info@profdrhaydarbasenstitusu.org

İslam'da İnsan Eğitimi
21/11/2024 DİNİ YAŞAM 116

    Neler Okuyacaksınız

İnsan olmak, dinin birinci gayesidir

Hay hay efendim,

Şimdi dinimizin asıl gayesi ve de maksadı “erdemli insan”, dini literatürde “Kamil İnsan”, bu manada insan tipleri oluşturmaktır. “Medeni insan”, yani dinin asıl gayesi odur. Dinde Allah c.c. bu kadar Peygamberi gönderdi, insanlara bu peygamberler neyi öğretti dersen? İnsanlığı öğretti, insan olmayı öğretti. İnsan olma vasıflarını yaşattı, kısaca onları adam etti. Adam olmak insan olmak, dinin birinci gayesidir. Tabii bu gaye, ancak Allah'ı bilmek, Allah'ı tanımak, Allah’la olmakla oluyor. Siz ne kadar O’na takarrub ederseniz bir başka ifade ile yakın olursanız, sizdeki şahsiyet, o derece mükemmel tekemmül eder, ahlak ve fazilet örneği olursunuz.  Ama siz Ondan ne kadar uzakta kalırsanız, o kadar cani o kadar barbar olursunuz, şekilde çok mükemmel görünseniz de! Hani binlerce, on binlerce basın müntesibi senin hakkında propaganda yapsa da hattı zatında senin iç tabiatında öyle korkunç kaoslar, fırtınalar, buhranlar, mücadele veriyor ki; sen zaten görünüşten ibaret bir müşekkel varlıksın. Buna islam tabiatında “insan” da denmez “beşer” denir. Bir beşersin, islam'ın asıl hedefi onu, bu beşeri insan etmek, adam etmek, kamil hale getirmektir. Bunun için ne gerekiyor?  Onu terbiye ve tezkiye etmek gerekiyor.

İnsan kendi kendini terbiye terbiye edemez mi?

Şimdi terbiye ve tezkiye etmek, acaba şahsıyla ilgili bir olay olması münasebeti ile “başkasına ihtiyacı olur mu?” şeklindeki sorunuzun temelde esprisi budur, kanaatindeyim. İnsan kendi kendini terbiye edemez mi? Ne var bunda ki diyeceksiniz, diyoruz veya. İnsanın kendi kendini terbiye etmesi zor, belki de imkânsızdır. Sizin iş tabiatınızda yerleşik olan ahlak-i zemimeniz, bir defa ahlak-i hamideye tebbil edilmesi gerekiyor. Yani siz de öyle tabiatlar var ki;  bu haset, çekememezlik, gurur, kibir, ucup, -ne bileyim- intikam, hırs, bütün bu ahlakın bu yönüne biz “zemime ahlak” diyoruz. Din literatüründe de bunun manası bu. İnsanları yanlışa, bâtıla sevk eden ahlak tarafı. Bu geliyor sizin aklınıza çörekleniyor, iradenize çörekleniyor, aklınız, iradeniz o istikamette iş görüyor. Akılsız değil insan. Mükemmel, fevkalade bir mantığı var. Ama değil mi ki onun iş tabiatında ki ahlaki zemime onun iradesine aklına hakim olmuştur, zevklerine hakim olmuştur, o insan mantığını kullanamıyor işte.

Tabii canım zaman geçtikçe bu sefer kendi kendini haklı çıkartmaya çalışıyor, “bu doğrudur” diyor. Doğruluğuna inanmazsa, artık çatışma kendi iş tabiatında, inkâra kadar gidiyor. Kimi? Kendini. Kendini inkar etmemek için elbette yaptığı işin doğru olduğuna itikat edecek.

Şimdi evet bu dediğimiz iş insanın acaba kamil hale gelmesinde, bir yardımcı olmadan, bir öğretici olmadan, bir terbiyeci olmadan, mümkün olabilir mi,  ahlakının güzel olması?

El-cevap: Olmaz.

Niye?

Çünkü sizdeki o taraf zemime tarafı, yani huylarınız, tek tek idam edilmesi lazım. Hani bir insanın boğazına geçen halka, ip ne ise o huyların, o tabiatın tamamen yok olması da odur. Karakterinizi inkar edeceksiniz. Ben şimdi size soruyorum, alıştığınız kötü bir şeyden bu derece ağır faturası nefsinize mal olursa vazgeçmeniz mümkün olabilir mi?

Mümkün olmaz. Kimseyi kandırmayalım. Onun içindir ki, bakınız; adamlar kumarın çok zararlı olduğunu bilirler, ama gece gündüzde hastalık haline geldiği için oynarlar. Ki o dediğim nitelikte de kumar, affedersiniz hırsızlık vesaire o huyun bir yansımasıdır. O huy, tabiat, ahlak onun içindedir. Bunlar göstergeler. Belki hırsızlığı yapmazsın; ama içindeki o tabiatı yok edemiyorsun.  O tabiatın iyi tabiata tebdil edilmesine biz “terbiye” diyoruz, güzel ahlaka dönüşmesine “terbiye” diyoruz, anlatabildim mi?

Onun için, o güzel ahlaka dönüşmesi bakımından dönüştürecek bir gücün, bir iradenin, mutlak surette insana eğitim vermesi zaruridir ve de şarttır. O bakımdan Milli Maarifimiz geçmişte bu bakanlığın adına “Milli Eğitim Bakanlığı” demiştir, “Milli Öğretim Bakanlığı” değil; “Eğitim”. Zaten insanların okumakta ki asıl maksatları da eğitilmesidir. Eğitilmedikten sonra yüklemişsin ona bilgiyi, e şimdi bilgisayarlar o işi görüyor; ne lüzumu var? Anlatabildim mi?  O bilgiler istikametinde nefse bu hallerin kazandırılması lazım. İşte o bakımdan da mutlaka bu hali insana öğreten ve de yaşatan bir mürebbinin olması zaruridir ve de şarttır.

Dilersen burada bir ayeti kerime okuyayım. Olaya ayet mantığıyla bakmamız da fayda var.

Ali İmran Suresi 164. Ayetin tefsiri

Estaizübillah.

“...yetlu aleyhim ayatihi ve yuzekkihim ve yuallimuhumul kitabe vel hikmeh..."Sadakallahülazim (Ali İmran süresi 164. Ayet)

Enteresan.  

"Yetlu aleyhim”: “Onları okuyor.”

Kim?

- Peygamberimiz. Neyi?  

“Ayatihi”: “Allah'ın ayetlerini.”

Kime okuyor?

- Sahabesine okuyor.  Şimdi çok enteresan.

Ve yuzekkihim”: Peygamber okumakla işi bırakmıyor, sahabesini aynı zamanda tezkiye ediyor temizliyor, nefislerini arındırıyor temizliyor. "Yuzekkihim”. Bakınız, dikkat ediniz. 

Ve yuallimuhumul kitabe”:  Ondan sonra “kitabı öğretiyorum”. Temizlemeden kitap öğretmiyor, Kur'an öğretmiyor. Rasulullah, terbiye ediyor, tezkiye ediyor, ondan sonra ayeti okuyor, öğretiyor anlatabildim mi?

Efendim yani tezkiye etmeden ayet okunsa ne demek olur? Demek ki; “onu anlayacak idrak onda olmaz” manası ortaya çıkar. Her insan hadiselere bir gözlükle bakar. İşte o bütün gözlükler ölçüler senin nefsin de mahfuzdur, buna “mikyas” diyoruz biz. İçinizdeki iş tabiatınızda ki o mikyaslarla olaylara bakıyorsunuz. Hadise ne olursa olsun, onlara vuruyorsunuz, size göre doğru-yanlış içinizdeki o ölçülerdir. Ona uyuyorsa doğrudur, uymuyorsa yanlıştır. İşte Allah'ın Sevgilisi, ayetin inceliği burada.  “Ve yuzekkihim”. O ölçüyü önce temizliyor, insanın iş tabiatını. Ölçü sahibi oluyor. Allah'ın murad ettiği kul oluyor, o insan. O zaman, o insana  “ve yuallimuhumul” ona öğretiyor. Neyi? “El kitabe”, kitabı. Daha.  Sadece kitabı değil, “vel hikmeh”. O ayetlerin hikmetlerini de onlara öğretiyor. Değil mi?

Aksi takdirde oku geç, oku geç. “Oku geç” olursa ne olur?  Gidersin batı dünyasına, adamların caddesini görürsün, fabrika bacalarını görürsün. ‘’Lan” dersin, “bunlar bizden çok daha medeni.’’ Yani “eşyanın şekillenmesini medenilik zannedersin.”  Halbuki o bir teknolojik gelişmedir. Buna ihtiyaç yoktur demek istemiyorum.

Medeni insan ne demektir?

Müslümanlık öyle bir karakterdir ki; bir Müslüman şahsiyet, “olgun insan”, “aydın insan” dediğimiz, “medeni insan” dediğimiz budur. Nefsini tezkiye etmiş. Ne demektir bu?

Kötülükten arındırılmış, her zaman insanlara hayrı düşünen, iyilik yapmayı düşünen, kötülükten insanları koruyan, nefsini koruduğu gibi başkasını da koruyan, onların arasındaki nifakı kaldırıp kardeşlik duygularını sergileyen, olaylar karşısında aleyhinde olduğu halde sabreden, verilen nimetlere şükreden, kanaat eden, hamd eden, birlikten, beraberlikten birlikten yana olan, bir kaşık suda fırtına kopartmayan, aksine herkesle her şeyle birlik ve düzen içerisinde bulunan; işte bu insana biz “medeni” deriz. Affedersiniz kıçında pantolonu da olmasa, bu medenidir. Ve fakat bunların hiçbiri yok onda, içinde kibir var, gurur var, haset var, ucup var, intikam duygusu var, hırs var, -rabbena hep bana bir tabir var- böyle bir insansa, o, ne giyerse giysin, neye binerse binsin, hususi uçağı da olsa, bu insana medeni insan denmez, bizim literatürümüzde. İşte bu medeni insan olabilmek için o insana insanlığı öğretecek “insan” (lazım). “İnsan” olmayan da bunu öğretemez, yok ki versin.  

İnsanların serveti

Himmete muhtaç olan dede aleme himmet ede. Kendinde bir şey yok ki, sana bana ikram ede. Merhametten bahsediyoruz. Bende merhamet olmazsa, -baba- sana ne verebilirim! Aşktan, sevgiden bahsediyoruz. Eee bende, sende yok ki; kime ne vereceğiz? Bunlar maddi servetler gibi servettir.

İnsanların iki türlü serveti var.  Bir maddi servetleri, bir de manevi servetleri. Maddi servetin; cebindeki parandır, banka hesaplarındır, yerindir, yurdundur, işyerlerindir, fabrikalarındır, vesaire. Manevi servetin, evvela imanın, ona bağlı Allah'a olan aşkın, insanlara olan muhabbetin, saygın, hürmetin.  

Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız

Şimdi bunu sen artist gibi, rol olarak, belki bir-iki defa yaparsın. Ama devamlı yapamazsın. Seveceğim ben şimdi Recep Efendi’yi, sevmem lazım. Baba yok bende ki; ne vereyim Recep’e sevgi olarak. Cepte para varsa veririz. Kalpte bu aşk, bu muhabbet, bu dostluk, bu kardeşlik varsa ancak size, biz bunu verebiliriz veya siz bize bol bol ikram edebilirsiniz. Onun için terbiyecinin de, -bakınız Allah'ın sevgilisi “Eddebenî Rabbî”, “Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye ile terbiye eyledi.” Allah! O Peygamber de kendi kendine öyle güzel olmamış. Allah'ın terbiye ettiği insan. Ne demek bu? Bak, terbiyenin manası şu:

İnsandaki ahlak-i zemimenin,  Allah'ın ahlakına bürünmesidir.

" Tahallaku bi ahlakıllah”  : Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız. (Hadis-i Şerif)

İşte bunun örneği de kim? Allah'ın ahlakıyla ahlaklanan. “Beni Rabbim ne güzel terbiye ile terbiye etti.” hadisinden çıkan mana da;  Allah'ın ahlakıyla, O, Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz ahlaklandı demek, onu aldı demek.  O feyizden, o muhabbetten, o derya-i ahadiyetten elbise giydi, ahlak elbisesi.  O elbiseyi giydiği için de rahatlıkla sahabesine giydiriyor. Var Onda çünkü. Hazine elinde. Olmasa ne verecekti baba? Değil mi? Veremiyoruz.

Sürekli şikayet eden insan

İşte bugün bence tıkandığımız nokta (bu). Birbirimizden niye şikayet ediyoruz? 3 kişi bir araya geliyoruz, hep şikayet hep şikayet. Niye şikayet ediyoruz? Çünkü bizde olmayan şeylerin davasını görüyoruz. Ortada işlenmiş bir sürü şeyler var, fiiller var. Öyle fiillerki; bunlar arzu edilen işler değil, çok güzel şeyler bekliyoruz. O güzel bir şeyler de biz de olmayınca bu kötü şeyler, beğenilmeyen istenilmeyen haller ortaya çıkıyor. Dedikoduydu, fitneydi, kavgaydı, hırsızlıktı, yalandı, dolandı, rüşvetti, adam aldatmaktı, adam kaçırmaktı. Bugün bu toplumun hali ahvali bu ise; o zaman bizde, o iç tabiatımızda bunlar hüküm sürüyor manası ortaya çıkıyor. Hiç kimse kimseyi kandırmasın.  

Tarihte hiçbir büyük insan kendi kendine yetişmemiştir

Şimdi o halde nasıl olacak? Efendim kanun bu işi düzeltmez mi? Bir noktaya kadar belki. Ama kanunu yapan irade de sensin benim. Değil mi? Kanunu yapan irade evvela hakikatte bu işin ahlakına sahip olaki; bu kanunların uygulanması da kolay olsun veya işlerlik kazansın, iç tabiatımıza sinsin. Dağın başında, herhangi tenha gizli bir bölgede; işte polisti, jandarmaydı, bekçiydi, filan korkulmasın. İçine koyduğu muhakeme var ya insanın. İç tabiatımızda bir kiramen katibin, büyük bir olay. Sağ tarafındaki hayırları, sol tarafındaki şerleri günahları yazar. Çok basit gibi görünüyor, ama bu inanç öyle bir âlemdir k;i o seni adam oğlu adam ediyor işte. O seni Peygamberin ahlakına bir mürebbi ile bir terbiyeci ile taşıyor. O da oradan  Allah’a. Anlatabildik mi?

Binaenaleyh, demek istediğimiz; bu hal, “ben bu işi kendim yaparım”, bunlar lafı güzaf ve kendi nefsimizi kandırmaktır. Tarihte hiçbir insan bir insan, büyük insan, böyle hüdayinabit bir meyve ağacı veyahut da bir şey gibi kendi kendine olmamıştır. İlla onu yetiştiren bir kadro (vardır). Şimdi Osmanlı ailesine -hanedanlarına- baktığınız zaman; bir insanın etrafında bir sürü ahlakçısı var, tarihçisi var, Kur’an’cısı var, tefsircisi var, değil mi? Bir sürü Alim. O da yetmiyor! Bir irşad ehli insan. Hem aklen hem kalben onu yetiştirme babında; her ikisi de veriliyor. Tarihimiz bu örneklerle, binlercesi ile dolu.

Sultan İkinci Mahmut'un Bektaşi tekyesine ziyaretinde yaşanan nükte

Hatırıma gelmişken Sultan İkinci Mahmut bir Mevlevi –afedersiniz- bir Bektaşi Tekyesi olmuş olacak, oraya gitmiş. Nedir demiş ya bu miskinlik? Ne yaparsınız burada? Filan. Bir ikram istemiş. Demişler ki; “Efendim Hakk’ın verdiği ikramdan mı olsun, kulununkinden mi?”

“-Elbette ki; Hakk’ınkinden olsun.” demiş. O zaman işte böyle acı filan meyvelerden, dağda hüdayinabit meyvalardan getirmişler, koymuşlar önüne. Ağzını buruşturmuş. Demişler: “Efendim,  biraz da halkın iradesinin biraz karıştığından verelim size, bir de onu tadın.” Bir de ehil bir meyve getirip önüne koyunca, nükteği kavradı: “Yolunuza devam edin” dedi.

Bu nasıl bir nükte?

Bu nüktenin özü şu:

Eğer insanoğlu hakikatte içindeki o büyük cevheri terbiyeye tabii tutmazsa, dağdaki hüdayinabit ağaçlar gibi olur. Meyvedir doğru, ama yabani meyve. Erik olur, ekşi. Yenmez; baba. Elma olur, yenmez. Armut olur, yenmez. Şimdi düşün ki; onu sen ehil bir meyve ile aşı yaptın. Tadından vazgeçilmez, doyamazsın tadına.  

İşte insanlara da Muhammed'i aşı yapmak lazım.  Değil mi? Nefse o Muhammedan aşısı yapılsa, o insan da dağdaki hüdayinabit ağaçken fevkalade ehil bir hale gelir. Ki tadına doyum olmaz. Zannıma göre bu kadar kafidir.

Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir

İşte bu manada onun için evvela diyoruz ki; bütün insanlık İslama muhtaç. Bu manada eğer siz İslam'ın bu yönünü algılamaz, hayatınıza geçirmezseniz, siz de hüdayinabit bir mahluk gibi olursunuz. Adam “Ben Müslümanım” diyor, “şöyleyim” diyor, “böyleyim” diyor. Yani işin avukatlığına soyunmuş. Hırçınlık onda, kavga onda, gürültü onda. Dilinde her şey. Okumuş, ama tezkiye etmemiş.  Peygambere varis biri onun kalbini tezkiye etmemiş. Değil mi? Nefsini tezkiye etmemiş. Okumuş, kafasına doldurmuş, bu işin felsefesini yapıyor. Allah muhafaza eylesin. Günümüzün bence en büyük problemi de bu.  İşin felsefesini yapma, avukatlığına soyunma, laf ebeliği yapma ameliyesi. Şu anda yaptığımız bu. Halbuki o Kur'an'ın ayetleri ile birlikte, biz nefsimizi tezkiye edecek bir irade ile, bir solukla, bir nefesle öyle bir beraberliğimiz olsa da devam etsek hayatımıza; hayatımız şenlenir, huzur içinde mutlu oluruz, mutmain oluruz. O zaman da geçimli oluruz, evvela ailede. Ailede huzurlu oluruz. Ondan sonra çevrede huzur, neredeyseniz her bulunduğunuz yerde. Şimdi “inandım” diyor adam, kavgadan başka bir şey bilmiyor. Bu ne biçim inanç ya? O senin eline tesir etmedi, diline tesir etmedi, bilmem nerene tesir etmedi. Bu ne biçim bir inanç bu?  Ha söyle bakayım bana.

"El-muslimu men selime’n-Nâsu min lisanihi ve yedihi"

“Elinden ve dilinden herkesin salim olduğu insan; insanların, müslümanların değil; inanmışının da inanmamışının da zarar görmediği; bilakis fayda gördüğü insandır. Allah'ın sevgilisi buyuruyor.

Baba! İkimiz seninle beraber geliyoruz bir araya; fitneden, şerden başka bir şey aradığımız yok. Ondan sonra bizim şahsımızda ilzam edilen yol, anlayış, din bizim ahlakımız oluyor; yani dinin ortaya koyduğu mantalite oluyor. Halbuki onun ne günahı var. Senle ikimiz bu işin avukatlığına soyunduk, hiç onu hayatımıza zerre kadar geçirmedik, nefis dünyamıza hakim kılmadık.  Ama değil mi ki; biz avukatız, o baroya kayıtlıyız. Herkes de bizim şansımız da işte o güzelim dini, Allah'ın son dinini eleştiriyor. Yazık günah değil mi? Bunun hesabını veremeyiz. Değil mi? Evet.

Vuslata vasıl olmada mutlaka bir vesile şarttır ve de esastır

Şimdi –efendim- zaten kainatta mutlak faili hakiki Cenab-ı Vacibü’l-Vücud Hazretleridir. Allah'ın dışında bir fail aramak kadar yanlış olamaz. Buna putperestlik de, ne dersen de, ateistlik de. Tek faili, yani yaratıcısı her şeyin Allah. Ama Allah her şeyi yaratmasına rağmen, bütün kainatta zatını gizlemiştir. Onun içinde Cenabı Hakk gerek tabiattaki gerçeklerde, gerekse Onu aramadaki gerçeklerde, “mutlaka bir vesileye sarılınız” emrini vermiştir. Bak Peygamber Efendimizden bahsettik. O Peygamber bir vesile.  Kime? Nefsi tezkiyeye, Allah'a yürümeye vesile. Eğer O Peygamber olmasa nefis tezkiye edilmeyecek, Kur'an öğrenilmeyecek, Allah'a yürünülmeyecek. Taşıyalım bunu günümüze. O halde Allah'a bizim de yürüyebilmemiz için O Peygamberin yaptığına varis, bizim nefsimizi terbiye eden olacak, Kur'an’ı öğretecek, hikmeti öğreten olacak. Yani bir vesile olacak, biz de o yolla nereye taşınacağız? Cenab-ı Hakk’a taşınacağız. Bu iç tabiatımızda böyle olduğu gibi, -bu vesile esas olan- dış tabiatımız da dâhildir. Allah kendi zatını gizliyor.  Eğer Allah kendi zatını gizlememiş olsaydı, inkarı mümkün olmazdı.  Gördüğün varlığı nasıl inkar edeceksin ki? Söyle bana bakayım, duyuyorsun, görüyorsun, konuşuyorsun onunla. İnkarı mümkün mü? O zaman imtihanın anlamı kalmaz. İmtihandaki sır Onun zatını gizlemesine bağlı. Ama öyle de yollar koyuyor ki; yani onlara -“siyak sibak karinesi” diye bir tabir vardır. Bir noktaya bakıyorsun; ha bunun arkası budur diyorsun. Öyle işaretler, öyle alametlerle aklını doyuruyor ki; o zaman aklınızla bulduğunuz Allah’ınızı kalbinize tezkiye yolu ile muhabbetini koyuyorsunuz. Evet aklınız Onu gösteriyor, böyle bir varlık var, anlıyorsunuz, eserlerinden, bu kadar muazzam kainat, insan, bu alem sahipsiz olabilir mi ya bu kadar düzen nizam? Değil mi?

Aklınız -bunu- size diyor ki “kardeşim işte olmaz.” Gönlünüze mal ediyorsunuz onu. Gönlünüz tezkiye edildiği zaman o yolla beraber nefis yolu ile beraber kalp âleminden nereye miraç ediyorsunuz? Cenab-ı Vacibü’l-Vücud Hazretlerine . Ki buna “vuslat” denir. Bu bakımından bu vuslata vasıl olmada mutlaka bir vesile şarttır ve de esastır.

Cenab-ı Hak imtihanın sırrı olarak zatını gizliyor

Şimdi dönüyoruz madde alemine, zannıma göre onu sormuştunuz. Madde aleminde de bu böyledir. Zaten Cenab-ı Hakk zatını -az evvel de ifade ettiğim gibi- göstermiş olsa, hiç onu inkar edemezsiniz.  İmtihanın sırrı olarak zatını gizliyor. Bakınız, Fail-i Hakiki, yani her şeyi yapan, eden, yaratan Allah. Bu kâinatı aydınlatan Yüce Rabbimiz.  Ama ne vesile koydu buna? Güneşi vesile koydu.  Güneşi vesile koymamış olsaydı bu âlem aydınlanmayacaktı. Değil mi? Allah'ın nurundan bir akisle güneş de bu kâinatı nurlandırıyor. Yani o güneşin ardındaki fail Cenab-ı Hakk’tır, Cenab-ı Vacibü’l-Vücut’tur. Müslüman bunu biliyor işte. Evet güneş yapıyor bu işi. Ama hakikat de bu işi yapan Allah celle celalühü. Daha!

Toprağa tohumu ekliyorsunuz, atıyorsunuz, bir zaman sonra -Allah Allah- baktınız ki; o toprak dirilmiş. Zaten ayet-i kerimede:

Estaizübillah,

“Ve ayetül lehümül erdul meyteh ahyeynaha ve ahracna minha habben feminhü ye’külun” (Yasin Süresi -33. Ayet)

“Ölü arz benim varlığımı kavramada delildir.”

Allah! Niye? “Onu biz diriltiyoruz. Ölü arz, toprağı diriltiyoruz.” diyor, Cenab-ı Hakk. Bak bir sürü başak çıkıyor ondan. Daneyi atıyorsun, o dane orada öyle bir sanayi tesisi kuruyor ki; buğdaydı, çavdardı, hububattı, mısırdı, değil mi? Hepsi acayip bir sanayi. Efendim! 300 gr. ağırlığında bir fidan dikiyorsun. 10 sene sonra bir bakıyorsun ki; 2 ton geliyor. Peki nedir bu? Başlangıçta o toprak işte. O toprak, o fidanın şahsında tebdil ediliyor, yaprak oluyor, gövde oluyor, meyve oluyor, vesair, vesair. Bütün bunlar toprağın hüneri değil, Allah'ın Hâlık sıfatının tecellisidir. İşte Müslüman bunu bilir. O fidanın o hale gelmesine, yaratıkların topraktan bitmesine Allah toprağı vesile kılıyor.  Anlatabildim mi? Buna “maddi mahluk” denir.

Maddi mahlukun mutlaka bir yaratıcısı vardır. Bir de manevi mahluk var, yani manevi yaratılmış var. Nedir? Senin kalbinde, benim kalbimde olan feyizdir, muhabbettir, Hakk muhabbetidir. Bu da feyiz,  bunu da yaratan Allah’tır. Şimdi nasıl maddi mahlukun vücuda gelmesi için sebepler silsilesi gerekiyorsa, manevi mahlukun vücuda gelmesine de sebepler silsilesi gerekiyor.

Allah ile kul arasına girilir mi?

Sizin kalbinize Allah muhabbetinin gelmesi, kalbinde Allah muhabbeti olan bir insandan onu aksetmenize bağlı.  Kiminin cebinde parası vardır, kiminin kalbinde Hakk muhabbeti vardır. Kalbinde Hakk muhabbeti olan cebindeki parası gibi, onu sana takdim eder. Ama yok ise sana ne takdim  edecek. Zaten toplumda bu olmadığı için işte sevgi ikram edemiyoruz birbirimize. Ve işin lafıyla eğlenip duruyoruz. Birbirimizi sevelim, sevelim, niye sevmiyoruz? Niçin sevmiyoruz? Böyle şey mi olur? Hep şikayet, şekva hali.  Neden? Yok, boş bir iç alem. O olmayınca da ikram edecek bir hediyemiz yok, kupkuru kalıyoruz. Yani bu vesile çok mühim. Bakınız Kur’an’i bir tabirdir, ifadedir. Hz. Yusuf'un ayrılığından sonra Yakup Aleyhisselam ah u enin eyledi, gözleri ama oldu.  Hz. Yusuf, bunu bilince, öğrenince gömleğini babasına gönderdi. Dikkat edin! Gömleğini, Hz. Yakup, oğlunun gömleğini alıyor, -“Yusuf'umun kokusu bana geliyor”- gözüne sürüyor, gözleri açılıyor. Gel sen şimdi bu sırrın ardındaki hikmeti anlama. Bu vesile değil de nedir? Baba, anlat bakayım! İşte Hz. Yakup’un gözündeki o perdeyi kaldıran Yusuf gömleği hepimize takdim edilecek ki; kalbimizin körlükleri ortadan kalksın. Onun için Yusuf’un gömleğini giyen Hak Dostu -eri- lazım. Bir Mısır Veziri lazım. Ama öyle bir vezir ki; “Hakk’ın Veziri” olacak.  Görünüşte Hz. Yusuf Aleyhisselam Mısır'da vezirdi ama, hakikatte Hakk’ın Sultanı idi. Değil mi Efendim? Böyle bir sultan bulmak lazım.

Eeee, “Canım  Allah'la kul arasına kim girer ki?”  Başlarız edebiyata. İşte girmezse senin gibi -efendime söyleyeyim- odun kafalı adam olur. Başka da olmaz yani. Değil mi? Olay bu.  Allah'la kul arasına, tabii girmez. Allah'a seni taşıyacak hamal bu, hamal! Değil mi? Girmez tabii. Ama Allah'a Onun dostluğu seni taşır, Onun kokusu seni taşır.” Yusuf'umun kokusunu alıyorum,” Hazreti Yakup diyor. Ayet! Değil mi Efendim? Bu da kafidir zannederim.

Şöyle bir husus da var burada. Müsaade ederseniz;  okuduktan sonra ben unutabiliyorum çok, çok.

”Onlar Allah'ın hidayet ettiği kullardır, Onların hidayetine uy!”

“Ulâikellezîne hedâllâhu, fe bi hudâhumuktedih” (En’am Suresi 90. Ayet)

Onlar Allah'ın hidayet ettiği insanlardır, kullardır. Onların hidayetine gir!

Emir; “humuktedih”.”Oraya gir” diyor, Allah; “hidayete gir!”. 

“-Yok ben girmem, etmem.”

Ondan sonra ne yaparsın; “yerinde say marş marş”. Adam olmaz.  Evet!

“İşitin ey yârenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer”

Yunus Emre   

Çok güzel konuşur ama, savaş gibi olur.

Onları gördüğünüz zaman size Allah'ı hatırlatan insanlarla beraber olunuz

Şimdi Efendim, Cenab-ı Fahri Âlem Efendimiz, “kiminle arkadaş olalım?” diye zaten soru sorulduğunda, “Onları gördüğünüz zaman size Allah'ı hatırlatan insanlarla beraber olunuz, arkadaş olunuz.” buyuruyor. Onları gördüğünüzde size Allah'ı hatırlatacak. İşte, rabıta bizim Onu gördüğümüzde bize veya düşündüğümüzde Allah’ı hatırlatan insanı düşünmek demektir. Allah’ı hatırlatacak. Bir başka manada Allah’ın o eserinden, vesilesinden Allah’a yürümektir. Değil mi? Cenab-ı Hakk’a yürümektir.

Şimdi, burası nedir?

Bir stüdyo. Bakınız burada ne yapılıyor? Çekimler yapılıyor. Bu çekimleri biz bir vesile ne yapıyoruz? İnsanlara ulaştırıyoruz. Ama burada konuşan ikimiz. Eğer arada bizi taşıyacak –efendim- güç olmazsa bu burada kalacak.  Ama şimdi binlerce, belki on binlerce, milyonlarca insanlar tarafından, şu aletler ile beraber seyrediliyoruz.  İnsanların işte bu kalpleri de nedir? Birer –efendim- stüdyodur. Her birimizin kalbinde bir stüdyo kurulmuş. Kiminin –efendim- orada misafiri veya ev sahibi servetidir. Kiminin ki; Cenab-ı Vacibü’l-Vücud Hazretlerinin zatıdır, sıfatıdır, esma-i ilahisidir, sevgisidir, ef’al-i’dir. O da hep o kalpte, o stüdyoda, bunları devamlı söyler, onlarla beraber konuşur, onunla sohbet eder. Şimdi kalbinde serveti, sıhhati şusu, busu olan insanla sohbet edersen, hep seni o maddi âleme taşır. Ne varsa orada yansıtıyorsun, başka şeyi yansıtamaz. Ama kalbinde az evvel ifade ettiğim gibi Hakk’ın muhabbeti olan, stüdyosunda devamlı bu gösterilen insanlarla dost arkadaş olduğun zaman, O da sizi Allah'a taşıyor. Yani Allah’ı analım, Kur'an okuyalım demeye gerek kalmıyor. Hali olarak siz Allah'ın adını anmaya başlıyorsunuz, yaptığınız işi euzubesmele ile yapıyorsunuz, Kur’an ayetlerini okuyorsunuz, Cenab-ı Hakk’ın güzel isimlerini okuyorsunuz. İşte bu rabıta.

“Üzüm üzüme baka baka kararır.” değil mi? Kahveye gidiyorsun, üzerine sigara dumanı çöküyor. “Canım ben sigara içmedim ki!” Baba içmene gerek yok, girdin ya kahveye. Gül dükkânına, ıtriyatçı deposuna gidiyorsun; üzerine güzel güzel kokular siniyor. Baba gül kokusu sürmene gerek yok ki; dükkâna girdin ya; gül kokuyorsun. Anlatabildim mi?

Şimdi Hakk’ın muhabbetini taşıyan, gül kokulu insanların yanında olmak, onları düşünmek, onlarla beraber olmak, işte bu rabıta. Onlarla birlikte devam etmek, Hakka yürümektir. Canım öyle şey mi olur?

Allah-u Teala dağa tecelli etti

Bakınız ayet-i kerimede; Hz. Musa mukaddes vadide bir hitap duyuyor:

“Ya Musa mukaddes vadi Tuva’dasın, nalınlarını çıkar.”  Hz. Musa döner bakar ki; o hitap bir ağaçtan geliyor. Ağaç. Allah!  Allah! Ağaca dönüyor, hemen Hz. Musa; “Allah bana hitap etti.” diyor. Demiyor ki “bu ağaçtır, canım. Ne işim var onunla.” Ve o emri yerine getiriyor. Ağaçtan gelen bu emri. Ama ağacı, Allah vesile koyuyor. Asıl hitap eden kelam, Allah'ın kelamı. Ve nitekim o tecelli öyle bir tecelli ki; “Ya Rabbi bana cemalini göster!”

“-Len terani.” “Beni göremezsin!”

“-Ya Rabbi ne olur cemalini göster!”

“-Len terani.” yine “Beni göremezsin!” Üçüncü defa:

“Ve lakininzur ilel cebeli” “Öyle ise dağa bak!”

Hz. Musa bir bakar dağa ki!

“Aman Ya Rabbi!”

La İlahe İllallah” Raks ediyor dağ, zikir ile. O şiddette, o muhteşem tecellide, bayılıp kendinden geçiyor.

Şimdi –efendim- işi fazla uzatmadan, bu iki ayet, herhalde bizim anlatmak istediklerimizi çok iyi anlattı. Allah’ımız ne burada murad ediyor?

Ey kulum! Ahmaklık etme, ben Tura, Tuva’daki dağa tecelli ediyorum”. Bazıları bunu nefis dağı olarak da tefsir ederler. Ama ister o olsun, ister o olsun; fark eden bir şey yok. “Ben dağa tecelli ederim, ediyorum, -ayetle sabittir- ettim, ağaca da tecelli ettim, nazar ettim. Ey benim kulum; ben seni yeryüzünde halife yarattım, sana ben nasıl tecelli etmeyeyim! Benim tecellime inandı, Musa dağa baktı, bana baktı, ağaca baktı, bana baktı. Sen inanmadın, benim Adem, benim halifeme bakmıyorsun ya!”

Meleklerin Hazret-i Âdem'e secde etmesi

“Ve iz kulna lil melaiketiscüdu li ademe fe secedu illa iblıs eba vestekbera ve kane minel kafirın” ( Bakara 34. Ayet)

Enteresan şimdi, geldik, bakın! “Efendim yok insana bakılır mıymış, ona gönül verilir miymiş!”

Hadi oradan! Sen ne anlarsın oğlum! Allah'ın emri, “Adem'e secde edin” diyor, Cenab-ı Hakk. Allah!  Allah! Ne biçim iş bu ya? “Kuluna secde et!” Emretti. Kime? Meleklerine.

“Eba vestekbera”

“Kibirlendi”. Kim? “İblis”.  

“ve kane minel kafirın”

“Kâfirlerden oldu”. “Ancak iblis secde etmedi kâfirlerden oldu.”

Nedir buradaki nükte? Yani “siz Adem'e secde edin!” derken; Allah, Ona tapın mı diyor?

Adem’de ben ona nef’a ettim.  Melekler, bütün Melaike-i Kiram Hazretleri o nükteyi kavradı: “Evet, biz Adem'e secde ediyoruz, ama onun taşına toprak kalıbına değil ha! Ondaki ruha, Hakk’a secde ediyoruz.”

Şimdi baba bu manayı yaşadığımız zaman beden kalıbını yırtmış atmış Hakk dostlarının ruh dünyasına teveccüh etmende niye bir behis olsun. Allah,

“...fe velli vecheke şatral mescidil haram” (Bakara süresi, 149. Ayet)

“Yüzünüzü Mescid-i Harama çevirin” buyuruyor. Nedir o? Taş toprak değil mi? Taşa mı tapıyorsun sen haşa? Yoook! Oraya tecelli eden Allah'a. Daha ziyade kalbine tecelli eder Cenab-ı Hakk. O bir veçhedir, bir yöndür, dönüyorsun. Asıl insanın maddede aradığı da insanda aradığı da Allah'tır.  Anlatabildim mi? Hepsi, kimi izolasyonlu, kimi izolasyonsuz; Onun ceryanını, onun akımını taşıyor.  Hakk ellerde onun akımını taşıyan kablolar mesabesinde. Feyiz ondan, muhabbet ondan, dostluk ondan, sevda ondan, aşk ondan, başka kimseden bir şey yok ki! O kablodan geçiyor. Şu lambanın ne hüneri var baba? Eğer kabandan şu enerji gelmemiş olsa kör kötürüm kalırız bu karanlık yerde. Ama geldi, onu ışığa çevirdi bu lamba. Enerji Kebandan. O, bir cam ampul mesabesinde, kim? İnsan-ı Kamil. Ama düğmeye basmadığın zaman da burayı yakamazsın, aydınlatamazsın. “Ben illa Kebana gideceğim” de desen, hava atarsın, yalan konuşursun. “Düğmeye bas, yanı başındaki kamillerden istifade et!” deriz. Zannıma göre bu kadar kafidir diyorum efendim, istirham ederim.

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun."

“Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû meas sâdikîn” (Tevbe Süresi 119. Ayet)

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.”

Efendim buradaki sadıklar, bizim anlatmaya çalıştığımız Allah sadıklarıdır. Ölseler de Hakkı unutmayanlar, Allah'la beraber olanlar.

“Evliya’ya eğri bakma,

Kevn-i mekan elindedir,

Mülke hüküm süren odur,

İki cihan elindedir.

...

Sen anı öyle sanırsın,

Sencileyin bir Âdem’dir,

Evliya’nın sırrı vardır,

Gizli ayan elindedir.” (KAYGUSUZ ABDAL)

İşte sırrı Hakk sırrı olmuş insanlar, Hakk’ın sadık kullarıdır. Onlarla beraber olursak, onların kokusu –işte- bize sirayet eder. Ayet-i Kerime’de

Estaizübillah

İhdinas sıratal mustakıme”  (Fatiha süresi 6. Ayet)

Neyi talep ediyoruz Cenab-ı Hakk’tan? Neye dua ediyoruz? “Sırat-ı müstakim.” Değil mi? Nedir o? İşte o sadıkların yoludur.

“...ğayril mağdubi aleyhim ve lad dallin” (Fatiha süresi 7. Ayet)

“Sakına ha Ya Rabbi! Sapıklarınkine değil!”

Sen sapıktan kaçtığına göre, bir şey istiyorsun. Ne istiyorsun? Sadığı istiyorsun, nimet verilen Allah'ın kullarını istiyorsun. Efendim; onlar işte, bizim hakikatte ihtiyaç sahibi olduğumuz insanlardır. Toplumda bu insanlar merkez olarak seçilir, eğer ruh dünyamıza Hakkın muhabbetini yansıtacak bu aynaları bulur ve de üretir, yetiştirirsek; çok samimi konuşuyorum; ülkemizin hiçbir problemi kalmaz. Manevi huzur gelir, mutluluk gelir, saadet gelir, barış gelir, her şey gelir. Ama bu olmazsa kavgadan vazgeçemeyiz, işin ruhunu kavrayamayız. Bence bugün asıl ihtiyaç bu dostlara, bu arkadaşlara, bu insanlara. Bunların Allah adetlerini gani eylesin, bizleri de himmetlerinden, şefaatlerinden, dostluklarından, arkadaşlıklarından mahrum eylemesin.

Sohbeti fazla uzatırsak –efendim- tadı da kalmaz. Bu kadarla iktifa edelim diyor bizi izleyen muhterem kardeşlerimize saygılarımı, sevgilerimi, muhabbetlerimi takdim ediyorum, Allah'a emanet ediyorum, efendim.

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir