info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Meltem TV Diyalog Programı Amerika’nın Değil Dünyanın Hedefi Türkiye’dir / 14 Nisan 2003
18/01/2025 SİYASET 18

    Neler Okuyacaksınız

Bizi Almayacak Olan Avrupa Birliği’nin Kapısında Beklemek Zillettir

Şimdi efendim, evvela bizi takip eden kardeşlerimize sevgi ve saygılarımızı, hürmetlerimizi arz ediyorum. İfade buyurduğunuz husus fevkalade ehemmiyeti haiz bir mevzudur. Bunu Türkiye'yi idare eden insanların ta baştan görmesi, ona göre de bir tavır belirlemesi gerekir idi. Bugüne kadar da olayın bu şekilde tezahür etmesinin asıl esprisi burada gizli. Yani sen, seni almayacak olan bir topluluğa hem en ciddi bir zillet elbisesiyle, efendim, illa da beni al şeklinde bir tavırla, efendim, müracaatta bulunur, bu konuda olmadık tavizleri vermeye kalkarsan neticenin bundan farklı olmasını beklemen de o da ayrı bir ayıp olur, yani netice bu olacak, bu mümkün değil. Şu hususu bizim görmemiz şarttır. Bakınız 44 yıldan beri, diyorsunuz biz Avrupa Birliği'nin kapısındayız, bize hayır diyor, 13 yıllık devlet de olmayan bir topluluğa evet, diyor. O zaman demek ki kriterler, çifte standart dediğimiz uygulamayla ortaya çıkıyor. Yani sizin onların istek ve arzularını ve onların normlarını yerine getirmenizle alakalı bir olay değil.
Başka norm da yok, yani ortada çok ciddi, efendime söyleyeyim, medeniyet farklılığı var, bunu görmek lazım. Avrupa senelerden beri bize bunu anlatmaya çalışıyor. Şimdi, ben soruyorum: Siz hiç duydunuz mu ki Alman devlet başkanı, “Türkiye, Avrupa Birliği'ne layık bir ülkedir, mutlaka alınması gereklidir?” Fransa'nın böyle bir şey dediğini duydunuz mu? İngiliz'in dediğini duydunuz mu? Peki kardeşim, seni kabul etmediğini ifade ettikleri hâlde oraya girecekmiş gibi kendi kendine gelin güvey olmanın manası nedir? Bu büyük bir zillettir, bu benliğinden toplumları kopartıp farklı benliğe bürünme gayretidir. Efendim, biz hatırlar iseniz bu konuda şunu söyledik: Bir defa bu konuda sadece bu konuda değil, dış dünya ile alakalı Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin maalesef bir devlet politikası yok. Bak, Kuzey Irak -az evvel takdim ederken- Kuzey Irak'tan bahsettiniz, Irak'tan bahsettiniz. Ben şimdi soruyorum; Türkiye'nin Kuzey Irak'la ilgili bir devlet politikası var mı? Geldiğimiz bu noktada gördük ki yok. Peki Irak'la ilgili bir politikası var mı? O da yok. Sadece onunla mı? Balkanlara ait bir politikamız yok, Orta Doğu'ya ait bir politikamız yok, Kafkaslara ait bir politikamız yok, Türk dünyasına ait bir politikamız yok, İslam dünyasına ait bir politikamız yok, Avrupa'ya ait bir politikamız yok. Yani biz bir belirsizlik içerisinde gidiyoruz. Günübirlik şartlar neyi gerektiriyorsa orada tavır alıyoruz. Bu, kesinlikle neticesi bulanık ve de karanlık olan şartlara bizi sürükler. Biz maalesef bunları yaşama durumundayız. Artı, asıl anlatmak istediğime geleceğim: Şimdi, bizim Avrupa'yla birlikteliğimizin olması hiç mümkün değil. Niye mümkün değil? Bakınız, Avrupa Birliği bir siyasi birliktir, iktisadi birliktir, kültür birliğidir, medeniyet birliğidir. Ne senin kültürün adamla beraber ne medeniyetin onunla beraber ve bunların ikisinden neşvünema bulan siyasetin de ondan farklıdır. E niye kabul etsin seni? Adam başına bela mı alacak? Veyahut da sen böyle bir dünyayı oluşturduğun zaman o tip medeniyete malik, kültüre malik olan toplulukları alıp da başına bela mı satın alacaksın? Yani bunlar hiç mümkün değil,. Neden? Çünkü bizim Avrupa'yla aramızda çok ciddi ayrılıklar var. Medeniyetimiz farklı, kültürümüz farklı, siyasetimiz farklı, her şeyimiz farklı. İnsan anlayışımız, toplum anlayışımız çok daha farklı. Şimdi, bu farklılıkları gören Avrupa dedi bize ki; “Biz aramızda bir diyalog geliştirmesi yapalım, insanınızı bizim insanımız gibi yapın, yani inancını değiştirin, kültürünü değiştirin, siyasetini değiştirin. Kısaca bunları Müslüman Türklükten çıkartın, o zaman bakalım size çıktınız mı çıkmadınız mı karar verelim alalım sizi dünyamıza.” Bunu diyorlar bize. Bizde işte bu yeni yetişen insanlar taviz üstüne taviz veriyorlar. İşte, o bu manaya da gelir, şu manaya da gelir. Onlar tevilli konuşmuyor. Asıl tevil etmek isteyen, maksadı anlamamaya çalışan biziz, kabul etsek de biziz etmesek de. Avrupa üzerine düşeni yapıyor. Yani bu kültür farkı, bu medeniyet farkı, bu siyaset farkı örfte ayrıdır, âdetlerde ayrıdır, geleneklerde ayrıdır, maneviyatta ayrıdır. Her şeyin ayrı. Diyor ki; “Benimle olamazsın baba, ben seni kabul edemem. Sen benimle huzur bulamazsın, ben seninle huzur bulamam. Ha, benimle ticaret yap, benimle iktisadını geliştir veyahut da ben seninle geliştireyim. Ama bir kültür birliğine, bir siyaset birliğine, bir maneviyat birliğine gideceğiz, diyerek kendi kendini avutma, ben seninle böyle bir birlikte olamam.” Şimdi geliyoruz bunun sonucuna. E, elbette ki böyle olacak. Peki, Rum dünyasına bakıyorsun; Yunanistan, Yunanlılar, Rumlar Batı dünyasının şımarık evlatlarıdır; kültür ve medeniyetinin beşiğidir. Sanatının, kültürünün, medeniyetinin, ahlakının, dininin, ruhunun yeşerdiği, yaşadığı yerdir. E elbette, o dünyanın parçası olan Kıbrıs Rum kesimine evet diyecek, hiç alakası olmayan sana da hayır diyecek. Yani onların yaptıkları çok doğru. Yanlışta biziz onlar değildir. Kısaca bunu ifade etmek isterim.
Aslında biz bunu anlamadığımızdan dolayı değil Muharrem Bey. Anlamak istememekten kaynaklanıyor bu. Biz her şeyimizi değiştirdik. Merak etmeyin, biz sizin gibiyiz. Bu mesajı vermek istiyorlar ama o senin röntgenini çok iyi çekmiş. Tohumuna bakıyor; o tohum toprakta çatlayıp ortaya çıktığı zaman, senin neticeni görüyor. Dolayısıyla bu tavrı alması çok tabii ve de normaldir. Anormal olan, tekrar ediyorum, bizim ısrar etmemiz, sülük gibi yapışmamızdır. Asıl anormal olan bizim tavrımızdır. 

İflas Eden Bir Dış Politikamız Var

Zaten iflas eden bir dış politikamız var. Bunu bile bile yapıyorlar. Dolayısıyla milletin iradesi bu noktada bugüne kadar temsil edilmemiştir. Milletin iradesi temsil edildiği takdirde kesinlikle böyle bir birlikteliği isteyen, kendisini reddedecek, aman ben senden olayım, diyecek. Böyle bir millet yok ortada. Yani bu yapışkanlıkta olan, bu kadar ezilen, çiğnenen ve gururunu haysiyetini ayaklar altına alan bir Türk yok ortada. Bunu kabul etmez bizim milletimiz. Farklı şekillerde olayları bize takdim ediyorlar ve takdim edilen olayları farklı şekilde algılıyorlar, algılatıyorlar ve millet de meselenin mahiyetini bilmediği için biraz o tarafa meyletmiş gibi görülüyor. Aslında hiç meselenin özü bu değildir. Evet efendim.

74 Yılından Günümüze Kadar Kıbrıs'ta Bir Millî Politika İzlenmemiştir

Şu ana kadar 74 yılından günümüze kadar Kıbrıs'ta bir millî politika izlenmemiştir. Ne Rauf Denktaş'ın riyasetindeki kurulan hükümetler, efendim, Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Bey burada, efendim, hükümetler ne de efendime söyleyeyim millet, böyle bir milli bir politikadan geçmedi. Yani ben “Kıbrıslıyım, Kıbrıslı bir Türk'üm!”, bu mesaj orada hiçbir insana verilmedi. Ne Türklüğü tanıtıldı ne maneviyatı ne dini, ne örfü, ne adeti, ne de geleneği… Hiçbir şey tanıtılmadı. Şimdi insanların algılama tarzı, çok affedersiniz, bunu çokça ben ifade etmeye çalışıyorum, öyle bir tarz oldu ki mutfakta alacak bir insan, tuvalette verecek. Bu kadar kısa mesafeli bir hayat anlayışı, o insanımızın ideali hâline geldi. Şimdi, böyle durumlarda insanlar vatan, millet, devlet, haysiyet, şeref, izzet bunları düşünmez. Kısaca, biz Kıbrıs'ta bunları veremedik. Onun için de ha Rum topluluğu, ha Türk topluluğu fark etmiyor. Yani burada hata hem Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nindir hem de Sayın Rauf Tektaş Bey'indir. Bugüne kadar bunları vermediler. Şimdi faturasını ödüyoruz biz. Yani Türk tarafındaki parti liderlerinin o tarafa meyletmesi, onlarla beraber konuşması, istişare etmesi, anlaşması, işte bugüne kadar ihmal edilen yanlışların bedeli olarak ödeniyor. Bu kaçınılmazdır. Aynı hata, aynı vebal, aynı günah Türkiye'de her gün ardına kadar her meselede işleniyor. Aidiyet duygusunu kaybetti millet. Yani “Ben Türk'üm, Türk milletindenim.”, artık bunu diyene rastlamak parmakla gösterilir duruma geldi. Kıbrıs'ta da bu böyle, Türkiye'de de. Şimdi sorunuzun diğer kısmına gelince Rum kesiminin, Yunanistan'ın bunu bu şekilde algılaması çok tabii ve normaldir, ama olayın bir hukuki boyutu var: Yunanistan nasıl olayı algılarsa algılasın, Avrupa Birliği'nin bir defa Rum kesimini kendi bünyesine katması, ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin müsaadesiyle mümkündür. 1960 koruma kollama garantisi Türkiye'ye aittir; Zürh ve Londra Anlaşması. Anlatabildim mi? 

Kıbrıs Rum Kesiminin Türkiye'den Onay Almadan Avrupa Birliği'ne Dâhil Edilmesi İllegaldir

Şimdi Türkiye'nin müsaadesi olmadan Rum kesiminin Avrupa Birliği'ne dâhil edilmesi, bir defa hukuk dışı bir olay. Türkiye'nin şu anda üzerinde durması gerektiği konu da budur. İllegal bir durum var ortada, hukuk dışı.
Kesinlikle illegal bir durum vardır. Haa, neden illegaldir? Çünkü koruma ve kollamakla mükellef olan garantör devletin burada onayı yok. Onay olmadığı için ama bizim bilmediğimiz tarz ve de şekilde bu onay verilmiştir onu bilemeyiz, bizim şu ana kadar bilgimiz, efendim, böyle bir onay yok, yani böyle bir kabul yok. Dolayısıyla yani Avrupa Birliği'ne Rum Kesimi’nin intikali çok zordur, mümkün değildir, hukuk açısından. Öyle olduğu takdirde yani Avrupa Birliği'ne Rumlar katıldığı takdirde, bu birliktelik içinde görüldüğü takdirde o zaman Türk kesiminin, Türk kesiminin bakınız, adada yaşayan Türklerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile entegre olma hakkı elde edilmiş oluyor. Hiçbir irade güç de ona mâni olamaz. O zaman otomatikman ada ikiye bölünür. Yani onlar kabul etse de bu budur hukukî, efendim, devletler arası hukuk bakımından. Ben kabul etmiyorum seni buradayım.

Kuzey Kıbrıs’taki Türk Devleti'nin Varlığını Bütün Dünyaya İlan Etmemiz Lazım

Şart demiyorum, şunu anlatmaya çalışıyorum. Ben seni kabul etmiyorum, diyor Rum, ben istediğimi yapacağım. Bunu yapmaya hak sahibi değil. Faraza yaptığını kabul eder isek o, kendi bölgesini, efendim, sınırını zoraki çizer, o tarafa kayar. Ha, bu tarafa da o zaman hak doğmuş olur; ben de seni kabul etmiyorum. O zaman iki ayrı topluluk vücuda gelir, iki ayrı devlet vücuda gelir. Ya Türk tarafına entegre olur veyahut da bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkar. Bugüne kadar orada, adada bir Türk devleti olmasına rağmen göğsünü gere gere maalesef Türkiye Cumhuriyeti Devleti de adadaki Türk Devleti de “Biz burada bir devletiz, orada bir devletimiz vardır.” şeklinde bunu dünyaya anons etmedik ve hiçbir Avrupa ülkesine gidip de efendim, “Kuzey bölgesinde, Kıbrıs'ın kuzeyinde bir Türk Devleti vardır, lütfen bunu kabul edin.” Denmemiştir, bir Afrika ülkesine giderek böyle bir çalışma yapılmamıştır, Uzak Doğu'ya giderek böyle bir çalışma yapılmamıştır, Orta Doğu'ya giderek böyle bir çalışma yapılmamıştır. Şimdi, ben diyorum ki yeni bir imkân elimize geçti. Madem bunlar bunu böyle yapıyorlar, biz de Kuzey Kıbrıs'ın, Türk Devleti'nin varlığını bütün dünyaya ilan etmemiz lazım ve bu konuda çok ciddi bir çalışma dönemine başlamamız lazım. Bütün Orta Doğu'yu, Uzak Doğu'yu, Afrika'sını, Avrupa'sını kapı kapı dolaşmamız lazım. Türk dünyasını dolaşmamız lazım. O zaman göreceğiz ki Türkiye Cumhuriyeti'nin gayretleri ve de çalışması neticesinde dünya kamuoyunda kabul edilmiş bir Kuzey Türk Cumhuriyeti, Kıbrıs Cumhuriyeti ortaya çıkacak. O çıktıktan sonra şu andaki durumların halli çok daha kolay olur kanaatindeyim. Ben müsaade ederseniz buraya birkaç husus da ifade etmek istiyorum. Biz o bölgeye, o bölgeyle yani Kuzey Kıbrıs'ta bugüne kadar bir entegrasyona gitmedik, siyasi birlikteliğe gitmedik, iktisadi birlikteliğe gitmedik, askeri birlikteliğe… Diyorlar ki efendim, orada Türkiye Cumhuriyeti'nin askeri var. Bu zaten garantörlük hukukundan doğan bir haktır, elbette olacak. Şu anda, benim kanaatim, devletler hukuku açısından Avrupa Birliği'ne Güney Kıbrıs'ın kabul edilmesi, efendim ve Yunanistan'ın da farklı dedikodular boyutuna işi taşıması, bizim Kıbrıs'ta en az şu anda mevcut olan askerimizin iki mislini çıkarma hakkını bize vermiştir, yani bu hakka malikiz şu anda. Çünkü biz orada garantörüz. Bu hukuka binaen biz, asker sayımızı adada arttırmamız şarttır. Neden? Çünkü o insanların can emniyeti, mal emniyeti, namus emniyeti, vatan emniyeti teminat altına alınması gerekiyor. Şu andaki sayımızın buna muktedir olduğunu zannetmiyorum. O bakımdan bu, garanti altına alınması gerekiyor. Bu da ne ile mümkündür? Türk Silahlı Kuvvetleri'nin adadaki hakimiyetiyle. Bu hakkı bize onların davranışları vermiştir, yani biz böyle bir hakkı çok daha fazla elde ettik. Durup dururken “Ben Avrupa Birliği'ne ortak oluyorum.” Sana bu hakkı kim vermiş kardeşim? “Beni Avrupa Birliği kabul etti.” Ne ederse etsin! Seninle benim müşterek hukukum var. Sen bu hukuku aşıp da Avrupa ile beraber olamazsın. Benim müsaademle olur bu iş. Benim ortağımsın sen. Anlatabildim mi? Bir coğrafyayı seninle paylaşıyoruz. Seninle güya bir vatan olacağız, bir devlet olacağız. Kısaca, bu hakkı çiğnemiştir. Çiğnenmiş bu hak üzerine artık kuzeydeki Türk kesimine yeni haklar doğmuştur. Binaenaleyh, bu hakları Türkiye Cumhuriyeti, devleti göz önüne alarak yeni bir strateji belirlemesi lazım. Artı, dediğim gibi dünya kamuoyunu uyandırması lazım. Siyasi birliktelik, ekonomik birlikteliğe gitmesi lazım. Orasını ayağa kaldırmamız gerekiyor. Kısaca, yapılacak olan çalışmalar, bir program dahilinde, bundan sonra vakit geçirmeden ve hiç kimseye sormadan; ona soralım, müsaade de alalım, buna soralım, şu işi yapalım, değil. Bizim inisiyatifimiz neyi gerektiriyorsa gücümüz, takatimiz ne gere… bu istikamette politikalar üretmemiz lazım, diyorum efendim.
Bu ifadeyi, başta söyledik ya, çok ciddi bir acziyettir. Maalesef, biz millet ve devlet olarak bu acziyeti yaşıyoruz. Davranışlarımız bu vadide devam ederse bu acziyet çok daha güçlenecek. Çok samimi konuşuyorum, dünyada itibarımız da sıfıra inecektir. Zillette hiçbir devlet, hatta fert izzet bulmamıştır. Biz zillet ehli olarak izzet bulmaya çalışıyoruz. Bunlar mümkün değil Muharrem Bey.

Güney Kıbrıs Avrupa Birliği Toprağı Olamaz

Tamam Muharrem Bey, ben onu demek istiyorum. Yani Avrupa Birliği toprağı olamaz orası. İşte bu imajı, bu mesajı vermeye çalışan Avrupa Birliği, aslında cinayet boyutunda bir hukuki suç işliyor. Hakkı yok ki, gasp ediyor. E neymiş; “O, beni kabul etti, ben de onu kabul ediyorum.” Buradaki olması gereken hukuk, bunların beraber bu işi kabul etmeleri veyahut da etmemeleridir. Şimdi, sen bir tarafı hiçe sayacaksın, diğer tarafı kabul ederek “burası bize ait bir topraktır”, diyeceksin, “toprak parçasıdır”, diyeceksin. Bunu Avrupa Birliği'nin deme hakkı yoktur ve bir tane asker de efendim, oraya çıkarma hakkı yoktur. Avrupa Birliği, efendim, kuracağı orduyla oraya bir tek askeri çıkardığı takdirde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin meşru müdafaası gündeme gelir ki bu bir savaş sebebidir. Burada savaş suçunu da işleyen Avrupa Birliği tarafı olacaktır, bunu çok iyi bilelim. Yani Avrupa Birliği'nin bunu demeye hakkı yok; “E, biz burayı kabul ettik. Siz bu adadan çıkın.”, bu yanlış! Ben bu tip yorumları bazı arkadaşlardan duyuyorum. “E biz buraya, Avrupa Birliği toprağı oldu. Siz şimdi burada işgalcisiniz.” Sen kim oluyorsun ya? 
Tabii, işgali, işgali yapan Avrupa Birliği'dir. Onu ister kabul etsin Güney Kıbrıs ister etmesin. Yani Güney Kıbrıs'ın onu kabul etmesiyle ilgili bir hukuk alanı değil bu. Ya? Kuzey Kıbrıs da Güney Kıbrıs'ın hukuk mevzuatı olan bir meseledir, müşterek meselesidir, kararlar burada müşterek verilir. Eğer tek başına karar verilmiş olsaydı Güney Kıbrıs'ın dediği olurdu veyahut da Kuzey Kıbrıs'ın dediği olurdu. Bugüne kadar böyle bir şey oldu mu? Olmadı. Peki bugüne kadar böyle bir şey olmadı da Avrupa Birliği güçtür, onun dediği mi olacak yani? Öyle bir şey yok. Avrupa Birliği kesinlikle burada hukuki bir cinayet işlemiştir. Güney Kıbrıs'ı kabul etmek suretiyle bir cinayet işlenmiştir, hukuki bir ortada yanlışlık vardır. Bunu mutlak surette düzeltmek gerekir, düzeltilmesi gerekir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti olaya bu mantıkla bakması, dünya kamuoyuna bunu taşıması lazım, yani çekinmeyecek bu konuda her türlü tedbiri alacak, alması gerekir.
Avrupa hiçbir zaman hukuka uymamıştır Muharrem Bey. Yani Avrupa hiçbir zaman hukuka uymamıştır ki bugün uyusun.
yani bunun Batı’nın biri diğerinden farklı değildir. Biz, bunları geleneklerimizi kaybettiğimiz için maalesef tanıma imkânlarını kaybediyoruz. Biz kendi mikyaslarımızda olaylara baktığımız zaman Avrupa'nın, Avrupalının ne demek olduğunu çok iyi anlarız. Orada çalışan işçilerle beraber konuşun, onlarla sohbet edin. Bugün eğer bulamıyorsak bu mikyasları, bu ölçüleri kaybettiğimiz için bulamıyoruz. Yani onlar bunu gizlemiyorlar, olayı görmek istemeyen bizleriz.

Annan Planı ile Hedeflenen Kıbrıs’ta Türk Kimliğini Yok Etmektir

Şimdi bunun yorumu şudur Muharrem Bey. Bu birliktelikte Türklüğün, Müslümanlığın yok edilmesi, müşterek bir Rum kültürünün, Rum medeniyetinin ortaya çıkartacağı bir insan kimliği modelidir bu. Bunun Türkçe manası bu: “Siz kendi kimliğinizi unutacaksınız. Türk kimliğinizi unutacaksınız; bir Hristiyan-Rum kimliğiyle beraber ortaya çıkacaksınız.” Bunun manası budur. Zaten Denktaş Bey'in bu işi kabul etmemesinin temel sebebi, esprisi de budur. Yani ben kendimden taviz vereceğim, kendi kimliğimi kaybedeceğim, onun kimliğine bürüneceğim. Peki, bu mücadelenin sebebi ne o zaman? Madem ki ben, ben değilim, o zaman niye bu mücadeleyi veriyorum. Kısaca bunun kabulü hiç mümkün değildir, bir aldatmacadır, bir oyundur.
yani orada bir Rum medeniyeti organizasyonunu temellerini attılar, bunu vücuda getirmek istiyorlar. Tabii Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin dirayeti ve de iradesi çok mühimdir bu konuda.

Amerika’nın Hedefi Türkiye’dir

Şimdi, Muharrem Bey, başta söyledik bunu. Türkiye'nin bu bölgede kendisine mahsus bir politikası yok. Daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir hariciye politikası, devlet politikası yok. Günübirlik bir politikayla herkese kafa sallıyor, baş sallıyor. Bu bir defa çok ciddi bir nakısa, yanlış. İkincisi, bu bölgede gerek Avrupa Birliği gerekse Amerika Birleşik Devletleri, bir Türkiye Cumhuriyeti, güçlü bir devletini kabul etmiyor. Zafiyete, mağduriyete mahkûm olan bir devlet anlayışı… Hatırlarsanız, Clinton Türkiye'ye geldiği zaman; “21. yüzyılda dünyanın şeklini Osmanlı varisi Türkiye Cumhuriyeti Devleti belirleyecek.”, demişti. Yani Türkiye'nin konumu çok mühim. Şimdi, Türkiye'nin konumu belli ama yani çok mühim ama bu konumu belirleyecek olan Türkiye'nin siyasetidir, Türkiye'nin ekonomisidir, Türkiye'nin kültürüdür, Türkiye'nin askeridir. Ha, şimdi biz bu mesuliyeti kavramış değiliz. Bu mesuliyeti kavramadığımızdan dolayı da bu bölgede, bu coğrafyada üzerimize düşeni bilemiyoruz, yapmamız gereken ne onu takdir edemiyoruz, tespit edemiyoruz. Yani böyle bir politika yok bizim. Şimdi, ABD, bu bölgeye bir gasıp mantığıyla giren ABD'nin defterinde de sen yoksun.
Yani ben, böyle bir millet böyle bir devlet kabul etmiyorum, diyor adam. Belki hedeflerinden bir tanesi de -bugün değilse yarın- sen olacaksın. Şimdi, kalkıp da seni palazlar mı, seni besler mi, önünü açar mı? Olayı bizim bu mantıkta görmemiz lazım. Devletler hukukunda menfaatler ön plandadır. Şimdi, soruyorum size: Bugüne kadar biz gerek Avrupa devletleriyle gerekse Amerika Birleşik Devletleri ile meselelerimizi müzakerede mütalaada bu ölçüye hiç dikkat ettik mi? Hiç dikkat etmedik, hep böyle duygu planında, efendime söyleyeyim, “olacak, yapılacak” gibi bir mantıkla hadiselere baktık ve bütün bakışlarımızda da yanıldık. Kendi çıkarları istikametinde bizi kullandılar, değerlendirdiler ama bizim çıkarımız söz konusu olduğu zaman da yüzümüze bakmadılar. Irak konusunda da elbette böyle olacak yani. Bundan farklı bir netice beklememiz çok yanlıştır. Bence Amerika Birleşik Devletleri üzerine düşeni yaptı, bize bakmadı. Bizim yanlışımız, ABD'nin bize böyle bakacağını şu ana kadar, efendime söyleyeyim, hala hazmetmek olmamıştır. Hazmedemiyoruz bunu. Nasıl olabilir? O günlerde, Irak çıkarması günlerinde ben siyasi, efendim, iktisadi bilgilerine çok inandığım, güvendiğim, her konuda söz sahibi olduğunu zannettiğim, dış dünyada elçilikler yapmış insanlarımız televizyonlarda konuşurken “Ya ABD'nin bizi böyle basite almasına basite almaması lazım.” Âdeta yalvarıyor. Bu mantıkta bir millete Amerika Birleşik Devletleri, meyleder mi, sana yer verir mi? Bilmem dediğimi anlatabiliyor muyum? Kısaca, Amerika Birleşik Devletleri'nin defterinde biz yokuz. Bunu böyle bilelim. Onun için Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir kuşatma altındadır, kabul etsek de bu budur etmesek de. 
Bir ispatını müsaade edersen bir küçük misalle izah edeyim “çekiç güç” denilen, efendime söyleyeyim, askeri birliği bizim Güneydoğu bölgemize kim göndermiştir? Amerika Birleşik Devletleri, öyle değil mi? Yani… Peki bu çekiç güç dediğimiz, efendim, Amerikan askerlerinden teşekkül eden bu birliğin Güneydoğu bölgesindeki icraatı ne olmuştur? Güneydoğu bölgesindeki icraatı, Kürt harekâtına destek olmuştur ve Kuzey Irak'ta kurulmakta olan devletin temellerini atmaya vesile olmuşlardır. Bunu zaman, efendim, bilhassa PKK hareketinin yoğun olduğu dönemlerde onlara yardım ettikleri, onları organize ettikleri, efendim ve sair gibi mevzularda destekledikleri, mecliste sık tartışılan konular hâlindeydi, değil mi? Şimdi, demek ABD’nin bize bakışı bellidir, ABD bizden, bize niçin, efendim, Irak bölgesinde razı olsun ki, niçin bize aferin desin ki? Aferin dese, takdir etse orada seni birtakım, efendim, ortak hareketlerde pay sahibi yapması lazım. Defterde olmadığın için böyle bir şeye teşebbüs edemez, evet etmesi de mümkün değil.

Amerika Irak’ta Bir Savaş Hukuku Hilesiyle Beraber Savaş Suçu İşlemiştir

Şimdi efendim; bu, ihtimal dâhilinde olan konulardan bir tanesidir. Ancak olaya daha farklı boyutlarda bakmamız da gerekiyor. Dikkat ederseniz “özgürlük getireceğiz” ikinci dönem atılan sloganlardır. Birincisinde, efendim, “Irak'ta kimyasal silahlar var, biyolojik silahlar var. Biz bu silahlardan o bölgeyi arındıracağız.”, hareketin temel sebebi budur. Bu sebep üzerine bina edilen bir savaş, o kadar zaman sürdü, şu ana kadar hiçbir biyolojik, kimyevi silaha rastlanılmadı. Dolayısıyla Amerika’nın iddiası baştan sona kadar yanlış ve yalan oldu. Şimdi, Amerika burada bir savaş, harp hukuku hilesiyle beraber savaş suçu işlemiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nin yaptığı iş, bir suçtur, bir savaş suçudur. Binaenaleyh, birleşmiş milletlerin en kısa zamanda bu meseleyi gündem ederek Amerika Birleşik Devletleri'ni hesaba çekmesi lazım. Aksi takdirde birleşmiş milletlerin fonksiyonu bitmiş olacaktır. Niçin varsın sen, sebep ne? Adalet Divanı’nda Amerika Birleşik Devletleri'nin bu hâlden sonra hesaba çekilmesi gerekiyor. Bu güçle, kuvvetle alakalı bir olay değil, işlenilen suç var, bu suçun faili mutlaka hesap vermesi lazım. Anlatabildim mi?

Irak’ta Resmî Evrakların Yok Edilmesi Yahudi Kökenlilerin Daha Sonradan Yerleştirilmesi İçindir

İkinci bir husus; oradaki birtakım evrakların kaybedilmesi esprisinin temel sebebi de şudur: Irak -Bağdat olsun, Basra olsun, Kerbela olsun, Necef olsun kısaca o bölgenin, o bölgenin- bilhassa Bağdat'taki kütüphanelerin yağmalanması, efendim, birtakım resmi evrakların yok edilmesi, künyelerin tarumar edilmesinin temel esprisi de burada Arap vardır, burada işte şu millet vardır iddiasını tamamen zail kılıp efendim, Yahudi kökenli daha sonra yerleştirilecek olan insanlara zemin hazırlamaktır bu. Anlatabildim mi? Yani ileride o bölgede biliyorsunuz Irak'ın güç ve kuvvet sahibi olmasının temelinde, efendim, İsrail'e karşı çok ciddi bir tehdit unsuru yaşıyordu, orada güçlü bir devlet İsrail'i tehdit ediyordu. Dolayısıyla İsrail'in bu tehdit algılamasının sona ermesi lazım. O kavimden bugün değilse yarın bir milletin tekrar zuhuru, bir başka kavuşması -şu anda benim Irak'taki harekatın sona erdiğini söylemek de mümkün değil, orada bir sürü Şii insan var, % 65'i o toplumun Şii- içinden milli bir kahraman çıkartabilir. Bu mücadeleye yeniden başlayabilirler. İşte, bütün bunlar olmasın diye, efendim, nüfus kütüklerinin de yok edilmesi, yağma edilmesi lazım. Haa, oraya tekrar konuşlanacak olan insanların kökeninin, efendim Arap olmaması, Yahudi asıllı olması ihtimali yarın dünya kamuoyunun gündemine gelirse hiç şaşmayın. Niye? O şekilde bir millet veya onların vücuda getireceği devlet ancak İsrail için tehdit unsuru olmayacaktır. Benim kanaatim bu ihtimaller üzerine orada birtakım hesaplar yapılıyor ve bunun için de icraat bu şekilde vücuda geliyor.
Bir arkadaşımızın güzel bir yorumu oldu: Onun şu andaki hesabı Suriye, İran filan değil. Yaptıklarını gizleyebilmek için bu şekilde bir mantıkla kamuoyunu yönlendiriyor. Ben aynen katılıyorum ona ama bu demek değildir ki Suriye onun projesinde yok, İran projesinde yok. Vardır, neden vardır? Çünkü İsrail'in sadece Irak değildi tehdidi, Suriye de onun tehdit unsurudur, İran da onun tehdit unsurudur. Binaenaleyh, Amerika Birleşik Devletleri’nin gelecek zaman içerisinde bunlar, efendim, bu devletler ilgi alanına girmesi çok tabii ve de normaldir. Onun için de bu ilgi alanından bir tanesi de Türkiye Cumhuriyeti Devleti olduğunu da kesinlikle unutmayalım. Bizim de çok hazırlıklı olmamız, buna göre tedbirimizi almamız lazım.

Biz Bu Vatana Sahip Çıkmak Mükellefiyetindeyiz

Yalnız biz bu konularda -kabul etmemiz lazım ki- icraatta olan iktidarı yalnız bırakıyoruz. Yani bir noktada, işte, “yap da görelim”, bu da yanlış. Neticede mevcut olan iktidar, Türkiye Cumhuriyeti'nin, devletinin iktidarıdır, onlarla beraber olup önlerini açmak, fikir teatisinde bulunmak lazım.  Bu, mesela, iktidar partisi ve muhalefetin mecliste olan meselesi sadece onların meselesi değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bütün partilerinin, bütün vatandaşlarının meselesidir. Hep beraber buna çözüm mantığıyla beraber sahip çıkıp hazırlanacak olan raporları, efendim gerek başbakana gerek hariciye bakanına, ilgili bakanlara bizim takdim etmemiz gerekiyor. Bu çalışmalar bu ana kadar yapılmamıştır, yani burada hepimizin noksanı vardır. Bunu da ifade edelim. Yani muhalefet olsun diye konuşuluyor. Bunlar yanlış. Halbuki, şu anda biz bu vatana sahip çıkmak mükellefiyetindeyiz. Bu bir adım sonrasını da bilemeyebilirler. Bu çok tabiidir, normaldir. Eğer o bir adım sonrasını zatıalileriniz görüyorsa bunu mutlaka iletmelisiniz, bildirmelisiniz. Bu yapılmıyor, yani bunu yapmamız lazım.

Kuzey Irak Bölgesine Peşmergelerin Girmesi Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri İçin Bir Savaş Sebebiydi

Şimdi Amerika Birleşik Devletleri'nin silahlı gücü Bağdat'ta dolaştığı zaman oradaki vatandaş Müslüman, dolayısıyla ona mutlak surette bir tepki duyacaktır, karşı koyacaktır, isyan edecektir, sokağa çıkacaktır, taşlayacaktır, silah atacaktır. Bunlar çok tabii ama elbette orada hadiseleri önlemek için Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kullanmak ister. Niye? Gelen asker Müslümandır, dolayısıyla Amerika askerine baktığı nazarla Müslüman oradaki Türk askerine bakmaz. Bu sebepten dolayı da bizden asker istemesi çok tabiidir. İşte, bu noktada Türk siyasetinin vereceği cevap, “hayır” olmalıdır: Hayır, beni kullanamazsın! Bu olmalıdır. 
Bunun olması için de onların görüş açılarını belirleyecek ve muhkem kanaatler sahibi yapacak görüşleri rapor hâlinde gerek ilim adamlarımızın gerek siyasilerimiziz aktarması gerekiyor. Yani bunları yapmamız lazım. Bu, bir millet davasıdır. Şimdi, Kuzey Irak bölgesine gelince Kuzey Irak bölgesi, şu ana kadar -benim bildiğim- şu andaki hâl olduğunda bir savaş sebebiydi. Yani peşmergelerin oraya girmesi, birtakım icraatlarda bulunması, Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri’nin girmesine ve savaş yapmasına sebepti, değil mi? Bu, bir savaş sebebiydi ama peşmergeler girdi, efendim, nüfus idarelerini yağmaladılar, kütüphaneleri yağmaladılar, tapu sicil kayıtlarını yok ettiler, hatta mezar taşlarını yok ettiler; hiç kimsenin sesi çıkmadı. Gelecek, ABD buraya müdahil olacak. Bu bir defa çok yanlış bir anlayıştı, çok yanlış bir yoldu. 
Az evvel ifade ettim: Bağdat konusundaki endişeler, bu bölge için çok daha geçerlidir. Musul ve Kerküklü insanların eğer siz nüfus kayıtlarını yok ederseniz, mezar taşlarını yok ederseniz, “burada Türkmen Türkleri vardır” ispatını yapamazsınız. Yeni tutulacak olan kayıtlarda, efendim, “burada Kürtler vardır, peşmergeler vardır” iddiasının önüne geçemezsiniz. Bunlar yapıldı, anlatabiliyor muyum? Şimdi, biz oraya bir komisyonla müdahil olduk. Efendim, araştırmalar yaptık. Bir söz vardır: Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye. Olan oldu bir defa, yani bunlar olmadan yapılacaktı. Veyahut da tamamen Kürtler çıkartılıp, peşmergeler çıkartılıp, Türkmen Türkleri mahallerine yerleştirilecek ve orada tekrar, hakimiyet unsuru onların elinde olacak ki; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin silahlı kuvvetlerinin ona, oraya müdahil olmaması durumu ortaya çıksın.  Aksi takdirde silahlı kuvvetlerimizin oraya müdahale etmesi zarureti vardı. Bu bir defa hangi sebepten olursa olsun icra edilmemesi, askerin oraya çıkartılmaması çok ciddi bir yanlıştır, çok ciddi bir noksanlıktır. Musul ve Kerkük aynı zamanda bizim Osmanlı hanedanlarının tapulu arazisidir. Hem Misak-ı Milli hudutlarımızın, efendim, bölgemizdir coğrafyamızdır, efendim ve hem de oradaki Türklerin can-mal emniyetinin teminatı açısından müdahale etme hakkımızdır. Bütün bunlar, bizim tarafımızdan maalesef şu ana kadar yapılmamıştır. Bunun izahı için, efendim, ciddi bir murakabe, muhasebe ve bu olayları araştırma ve değerlendirme yapılması lazım.

IMF ile Beraber Olan Devletlerin Hiçbirinin İki Yakası Bir Araya Gelmemiştir

Şimdi, IMF ile beraber devam eden devletlerin hâli ortada. Bugüne kadar IMF ile beraber olan devletlerin hiçbirinin iki yakası bir araya gelmemiştir. Dolayısıyla bundan sonra bizim de burada kârlı çıkacağımızı düşünmemiz, kendimizi avutmamızdır. Sonra, IMF ile olan hukukun düzelmesi, hatırlarsanız, Sayın Derviş, Amerika'dan Türkiye'ye getirilmiş, transfer edilmiş bir bakanımız oldu. O bile, onun döneminde bile istenilenlerin elde edilmesi mümkün olamadı, Türkiye bir noktaya taşınamadı. Şimdi, ondan sonra yani bugünkü dönemde, efendim, IMF politikalarıyla Türkiye'nin bir yere gitmesi de hiç mümkün değildir, bunu böyle bilmiş olalım. Düşünebiliyor musunuz siz, borcu borçla beraber kapatacaksınız, aldığınız borcu yine alacağınız borçla beraber kapatacaksınız? Aldığınız borca verdiğiniz bir faiz var, alacağınız borca yine vereceğiniz bir faiz var. Türkiye'nin bu yıl, yanılmıyorsam, hatırladığıma göre 72 katrilyon borç faizi ödemesi gerekiyor, borcu değil, borç faizi Türkiye'nin bu sene 72 katrilyon civarında ödemesi gerekiyormuş. Şimdi, bu derece faiz yükünü Türkiye'nin kaldırması hiç ama hiç mümkün değil o hâlde biz, ayaklarımızın üzerinde durabilecek millî bir iktisadi modeli hayata geçirmemiz lazım. Çalışmadan, kazanmadan bizim kalkınmamız hiç mümkün değildir. Başkalarına el avuç açarak, efendim, bize para versinler, işimizi düzeltelim. Hayır! Kendi kaynaklarımızı, efendim, hayata geçirerek 7'den 70'e her birimiz çalışma hayatının içerisinde olarak, hiç kimseden bir şey beklemeden yapacağımızı yapmamız lazım. Bu nerede? Tarımda. Bu nerede? Affedersiniz, hayvancılıkta, ormancılıkta, denizcilikte, madencilikte, sanayide; hülasa 7'den 70'e her iş kurumunda iş bölümünde hepimizin çalışması lazım. İş hayatının içerisinde olmamız lazım, kazanmamız lazım, üretmemiz lazım. Bugün Türkiye'nin yapmadığı bu.

IMF’den Biz Kredi Alırken Bizi Aynı Zamanda IMF Kendi Pazarı Hâline Getiriyor

Şimdi, IMF sana kredi verirken şartlarını da koşuyor. Diyor ki; şeker pancarı ekemezsin, tütünü dikemezsin, fındık yetiştiremezsin, çay üretemezsin, mısır ekemezsin, efendim, buğday ekemezsin. Şimdi düşün; ee neymiş? “Ben bunları daha ucuza mal ediyorum, bunları benim pazarımdan alabilirsin, alırsın.” diyor. Şimdi, düşünebiliyor musunuz Muharrem Bey; Türkiye, efendim, tahıl ambarı olan Türkiye, buğday yetişmeyecek, mısır yetiştirmeyecek… E ne bu millet ne yiyecek, toprak mı yiyecek? Diyelim ki bu yıl bize, efendim, bizim yetiştirdiğimiz ürünün yarı fiyatına mesela buğdayı ihraç etti, biz ithal ettik, kalktık bunu yarı fiyatına aldık, mısırı da öyle ama 2 yıl sonra biz bu üretimlerden tamamen koptuğumuzda %300 fiyatına bize pazarlamayacağını kim garanti edebilir? O zaman elimiz kolumuz bağlı olur. Binaenaleyh, IMF’den biz kredi alırken bizi aynı zamanda IMF kendi pazarı hâline getiriyor. Bu anlayış devam ettiği müddetçe gerek çiftçimizin gerek efendim orman köylümüzün gerek esnafımızın sanayicimizin bir yere varması mümkün değil ve şart koşuyor sana verdiğim borç parayı ve faizini ödeyebilmen için de kamu teşekküllerinde çalışan işçilerinin adedi şu kadar olması lazım, bunu aşamazsın, diyor. Şu kadar ona maaş vereceksin, bunu da aşamazsın, diyor. İşçini şu fiyattan çalıştıracaksın, bunu da aşamazsın. İstediğiniz zammı dahi elinizde para da olmuş olsa işçine veremiyorsun. Niye? Bu para benim param, diyor. Evvela sen kendine ait olan borcunu ver, ondan sonra artarsa işçine, çiftçine, maliyecine, memuruna buna verirsin, diyor. Şimdi, böyle bir bağımlılığı olan bir milletin kalkınması hiç mümkün değil, işte bu bağımlılığı terk edecek Türkiye, bir millî, iktisadi modeli hayata geçirecek, iç ve dış borçlanmayı tamamen sıfırlayacak. Bunu yaptığımız zaman ayakların üzerinde duran bir ekonomik modeli hayata geçirdiğimizde göreceğiz ki hem üretici olacağız hem pazarlayıcı olacağız hem karnımız doyacak hem cebimiz para görecek. Aksi takdirde, bir yere varmamız, bir söz sahibi dünyada olmamız hiç ama hiç mümkün olamayacaktır. Bunu böyle bilmiş olalım.

Ülke Olarak Hızla Bir Batağa Doğru Gidişimiz Var  

Ülkemiz, çok fazla dayanmaz, Allah korusun. Zaten hızlı bir batağa doğru gidişimiz var.
Her taraftan kuşatılmış iktisadi bakımdan da mağduriyete mahkûm edilmiş bir ülke, bir devlet pozisyonundayız. Bir an evvel bundan dört elle, efendim, el ele verip çıkmamız lazım, şarttır. Ama bizi takip eden kardeşimiz hiç endişe etmesin bütün bunları zorlukları aşacak bizde plan var, proje var, program var; hiç endişe etmesinler. Bizim endişe ettiğimiz şu: Bu millî kaynakları bunlar, özelleştirme adı altında, yabancı sermaye sahiplerine ucuz fiyatla peşkeş çekecekler, şahsen benim endişe ettiğim o; o zaman elimiz kolumuz bağlanacak. O bakımdan kendi bölgelerindeki siyasileri tamamen ayıktırsınlar, böyle bir yanlış yapmasınlar, böyle bir yanlış yapılırsa milletin eli kolu bağlanır ve devlet batmaya mahkûm olur. Yani millî kaynaklarımız heder edilmesin.
Kardeşlerimize saygılarımı sunuyorum. Bu bir projedir, bu projeyi eğer sahiplenirse, iktidar da sahiplenirse bu işin altından çıkar, diğer partiler de sahiplenirse bu iş… Bir formüldür, bir matematik problemidir. Bu problemi çözmeye niyet eden herkes, bizim proje ve planlarımızı uyguladığı takdirde bunların tamamını çözme iktidarına malik olur, hiç kimsenin endişesi olmasın. Bunları çözeriz yani kimse bundan endişe etmesin.
Amerika'nın değil dünyanın hedefi Türkiye'dir, bunu kabul edelim.
Eğer inşallah, Bağımsız Türkiye Partisi iktidarı döneminde bütün bunların hepsi olacaktır. Dünyanın en güçlü caydırıcı gücüne ve de silahlarına Türkiye Cumhuriyeti Devleti Allah'ın izniyle kavuşacaktır, kimsenin kuşkusu olmasın.

Gerek Irak Gerek Kıbrıs Politikamızın Bir Devlet Politikası Haline Gelmesi Lazım

Talabani Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin verdiği pasaportla beraber dünyada dolaşıyor. Yani biz onları bu hâle getirdik. Biz kargayı besledik, gözümüzü oyduruyoruz.
Burada gerek Irak politikamızın gerek Kıbrıs politikamızın -tekrar ediyorum- bir devlet politikası hâline gelmesi, partilerin değişmesiyle bu politikaların değişmemesi; Kafkaslar, Balkanlar, Türk dünyası Orta Doğu, Uzak Doğu, Avrupa politikaları olan güçlü bir devletiz biz. Bu politikayı oluşturmamız lazım. Bağımsız Türkiye Partisi’nin bütün bunlara ait ciddi politikası vardır. Bizi takip edenler şunu iyi bilsinler; Bağımsız Türkiye Partisi, Türkiye'nin her türlü sorunlarının altından çıkacaktır, çıkar; bizim projelerimiz hazırdır. Maalesef projelerimizi alıyorlar, uygulamasını da yanlış şekilde yapıyorlar, yapacaklar. Biz vatandaşımızı efendim memleketimizin kaynaklarını ortak edecek projeleri takdim ederken bunlar yabancı sermaye sahiplerine ucuz fiyatta bu kaynakları verme durumunda maalesef oluyorlar. Onun için Bağımsız Türkiye kardeşlerime rica ediyorum; bugünden itibaren gece gündüz hem iyi tanısınlar, herkese anlatsınlar, tek kurtuluş yolu ve de kurtuluş simidi Bağımsız Türkiye’dir, diyorum bizi takip eden kardeşlerime hayırlar, saygılar, muhabbetler arz ediyorum efendim.
Avrupa’yla olmaz, IMF ile olmaz; Avrupa’sız olur, IMF’siz olur.

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir