
Neler Okuyacaksınız
Gerçek Hürriyet, Sadece Allah’a Kullukla Mümkündür
Efendim programınızı biz her hafta zevkle izliyoruz. Evvela başarıyla yürüttüğünüz bu program münasebetiyle başta zât-ı hallerinize saniyen Meltem ailesine teşekkür ediyorum. Tebrik ediyorum. Ve bizi takip eden kardeşlerimize de saygılarımı arz ediyorum.
Şimdi kulluk esasen insanın yaradılış gerçeğidir. Yani bizim bu âleme gelmekteki maksadımız nedir? Bir kutsi hadis-i şeriflerinde Cenâb-ı Hak, Resulullah'ın lisanından, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim ve mahlûkat halk ettim.” Şimdi kâinat, bu âlem yoktu. Bunun yaratılmış olmasının asıl hikmeti orada bulunan varlıkların onu tanıması, onu bilmesi ona kul olması içindir. Yani bizim yaratılış gerçeğimiz Allah'a kul olma kulvarında mânâlanıyor. Şayet biz bu nükteyi bir an dahi olsa kaybettiğimiz zaman varlık hikmetimiz ortadan kalkıyor. Nitekim bir ayet-i kerimede Rabbimiz Teâlâ, Esteuzubillah, “Ve ma halaktul cinne vel inse illa li ya'budun.” “İnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım” buyuruyor Allah. (Zariyat Suresi, 56. Ayet) Yani bizim yaratılış sebebimiz bu. Çünkü Allah bu âlemde çeşitli varlıklar yaratmış. Denenmek için de iki sınıf varlık vücuda getirdi. Bunun bir tanesi cinlerdir, diğeri de insanlardır. İnsan, cinler de denenmiş olmasına rağmen cinden de çok üstündür, melekten de üstündür. Şayet imtihan-ı ilahiyi kazanabilirse. Bu mananın zuhuru yani bizim üstünlüğümüz Allah'ın emirlerine imtisalimiz, bağlanmamız oranında değer kazanıyor. Ne kadar bağlıysak o kadar değerliyiz. Ne kadar uzaksak biz o kadar manamızdan çok şey kaybedebiliyoruz. İşte asıl kulluk da insanın samimiyet ile Allah'ın emirlerine bağlanmasında gizlidir. Ve hürriyet de bu bağlılıkta oluyor. “Neden” diyeceksiniz? İnsanoğlu kabul etse de etmese de bazı duyguların esiridir. Yani siz “ben hürüm” diyen insanın mutlak hür olduğuna inanıyorsanız kendinizi yanıltıyorsunuz. İnsanoğlu mutlak hür değildir. Düşüncelerin, fikirlerin, kanaatlerin esiridir, bilgilerin esiridir, duyguların esiridir insan. İnsan hayatına o duyguların, o bilgilerin ne bileyim o inançların istikametinde yön verir. Yani siz bir duygusunuz, bir fikirsiniz, bir manasınız. O sizin akıl, irade dünyanıza hükmediyor. Şimdi aklınıza, iradenize hükmeden bir fikir, o zaman sizin amiriniz, siz de onun tabiri caizse memurusunuz. Yani sen onların esirisin. Anlatabildim mi?
Şimdi insanoğlunun kendi iç tabiatında böyle iki tane çok asil duygu var. Birisi onu meşru yola, diğeri de gayrimeşru yola sevk ediyor. Bu her insanın iç tabiatında mevcut olan ana güçtür, ana duygulardır, düşüncelerdir, fikirlerdir. Şimdi kulluğa “evet” demiş insan, Rabbiyle arasındaki köprüyü kurar. Neyle kurar? İbadetle, taatle kurar. Yani o güzel duygularla Allah arasında bir köprü kurar. O duyguların esiri olur. Bir manada Cenâb-ı Hakk'ın emrine imtisal ettiği için ona kul olur. Bir manada da Allah'ın esiri olur. Fakat şimdi hürriyet de burada gizli, bu esarette gizli. Nasıl? Ayet-i Kerime'de Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Fezkuruni ezkurkum” “Beni zikret, ben de seni zikredeyim.” (Bakara Suresi, 152. Ayet) Şimdi bir insan Allah'ı andıkça, onu hatırladıkça, onu unutmadıkça kalp kulvarından, kalp yolunu ona yürüyor. Siz onu andığınız ölçüde az evvel okuduğum ayette beyan edildiği veçhile o da size, “Ne var kulum?” diyor, cevap veriyor. Onu hissettiğiniz, onu kendi iç tabiatınızda duyduğunuz sure içerisinde koşuyorsunuz. Bu sefer yaptığınız kulluktan zevk alıyorsunuz. Buna dini literatürde “feyiz” denir, “muhabbet” denir, “aşk” denir. Alıyorsunuz, aldıkça da yine o kulvarda ısrarla yürümeye çalışıyorsunuz. Yine “Allah” diyorsunuz, “La ilahe illallah” diyorsunuz. Tamam mı? Bu sefer o Allah öyle bir tecelliyle sizin kalbinizi, onu anan, onunla beraber olmak isteyen kulların kalbini öyle bir ihata ediyor ki, bu sefer o kul kendini unutuyor. Öyle bir zevki manevi ki, zaten hürriyette huzur vardır, saadet vardır, mutluluk vardır. O mutluluk nerede oluyor? İnsanın Rabbiyle, onun tecellileriyle beraber olduğu anda vardır, onun dışında yoktur. Onun dışındaki az evvel söylediğim gibi esarettir. Şimdi bazı insanlar çok şey yapmanın hür bir davranış olduğu kanaatine varırlar. Ama görürsünüz ki çok şey yapmakla alabildiğine baştankara hür olduğunu zanneden insan korkunç bir kaosun, bir buhranın, bir bunalımın esiri oluyor. Öyle değil mi? Günlük hayatımızda bu böyle. Ve bu insan adeta nereden nereye kaçacağını bilmiyor. Onun için de eroin, efendime söyleyeyim içki, kumar, affedersiniz kadın… Yani kendini oyalayabilmek, daha doğrusu kendini unutabilmek için çeşitli yolları deniyor. “Hür oldun” dediğin yolda, “hür oldum” dediğin yolda asıl esareti yaşıyorsun. Kendine ait olmayan. Anlatabildim mi? Daha doğrusu nefsinizden sizi kendi tasarrufu altına almak isteyen duygular esiri oluyorsunuz. Bir başka manada şeytanın esiri oluyorsunuz. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk'a kullukta bu esaret tamamen yok oluyor. Onun emirlerine imtisal ederek ona ram oluyor, ona kul oluyorsunuz. Ona yürüdükçe, ona vasıl oldukça o tecelliyle, o hürriyetle, o aşkla, o muhabbetle iç içe oluyorsunuz, yaşıyorsunuz ve gerçek hürriyeti yaşıyorsunuz. Bu manada onun için biz hürriyetin aslının Allah'a kulluk olduğunu ifade ediyoruz diyorum efendim.
Big Bang Teorisi, Tarihi Materyalizmi Temelinden Çökertmiştir
Şimdi her şeyden evvel ben sadece bu asrın değil bütün asırların maneviyat asrı olduğu, bunun dışında yaşanan asırlarda yine tekrar ediyorum hürriyetin ve bağımsızlığın olmadığı, bu münasebette insanın devamlı surette bunu arayacağı gerçeğinin bilinmesi şarttır diyorum. İlim araştırma vakfının bu konuda yaptığı çok güzel yayınlar var, yaptıkları seminerler var, verdikleri konferanslar var. Bizi takip eden kardeşlerime tavsiye ediyorum mutlaka ilgili kurumla alaka kursunlar, ilgi kursunlar, bu çalışmalardan istifade etsinler. Şimdi asrımız gerçekten bilimle birlikte çok mükemmel bir iradenin, fevkalade bir kudretin, kuvvetin varlığının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Hâlbuki daha evvel tarihi materyalizme göre şöyle inanılıyordu: “Madde ezeli ve ebedidir. Maddenin dışında hiçbir gerçek yoktur.” Yani bütün gerçekler maddeye aittir. Onun için de Diyalektik maddecilik ki bu Karl Marx'ın eseridir. Marx'tan sonra fevkalade bir tavan bulmuştur. 1917 yılından sonra da Lenin ile birlikte bu hareket Rusya'da iktidar oldu. Malum Balkanlar'da Romanya olsun, Bulgaristan, Macaristan gibi devletler de bu propagandanın esiri olarak komünist oldular. Şimdi Marx'ın iddiası neydi? Diyalektik materyalizmin iddiası neydi? Diyalektik materyalizm ki sadece madde evrim geçirmiyor ya, beşer tabiatı da evrim geçiriyor. Diyalektik dediği malum Yunanca bir kelime. Peki, bu ne oluyor? Mesela insanlar Klan dönemi yaşamışlar sosyolojik olarak. Oradan Feodal döneme geçmişler. İşte Kapitalist dönem yaşanmış. İddia şu: Asıl ideal toplum Komü dönemidir; yani komünizmin hâkim olduğu, yaşandığı dönemdir deniliyor. Bunun en büyük engeli de kaderciliği insana ikna eden dindir. O bakımdan din insanoğlu için, toplumlar için ciddi bir afyondur. Tamam mı? Şmdi bu çok ciddi bir tez idi. Bu tezin hemen hemen etkisinde dünyada ve Türkiye'de olmayan insanımız da çok az denecek nispetteydi. Her ne kadar İslami geleneğe göre itikadını, inancını yaşayan kardeşlerimiz var olmuş olsa bile, fevkalade bir propaganda üslubuyla bu düşünce maalesef dünyada kendini hâkim noktaya getirmiştir. Bugün milyarlık ülkelerin dahi aynı düşüncede olduğunu, aynı rejimi hayata geçirdiklerini görüyoruz. Fakat 1929 yılında çok enteresan bir gelişme oldu. Efendim bu, Durgun evren teorisinin hemen hemen sonuydu. Neden? Amerikalı astronom bu Kaliforniya'da bir gözlem evinde Edwin Hubble, herhalde Hubble okunuyor. Ben İngilizce bilmediğim için. Bu adam yıldızları incelerken bazı yıldız kümelerinin kızıl ışık süzmeleri yaydığını tespit ediyor. Şimdi deney yaptığı noktadan bu ışık süzmelerini, kızıl ışık süzmelerini tespit etmesi deney yaptığı noktadan uzaklaştığını; eğer mor renk yayın yapmış olsalardı o noktaya yaklaştığını tespit edecekti. Bu bir fiziki kural, kaide. Bakıyor ki kızıl ışık yayımı yapıyor, süzmeleri yapıyor yıldız kümeleri, yıldızlar. “Ha demek” diyor, “yıldızlar yüzüyor, devam ediyor.” Gidiş hani bir seyir halinde. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerim'in de, Esteuzubillah “Ve kullun fi felekin yesbehun.” “Ne kadar yıldız varsa bunlar bir yüzme halindedir, devamlı yüzerler” diyor ayet-i kerimede. ( Yasin Suresi, 40. Ayet) Bakın bu gerçeği biz 1929 yılında ilim olarak ancak tespit edebilmişiz. Yani Allah'ın beyanı 14 asır evvel bütün kâinatın böyle yüzdüğü noktasındayken, biz 1929 yılında… Hubble'ın bir başka tespiti de yıldızların birbirinden de uzaklaştığı noktasındaydı. Tamam mı? Bunu da tespit ediyor. Böylece şu karara varılıyor: “Demek ki kâinat devamlı surette bir genişleme, bir balon gibi efendime söyleyeyim dönemi yaşıyor yani devamlı genişliyor.” “O halde” diyor “biz geriye dönüp ilk başarı ucu edersek nereden bu yüzüş, bu seyir başladığını bulabiliriz. O zaman hakikaten genişlemeyi tersine...” Bir nokta haline. O zaman sıfır nokta sonsuz enerji veyahut da yoğunluk diye bir fiziki kuralın ortaya çıktığı tespit edilmiş oluyor ki, bu ne oluyor? Yokluk yani zaman ve mekânın olmadığı sıfır hacim olunca, sıfır hacim bir yokluk, zamanın ve mekânın olmadığıdır. Bu adam bunu ispat ediyor. O zaman maddeciler diyor ki: “Öyle bir şey olsaydı o zaman bunun alametleri olurdu” ve bunun olması için de ifade buyruluyor. “Big Bang” denilen bir yani ilk şiddetli patlama, bir patlamayla bu âlem var olmaya başlıyor. Bu kâinat var olmaya başlıyor. Öyle bir hızla hareket ediyor ki bu hız saniyenin milyonda biri kadarından daha fazla olmuş olsa dağılma olacak. Şu andaki kompozisyon birlik beraberlik olmayacak. Çekim gücünü aşacak ve bu denge temin edilemeyecek. Dökülecek yani. Hayır, öyle değil. Daha az olsa bu sürat saniyenin milyonda bir kadarından, kadarlık zamanı içerisindeki hızından daha az bir hız ile hareket etse bilim adamları söylüyor bunu. Nötron çöküşü ile beraber yani merkezi çekim kuvvetine mağlup olacak, bir anda efendim bu kâinat yok olacak yani bir anda büzüşecek, bir noktaya toplanacak. Yani öyle bir denge ki bu, bu dengeyi kim koymuştur? “O zaman ve mekânın ötesinde üstünde bir iradenin varlığını” diyor, “ispat ediyor.” Şimdi bu ispat yani bu bir Big Bang teorisi tarihi materyalizmi temelinden yok ediyor. Hâlbuki maddeciliğe göre, “Ezeli ve ebedi olan sadece maddedir.” Bir bakıyorsunuz ki bu anlayış kendiliğinden yok oluyor. Neden? Sıfır hacim ilmen tespit edilince demek ki kâinat yok. Bu genişlemenin, bu büyümenin tersine dönüşü onun sıfır noktasından çıktığının alamet ve de işareti yani mantık kurallarına göre, fizik kurallarına göre… Sıfır hacim sonsuz yoğunluk. Hülasa ilim Cenâb-ı Vacib-ül Vücut hazretlerinin varlığını istese de istemese de ispat noktasında kalıyor. “Peki” diyorlar, “mademki bu patlama olmuştur her patlamada bir radyasyon ortaya çıkması lazım.” Ve 1900'lü yıllarda bu 84 olabilir şu anda tam hatırımda yok veya 74 olabilir. Amerikalı astronomi uzmanları uzaya gidiyorlar. 8 dakikanın içerisinde yeryüzünde olan bu radyasyonun eşinin de semada olduğunu gökyüzünde olduğunu tespit ediyor. Dolayısıyla ilim olarak da bir patlama neticesinde bu âlemin varlığı anlatılmış oluyor. Hülasa bu bir başka bir mevzu bir başka konuda ehil arkadaşlarımız tarafından detaylı olarak anlatılır. Benim burada vurgulamak istediğim şu: Fizik ilmi de başta olmak üzere, bütün ilimler bu âlemin kaçınılmaz olduğu noktasında yani yaratıcısının varlığı, mevcudiyeti noktasında hemfikir olmuştur. Artık tarihi materyalizm iddiasını kaybetmiştir. Tarihi materyalizmden hareketle ortaya atılan beşeri teoriler, sistemler varlığını kaybetmiştir. O halde bir maneviyat asrının kaçınılmaz olduğunu söylemeleri kadar tabi bir sonuç yoktur. Yani bunun gereğidir bu. İfade edebildim mi?
Batı’nın İnanç Temelli Tutumunu Görmezden Gelmek Stratejik Hatalara Yol Açar
Her ne kadar biz Batı dünyasının materyalist olduğunu kabul ediyor ve iddia ediyorsak da, Batı toplumu Hristiyan'dır. Onun için dikkat edin ve de bakın, materyalizmi esas aldığı halde onu kendi hayatından dini çıkarmış olsa bile psikolojik olarak çıkarması ve de atması mümkün olmuyor. Batı dünyası özellikle orta çağda dini hayatın, daha doğrusu tefessüh etmiş hayatın, dini hayatın kendileri için zarar kaynağı olduğunu bilmelerine rağmen yine dindarların dini hayatın ehemmiyetine çok ama çok yer vermişlerdir. Özellikle kendi inançlarından olan insanların huzuru, saadeti, mutluluğu, refahı diğer insanlara nispetle birinci derecede gelir. Şimdi tabi bu insan fıtratından kaynaklanan da bir özelliktir. Yani siz isteseniz de istemeseniz de evvela yardım duygusuna kendi yakınınızdan başlarsınız. Yardım edeceğiniz insanlar kendi yakınınızdır. Koruyacağınız insanlar yakınlarınızdır, müdafaa edeceğiniz insanlar yakınlarınızdır. Binaenaleyh yani beşerin tabiatında bu mevcut, bunu atmanız yok etmeniz mümkün değil. Sosyolojik olarak bir realite, bir gerçek. Hatırlarsanız 1974 senesinde biz Kıbrıs'ta bir Barış harekâtına girmiştik. Bu Barış harekâtından evvel Kıbrıs'ta Müslüman Türk kardeşlerimiz Rumların ciddi derecede baskıları altında kalıyor. Her gün hemen hemen birçok insanımız hayatını kaybediyordu. Hatta bazen toplu katliamlar yapılıyordu. Ben çok iyi hatırlıyorum. Banyoda çocuklar boğulmuş. Bunlar gazetelerimizde teşhir edilmişti. O günlerde Batı'ya, Batı dünyasına bunları gösteren millet olarak tanıtan bizler Batı'nın “Hakikaten siz haklısınız” sözlerine çok şahit olduk. “Siz kesinlikle haklısınız. Doğru, Türklere Yunanistan'da ciddi baskılar yapılıyor, darbeler indiriliyor.” Fakat bu ne kadar zaman devam etti? 1974 senesinde Türkiye'nin Çıkarmasına kadar devam etti. Kıbrıs'a yaptığımız çıkarmayla bu tasdik etme, bu hak verme bir anda sona erdi. Bir anda sona erdi. O güne kadar haklı olan nasıl olur da sizler Kıbrıs'a çıkarma yapabilirsiniz. İki, müttefikimiz olan Almanlar ki orada bizim senelerce işçi kardeşlerimiz, Türk işçilerimiz çalışıyor. Almanya'nın bugün bu noktaya gelmesinin efendime söyleyeyim müsebbiplerinden biri de bizim Türk işçilerimizdir. Bendeniz 1976 senesinde Almanya gezim esnasında bir iş adamı arkadaşımızla yaptığım orada sohbette aynen şunu bana söyledi. “Biz dedi ilk defa buraya geldiğimiz zaman dedi şu gördüğünüz Duisburg'un en az yüzde 50 sanayi tesisi yoktu. Ve bu gördüğünüz yerler bataklıktı. Bunları işler hale getiren biz olduk.” Bakın bu kadar ciddi yardımlarımızın olduğu Almanya, hatırlarsanız 74 çıkarmasında bizi kabul etmedi. Ambargonun uygulanmasına karar verildi ve de onlardan bu ambargoyu uygulanan devletlerden biri Almanya oldu. Fransa “evet” dedi, İngiltere “evet” dedi, Amerika “evet” dedi. Baktığımız zaman bizim bu devletlerle ikili münasebetlerimizde hiç ters bir taraf yok. Ve devamlı surette birliğe, beraberliği elimizden geldik kadarıyla dikkat ettik, hukuklarını çiğnemedik, ihlal etmedik. Ama ortada bir gerçek vardı. Yunanistan, Hristiyan dünyanın şımarık çocuğuydu. Dolayısıyla Rumlar da onlardan bir parçadır. Bu değil midir ki efendime söyleyeyim Rumlar Hristiyan’dır. Müslüman olarak siz buraya nasıl çıkarma yapabilirsiniz? Gerçeğinden hareketle hepsini karşımızda buldu. Bosna'da bundan farklı bir durum görmedik. Yani Bosna'da hangi insanlar suçludur? Sırpların zalim olduğuna dünya zaten karar verdi toplu katliamlar olmasına rağmen. Ama o kadar insan öldükten sonra Batı'nın kılı kıpırdamadı. Kosova'da durum aynıdır. Geçiyoruz Balkanlar'da durum aynıdır. Hülasa şunu demek istiyorum. Yani misalleri çoğaltabiliriz, bunların çoğalmasına da gerek yok. Demek ki insanlık tarihinde asıl kavga eden dinlerdir. İnsanlar da bunların sözcülüğünü yapıyor, silahlar sözcüleridir. Şimdi biz bu realiteyi görmeden beşeri münasebetlerimizi organize etmeye başlar ve de bu konuda tarihi hiçe sayarsak, birçok konuda yanılırız. Hatırlarsanız Avrupa topluluğu konusunda biz senelerden beri ısrarlıyız. Sayın Başbakanımız şu anda yani, “Dünya Batı'dan ibaret değildir”, söyledi, çok doğru söyledi. Ama bu sözler bugün söylenmemeliydi. Bunlar ilk günden beri söylenmeliydi. Batı bizi kabul etmez. Niye kabul etmez? Bizim kusurumuz, yanlışımız olduğu için değil. Anlatabildim mi? Yani seni itikadınla, kültürünle kabul etmeyen bir dünyanın sen parçası olamazsın. Kabul etmiyor seni ki. Onun gibi olacaksın. Zaten Ayet-i Kerime'de “Siz onlardan olmadıktan sonra, onlar sizden olmaz” gerçeği var. İfade edebildim mi? Şimdi böyle bir dünyada biz yaşıyoruz. Kabul etsek de etmesek de böyle bir dünyada yaşıyoruz. O bakımdan biz neredeyiz? Hangi coğrafyanın varlığıyız? Bu dünya bloklaşmasında yerimiz nere olmalıdır? Onun için de o dünyayı çok iyi ikna etmesini bilmemiz lazım. Bakın şu anda çok enteresan bir durum gelişiyor. Epey zamandan beri biz İsrail'le beraber hukukumuzu ileri bir noktaya taşıdık. Ve belki de Orta Doğu'da İsrail'in bizden daha önde bir de komşusu, dostu yoktu. Ama şu anda İsrail öyle bir çalım attı bize ki, dedi “Hayır, Türkiye değil. Benim Orta Doğu'daki dostum Mısır'dır.” Neden? Çünkü Mısır, Arap İslam âlemini kendi yanına aşağı yukarı az da olsa çekmiş bir topluluktur. Biz ise böyle bir siyaseti maalesef terk ettik. Maalesef terk ettik ve Orta Doğu'da çıkarlarımız ne noktadadır bunları göremedik. Onun için de netice şu anda İsrail'le olan hukukumuz yayın organlarını, gazetelerin yaptıkları efendim verdikleri malumatlara, bilgilere göre maalesef tehlikeye düşmüştür. Bu kadar hazırlığa rağmen bu kadar efendime söyleyeyim tavizlere rağmen. Nasıl taviz? Epey zamandan beri biz Güneydoğu'da PKK ile mücadele ederken boşalan arazilere, GAP bölgesindeki yerleri Yahudi ırktaşlarımıza sattık, kardeşlerimize sattık. Bu arazileri aldılar. Demek ki birinci raunt da bunu yapmak gerekiyordu onu yaptılar. İkinci raunt da Mısır'la olmak gerekiyordu şimdi onu yapacaklar. E peki kardeşim deve kuşu gibi biz kafamızı kuma gömüp de bu hakikatleri niye daha evvelinden tespit edip, davranış stilimizi ona göre benimsemiyoruz. Anlatabildim mi? Yani inanç faktörü beşeri hadiselerde, sosyal gelişmelerde kaçınılmaz bir değerdir. Bunu çok iyi bilip ona göre milletimizin gerek kendi iç tabiatında organize olması, gerek coğrafyasında hâkimiyetini temin için bu değeri çok iyi bir şekilde değerlendirmesi lazımdır.
Hak din İslam’dır ve Batı’nın Dinî Sentez Çabalarına Karşı Tevhid Korunmalıdır
Şimdi tabii az evvel ifade ettiğimiz gerçeklere göre böyle bir kültür, böyle bir siyasi, böyle bir dini savaşın olması kaçınılmazdır. Şimdi tabiri caizse karşımızdaki insanlar üzerine düşen rolü tam oynuyor, biz kendimize düşeni oynamıyoruz. Onlar bunu diyebilirler. Yani Batı'nın dinde evrimleşmeye gitmiş olması, bu tezi ortaya atması çok tabidir. Çünkü Batı'da diniyle iftihar edecek geriye dönüp baktığı zaman bir sahnenin bir yaşantının olduğu görülemez. Bu doğrudur. Ama bize ne oluyor ki Batı'nın bu yanlış tavrından etkilenerek kendi dinimizi de sanık sandalyesine koyuyoruz, onu hesaba çekiyor. Bunlar yanlış olan burasıdır. Şimdi Diyalektik materyalizm iflas ettikten sonra insanların dinsiz olamayacağı gerçeğine varıldı. Batı'nın tespit ettiği nokta bu. O halde mademki dine ihtiyaç vardır, ihtiyaç olan dini biz kendi şartlarımıza göre, kendi arasında onlara bir uyum noktası gösterelim. Mesela üç tane büyük din diyelim. Bunların hepsi de büyüktür, hepsi de ilahidir. Bunları bir sentezle bir araya getirip bir tek din haline getirelim. Yani üç büyük dindeki maksat başlangıçta “herkes kendi kulvarında dinini yaşasın” şeklinden öte, “bu üç dinden de bir din ortaya koyalım” mantığıdır. Anlatabildim mi? Nitekim bizde Müslüman olduğunu kabul ettiğimiz arkadaşlarımız da… “Yahu canım onlar da ‘Allah’ diyor ya”, bilmiyor ki onun dediği “Allah” ile senin zikrettiğin “Allah” arasında büyük farklar var. Nedir o? O tevhide inanmaz, teslise inanır. Yani “Allah” dediği şey üçlü bir ilahtır. Ruhul Kudüs, İsa, Meryem üçlüsüdür bu. Kabul etsen de budur, kabul etmesen de. “Üzeyir Aleyhisselam Allah'ın oğludur.” Onu da Musevi kardeşlerimiz diyor. Şimdi yani burada tevhid diye bir şey yok. Kalkıyoruz bunların bu inancını, bizim tevhidimizle beraber eş anlamıymış gibi onları hak bir noktaya koymanın efendime söyleyeyim gayretini yapıyoruz. Bize ne olur ya, bizim böyle bir derdimiz yok ki, bizim toplumun böyle bir hastalığı yok, böyle bir efendime söyleyeyim meselesi yok. Neden onu gelip sen kendi toplumuna mal ediyorsun? O üç tane der, beş tane der, hiç demez. Zaten geçmişte “hiç din yoktur” dedi. Ama kafasını duvara vurunca “ha, din vardır” dedi. Şimdi, “bunlar şunlardır” dedi.
Ben Rusya'dayım, Moskova'da, Moskova Rus bir parlamenter yanıma gelerek aynen şu teklifi yaptı. Efendim bir sabah kahvaltısında beraberiz Moskova'da, efendim “Ortodokslarla Müslümanları müsavi bir tezde, bir sentez haline dini getirelim barıştıralım buluşturalım. Doğrudur dini inkâr edilemez ama bunları da barıştırmak, bir dine tabi tutmak için böyle bir senteze gitmek de şarttır.” Bunu bana bir Rus parlamenter söyledi. Şahitlerim var. Bir kahvaltı da söylüyor. Ben de dedim ki “yanlış düşünüyorsunuz.” Eğer burada maksat insanların dinini yaşaması ise batıl devamlı surette, batıl devamlı surette tebdil eder, değişir. Hak değişmez. Bakın İslam Hazreti Âdem de ne ise, Hazreti Muhammed de odur. “Hocam madem odur niye Hristiyanlığı siz esas…” Onlar değiştiler. “Teslis var” diyoruz. Değişmemiş olsa son peygamber olarak Hazreti Muhammed'i tasdik kaçınılmaz olur. Böyle bir dertleri yok. Nitekim ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak, Hazreti İsa'nın lisanından, “Ben kendimden evvel geçmiş peygamberleri tasdik edeceğim. Benden sonra gelecek olan İsmi Ahmet peygamberi de müjdeleyiciyim” diyor Cenâb-ı Hak. Hazreti İsa'nın dilinden. Demek Hazreti İsa Resulullah'ı müjdelemiş. Anlatmak istediğim şu: Şimdi bizim böyle bir şeye girmemize gerek yok. Tevhid akidesi ama şu anda gelinen noktada mademki inançlara ihtiyaç vardır, toplumun da bir inancı seçme keyfiyeti ve de mecburiyeti vardır. “O halde biz bunları sentez yapıp, Yehova şahitliği gibi bir din ortaya koyalım” deniliyor. Bu çok yanlış, çok sakat, batıl bir iddiadır. Allah'ın indinde bir tek din vardır. Esteuzubillah, “İnned dine indallahil islam” ( Ali İmran Suresi, 19. Ayet) “Allah indinde tek din İslam'dır. Her kim İslam'dan başka bir din ararsa, seçerse o kabul olunmaz. Kim de bunu yaparsa o kâfirdir” diyor Allah. Uzatmaya gerek yok. Hülasa böyle iddialar var ise de bunlar yanlıştır. Peki bize düşen vazife nedir? Bugün dünyanın huzuruna sağlam bir karakterle kendisine güvenen bir insan modeliyle. “Ey dünya gel bakalım. Nitekim ben o parlamentere aynı teklifi yaptım ve ikna ettim onu.” “Sen” dedim, “o duyduklarını, masa başında oturup kalemi almaya çalıştığın hayalleri din olarak hayata geçirmeyi bırakın. Siz gelin, ben size dini öğreteyim, İslam'ı anlatayım. Bunu insanınızı anlatın. Güzel bir din seçsinler. Hem dünyaları, hem de ahiretleri mamur olsun.” “Evet” dedi, “sizinle birlikte mutlaka bizim temasımız şarttır.” Şimdi inşallah ben onlara gidip gerekirse Moskova ilahiyat fakültesinde nasip olursa ders vereceğim Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla ve bu arkadaşlarla temas edeceğim. Yani şunu demek istiyorum: Biz dünyaya “Hak din İslam'dır” diyerek İslam'ı tanıtacağımız yerde; onlar zaten batmış gitmişler, onların getirdiği teze tabi olarak üç tane büyük din tezine mağlup oluyor ve hakikati gizliyoruz. Allah, çok samimi konuşuyor belamızı verir. O adam bir gerçek arıyor. Yani doğruyu arıyor. Sen buna eğer bu doğruyu söylemezsen, o yanlışta devam edecek. Doğrudur bu. Nitekim aç, doyması lazım.
İmanın Esası, Hz. Peygamber’i Kabul ile Düğümlenir
Şimdi efendim hadis-i şerif var doğru. “La ilahe illallah”, “Men kâle la ilahe illallah, mukhlisîne dehalû'l-cennete” Cenâb-ı Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “ihlasla, ‘la ilahe illallah’ diyen cennetliktir.” Fakat bu şudur. Amel olarak yani bir insanın amel olarak “la ilahe illallah” demesi var. İtikat olarak Muhammed Mustafa'yı peygamber olarak kabul etme şartı vardır. İmanın esası Hz. Resulullah’ı kabul de düğümlenir. Bu benim iddiam değil. Kimin kuralı? Allah'ın kuralı. “Muhammed'imi kabul eden iman ehli, etmeyen kâfirdir.” Allah diyor bunu. “Allah'a, Resulü Muhammed'e itaat edin, ona tabi olun.” İzah edebildim mi? Şimdi bu inançtan sonra adam namaz da kılamıyor, oruç da tutamıyor, zekât da veremiyor, yanlışlıkları var. Buna rağmen o insan hakikaten imanında samimiyse ve sadece “la ilahe illallah” amel olarak yaptıysa, dediyse o bile onu kurtarır manasıdır. Yani imandan sonradır bunlar. Anlatabildim mi? Ben sana daha esaslı bir hadis, sahih hadisten haber vereyim. “Melaike ervahı” diyor, cehenneme sürüklenecek olan bir zümreyi görür. Bakar ki onların yüzleri çok farklı. Sorar, der: “Yahu siz cehennem ehli olarak buraya getirildiniz ama sizin simanızı, veçhenizi, yüzünüzü diğerlerinden farklı görüyoruz. Sizde bir yumuşaklık var, bir esenlik var, bir nur-i ilahi var. Sebebi nedir? Dünyada ne yaptınız ki bu haldesiniz ve niçin cehenneme gidiyorsunuz?” Cevap verirler derler ki diyor, o insanlar: “Hayır bizim hiçbir amelimiz yoktur ama biz ara sıra ‘la ilahe illallah’ derdik. Tek hünerimiz budur. Yanlış da yapardık. Şimdi bu amel noksanlığımızdan dolayı, hatalarımızdan dolayı şimdi de cehenneme hak ettik gidiyoruz.” Diyor ki hadiste: “Tam onlar nara atılırken, atılacağı anda dünyada söyledikleri ‘la ilahe illallah’ cümlesi birden hatırlarına gelir ve bunu söylerler.” “Ateş nar geri çekilir”, diyor. Gene söyler gene geri çekilir. Bu sefer o ateş onu yakmakla görevli olan ateş. “Ya Rabbi senin burada öyle kulların var ki, bunlar bizi neredeyse telaffuz ettikleri kelimeden, zuhur eden nurla söndürecekler.” “Biz bunları yakamıyoruz. Vazifemizi yapamıyoruz.” “Ne söylediler?” “La ilahe illallah” dediler. “O cümleyi söyleyen kullarımı ateşe haram kıldım” diyor Allah. Ama bu nedir? Hz. Muhammed'e itikattan sonradır. Ama bir ameldir bu. İmanın esası farklıdır, amel farklıdır. İzah edebildim mi? Şimdi esas budur. Binaenaleyh iman, yani peygamberi kabul etmeyen insan mümin olamaz. Mümin olmayanın ameli de sahih değildir. Bu şekilde konuşup da milletimizin itikadını sarsmak kadar büyük bir cehalet hakikaten olması mümkün değildir. Yani o zaman demek lazım ki, Allah niçin bu peygamberleri gönderdi? Yani bunu bir süs unsuru olarak mı gönderdi beşeriyete? Yoksa onlara tabi olun, onlarla beraber olun da kurtulun, bana kul olun diye mi gönderildi?
Tarih Şuurunu Kaybeden Toplum, Geleceğini de Kaybeder
Geçmişe biraz bu konuda temas etmek istiyorum. Bendeniz 1970'li yıllarda Trabzon Lisesi'nde öğretmendim. İşte öğretmen olduğumuz yıllarda talebe kavgaları başlamıştı. Evvela 1967 yılında İstanbul Edebiyat Fakültesi'nde bu talebe hadiseleri başlamıştı. Ben Türkiye'nin o günkü şartlarda büyüklerinden kabul ettiğimiz hatta benim çok inandığım Necip Fazıl Kısakürek, onun bir sohbetinde o günün şartlarında Rusya'nın Türkiye'yi komünist yapabilmesi için çok ciddi derecede paralar tahsis ettiğini, bütçe tahsis ettiğini ve Türkiye üzerinde hesapları olduğunu ifade buyurmuşlardı. Bu bir özel sohbetti, biz de tesadüfen orada bulunuyorduk. Şimdi Türkiye üzerinde çok ciddi hesaplar var. Bunu çok iyi görmemiz lazım. 70'li yıllarda malum 80 Harekâtı, Cumhuriyeti kollama ve koruma harekâtı anına kadar, her gün 50-60 insanımız maalesef cinayetten hayatını kaybediyordu. Tesadüfi bir kurşunun o günün şartlarında bir kardeşimize isabet etmesi çok tabiydi. Olayın temeline bakarsam birisi o tarafta, birisi o tarafta. Hâlbuki hepsi aynı mahallenin evladı, aynı ailenin evladı. Ama “Bu nedir?” diye sorduğunuzda inanır mısınız hiç kimse bunun mahiyetini de izah edemiyordu. Yani öyle bir bela ki, bu beladan hakikaten Cenâb-ı Hakk'ın lütfu bizi korudu ve kurtardı. Şimdi biz o günün şartlarında gördük ki Türkiye'nin çok ciddi bir beraberliğe, birliğe ihtiyacı var. Ve Türkiye özellikle yöneten insanların üzerinde hassasiyetle durması gerektiği konu da budur. Bunun milletin bayrağına, sancağına, vatanına, devletine; hülasa dinine, örfüne, âdetine, geleneğine sahip çıkması kadar tabî bir vazifesi de olamaz. Yani sen eğer kendini, kendi değerlerinin işaret ve alameti olan bayrağa saygı göstermiyorsan, onun silahlı kuvvetlerinin işaret ve alameti olan sancağa sahip çıkamıyorsan; örfüne, âdetine, geleneğine, dinine, maneviyatına sahip çıkamıyorsan ve bunlara ters düşüyorsan, bana kalırsa senin insan olmanla, olmaman arasında da müsavat vardır yani fark eden bir şey yok. Fakat biz maalesef bu kaderi yaşadık yani bu maziyi yaşadık. Bu neydi? Benim görebildiğim kadarıyla o günün şartlarında, biz değerlerimizi maalesef reddettik. Örfümüzden, âdetimizden, geleneğimizden, bayrağımızdan, sancağımızdan haberimiz olmadı. Ve Türk milletinin tarihi kadar seçkin, seçilmiş iftihar vesilesi olan bir tarih de dünyada Allah ikinci bir millete nasip etmemiştir. Yani bu kadar şerefli bir tarihin evlatları olan bizler, biz onu da görmedik. Yani geçmişi öyle bir hesaba çektik ki, insafsız bir yargılama. Efendim o değerlerimizi kaybettikten sonra nereye geldi sıra? Hafıza kayboldu. Yani tarih şuuru bir milletin hafızasıdır. Siz bu şuuru kaybettiğiniz zaman dengesizleşirsiniz, isteseniz de istemeseniz de. Size göre doğru, yanlış yoktur. Bir anlık doğru vardır, bir anlık yanlış vardır. Yani bugün biz bir an, bir meseleyi “doğru”, yarın bir farklı meseleye “doğru” veya “yanlış” diyorsak aynı şeylere… Kısaca bir an başka, diğer an daha başka oluyorsak biz şuurumuzu kaybettik, değer şuurumuzu, tarih şuurumuzu, yargımızı kaybettik. Onun için neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlayamıyoruz. Peki, bunu anlamayınca ne yapıyorsun? Efendim beş dakika evvel verdiğin kararı, beş dakika sonra efendim reddediyorsun. Neymiş? Orada bazıları bunu kabul etmiyor gerekçesiyle. Hâlbuki doğru ve gerçek hak olan şeylerin ardında insanlık durmuş, canını feda etmiştir, canını vermiştir. E sen nasıl bunu bir kerede terk ediyorsun? Yani senin hep insanlara yaranma gibi bir problemin, bir meselen varsa, kısaca şunu demek istiyorum. Öyle bir ölçüsüz bir noktaya geldik ki, kavga gürültü devam etti. İşte biz oradan çıkışımızı, bu hayattan kurtuluşumuzu bir şükran vesilesi olarak değerlendirdik, Cenâb-ı Hakk'a şükrettik. Ve yapılması gereken, hizmet edilmesi gereken hususta, milletin maddi ve manevi değerleri üzerinde birliğin teessüs etmesi hakikatiydi. İşte biz bunu kendimize görev seçtik. Cenâb-ı Hak'ta lütfetti, ihsan etti. İnanır mısınız? Biz tek başımıza bu hizmete başladığımızda hiç kimsenin hatırına böyle bir şey gelmiyordu. Artı 80 şartları öyle bir iyiydi ki… “Ne?” “Birlik” diyeceksin. Yahu insanlar aynı camide namaz kılmıyordu. Camiler bile ayrılmıştı, mahalleler taksim edilmişti, sokaklar taksim edilmişti. Yani öyle bir korkunç durum, manzara ortaya çıkmıştı. İşte biz o şartlarda bu ülkenin kurtuluşa kavuşabilmesi, istiklal ve istikbalini teminat altına alabilmesi için mutlaka bireylerin bir araya gelmesi lazımdır. Bu tezi gündem ettik. Tabii bu tezi gündem ederken de, “Neden biz bu çatışmaya girdik?” sorusunu sormamız lazım. O değerleri kaybettik de ondan. Bu nedir? Bayraktır, sancaktır, vatandır, millettir, devlettir. Bunlar kayboldu mu? Askerdir, polistir… Polisin de yanlışı olabilir ama bunun vazifesi münasebetiyle bu insan mukaddestir. Yani o görev mukaddestir. Askerin de yanlışı vardır ama o vazifesi gereği mukaddestir. Yani o meslek mukaddes bir… Dikkat ederseniz bizim tarihimizde askerlik, “Peygamberlik ocağı” olarak nitelendirilir. Şimdi bu kadar mukaddes olan, yani sana peygamberi hatırlatacak olan kurumu eleştirdin, bayrağı eleştirdin, sancağı eleştirdin, vatanı bölmeye kadar gittin. Peki, bu neydi? Sadece başkalarının seni kandırması, kışkırtması mıydı? Yoksa bunun temelinde yatan bazı sebepler mi vardı?
Birlik ve Beraberliğini Kaybeden Millet, Kimliğini de Kaybeder
İşte benim kanaatim buradaki hakikatte odur. Biz esasen kendi iç tabiatımızda barışıklığımızı kaybettik. Yani birlik beraberlik, evvela insanın kendi iç tabiatında kendisiyle barışmasından başlıyor. Biz bunu kaybettik. Ne oldu? Her gün savaş yaptık. Kiminle? Kendi kendimizle. Şimdi bir söz vardır halkımızın çok güzel. “Himmete muhtaç olan dede, âleme himmet ede.” E sen bu halinle millete birliği diriliği getiremezsin. Niye? Kavgalısın. Kendisiyle kavgalı olan insan ailesiyle kavgalıdır, problemlidir, mahallesiyle problemlidir, kasabası ile problemlidir, vilayetiyle problemlidir, milletiyle, devletiyle, bayrağıyla, sancağıyla problemlidir. Yani biz kendi iç barışımızı kaybettiğimiz için maalesef o günleri yaşadık. Yaşamamızın temel sebebi bu. Ha bunun yanında yatırım yapıp bizi bu noktaya taşımak isteyenler olmadı mı? Oldu. Bizde böyle mevcut bir zemin olduğu için muvaffak oldular. Yoksa kendi iç tabiatında, tevhidi temin etmiş insanı erkekse yoldan çıkarsın. Bu mümkün değildir. Hiçbir değere ters düşüremez. Onun için insanın kendi iç tabiatında öyle değerler var ki, bu değerleri siz hayata geçirdiğiniz zaman… Daha doğrusu sizde merhamet, sizde şefkat, sizde adalet, sizde müsavat, sizde fazilet, sizde doğruluk, güzellik, iyilik, sevgi, muhabbet, insanlara yardım etme, insanların elinden tutma, büyüklere saygı, küçüklere sevgi, duyguları yeşerdiği, kendi vücut ülkenize hâkim olduğu zaman göreceksiniz ki, siz huzur içerisindesiniz. Siz barışı kendiniz temin ettiniz, siz tevhide erdiniz, birliğe vasıl oldunuz. Sizde haset olmaz, kibir olmaz; yani kimseyi kıskanmazsınız. Ucub olmaz, daha kavga olmaz. Milleti, milli değerleri, manevi değerleri reddetme olmaz; bilakis, onlarla övünmek olur. Sen nasıl geçmişini inkâr edeceksin, milli değerlerin onu söyle bana. Benim dedem, annemin babası rahmetlik, Sarıkamış'ta Rus Harbi'nde şehit oldu.
“Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber” diyor Akif'imiz.
Yahu ben bu müjdenin Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in sevdiği, seçtiği, Allah'ın sevdiği seçtiği bir makamı nasıl terk edebilirim, bir şehit torunu olarak? Onu söyle bana. Bu neden oluyor işte? Bunun sebebi biz kendi dünyamızda kavgalı olduk. Kendi dünyamızda değerlerimizden uzak düştük. Şimdi aç olan bir insan mutlaka gıdasını alıp doymak mecburiyetindedir. Temizini bulur onu yer. Hiçbir şey bulamadı, kirlisini affedersiniz, zehirlisini de yer. Onun için bu gıdaları temiz olarak seçmeli, kendi manevi dünyamızda böyle bir ıslahata girişmeliyiz. Bugün de günümüzde bakın herkes “birbirimizi sevelim, beraber olalım, bir olalım” demelerine rağmen, dememize rağmen ve herkes bu sözde samimi. Fakat samimi olduğu sözde bir defa kendisi yan çiziyor, kendisi barışa ters düşüyor. Kendimiz barışa ters düşüyoruz. Bunu ben senden bekliyorum. Sen bir başkasından bekliyorsun. Yani kimse o birey olmak istemiyor. Burada asıl olan unsur o bireyin şahsımızda, herkesin şahsında toplanma; yani o vahdet bireyi, o tevhid bireyi, o birlik bireyi biz olacağız. O zaman bak birlik binası nasıl, o milletin binası güzelliği ortaya çıkar. Tarihini sever, örfünü sever, âdetini sever, geleneğini sever, milletine âşık olur. Bir insan milletiyle ters düşebilir mi? Bu ne saçmalıktır. Değil mi?
Türk milleti çok büyük bir millet bunu görmemiz farz. Bunu görmezsek Allah gözümüzü kör eder. Bu milletin tarihte insanlığa yaptığı hizmeti, İslam'a yaptığı hizmeti hiç kimse inkâr edemez. Tamam mı? Şimdi bu millet bu sebeple geçmişte öyle bir blok oluşturmuştu ki, bu blok bazı dünyaların korkusuydu, korkulu rüyasıydı. …. Şimdi tabi artık Cilve-i Rabbânî, Kader-i İlâhî diyelim; o vazife elimizden gitti. Yani o birliği biz kaybettik. Şimdi korkulan nokta kanaati şahsiysem o ki bu millet tekrar örfüne, âdetine, geleneğine, maneviyatına, bayrağına, sancağına, vatanına, her şeyine sahip çıkar; o zaman işimiz biter, biterdir. Asıl korku endişe bu. Tamam mı? Biz bunu göremiyoruz. Yani bizde çok ciddi değerler var. Arif Nihat'ın dediği gibi;
“Haberin yok gibidir taşıdığın değerden…
Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın…
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!”
Bu değerler mecmuunda hep beraber sarılacak ve hep beraber hepsini koruyacağız. Birini atmayacağız. Birini kendi kafamıza göre düzenlemeyeceğiz. O neyse, onun şartlarına göre. Tamam mı? O zaman bak ne kadar güzel birlik olur. Düşmanlarımız çok samimi konuşuyorum, oturduğu yerde çatır çatır çatlar. Bu halde bize yeter diyorum.
Gençliğe Sahip Çıkılmazsa Milletin Geleceği Tehlikeye Girer
Evvela Türkiye siyasetini idare eden irade bu milletin değerlerine şeksiz, şüphesiz sahip çıkması lazım. Eğer bunlar tahrip edilirse o zaman bunların efendim tamiri de çok zor ve de kolay olmaz. 2000 yılında bazı güçler Türkiye'nin işini bitirmek istiyorlar. 2000 yılına kadar hatta işlerini… Nedir bunlar? Bunlar geçmişte her zaman karşısında buldukları Türk milletini geçmişte olduğu gibi güçlü, kuvvetli görmek istemiyorlar. Yıllarca kendi maneviyatları adına İslam dünyasına sefere çıktılar. Bu milleti karşılarında buldular. Demek istediğim şu: Yani biz değerlerimizi koruyacağız. Gençliğimizi bu hastalıklardan koruyabilmek için gerekli tedbirleri alacağız. Bakın maarif vekâletimizin gençliğimizi dizayn edecek, daha doğrusu onu bir kimliğe kavuşturacak şu ana kadar bir kimlik anatomisi tespit etmemiştir. Yani bizim Türk gencimiz, kızımız veya oğlumuz bu milletin evladı olarak nasıl bir kimlik taşımalı? Bir Anadolu kimliğimiz yoktur. Öğretmen olarak siz talebenize sınıfta ders verirken hangi tip, hangi model bir insan olacak? Bu modeli biz veremezdik, veremiyoruz. Çocuk kimi taklit edecek? Geçmişte işte bu boşluk onu Maocu yaptı, onu Leninci yaptı, onu Stalinci yaptı. Çocukları günahkâr kabul ettik. İdam edilsinler diye fetva verdik. Ama onları bu noktaya, bu başıboşluğa sevk eden iradeye hiç kimse bir şey söylemedi. Ve hatta ben o günlerde çok iyi biliyorum, siyaset dünyasında bu çocuklarımız her gün eleştirilirdi. E baba, musluk senin elinde. Niye bunu temizlemedin, temizlemiyorsun? Hülasa fazla ileri gidip de kimseyi de rencide etmeyelim. Kısaca bu gençliğe bizim sahip çıkmamız, bunlara hakiki bir model önlerine koymamız. Oğlumuzun, kızımızın nasıl olabileceğini göstermemiz lazım. Ki o takdirde bu tehlikelerde millet denilen topluluk korunabilsin
Osmanlı Gittiği Yere Adalet ve Fazilet Getirmeyi Esas Kabul Etmiştir
Osmanlı bir yere giderken adaleti, fazileti, doğruluğu getirmeyi esas kabul etmiştir. Ve hiç kimsenin dinine, diline, tarihine, örfüne, âdetine, geleneğine dokunmamıştır. Osmanlı örnek olmuştur. Ve dikkat edin Balkanlar'da görev alanlar, orayı irşad ve ikaz için gidenler hep peygamber sülalesinden seçilmiş ve sevilmiş hak erleridir. O kadar zaman geçmiş olmasına rağmen, komünizm de üstelik orada 70 küsur sene, 73 sene hükümran olmasına rağmen bugün sen Kosova'da, Sancak'ta, Bosna'da nasıl bu ruhu bulabiliyorsun? Orada seçilmiş, sevilmiş bir kitle var, bir insan kitlesi var da... Yani Osmanlı örnek olmuştur. Hiç kimsenin diniyle oynamamıştır, diliyle oynamamıştır. Oradaki insanlar insandır, neticede affedersiniz hayvan değildir. Ve kendi gönül rızalarıyla yapılanları yapmış, Osmanlı'ya hayranlığını, sevgisini, muhabbetini bu milletten gizlememiş, esirgememiştir. Biz 1987’ de hacdayız, Arafat’a çıktık. Arafat’ta işte ibadet ediyoruz, Yugoslavyalı bir Müslüman kardeşimiz yanımıza geldi. Makamından çıkardık tabi o dili bilmiyoruz. “Bir çeşme yaptırdım mermer taşından” ilahisini söylüyor. Biz de bu ilahiyi söyler, Mevlitler de okur, efendime söyleyeyim Allah'ı zikrederdik. Aynı. Yani oradaki ruhla buradaki ruh farklı değil. Belki diller farklı, konuşma lisanları farklı. Ama hakikatte insanlar birbirinin gönlünden anladığı için, mana diliyle beraber aynı dili konuştukları için biz o dünyada fevkalade bir birlik, dirlik ihsas ettik. Zaten Türkler her gittiği yerde bunu ihmal etmemiştir. Efendim, “Türkler zalimdir, Türkler şudur budur…” diyen insanlar kesinlikle müfteridir, iftiracıdır. Bunu unutmayın.
Sahih Akıl, İlahi Vahye Teslim Olmuş Olan Akıldır
Şimdi tabi insanoğlunun hayatında akıl kadar nimetli varlık yoktur desek caizdir. Ama onun hüküm sahası farklıdır. Hakikat sahası değildir, kalbi saha değildir. Akıl kendi tabiatı gereği duyu organlarının hâkim olduğu konularda karar verebilir. Aklın verâsına ait konularına karar veremez. Akıl ötesi konularda karar verir. Verdiği kararlar ekseri olarak yanlış çıkar. Şimdi ilahi vahyin sahası ise akıl ötesinden kaynaklanan kurallar mecmu olduğu için akıl onlara teslim olma mükellefiyetindedir. O bakımda sahih akıl, ilahi vahye teslim olmuş olan akıldır. Ya burada akıl doğruyu güzeli bu konularda bulmakla mükellef değildir. Ya, vahyin tayin ettiği doğruya güzele hikmet cihetiyle bakıp izah mükellefiyeti vardır. Yani o doğruyu ve yanlışı koymakla mükellef değil. Doğruyu ve yanlışı vahyi koyar, ilahi irade koyar. O zaman akıl ne yapar? Bu doğru ve yanlışın hikmetlerini araştırır. Ona düşen vazife budur. Yoksa doğru ve yanlışı sen kendi iradenle, aklınla koyduktan sonra dindar olmana gerek yok ki. Zaten dinde doğru ve yanlışlar mecmudur. Kendin koydun bunu, dinin dediği doğruyu kabul etmiyorsun, yanlışı kabul etmiyorsun. Mesela içkinin haram olduğunu kabul etmiyorsun. Aklında “hayır bu değildir…” Kumarın kabul etmiyorsun, zinanın kabul etmiyorsun. Böyle bir şey olamaz ama misal olarak söylüyorum. E peki o zaman, o, din olmaz. O din, senin icat ettiğin din olur. Her ne kadar bunun adı İslam'da olsa, o senin kafandaki din, putlaştırdığın din olur. Bu münasebetle bu sahada, itikadi sahada akla düşen vazife kurallara teslimiyettir. Teslimiyetten sonra bu hikmetleri anlayıp anlatmaktır. Bunu diyebiliriz.
Şimdi ben bir soru soracağım. Her kanun kitabını okuyan hukukçu olabilir mi? Yani okula gitmeden, bunun eğitimini almadan, böyle bir terbiye görmeden… Mümkün değil. Sorunun cevabı içinde. Roman okumuyorsun. Okuduğunuz zaman bu bir Kur'an'ın her ayetini okumanız, manasını okumanız sizin manen yükselmenize vesiledir; yani ibadettir. Ama onu kemaliyle anlamanız da ehlinden tahsil etmeniz de ancak mümkün olabilir. Ehlinden tahsil edeceksiniz.
Efendim, bizi takip eden kardeşlerimize her zaman olduğu gibi bir ve beraber olmalarını ve düşüncelerinin, hareketlerinin merkezinde Allah'ın rızasını kazanmak olması gerektiğini ben tavsiye ediyorum. O takdirde yani “Allah benden razı olsun” diye bir kardeşimizin yaptığı bütün işlerden Allah memnun olur. Böylece bu işler hem nefsi için hem millet için yararlı olur hem dünyasını hem de ahiretini kazanmış olur diyorum. Bizi de bu saate kadar bıkmadan takip eden kardeşlerimize saygı, sevgi ve hürmetlerimi arz ediyorum.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız