info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - İnsanın Kendini Tanıması ve Nefis Terbiyesi / 1997

    Neler Okuyacaksınız

Nefsini Tanıyan, Rabbini Tanır

Efendim, bu insanı tanıma konusu esasen günümüzün meselesinden ziyade insan var olduğu müddetçe insanın kendi meselesi halinde olmuştur. Yani asıl problem asıl insanın bizatihi kendisi olmuştur. Çok sorular sormuş bazen bunun cevaplarını almış bazen alamamıştır. İnsanın tanınması nisvetinde mutluluğuna huzuruna saadetine kavuşulmuş, ondan yani onu tanımadan uzak anlayışlar ne kadar verimli görünse de huzurunu saadetini mutluluğunu temin edememiştir. Binaenaleyh tabiat sahnesine insanoğlunun gelişinden zamanımıza kadar kendini arama ve seferberliği insanda devam etmiştir. Bugün de bu devam ediyor devam edecektir. 
“Niçin insanı tanımak zordur?” sorusunun cevabına gelince, şimdi efendim siz bir yere gittiğiniz zaman hakikaten o yeri çok tarif edersiniz anlatırsınız. Mesela bir tiyatro salonuna gitseniz bir tiyatro oyunu boyunca oturduğunuz o salonda sahneden tutun koltuklara kadar teşrifatçısına, hizmetçisine kadar bir kompozisyon çizer ve bir çizgi verirsiniz veya herhangi bir mimari esere gidin bir camiye gidin camiyi anlatırsınız. 15 dakikalık bir ibadet yaptığınız camiyi dışarıya çıktığınız zaman belki de 2 saat anlatabilirsiniz. Mimari eserler hakkında malumatınız bilginiz varsa belki de 3 saat 4 saat anlatabilirsiniz Halbuki siz onu ilk defa görmüşsünüzdür. Misalleri çoğaltabiliriz yani sizi ilk gördüğünüz yeri saatlerce anlatmanız mümkün iken kendinizle dost olan siz kendinize sizi sorduğunuz zaman siz kendinizi belki de yarım saat anlatamazsınız. “Nedir? Kimdir?” sorusunu sorun, tevcih edin ondan sonra cevap vermeye başlayın bakalım kimmiş bu arkadaş öyle bir manzarayla karşı karşıya gelirsiniz ki; efendim şu kadar sene kendisiyle dost olan bu insan kendini bir saat anlatamıyor. Bendeniz 50 yaşında bir insanım, faraza bana deseler ki “siz kendinizi bir anlatın”; 50 dakika kendime anlatamam. Yani bu kadar kendime ait olan ben bana o kadar yabancıyım. Hani bir şey bir şarkı mı desek, şiir mi desek “ben bana yabancı” diye bir mısrada geçiyor. İnsanoğlu hakikaten kendine çok yabancı. Şimdi insanın şahsına, nefsine, kendine yabancı olmasının sebebi de insanın özelliğini, cevherini bilmemesinden kaynaklanıyor. Peygamber aleyhisselam Efendimiz Kale Resulullah “men arefe nefsehu fekad arefe rabbe” nefsini tanıyan, Rabbini tanır. 
Şimdi bu benlik, ben dediğimiz şey ki insan nevin de bundan olmayan hiçbir varlık yok yani insan olarak beni olmayan hiç kimse yok. İşte onu tanıdığımız zaman öyle bir şifre, öyle bir efendime söyleyeyim anahtar ki siz o kapıdan o şifreden içeri girdiğiniz zaman doğrudan doğruya sizi yaratanla beraber oluyorsunuz, Allah'la beraber oluyorsunuz o bakımdan onu tanımak zor oluyor. Onun için siz yıllarca kendi kendinizde olmanıza rağmen siz kendi kendinizde yabancı oluyorsunuz. O halde ortaya bir mantık çıkıyor. Biz Allah'ı tanıma istidadı, meyli süresince kendimizi de tanıyoruz. O kulvara girdiğimiz zaman Allah'ı tanımakla birlikte nefsimizi bizi tanıyoruz. E bu kulların adı dinde ibadet caddesidir. Her kim olursa olsun efendim batı filozoflarından, doruk noktada tanıdığımız ilim adamlarına kadar. Böyle mi ki ibadetten uzak bir hayat bizim gündemimizde veya böyle bir hayat yaşıyoruz ibadetten mahrumuz olur isek yani ibadetten mahrum olursak bizim unvanımız sıfatımız ne olursa olsun insan hakkında yaptığımız bütün konuşmalar lafı güzaftır. Yani bir şeyin ezberlenmesi anlatılmasıdır. Anlatabiliyor muyum? Ama bir de hiç tahsili olmayan ümmi bir şahıs olsa veya fakat değil mi ki Allah'ı tanıma yolunda adım atmaya başlamış yürümeye başlamıştır. O kulluk vadisinde ibadet taât içerisinde bulunduğu müddetçe hem Rabbini hem de nefsini tanıma şerefine nail olur. Yani ibadet aslında çok ciddi bir ilim dalı.
Bazen sohbet ederken arkadaşlarımızla birlikte “Allah'ı tanır mıyız? Allah'ı bilir miyiz? Allah'ı görür müyüz?” Evet biliriz, anlarız, tanırız ama bu şu kitaplarla Allah tanınmaz bilinmez. Onun ilim sahası daha farklı bir kulvar. O saha ancak ibadetle anlaşılabilecek, çözülebilecek, öğrenilebilecek bir sahadır ki o sahada yürüyen insanlar zaten hayatlarından mutludurlar. İtminan dediğimiz mutmain olma halini yaşamaktadırlar. Bu sebeple alimler methedilirken ilmiyle amil olan diye vasfedilir. Yani öyle alim ki ilmini yerine getirecek yani yaşayacak ibadet olarak onu hayatına geçirecek. Anlatabildim mi? Böyle olursa insanın hem nefsini hem de Rabbini tanıması çok kolay ve de mümkünattan olur. Ve fakat olmazsa bunun tersi olursa ne Allah'ı tanıyabiliriz ne de nefsimizi, kendimizi tanıyabiliriz diyerek bu sorunuzun cevabını özetleyebiliriz efendim. 


Nefsini Terbiye Etmek Hayatı Düzenler

Şimdi efendim biz istesek de istemesek de duygularımızla hayata bakıyoruz. Sen, ben, bir başkası her insan duygularıyla iş yapıyor. Zaten duyguların menşei de nefistir. Nefsimizin doyurduğu, beslediği kaynaklar duygulardır. Anlatabildim mi? Şimdi bir şey zevk edinirsiniz. O zevk edindiğiniz şey sizin nefsin için zararlı da olsa aklınıza, iradenize hükmeder. Çok zararlı olduğunu bilmiş olmanıza rağmen o zararlı şey icra edersiniz. Yani işlersiniz. Nitekim içkinin ve sigaranın, kumarın zararını bilmeyen hiçbir vatandaş yoktur, hiçbir insan yoktur. Ama değil mi ki onu siz zevk edindiniz? O zevkiniz iradenize, aklınıza hâkim olur. Dolayısıyla insan işlerinin içerisine saplanırsınız. O bakımdan nefsinin terbiyesi esası vardır. Nefsi terbiye ederseniz, yani zevklerinizi düzenine korsanız, onlara helal ve haram sınırları kulvarında yönlendirirseniz, terbiye ederseniz, o zaman aklınız ve iradeniz düzgün doğrular veya duygular istikametinde hareket edeceği için hayatınız normal ve faydalı şartlar altında devam eder. Aksi takdirde, efendim, çok şey bilmiş olmamıza rağmen ve fakat bunları tezkiye ve terbiye şeklinde zevkimizi meşru kanallara kanalize edemediğimiz takdirde o zaman o duygular, o yanlışlar, o hisler aklımıza ve irademize hâkim olarak çok yanlışları yapma istidadını ve meyilini gösteririz diyorum efendim.


Nefis ve Ruh, Bir Varlığın İki Yönüdür

Şimdi efendim nefis ile ruh esasen gece ile gündüz gibidir. Birbirini tamamlayan Biri işin gece tarafı, diğeri de gündüz tarafı. Yani nefis ile ruh ayrı ayrı şeyler değil. Bir varlığın iki yönüdür. Elmanın biri kabuğu, biri özü. Bunun tasavvuf literatüründe yeri nefsi hayvan, ruhi hayvan, nefse denir, ruhi sultan, ruha denir ama hepsi Allah'ın nefha ettiği ruhtur. Ben insana kendi ruhumdan üfledim. Buraya gelmişken hatırladım başta tevcih ettiğiniz soru, onun da cevabı olmuş olacak. Daha geniş bir cevabı olmuş olacak. Peygamber Efendimize “Ya Muhammed ruh nedir?” diye Yahudi alimleri gelip soru sormuşlar. O esnada Cenab-ı Peygamber efendimiz ruhun ne olduğunu anlatamadı. Bir müddet sonra “Ve yes'eluneke anir ruh, kulir ruhu min emri rabbi ve ma utitum minel ilmi illa kalila.” (İsra Suresi, 85. Ayet) “Sana ruhtan soruyorlar Muhammed’im deki ruh Allah'ın emridir. Bu hususta da size çok az bir ilim verilmiştir.” 
“İlla kalila” yani çok az. Yani ruh Cenab-ı Hakk'ın nefhası ve bu konuda da hakikaten bilgimiz öyle pek geniş değil. 
İşte bunun bir veçhesi var ki buna ruhu hayvan, yani nefis bir veçhesi bir tarafı da var ki buna ruh adı veriyoruz. Yoksa hepsi bir terkip. Rahmetli Necip Fazıl çok fevkalade bir tespit ile “biri gündüzü biri gecesi” derdi. Ruhun gece tarafıdır nefis diye beyan ederdi. İzah ederdi. Efendim nefsin zemime yani o nefha-i ilahinin zemime tarafına, zemime ağırlık tarafına, ağırlıklı tarafına ruhu hayvan veya nefis diyoruz; hamide tarafına bizi ahlak-i hamideye tevcih edecek, sürükleyecek tarafına ruh veya ruh-i sultan ismini veriyoruz. Bu kadar kâfi zannederim bu konuda. 


Nefsi Yok Etmek Değil, Hayra Yönlendirmek Esastır

Şimdi insanın kendi iç tabiatındaki duyguları öldürmesi diye bir iş söz konusu değil. Onu istesen de başaramaz. Şimdi fıtratımızdan kaynaklanan ilahi duygular vardır. Bu duyguların tamamı Allah'ın ikramıdır. Yani o şecaat duygusunun, kahramanlık duygusunun, ne bileyim iyilik cömertlik duygusunun, merhamet duygusunun insanın fıtratında Allah tarafından ona en büyük ihsanıdır, hediyesidir. Bu sende de var bende de var, kafirde de var, münafıkta da müminde de var. Olmayan insan yok. Şimdi insanda mesela çekememe duygusu vardır, çekememe duygusu. Bunu Allah kulundan, kulunun iç tabiatından bunu yok etmesini istemiyor. Ya onu kul terbiye ederek gıpta şekline çevirmesini istiyor yoksa özü kaybettiğiniz zaman siz mümin kulun yaptığı işe gıpta edemeyecek o zaman vurdun duymaz olacaksınız veya bir kişinin yaptığı işe gıpta edemeyeceksiniz hiç vurdun duymaz olacaksınız. Halbuki biraz da tabiatta, hadiselerde tecessüs sahibi olabilmeniz için bir araştırma ruhuna malik olmanız lazım. İşte o gıpta hisleri size hayata yönlendirir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Eğer o hasedi siz temelinden yok ederseniz, haset terbiyeyle gıptaya tebdile olunuyor. Temelinden yok ettiğiniz zaman bu sefer hiçbir hayırlı işi de yapamazsınız. Çok affedersiniz, olduğu gibi bir şey olursunuz. Halbuki Allah'ın muradı o şekilde olmamız değil. Ya tabiatı onaran, şekilden şekle sokan, insanlara yardım eden, onlarla iyi geçinen, onlarla hukukunu çok güzel ölçülerde belirleyen bir varlık olmamızı. Daha doğrusu yeryüzünde onun zatının halifesi olmamızı ishar etmemizi, ispat etmemizi istiyor. Onun için de sen iç tabiatındaki o zenginlikleri yok ettiğin zaman hiçbir şey yapamazsın ki. Şimdi insanlarda cengaverlik duygusu vardır. Her insanda bu cengaverlik duygusu mevcuttur. Allah bu duyguyu seni yok etmeni istemiyor. Onu şecaate tembihletmeni istiyor. Bu da neyle olur? Terbiyeyle, tezkiyeyle. Eğer bunu yapamazsan bu duyguyu da şer de kullanırsın. Anlatabiliyor muyum? Kısaca Cenab-ı Hak bizim iç tabiatımızda mevcut olan duygularımızın, nefsani değerlerimizin yok olmasını değil, hayra, güzele, iyiye tebdil olmasını istiyor ve de emrediyor. Bizden istenilen budur. Aksi takdirde insanın zürriyetinin tekemmülü bile mümkün olmaz. Anlatabildim mi? Onun da birtakım duygularla nefisle alakası ve ilgisi vardır. Sen yok edeyim derken neslinin kökünü kazırsın. Anlatabildim mi? Onun için deriz ki nefsi öldürmek değil, tezkiye-i nefis ile Hak'ka kurbiyet kespetmektir. Yani Hakk’a yürütmektir. Vuslat etmektir, ettirmektir kulun vazifesi ve görevi. 


Nefsin Mertebeleri, İnsanın Tabiatını Belirler

Şimdi efendim isterseniz nefsin mertebelerine bakarak, nefsin mertebelerinde insan tabiatı o yaşadığımız hâle göre seyrederiz. İnsanlığı, eşyayı, bütün âlemi hangi hâldeysek, nefsimiz hangi hâldeyse onun ölçülerine göre seyrederiz. Bakınız Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hak iki tip insandan misal vererek “Summerciıl basara kerreteyni yenkalib ileykel basaru hasien ve huve hasir.” (Mülk Suresi, 4. Ayet) “Onlar sonra gözlerini semaya yönelttiler. Fakat Rab'larını inkâr edecek bir şey bulamadıkları halde yorgun olarak geriye döndüler.”
 Şimdi bir insan semaya bakıyor Allah'ı inkâr etmek için ama hiçbir şey bulamıyor dönüyor. Bir tanesi de o diyor, estauzibillah. “İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb” (Ali İmran Suresi, 190. Ayet) “Geceyle gündüzün birbirini takip etmesinde..” Şimdi gece gündüz birbirini takip ediyor. Vay anasını diyor akıl sahibi Allah Allah. Burada diyor akıl sahipleri için çok ciddi deliller var. O da o delillerden hareketle bu kadar muazzam kâinatın hareketi, düzeni, gecesi, gündüzü başıboş olması mümkün olmadığına ve bunu yapan bir iradenin mutlaka olması lazım geldiğine gönlünü takarak Allah'ı bulur diyor. Onlar için gece gündüzde semada deliller var. Bak birisi bakıyor Allah'tan Allah'ın varlığından delil çıkartıyor o semadan o gökten bir tanesi de inkârına delil çıkarmaya çalışıyor ama bulamıyor. O halde biz baktığımız eşya aynı olmasına rağmen mütalaa müzakere ettiğimiz eşyalar aynı olmasına rağmen onları mütalaa müzakere edecek olan ölçüler farklı olduğu için vardığımız neticeler farklı oluyor. O bakımdan her zaman anlatmaya çalıştığımız bir ölçü vardır ki o ölçüyü herkesin yakalaması lazım. O da nedir? Sıratı Müstakîm ölçüsü, Ehl-i Sünnetin ölçüsü, Ehl-i Beyt’in ölçüsü. Aynı şeyleri o da okur sen de okursun ben de okurum ama Ehl-i Beyt mantığıyla ehl-i Sünnetin havasıyla Kur'an ayetlerine bakmak onlardan tefeyyüz ederek bir hükme varmakla hiç o dünyada olmayan insanların aynı ayetlere bakarak vardıkları neticeler aynı olamaz. Anlatabildik mi? Binaenaleyh nefsin işte bu terbiyesinde hak istikametinde hayırlı hükümlerin ortaya çıkmasında nefis tezkiyesi ve terbiyesi esastır. Buradan işe girerek nefsin kademelerini izah edelim zaten sorunuz oydu. Nefsin bir emmare mertebesi vardır ki bu mertebede insanlar devamlı inkâr üzredir. Yani onların psikolojisi hayırı, güzeli, doğru hep inkâr etmek ne kadar doğru güzel olursa olsun o iç tabiatında olan nefsani nefreti dışa vurur. Hep her şeye kötü nazarla bakar. Yani hiçbir şeyin güzel tarafını göremez. Buraya gelmişken aleyhisselam efendimizin bir hadislerini zikretmeden geçemeyeceğim. Bir gün sahabesiyle birlikte yürüyorlar ölmüş bir köpek görüyorlar. Sahibi kiram efendimiz Ya Resulallah ne keri kokuyor, ne kötü kokuyor. Hakikaten ölü bir köpek kötü kokar doğru. Allah'ın sevgilisi bakın onların o gördüğü köpek de nereye görüyor. Kokuyu duymuşlar almışlar, Allah'ın sevgilisi de “ne kadar güzel dişleri var değil mi?” diyor. Şimdi bakan göz değil mi bütün mesele hangi niyet ve maksatla bakarsanız onu görürsünüz. 


İnsan Kendi Dünyası İçindeki Şartlara Göre, Yaşar ve Görür

Adamın bir tanesi iki oğlu varmış büyük bir Arif. Ala rivayet İstanbul'a gitmişler. Biri gelmiş “oğlum ne var, ne gördün, ne var ne yok? “Baba,” demiş “hiç sorma,” demiş. “İstanbul mahvoldu, her taraf günah bataklığına döndü.” Aferin” demiş. Öteki gelmiş, “oğlum, sen ne gördün?” “Baba,” demiş “hiç sorma” demiş, “ne kadar mükemmel, muazzez, muazzam bir vilayet. “Ah, demiş “camilerini bir görsen, hanlarını, hamamlarını, ticaret hanelerini sana.” Ona da “Aferin” demiş. Hanımı o Arif zat’a sormuş; “efendi,” demiş. “Hiçbir şey olmaz diyene de güzel dedin, çok güzel olur diyene de güzel dedin. Nedir bunun hikmeti? “İkisi kendi dünyasını aradı İstanbul'da, biri aradığını gitti buldu onu anlattı ona güzel dedin, öteki de aradığını gitti buldu geldi anlattı ona güzel dedim. Dolayısıyla insanlar kendi dünyasını dünyada bulurlar. Kendi iç tabiatımızda ne var biz onları yaşarız. Yani şartlar, malzemeler ne olursa olsun herkes onu yaşıyor. Başka bir şey yaşamıyor ki, değil mi? Binaenaleyh işte içimizdeki şartları, bizden istenilen, Müslüman olarak bizden istenilen Allah'ın istediği tarzda ve de istikamette eğiterek o kulvarda vazife görmektir. O zaman bak ne kadar mükemmel oluyoruz.

Nefsin Terbiyesi ve Nefis Mertebeleri

Şimdi nefsi emmarede insan daima kötüyü seyreder. Ha sana düşen vazife nedir? Onu eğitmek ve terbiye etmektir. Onu terbiye edeceğiz, onun bir üstü levamme’dir. Öyle bir noktaya gelirsin ki inkardan kurtuldun. Her şeyle kötülüğü yanlış aramayı terk ettin ama bu seferde tam kurtaramadın kendini. Bazen hayır yaparsın bazen şer ama şer galip olur; oturur ağlarsın, nadim olursun. İşte nefsin bu halidir Levim dönemi. Biraz daha gayret edersin. Allah kulunun yardımına koşar. Onu eğitmek ve terbiye etmektir. Onu terbiye edeceğiz. Onun bir üstü levamme’dir. Öyle bir noktaya gelirsin ki inkardan kurtuldun. Her şeyle kötülüğü yanlış aramayı terk ettin ama bu seferde tam kurtaramadın kendini. Bazen hayır yaparsın bazen şer ama şer galip olur; oturur ağlarsın, nadim olursun. İşte nefsin bu halidir Levim dönemi. Biraz daha gayret edersin. Allah kulunun yardımına koşar. Allah bahane arıyor kulunu terbiye etmek, yüceltmek, yükseltmek için.

Öyle bir noktaya gelirsin ki bu sefer gayiplerden Cenab-ı Hak sana, senin o güzel gönlüne ilham eder. Rüya görürsün, Allah Allah. Çıkarsın yarın öbür gün, bakarsın aynı şeyler zuhur etmiş. Kalbinde birtakım duygular olur ki buna dini literatürde ilham denir. Bakarsın aman Yarabbi, o duyguların hemen tezahür etmiş. “Ne biçim hal” dersin, bu sefer o sana nurani tecellileri kalbine bahşeden ilahi kudretin, kuvvetin elinde bir şeyler olduğunu görmeye, sezmeye, hissetmeye başlarsın. Buna da mülhime dönemi diyoruz. Perdeyi bir daha kaldırdığın zaman artık Rabbına biraz daha yaklaşırsın, onun nurani tecellilerine çok daha yakın olursun. Bakarsın, Allah Allah ya biz başlangıçta neydik şimdi ne alem. Bu sefer Rabbından iyice mutmain olursun, “O” varmış demek.

Yani bütün alem başınıza yığılsa, haşa inkara kalksa senin inkâr etmen mümkün değil. Çünkü senin iç tabiatında artık Allah'ın varlığı ispat edilmiştir yaşıyorsun onu. Başkası ne derse desin. Senin iç dünyanda öyle bir Allah sevgisi, öyle Allah korkusu, Allah duygusu, Allah'ın tecellisi hâkim ki başkası ne derse desin sen onu yaşıyorsun. Adam sende, ne anlar bu der diyorsun. İşte bu halin itminan noktası, mutmaine noktası ki bu noktada Cenab-ı Hak “gir kullarımın arasına, gir cennetime” (Fecr Suresi, 30. Ayet) emrini o seçilmiş sevilmiş kullarına ihsan eder ki artık daha onun kafasını testereyle kessen, efendim vücudunu ikiye bölsen seni duyacak hali seni görecek takatı kalmaz. Yani her şey Allah'la alışveriş halindedir.


Şimdi günümüzde bazı insanlar efendim böyle olursa işte onu kaybederiz bunu kaybederiz ya bir insanın Allah'a yaklaşması onun aslında kazanılmasıdır. İnsanların kaybı Allah'tan uzak olmasıdır. Sonra bu hayat ne ki 50-60 senelik bilemedin 70 senelik ve günümüzün şartlarında batı dünyası da dahil olmak üzere 80 yıl yaşayan insanlar böyle parmakla sayılacak kadar az. E be kardeşim sen enayi misin ya Allah'ı kazanmak, onunla sevdalanmak, onunla dost olmak, onunla arkadaş olmak dururken; kendi kendini kandırıyor, eğleniyor ve hayatını felç ediyorsun değil mi? İşte bu itminan hali Allah hepimize nasip eylesin. 
Efendim buradan öteye nefsi razıya, merziye makamları vardır ki burası çok enteresandır. Şimdi “Allah senden razı olsun” diye insanlara dua ederiz. Halbuki en güzel dua “ya Rabbi bana öyle bir hal ver ki ben senden razı olayım” duasıdır. Şimdi biz hep Allah'tan şikâyet ediyoruz. Nasıl mı? Kaderimize hep isyan ederiz, bir şey olsa, çoluk çocuğumuz hasta olsa, ölse vesaire hemen basarız isyanı. Ya nedir işte bu başımıza gelenler vesaire yani kadere isyan Hakka isyandır, Allah'a isyandır. Eğer insan Rabbından gelen her şeyi kabul eder, hayriyle şerri, her ikisini müsavi görür, o kulvarda rahatlıkla yürürse işte o kul Allah'tan razı olmuş olur. Efendim İbrahim Hak gazeteleri bu vadide çok tatlı bir sözü var. “Hoştur bana senden gelen: Ya hilat-ü yahut kefen ya taze gül yahut diken. Lütfun da hoş, Kahrın da hoş”. Şimdi lütfediyor Allah'ın nimetler veriyor, seviniyoruz ama az yanlış demeyelim de böyle zararlı nefsimiz için zararlı birtakım şeyler halk ederse kafa tutuyoruz. Bu hali aşmamız lazım, Allah'tan razı olmamız lazım. Buna nefsi raziye. Allah'tan razı olursak Allah'ın da razı olduğu kul oluruz. Bu hale de nefsi merziye denir. Allah hepimize nasip eylesin, O'nun üstü de nefsi kamiledir. Bir asırda yaşayan insanların içerisinde bakarsın üç tane, bakarsın beş tane, bakarsın yedi tane işte bu halde insanlar vardır. Onların da himmetlerinden, şefaatlerinden, sevgi ve muhabbetlerinden Cenab-ı Hak bizi mahrum eylemesin diyorum efendim. Bu kadar kâfi zannederim. 


Nefsin İki Terbiye Metodu Vardır, Tezkiye ve Ruhun Yücelme Yolu

Nefsin iki metodu vardır. Bunun bir tanesi tezkiye yoludur. İkincisi de ruhun yücelme yolu. Tezkiye yolu yani nefsi ait ne kadar duygular varsa sizi eğiten insan onları terbiye eder. Bir yol daha vardır ki ruhu yüceltir, nefsi arkasından çeker. Ruh yücelir, nefis arkasından gider. Ruhun yücelme yolu denir buna. Her ikisi haktır ve de esastır. Bütün kardeşlerimize her iki yoldan da yürümeyi ben tavsiye ediyorum ve de kazançlı çıkacağını yüzde yüz kanaat değil söz veriyorum mutlaka bu yollardan yürüyen kardeşlerimizin kazançlı çıkacağına itikadım tamdır diyorum efendim. 


İnsanın Manevi Eğitiminde Kâmil Rehberlere İhtiyaç Vardır

Şimdi tabi bu vadide insanın kendi kendini eğitmesi söz konusu değil. İlkokula giden bir çocuğun hadi bakalım sen şu tahsili yap diye onu kendi haline bırakmıyorsun. Alfabeyi öğretiyorsun onun üstündeki işte programlara göre çocuğu yetiştiriyorsun. Nefsin de alfabesini ona öğretecek, onun üstündeki halleri yaşatacak mutlaka bir kâmilin bu vadide bu kullarda ona eğitmesi, tezki etmesi lazım. Bu hususta bizim ailelerimizde anneler ilk mürebbilerdir, mürebbiyelerdir, terbiyecilerdi ana babalarımız. Bunun daha üstüne çıkarak çok daha ciddi neticeler almak istiyorsak anne ve babalarımızı da eğitip tezkiye eden daha olgun, daha kâmil bu yolda efendim tabiri caizse yetişmiş insanları, insanı kâmillere ihtiyaç vardır diyoruz efendim. Tarihimizde bunlar bizim örfümüz, adetimiz, geleneğimizdir olmuştur. Biz bunlarla bir hayat yaşadık. Yani 100 yıl, 200 yıldır bir İslam'ı biz bu yolla ahzettik, aldık, hayatımıza geçirdik ve bununla birlikte efendim İslam'ın feyzini ahzettik aldık. Bilhassa Türkler bu tezkiye ve terbiye yolunu hayatlarına İslam dünyasında geçirmede birinci sıradadır. İşte bu Alperen dediğimiz zümre bu zevattır bu insanlardır. Kâşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hacib, Hoca Ahmet Yesevi, Hz. Mevlâna, Yunus Emre, Emir Külâl, Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylani, Ahmet el-Rufai, Ahmet el-Bedevi, İbrahim Desûki, Hacı Bektaş-i Veli, ne bileyim Cüneyd-i Bağdadî, Maruf Ali el-Kerhi, Serî es-Sakatî vesair gibi on binlerce hak dostları işte bu mürebbilerdir bu kâmillerdir. Sen sen ol da bunlara yüzünü dön, arkanı dönme. 


Nefsi Helal ve Haram Sınırlarında Eğitmek Esastır

Nefsin bütün istekleri haklıdır, helal ve haram sınırları içerisinde değerlendirmek şartıyla. Haksızdır helal ve haram sınırlarını aşarsanız. Bilmem anlatabiliyor muyum? Onu helal ve haram sınırları içerisinde eğitecek, teskin edeceksin, o kulvarda isteklerini yerine getireceksin. Getirmedin mi haram olur. Getirirsen helal olur. Niye haram olsun değil mi? Allah onu sana ilahi bir nimet olarak verdi. Her şeyin temeli o zaten. İşte bir caddede koydu helal bir tane de haram. Bu ikisinin arasında çok tatlı yürürsen, bak o nefiste ne kadar tatlı ve hoş geçinirsin. Allah tatlı ve hoş geçinen, Rabbını razı eden, rızasını eren kullardan eylesin diyorum bu geceki sohbette ve takip eden kardeşlerimize hayırlar niyaz ediyorum. Allah'a emanet olsunlar.

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir