devrede olmaması lazım. Muharrem’in sülalesinin devrede olmaması lazım.” Dünyaya gelme hakkını elinden alıyor; dünyaya gelemez. Doğum kontrolünün temelindeki ana fikir budur. Anlatabildim mi? Hâlbuki o insanları biz yetiştirip hem eğitsek, hem öğretsek kaynakları sınırsız hâle getirir; insan emeğini devreye koyarak, sonsuz kaynaklarla şu dünyada yaşayan insanların en az on misline her sahada, her konuda imkân hazırlarız diyorum ben efendim.
Para, Emek ve Üretimin Karşılığıdır
Şimdi efendim, para aslında emek ve üretimin karşılığıdır. Ama liberal mantığa göre, kapitalist mantığa göre yani para, para kazanan bir oyun vasıtasıdır. Binaenaleyh, bu sistemlerde işte sermaye piyasasındaki oyunlar, faizcilik sistemi meşru hâle geliyor. Böylece para tekelleşiyor. Aslında para nedir? Para bir emektir, bir efendime söyleyeyim üretimdir. Siz şimdi emek ve üretimi belli ellerde bloke ederseniz, işte Batı mantığı burada ortaya çıkıyor. O zaman insanların olması gereken üretimi, olması gereken emeği, para vasıtasıyla belli ellerde tekelleştiriyorsunuz. Biz bunu, tamamen faiz anlayışını kökünden reddederek, her insanın emeğinin devreye yani işinin devreye konması, üretiminin karşılığı olarak parayı tespit ediyoruz. Esasen para, efendim, çeşitli evrelerden geçmiş bir mazisi vardır. Mesela öyle olmuş ki metal döneminde olmuş para. Mesela maden bir değer takdir edilmiş. O madenin, herhangi bir kıymetli madenin değeri nispetinde satın alma gücüne malik olmuş. Öyle bir dönem olmuş ki altın karşılığında, bugünkü kâğıt para dediğimiz para basılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri, altın para sistemine geçildiği zaman, kendi elinde olmayan kadarıyla beraber para basıyor. Fransız devlet başkanı bunu tespit ediyor. Bunun üzerine özür diliyorlar. Yani olması gereken diyelim 100 milyar dolar paraysa, 1 trilyon dolar para basıyor. Çünkü elinde o kadar miktarda altını oluyor, kabul edelim. Bu kadar parası yok. Bunun on misli fazlasını basıyor diğer taraftan öyle bir dönem geliyor ki Amerika Birleşik Devletleri diyor “ben bastım” diyor, “bu paradır” diyor “kabule mecbursunuz.” Bunu da 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Nagazaki ve Hiroşima’ya bomba attıktan sonra, yani “Dünyanın dev ülkesi, lider ülkesi benim” mesajını veriyor. Dünyada hiçbir devlet de kalkıp “Hayır, sen değilsin” diyemiyor. Böylece bununla beraber, Amerika Birleşik Devletlerinin parası, dünya parası hâline geliyor. Yani Türkiye’nin parası, Amerika’nın parasıdır, kabul edenler için. Dolar hâkim, niye hâkim? Biz de onların inisiyatifinde olayları değerlendirerek Merkez Bankası senyoraj hakkını kullanma imkânını, efendime söyleyeyim, iptal ediyor. Böylece olması gereken Türk Lirası’nın yerine biz maalesef kalkıyoruz, dövizi transfer ediyoruz. Mutlaka piyasada para hareketinin olması lazım ki ticaret olsun. Para hareketinin olmadığı yerde ticaret olmaz. Para, vücuttaki kan gibidir. Şimdi bu kan vücutta yok, ne yapacaksın? Efendime söyleyeyim, bunun yerini dolduracaksın. Ya vücudun bizzat bunu imal etmesi lazım veyahut dıştan vücuda bu kanın zerk edilmesi lazım. Biz vücudun imal etmesine müsaade etmiyoruz. Yani devlet olarak senyoraj hakkımızı kullanmıyoruz.
Türkiye’deki Enflasyon Talepten Değil, Üretim Maliyetlerinden Kaynaklanıyor
Şimdi emisyonun genişletilmesi, üretimin mukabilidir, emeğin mukabilidir. Enflasyona kesinlikle yol açmaz, anlatabiliyor muyum? Ben bunu ciddi şekillerde cevaplandırdım konferanslarımda. Şimdi düşünün ki siz bağınıza bir çuval mısır ekiyorsunuz ama ektiğiniz mısırın karşılığında aldığınız ürün miktarı en az on çuvaldır. On çuval mısırın bir çuvalına siz para veriyorsunuz, dokuz çuvalına para vermiyorsunuz. Peki, bir çuval mısırı parayla toprağınıza atarken elde ettiğiniz dokuz çuval mısırın parası nerede? İşte emisyon ve senyoraj hakkıyla beraber bunu devletin itmam etmesi lazım. Bundan dolayı para kıtlığı piyasada görülüyor. Yani bundan dolayı piyasada enflasyon olmuyor ya, bilakis deflasyon oluyor. Para olmadığı için alım gücü zayıflıyor, alım gücü düşüyor. O zaman imalatını adam zararına satıyor. Deflasyon oluyor. Yani enflasyon olacaktır endişesini veren ekonomik anlayışlar aslında deflasyonu körüklüyor, stagflasyonu körüklüyor. Yani bütün bunların temeli, yanlış bir anlayış üzerine bina edildi. Artı, Türkiye’de olan enflasyon bir talepten kaynaklanmıyor. Enflasyonun olması için de arzın talepten fazla olması lazım, tamam mı? Talepten az olması lazım. Talep fazla olunca, arz az olur. Dolayısıyla sizin de talebiniz fazla olduğundan, satıcı “Ya nasıl olmazsa elimde on tane var, alıcı yüz tane” devamlı fiyatını artırır. Böyle bir enflasyon yok. Nasıl bir enflasyon var? Maliyetten doğan enflasyonlar var. Nedir bu? Kira giderleridir. Nedir bu? Efendim, vergilerdir sigorta vergisidir, maliye vergisidir, hammadde giderleridir, ne bileyim işçi giderlerinizdir vesaire vesaire... Bütün bunlar gelir, imal ettiği mamulün üzerine ilave edilir ve bunlar enflasyonu vücuda getiriyor bugün Türkiye’de. İmalat giderleri çok ağır olur, bunları aşağı çekmek lazım. Bunlar aşağı çekilmedikten sonra, enflasyon tedbirlerinin tamamı pansiyon tedbirlerdir. Bir müddet önüne geçtik zannedersin ama piyasayı serbest hâlde bıraktığın zaman yine enflasyon bir anda patlak verir, gider. Yani “şu anda biz yüzde 5’e indirdik, yüzde sıfıra indirdik…” Vatandaşın cebine para girdiği zaman, eğer karşılığında senin ürünün yoksa, talep birden patlar ve o korktuğun enflasyon bu sefer gerçekten hortlar. Yani bu farklı, bu farklıdır. Onun için bunun önüne geçmek hükümetlerin vazifesi, hükümetimizin vazifesi. Ne yapacaktır? Gelir vergisini aşağı çekecektir, sigorta vergilerini aşağı çekecektir, efendim hammadde giderlerini ucuzlatacaktır, enerji giderlerini ucuzlatacaktır, ne bileyim kira giderlerini ucuzlatacaktır. Kısaca aşağı inmesi yani kredi faizleri ucuzlayacak ve enflasyon aşağı düşecek bu takdirde. “Dünyanın en yüksek faizini işleten Türkiye’de enflasyon aşağı düşüyor.” Bunlar hikâye ya. Böyle bir şey olmaz.
Devletin Gelir Kaynakları Satıldı, Yükü Vatandaşa Vergiyle Yüklendi
Şimdi tabii Türkiye’de, bilhassa son zamanlarda globalleşme adı altında bir takım tedbirler, tedbirler değil ekonomiye cinayet saldırıları yapılıyor. Nedir bunlar? Devleti yükten güya kurtaracaklar. Devleti ticaretten çekecekler. Devlet çok ciddi yatırımlar yapacak. Neymiş bu yatırımlar? Alt yatırımlarmış, altyapı yatırımlarıymış. Eğitim giderlerini devlete yüklüyorlar, güvenlik giderlerini devlete yüklüyorlar. Yani ana giderleri devlete yüklüyorlar. Kâr getiren giderleri sağlayan kurum ve kuruluşları da özelleştiriyorlar. Şimdi bu özelleşmeyle devlet bütün gelirlerini elinden çıkartıyor, çıkarttı yani. Elinden, mesela, birçok çimento fabrikası vardı. Şu anda devlete bir şey kaldı mı? Şeker fabrikası vardı, devlete bir şey kaldı mı? Mesela Telekom’du, şuydu, buydu... Evet, bunları sayabilirsiniz. Hâlbuki bütün bunlar, devlete ve çalışanlara ait bir gelir kaynağıydı. Devlet bu yükleri, bu kurumlarla beraber yok ediyordu ve bunlardan artı gelirle beraber, gerek millî güvenliğinde, gerek eğitiminde bir girdisi oluyordu. Şimdi ise bütün bunlar elden çıkmış vaziyette. Ne olacak? Bunların karşıladığı giderleri kim karşılayacak? Bu sefer devlet karşılayacak. Nasıl karşılayacak bunları devlet? Kalkacak, vatandaştan aldığı vergiyi arttırmak suretiyle karşılayacak. Dün aldığı vergiyi bugün mutlaka artırması lazım, vergi üstüne vergi koyması lazım. Aksi takdirde bütçe açığı veriyor. Bütçe açığı verdikten sonra, yılsonundan itibaren veya birkaç ay içerisinde yine ek vergilerle beraber bunu kapatıyor. Yani vatandaşın sırtına, bu sefer ne oluyor? Az gelirli vatandaşın sırtından alınan vergiler, o daha evvel devletin faydalı ve devlet için kârlı olan kurum sahiplerine gelir transferi olarak yükleniyor, onlara kayıyor bütün bunlar. Yani bir taraftan alıp devlet bir tarafa verme gibi bir mükellefiyetin altına giriyor. Bu da yetmiyor. Bu sefer devlet kalkıyor, bunlara borçlanıyor, borç alıyor bunlardan. Çünkü yaptığı yatırımların karşılığında gücü yok, elinde parası yok. Kimden alacak bunu? E vergi aldı, olmadı, yetmedi. Daha ne yapacak? Dün, efendim, kurumunu sattığı adamın kapısına gidiyor, “Bana para ver” diyor. İç borçlanma dediğimiz borçlanmanın bir kısmı da böyledir. Global güçlerin birçoğu bunlara, mesela IMF, şart koşuyor. Diyor: “Filan, filan, filana satacaksın bunu.” Niye? Global güçlerin adamları bunlar da ondan. Yani hepsinin bir ortaklığı var. Kısaca, işi fazla uzatmayalım, bu anlayış efendim Türkiye’nin ekonomisinin düzelmesine imkân tanımaz, yaa, batırır.
Üretimi Artırmadan Önce Tüketici Kesimi Ayağa Kaldırılmalıdır
Şimdi efendim, olay şu: Bugün Türkiye’de imalat problemi yok. Mesela KOBİ’lere verilecek olan kredilerden ben bahsediyorum. Bu KOBİ’ler için çok şey cazip görülebilir ama altında yatan çok ciddi bir hastalık var. Sıfır faiz de alsa, değil mi ki bu KOBİ’ler için borçtur. Yani çok cüzi bir faiz de alsa değil mi, KOBİ’lere verilen bir borçtur. Türkiye’de pazar yok, pazar. Yani bizim köylümüz, işçimiz, çiftçimiz, memurumuz, esnafımız pazar olmaktan çıktı, tüketim yapamıyor. Bir ülkede tüketimin olması için bu tüketim yapan iradenin ciddi şekilde geliri olması lazım. Soruyoruz: Bugün işçinin geliri ne mertebede? El cevap: İyi değil. Memurun geliri ne mertebede? Cevap: İyi değil. Esnafın durumu nasıl? Cevap: İyi değil. Şimdi burada anlatmak istediğim şu: Yani tüketim olması lazım ki üretim para etsin. O bakımdan diyorum ki ben, eğer siz üretimi artırır, tüketimi yapacak olan zaten yapamayan, vazifesini tüketim konusunda yapamayan bu insanların önüne pazar olarak malınızı sürdüğünüzde, gene netice bugünkünden farklı olmayacak. Ha bunu yapmak istiyorsanız, evvela tüketen kesimi ayağa kaldırın. İşçinin cebine yüzde altı değil, yüzde yetmiş altı, yüzde yüz para koy. Memurun cebine yüzde yüz yüzde beş, yüzde on değil; yüzde yüz para koy. Ha o zaman sen KOBİ’lere kredi mi vereceksin? Bak nasıl piyasa harıl harıl işliyor, çalışıyor. Ha şu anda bir şey yok. Gideceksin senet sepet yapacaksın, zamanı gelecek kimse bunu ödeyemeyecek. Bu şekilde, KOBİ’lerin de batmasının bence maalesef bilmeden imkân ve fırsatını tanımış olacaksın. Ben o bakımdan diyorum. Yoksa KOBİ’lere yardım edilmeyecek mi? Elbette edilmesi lazım. Ama pazarı hallettikten sonra, tüketimi iyi bir noktaya taşıdıktan sonra, tüketici vazifesini yapma noktasına geldikten sonra. O zaman sen onun cebine istediğin kadar parayı koy, o da istediğin kadar para kazanmış olur.
Türkiye, Bağımsızlığını Korumak İçin Kuvâ-yi Milliye Hareketi Etrafında Bir ve Beraber Olmalıdır
Çok fazla konuşmamıza gerek yok. Türkiye kuşatıldı. Tamam mı? Hem coğrafyası, hem devleti, hem kültürü, hem siyaseti; Türkiye kuşatıldı. Türkiye, bağımsızlığını korumak, kollamak noktasında, Kuvâ-yi Milliye hareketinin etrafında bir ve beraber olmaya mecburdur, memurdur. Türkiye batma noktasına gidiyor, hiç kimse bunu gizleyemez. Az evvel söyledim, 250 milyar dolarlık iç borç, iç ve dış borç toplamı bir yılda 50 milyar dolar artıyor ise çok ciddi düşünmemiz lazım. Ki işçiye mi biz para verdik, memura mı para verdik, orman köylüsüne mi para verdik, denizciye mi para verdik? Ya onun hesabını sormak ayrı. Kısaca, bu gösterge hayra yönelik bir gösterge değil. Milletimiz kendine gelsin, olayı çok iyi mütalaa, müzakere etsin. Eğer alacaklılar, efendim, alma hususunda Düyûn-ı Umumiye dönemindeki psikolojiye takınır, efendim, işgallere teşebbüs ederlerse Allah muhafaza etsin hepimiz dağa çıkmak mecburiyetinde kalabiliriz. Ben, bizi takip eden kardeşlerimize hayırlar diliyor, saygı ve hürmetlerimi arz ediyorum efendim. Geceleri hayırlı olsun, sahurları mübarek olsun.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız