
Neler Okuyacaksınız
Dünyada Mevcut Olan Kavgalar İnançların, Medeniyetlerin, Kültürlerin Kavgalarıdır
Ben olaya daha farklı bir boyuttan bakmak istiyorum. Esasen dünyada mevcut olan çatışmalar, kavgalar; bir kültürün, bir medeniyetin, inançların kavgalarıdır, medeniyetlerin kavgalarıdır, kültürlerin kavgalarıdır. Asırlardan beri bu kavga, Türk toplumu ile Müslüman Türk toplumu ile şuurlu bir biçimde batı ile İslam Türk dünyası arasında devam ediyor. Yani, kavga eden Müslüman Türk kimliği olmasına rağmen ona çeşitli isimler vermişler; farklı boyutlarda, farklı şekillerde onu göstermişler ve onun mücadele edilen yönünün Müslümanlık olduğunu gizlemişlerdir, İslam kültürü olduğunu gizlemişlerdir, medeniyeti olduğunu gizlemişlerdir. Bu çok iyi gizlendi, ustalıkla gizlendi. Cumhuriyete geçilirken, o dönemde merhum Mustafa Kemal Atatürk ve Fevzi Çakmak Paşa bir tarafta, diğer kadro diyebiliriz ki karşı tarafta olmak üzere bu çatışma tamamen dinler çatışmasına dönüştü.
Mustafa Kemal Atatürk Müslümanların Safında Yer Almış ve Başı Çekmiştir
Çok gariptir, bunu belki de bizi takip edenler hiç bilmez; bu çatışmada Mustafa Kemal Atatürk, İslam yanında yer aldı, İslam safında yer almıştır. Yani, çok enteresandır. Yani denilse ki, Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyet tarihinde işte ne yaptı? Kulaktan dolma söylenilen sözler işte ‘İslam'a karşı cephe açtı’ derler. Ama işte öyle olmadı. Mustafa Kemal Atatürk, Müslümanların safında, İslam safında yer aldı ve baş çekti. Ama bu işi o kadar ustalıkla yaptı ki hiçbir zaman da öne çıkıp hedef olmadı bu şekilde. Şimdi vereceğim misaller bunu çok bariz bir şekilde ortaya koyacak.
Mustafa Kemal Atatürk Çok Usta Bir Manevra İle Üniter Devleti Müslüman Türk Kimliği Üzerine Bina Ediyor
Hatırlarsanız mübadele, nüfus mübadelesi oldu. Mesela bizim bölgeden Rum asıllı o günkü vatandaşlarımız, Hristiyan oldukları için o bölgede kalmak istemediler cumhuriyetin ilk aşamasında. Yine Trakya bölgesinde, Türk olduğu halde Müslüman kardeşlerimiz; onlar da orada kalmak istemediler. Karşılıklı bir anlaşma ile beraber nüfus mübadelesi oldu. Merhum Kemal Atatürk ve Fevzi Çakmak Paşa ki belki bunlar böyle her şeyde önümüze çıkmış değil ama kuyudatta var bunlar mevcut. İkisinin müşterek anlayışı ile beraber ne kadar azınlık Hristiyan var, güzellikle, anlaşma yoluyla, mübadele usulü ile asıl memleketlerine, anavatanlarına diyelim gönderiliyor; ne kadar Müslüman Türk var, onlar da Anadolu’ya transfer ediliyor. O kadar ki mesela Hristiyan olduğu halde bize çok yakın olan, coğrafyamıza da yakın olan Türkler vardı. Bunlar müracaat etmiş olmasına rağmen Mustafa Kemal Atatürk bunları kabul etmiyor.
Şimdi, çok usta bir hareketle diyelim manevra ile üniter devleti, Müslüman Türk kimliği üzerine bina ediyor. Ama tabii bu Türk kimliği içerisinde o kadar insan var ki Çerkez bunun içerisinde, Laz bunun içerisinde, Boşnak bunun içerisinde, Arap varsa bunun içerisinde, Kürt bunun içerisinde. Fakat o Müslüman Türk kimliği bir şemsiye olarak tamamını kuşatıyor ve bunu da resmi bir politika, ideoloji haline efendime söyleyeyim getiriliyor. Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz devletin vatandaşı da işte bu sade Müslüman kimliği oluyor.
Ama 23 ile 38 yılları arasına kadar bu kimlik hakikaten halk arasında, bürokraside, ticarette, sanayide her neyse, her yönde, her yerde gerçekten öne çıkıyor; yani, bu. Gayrimüslim dahi olmuş olsa bir insan, yani o ‘Ben, Müslüman Türk'üm’ deme zaruretine inanıyordu. Çünkü bu mahşer-i anlayış, şuur öyle fevkalade bir noktaya geldi ki Müslüman Türk kimliği. Ama bu Müslüman Türk kimliği dediğimiz kimlik içerisinde hakikatte adam Müslüman da değildir; öyle görünmesi gerekiyordu, buna inanıyordu ‘Ben eğer bu kimliğin dışına çıkarsam, bu toplum beni refüze eder, yok eder’.
1938’den Sonra Müslüman Türk Kimliğiyle Mücadele Edildi
Benim gördüğüm kadarıyla merhumun koyduğu bu fevkalade düzen, fevkalade nizam 38’den sonra yani onun vefatından sonra ona dost göründüğü halde maalesef gerçek dostu olmayanlar bu kimliğe işte atışa başladılar, müdahaleye başladılar, müdahil oldular. Bu kimlikle mücadele edildi. O 23’ten sonra başlayan Hristiyanlaştırma programı, merhumun döneminde kendine vatan bulamayınca; artık üzeri küllenmişti. Ama 38'den sonra, yani onun vefatından sonra hepsi kafayı kaldırmaya başladı. Hareket, bu harekettir. Kafayı kaldıran her grubun, her kurumun, her bölgenin ne bileyim çok da ciddi batılı güçler tarafından desteklendikleri için bazen baktık ki çok mükemmel bir İslam görüntüsünde. Enteresandır, bir bakıyorsun adam lan Müslüman ya buna bir şey deme. Ama olayın içerisinde İslam akaidine ters düşen ve de hiç de alakası olmayan, Hristiyanlıkla iç içe olan kuralları kendi bulunduğu tabana empoze etmekle, onları eğitmekle bir de bakıyorsunuz kadrolar yetiştiriliyor. Ama dışarıdan da baktığınız zaman bunlar kardeşim dört dörtlük Müslüman. Bu şekilde bir uygulama.
Diğer tarafta gerçekten Müslümanlığı istemeyen, gerçekten ‘ya Müslümanlık olmasın da ne olursa olsun’ diyen bir de cahil bir kesim var. Onlar da bu kimliğe karşı iyi bir tavır alıyorlar. Ama hasbelkader merhumun döneminde ortaya konan bu siyaset öyle genel bir daire, öyle genel bir çerçeve oluşturdu ki hakikaten bunu delip yırtmak da bir kere de mümkün olmadı. O günden bugüne Türkiye'yi Hristiyan yapmak isteyenler çeşitli yollarla, çeşitli kademelerdeki insanları çeşitli oyunlarla devreye soktular. Ne dendi? Dendi ki ‘Canım devlet kafir, vatandaş Müslüman’. Şimdi böyle bir dönem geçirdik, yaşadık ‘devlet kafir’.
Şimdi vatandaş da, bu Müslüman kimlikli vatandaş da hakikaten devleti temsil eden irade öyle enteresan düşüncelerle ortaya çıkıyor, öyle konuşmalar abuk sabuk, ipe sapa gelmeyen mantıkla ortaya çıkıyor ki sen de bir kenarda oturuyorsun, hayıflanıyorsun ‘Vatandaşın dediği doğru’ diyorsun. Yani sırf bu İslam'dır, bunun dediği olması mantığı geçerli olsun diye bu şekilde bir dönem ve Müslüman devlete karşı aba alıyor.
Öyle bir noktaya geliyor ki devletle birlikte devleti koruyan koruma güçlerine de aynı tavır alınıyor. Final noktasına gelindiği zaman ortada sanki böyle İslam'a gönül vermiş, İslam’ı siyasette de iktidar yapacak görüntüsünü veren birtakım yine kurumlar oluşturdular. Bunlara partiler de diyebilirsiniz. Vatandaş baktığı zaman ‘Canım bu tamam, bizden. Ama devlet, bizden değil’. Şimdi öyle ya Türk toplumu Müslüman olduğu için, gerçekten de İslami ihtiyaçları var. Yani, Müslümanlık adına ihtiyacı var. Bunu yerine getirebilmesi, hayata geçirmesi lazım. Bir bakıyorsunuz ki bunlar gerçekten onun tabii ihtiyacı olmasına rağmen, bir bahane ile önü kesiliyor. Burada o Müslüman hakkına ulaşmasın, varsıl olmasın için değil olay. Ya? Devlete nefreti tamamen artsın. Ardından da, o mu? Onun dediği olmasın da ne olursa olsun. Mesele onu, o vadiden alıp nefret politikası ile misyonerlerin ağına düşürmek idi. Bu proje tuttu. Maalesef bu proje tuttu. Şimdi “O mu, o mu?” diyor “Ben kabul etmiyorum. Bu ne yaparsa doğru” diyor.
1960’lı yıllarda Avrupa'ya giden Türk işçileri inancından, kelime değil bir nokta taviz vermemişti. Şimdi oraya gidiyorsun, oradaki arkadaşlar burada seni, beni misal vererek “Canım” diyor “bunlar sizden iyidir” diyor. Bu noktaya işi getirdiler. Anladım ki işte ‘irtica’ idi, bir ‘din tehlikesi vardı’ gibi sözler meğer toplum mühendislerinin Türk toplumunu bir noktaya taşıyabilmesi için oynadıkları bir sosyolojik oyundu, siyasi bir oyundu ve maalesef bu oyuna da biz hepimiz geldik.
Devletle Milletin, Siville Askerin Mutlaka Barışması, Kardeş Olması Lazım
Peki yapılması gereken ne? Yapılması gereken, biz farkındaysanız bendeniz temelden beri devletle milletin, siville askerin mutlaka barışması, kardeş olması lazım. Bunun dışına bize, bizim dışımızdaki ne kurumdan ne kuruluştan ne şundan ne bundan fayda yoktur. Bunu iyi bilelim. O bürokraside mevcut olan aydın kesim dediğimiz, eğitilmiş kesim dediğimiz insanlarla da bir araya geleceğiz. Askerle, siville hepimiz bir araya geleceğiz “Ya biz ne alıp veremiyoruz ki söyle bana bakayım?”. “İmam hatipli olmak laikliğe aykırı”. E gel kardeşim, imam hatipli olmak laikliğe aykırıysa, bunun neresi aykırı? Keselim o tarafını, düzeltelim. Nedir bunun… Yani, laiklik nedir? Bir defa bunu ortaya koyalım. Yani, işi kavga mantığından bir çıkarmamız lazım. Bir araya gelip barış masasında… Nasıl bugün Avrupa Birliği masasında oturup bir araya gelebiliyorsak, onların bütün yanlışlarına ‘evet’ diyebiliyorsak; hele biraz da kendi kendimizi hazmetmesini… Oturalım bir araya, nedir bu imam hatip, imam hatipli nedir?
Benim bildiğim kadarıyla imam hatip okulları öyle bildiğimiz gibi yoğun bir dini tedrisat ile eğitim yapan ekoller, okullar değil. Türk maarifinin denetimi, gözetimi, yönetimi altında. Tamam mı? Denetim, gözetim, yönetim. Anayasal bir kurum olarak bütün müfredatı orta ve lise muadili olmak üzere… Bir tane ne? Dersi noksan değil. Fazlalığı var, noksanı yok olmak üzere bu eğitimden geçmiş; bunun yanında da ahlaklı olsun, dinini öğrensin, kıblesini tanısın, peygamberi nedir bilsin diye de üzerine 1-2-3, bilemedin 4 ders ilave edilmiş, efendime söyleyeyim okullarımızdır.
İnancın Toplum Ahlakı ve Sorumluluk Bilinci Üzerindeki Etkisi
Ben mesela çocuklarımı imam hatip okullarında okuttum. E bakıyorum onlara, çocuklarımın hakikaten efendi, ahlaklı, faziletli ve kimseye zararı olmayan, dürüst insanlar. Bir tanesine de ‘sen namaz kılacaksın, kıl’ demiş de değilim, Allah şahit. Ama hepsi de üzerine düşeni yani bir vatandaşlık görevi olarak, vatanına karşı yapması gereken neyse bunu fazlasıyla yerine getirmeye çalışıyor. Bir de diyor “Ya ben yaratıldım, bir kulum” diyor “bir de tanımam lazım bu ilahi irade nedir? Bir de onu tanımam lazım”. Ona karşı de işte namazdı, oruçtu vs. bunların da yeri. Bu aynı zamanda bizim toplum için olması gereken, belki de olmazsa olmaz şartlardan biridir. Yani insanın murakabede, muhasebede kendinden üst bir iradeyi kabul edip ‘Bir gün ben mutlaka buna hesap vereceğim. Onun için burada belki beni gören olmaz, gözeten olmaz, yöneten olmaz. İmkanları bulur, istediğimi yaparım. Ama bir yöneten, bir gözeten var ki yakama yapışacak “Gel bakalım buraya” diyecek. Ha ben onu aşamam’. Bu inançta insanımızın olması da aynı zamanda toplumdaki olabilecek bütün hadiselerin önüne geçen en büyük müeyyide ne bileyim unsur oluyor değil mi? Sigorta. Yani böyle bir şey olması da lazım.
Bir İnsanın Dindar Olması Laikliğe Aykırı Olması Demek Değildir
Şimdi gelelim imam hatip, imam hatipli laikliğe aykırı mı? Eğer bir insanın dindar olması laikliğe aykırı ise bütün camileri boşaltmamız lazım. Kimseyi camiye sokmamamız lazım. Deme, böyle bir şey yok. Kiliseleri de boşaltmamız lazım. Çünkü kiliseye giden insanlar da dindar. Ha demek ki dindarlıkla sistemlerin arasında bir ilişki yok. Adam kendine ait görevini yapabilmek için gerek evinde gerekse işte camide gerek kilisede gidiyor, kulluk vazifesini ifa ve eda ediyor. Ama milletine ve devletine ait olan vazifesini yapabilmek için de orada, o şartlara uyuyor.
Şimdi ben soruyorum, imam hatipli dediğimiz arkadaşlar bunun dışında bir şey mi yaptı? Bunların bir eylemi mi oldu? Gelin bu devleti yıkalım, bu rejimi atalım, bunu yerine filancıyı getirelim. Böyle bir… Yani böyle bir şey duydunuz mu? Böyle bir hadise var mı? Böyle bir organizasyon var mı? Peki bunlar nereden çıkıyor? Deme bizim dedikodulardan, birtakım fitnelerden etkilenmek suretiyle işte bu toplumdaki anlayışı, devlete karşı nefret politikası ile ayağa kaldırıp bu temiz, tertemiz insanımızı misyonerlerin ağına düşürme oyununa kim geliyor? Maalesef bizim aydınımız, bizim bürokratımız, bizim ne bileyim irademiz geliyor. O halde bunlarla oturup masa başında sohbet etmeliyiz. Kovdular; gene sohbet etmeliyiz. Gene kovdular; gene sohbet etmeliyiz. Yani bunu biz konuşmakla, mutlak surette karşılıklı diyalogu oluşturmakla ancak bu vahim manzaraları aşabiliriz. Aksi takdirde ne olur? Aksi takdirde insanımız bölük bölük, fevc fevc elimizden çıkar. Çıkar da ne olur? Zaten istenilen de budur; Müslüman Türk kimliğini bozmak, yıkmak, atmak. Bu kimlik rayından çıktığı zaman… Daha doğrusu bu anlayışı, bu inancı bir defa o murakabeli, o kontrollü insanı kaybedeceksin, kaybediyorsun. Bunu kaybettin; yaratıcıyla arasındaki münasebeti, irtibatı unutan insan, yok eden insan seninle, benimle olan münasebeti de yok ediyor. Bunu da tartışmaya açıyor. Kendi benliğinde kendini tartışmaya açıyor. Dün, Türk Müslüman kimliği idi; bugün ‘Ben, o değilim’ diyor. Yani bunun yaşanmış örnekleri var, misalleri var toplumda ‘Ben o değilim’. Ya sen nesin? Zaten bu noktaya, bu dediğim noktaya getirmek için bütün bunlar. Ben Rum’um. Allah Allah… Nereden çıktı ya? Ben Pontus’um. Ben Ermeni’yim. Zaten ikinci adım, bu atıldıktan sonra Türkiye'nin işi bitmiştir. Niye bitti? Öteden beri işte burası Türk'ün vatanı değildir. Müslüman Türk'e ait değildir. Bunlar burada işgalcidir. Bunlar Orta Asya'dan gelmişlerdir; bu ülkeleri, buraları Ege’sini, Akdeniz’ini, Karadeniz'ini, İç Anadolu'sunu işgal etmiştir. Geriye dön, marş marş. İşte oyun, asıl oyun, asıl efendime söyleyeyim hayata geçirilmek istenilen tiyatro bu.
Nefret Politikalarını Terk Edeceğiz
Şimdi belki de o noktaya itilmiş, gelmiş öz be öz bu vatanın evladı çok zaman sonra ayıkacak ama iş işten geçmiş olacak. Binaenaleyh derim ki bu nefret politikalarını terk edeceğiz. Bunun bir oyun olduğunu göreceğiz. Adam istemese de kolundan tutup ‘gel, otur bakayım aşağı’ diyeceğiz ‘Konuşacaksın, konuşacağım. Burada her şeyi bitireceğiz’ demek suretiyle barışı, birliği, dirliği, kardeşliği bence gündem etmenin, dava etmenin, hatta her gün açık oturumlar, paneller ne bileyim mitingler bu iş için organize etmenin zamanı gelmiştir ve de geçmiştir. Gözümüzü dört açmamız lazım. Türkiye üzerinde hesabı olan insanlar yarın Ahmet Bey'e gelir de, İbrahim Bey'e gelir de, Ali Bey'e gelir de Ali Bey’le pazarlık yapmak için masaya oturursa; biz o zaman bir masada da buluşamayız, birleşemeyiz. İbrahim Bey’e belki kim bilir neler vaat edecekler? Ahmet Bey’e kim bilir neler vaat edecekler? Ali bey’e kim bilir neler vaat edecekler, neler söyleyecekler? Belki de Ali Bey’e işte tahmin etmediği yerde ‘büyük bir temsilci yapacağız seni’ diyecekler; hepsi tiyatro. Ama Ali Bey bu oyuna geldikten sonra bu tiyatro anlaşılsa ne olacak, anlaşılmasa ne olacak? Yarın bunlar da olabilir. Bunlar çok mümkünattan olan… Zaten biz Hicaz bölgesini bu sebepten kaybettik. Hatırlarsanız bu oyunlarla kaybettik. Bu o kadar güzel organize edildi, öyle oldu ki orada Müslüman Müslüman’a vurdu. Şimdi o Müslüman ‘Aaah siz gelseniz de bizi kurtarsanız’ diyor. Bilmiyor bizim başımıza gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmedi.
Arafat, yani onlar dengeyi kaybettiler çok zaman evvel. Maalesef o dengeyi biz de bulamıyoruz, biz de kaybettik. Yani işin merkezinde… Türkiye'dir, Türk milletidir; bu coğrafyanın nirengi taşıdır, bu bölgenin merkezidir. Her bakımdan burası çok mühimdir. Yani Arif Nihat'ın bir şeysi var, şiiri var “Haberin yok gibidir taşıdığın değerden. El de sensin, dil de… “. Yani, biz taşıdığımız hangi manayı taşıyoruz, hangi değeri taşıyoruz gerçekten bunu bilmiyoruz. Onun için bunu bileceğiz. Bu çok kıymetli. Biz öyle bir zengin miras devraldık; öyle muazzam bir mazimiz, öyle fevkalade bir coğrafyamız, henüz daha bakireliğini kaybetmemiş, bu kadar oynanmasına, bu kadar üzerine gelinmesine ne bileyim rağmen onu kaybetmemiş bir yerimiz de var. Onun için biz sabretmeliyiz. Tekrar ediyorum siville askeri, devletle milleti barıştırmaktan başka çıkar yolumuz yoktur. Yol varsa budur; bilmiyorum başka çıkar yol, diyorum. Bizi takip edenlere hürmet, saygı ve muhabbetlerimi arz ediyorum. Fazla konuştuysam af ola, diyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız