info@profdrhaydarbasenstitusu.org

İftar Sohbetleri – İbadet ve Ramazan 2008-2009
29/01/2025 DİNİ YAŞAM 61

    Neler Okuyacaksınız

Bizi takip eden kardeşlerimize hayırlı iftarlar dileyerek bu sohbetimize başlayalım.

Gaflet, Külfet Olmasına Rağmen İnsan İçin Büyük Bir Nimet De Olabilir

Gaflet hali insanın huzurdan uzak olması, Hak’ı hatırlamaması ve de hakikatlere ters düşme halidir. Gafletin genel manada bu şekilde izahı mümkün. Ancak bir insanın da gaflet her ne kadar nefsî açıdan manevi olgunlaşmasında tekamülüne mani  bir hal gibi de görünse; gafletin de insan için faydalı olduğu yönleri vardır. Şimdi öyle hakikatler vardır ki bunu siz her an iç içe yaşadığınız zaman; o, sizi çok kötü hallere sürükler, bedbin olursunuz, artı huzursuz olursunuz, artı ümitsiz olursunuz. İşte bu tip haller zuhur ettiğinde gaflet, insan için büyük bir nimet olabiliyor; unutma hali. 
Mesela düşünelim; en çok sevdiğiniz yakınlarınızdan biri hasta olmuştur, büyük bir musibetle karşı karşıya gelmiştir. Yakınınızı bırak, şahsınız böyle bir hal üzresiniz; her an o musibeti yaşamak, sizi helake sürükleyecek en büyük amil olabilir. Ama o halden gafil olmanız, gaflet içinde olmanız sizi biraz huzura, biraz da mutluluğa sürükler. Düşünelim, hayat boyu beraber aynı yastığa baş koyduğunuz hanımınız bir anda ölüyor; sizi yetiştiren ananız, anneniz ölüyor; babanız ebedi aleme rıhlet ediyor. Bütün bunlar sizi bir varlıktan kopartıp ve de bir hüzne, bir firkete sürükleyen hallerdir. Bu haller insana öyle kavurucu haller verir ki, öyle kavurucu ıstıraplar insanı kuşatır ki; eğer bu hali yaşasanız, helak olursunuz. İşte bu halde Cenab-ı Hak'ın insana verdiği unutma, gaflet hali büyük bir nimet olarak önünüze çıkıyor. 
Yani kısaca şunu demek istiyorum; gaflet, aslında bir külfet olmasına rağmen çok faydalı olduğu bölümleri de var, kısımları da var. Ama değil mi ki bizi Cenab-ı Hak'tan uzaklaştırıp Allah'a vuslatımıza mani olan bir hal olarak önümüze çıkıyor bu gaflet; o zaman bunu tedavi etmek, bu hali gidermek, aklı başında olan Müslüman’ın da birinci görevi olması lazım. ‘Peki bunu hangi halle bu gaflet halini aşarsınız, bunu nefsinizden uzaklaştırabilirsiniz’ derseniz; elbette ki onun zıttı kamili olan ilahi varlığı kendi gönül dünyanızda her an hatırlamak manasına gelen ‘zikir’. Allah'ı anmakla beraber bunu aşmanız ve de bundan uzaklaşmanız veya onun sizi kuşatmasından korunmanız mümkün olabilir, diyorum efendim. Kısaca gafleti bu şekilde izah edebiliriz.

Bütün İbadetlerin Temelinde Yatan, Kul Olarak İnsanın Allah'la İrtibat Kurmasıdır

Bu manada tabii gaflet, büyük bir hezimet oluyor. İnsanların gaflette yaradılış istikametinden, maksadının dışında bir hayat sürmekten çıkıp da farklı bir kulvara girdiğindeki asıl gafletten murad da budur. Yani yaratılışının dışına çıkarak Allah’ı, hesabı, ahireti, bütün bunları unutmanın adına ‘gaflet’ diyoruz. Bu işte asıl hüsran; hüsrana sürükleyici ve sonu mutlak zarar olucu gaflettir. Bundan da Cenab-ı Hak'a sığınmak lazım. İbadetlerin de temelinde… Sadece namaz için değil; oruçta da öyle, artı hacca gitmekte de öyle, artı zekatta da öyle… Yani, bütün ibadetlerin temelinde yatan ana espri, kul olarak insanın Allah'ı hatırlaması, onunla irtibat kurması içindir. 
“veekimi-ssalâte lizikrî” (Tâ-Hâ Suresi 14. Ayet )
Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de “Beni zikir için, anmak için, hatırlamak için, gafletten kurtulmanız için namazı kılın” diyor. Ama gel gör ki bizim kıldığımız namaz da gaflet. “Nasıl?” diyeceksiniz. Şimdi gaflet hali insanın Allah'ı unutması, herhangi bir camide olması manasında… Bir caminin içindesiniz, hatta Beytullah’dasınız; orada bile gaflette olabiliyorsunuz. ‘Allahu ekber’ diyorsun ama ya karıyla kavga ediyorsun ya dükkanında ticaret yapıyorsun ya okulda öğretmen olarak öğrencilere ders anlatıyorsun. Cesedin, Hak'ın huzurunda; kalbin, dünyada. Bu da bir gaflet. Gafletin bir türü. İşte, Ayet-i Kerime’de beyan edilen ‘Beni zikir için namaz kılın’dan maksat; daim huzurda olun, Allah'ın huzurunda olun, benim huzurumda oğlun, benim tecellilerime kalbinizi hazır hale getirin. Kalp aslında bir dünya. Yani bizim kalp dünyamız, kalp alemimiz bir dünya. İnsanın, insanların hayata bakış tarzları o dünya ile o ölçü iledir. Aynı olaya farklı gözler bakar, aynı hadiseden herkes farklı neticeler çıkartır. Bu ticarette böyle, siyasette böyle, adalette böyle, her yerde böyledir; aynı hadise. Önümüzde bir kavga olsa ve her ikimiz de bunu seyretsek; 50 kişi olsa, bu 50 insanın da olayı nakli kendi penceresindendir. Bir bakarsın birisi %100 haksız olan insana ‘haklı’ der, hatta taraf olur onun yanında. Allah Allah… Bir başkasını dinlersin, “Yahu bunlar aklını mı kaçırdı?” dersin “Bunun dediğine, bu tamamen zıt bir mana veriyor veya olayı zıt yorumluyor”. 
Şunu demek istiyorum yani insanlar tabiata kendi duygularıyla, kendi anlayışlarıyla, kendi dünyalarıyla; o kalp penceresinden yaşadıkları halden bakarlar. Bakınız insanda nefs-i emmare var. Bu bir dünyadır. Emmare dediğimiz nefsin hali kalbi kuşattığı zaman, insan o gözle dünyaya bakar. Nefs-i levvâme var, nefs-i mülhime var, mutmainne var, radiye var, merziye var, kamile makamları var. Şimdi bunu uzun uzun açacak olursak, tabii bu başlı başına bir sohbet konusudur. Ama özet olarak, bizim de almamız gereken bir husus var burada. Yani madem ki biz o duygu dünyasıyla bütün alemi seyrediyoruz; emmare noktasındaki kalp gözüyle seyrettiğimiz dünya, itminan noktası ile kalp gözüyle seyrettiğimiz dünyadan farklıdır. He çok enteresandır. Mesela Ayet-i Kerime’de Cenab-ı Hak “Siz” diyor “semaya bakın. Bakın orada benim koyduğum düzene, bu düzenin mükemmeliyetine. Bir noksanlık bulabilir misiniz?” “Onlar” diyor (gözlerini)…
Summerciıl basara kerreteyni yenkalib ileykel basaru hasien ve huve hasir. (Mülk Süresi 4. Ayet) “gözlerini defalarca semaya dönerler, çevirirler, bakarlar, bakarlar, bakarlar ama bir hesap noksanlığı, bir matematik şeysi bulamazlar. Öyle bir mükemmel düzen, nizam var ki yorgun olarak geriye dönerler”. 
Şimdi bir inkar noktasında Cenab-ı Hak burada, yani emmare noktasındaki bir kalp sahibine hitap ediyor. Bir de düşünün; çocuk yaşta sırt üstü yatmış, (elini başını) ellerini başının altına koymuş. Hz. Fahri Alem Efendimiz süt annesinin köyüne gittiği zaman hatırlarsanız, bizde yüksek bir yer, -tümsek mi deriz buna- orada gece vakti geç geliyor eve. Hz. Halime arıyor, nerededir? Bir de bir ses kulağına geliyor “Ne büyüksün yarabbi”. Daha çocuk. O da aynı semaya bakıyor; oradaki mükemmeliyeti, oradaki düzeni, oradaki güzelliği “Ne büyüksün yarabbi. Ne büyüksün yarabbi”. 

İnsanı Kötülükten, Yanlış Şeylerden Namaz Uzaklaştırır

Şimdi semaya bakan gözler farklı. Bir tanesi yoruluyor, inkar etmek için delil arıyor; bir tanesi de çocuk yaşta o sanatı, o mükemmeliyeti, o düzeni, o nizamı görüyor. Her olayda dedik bu böyledir. Bilmem anlatabiliyor muyum?
İşte namaz da insanın gaflet halinden kurtulması için, Allah'ı zikir için. (Namazı) bu hale gelerek namazı kılmamız lazım. Espri burada bu. Namaza duruyoruz dedik, her şey hatırımıza geliyor. Gelmemesi için ne yapacaksın? O kalp dünyanı daha önce doldurduğun boş şeylerden, malayani, insanı Allah'tan uzaklaştıran düşüncelerden, duygulardan, fikirlerden, oluşlardan temizleyeceksin. Anlatabildik mi? İşte o zaman ‘Allahu ekber’ dediğin zaman… Bak dikkat ederseniz ‘Allahu ekber’ derken böyle etmiyoruz; elimizin tersiyle bütün dünyayı atıyoruz. Ne demektir bunun manası? Ben maddede, dünyada olsam bile; hakikatte, Allah'ın huzurundayım. Bir o, bir ben varım. Hepsi geri gitti. Şimdi bu ruhu, bu olgunluğu, bu kemali yaşayarak kılınan namaz ile efendime söyleyeyim bu hareketleri hiç değerlendirmeden, işte gelişigüzel ‘Allahu ekber’ diyerek çalı kapma namaz kılanın namazı bir olabilir mi? Ne diyor? Yunus’tu zannıma göre, “Sen bir gönül kırdın ise, kıldığın namaz değil”. Yani eğer işlerimize düzen, nizam, bereket, mantık, beraberlik, sevgi getiren bir oluş ise o namaz namazdır manası çıkıyor ortaya. Anlatabildik mi? Demek ki ‘anil fahşai vel münker’, Ayet-i Kerime’de insanı kötülükten, yanlış şeylerden kim uzaklaştırıyor? Namaz uzaklaştırıyor. 
Şimdi bu şekildeki namaz, işte tam bir zikir oluyor. Onun için de Ayet-i Kerime’de müsaade ederseniz onu bulayım.
‘fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum’ (Nisa Suesi 103. Ayet) . Bak namazı kıldıktan sonra. Şimdi burada bir inceliğe de dikkat edelim. Bazıları diyor ki “En büyük zikir, namazdır”. Binaenaleyh, siz namazı kıldığınız zaman başkaca Allah'ı anmanıza gerek yok. Ama burada çok ters. Ayet “Allah onlara” diyor “yanlış konuşuyorsunuz, terbiyesizlik etmeyin”. Nereden biliyorsun? ‘fe izâ kadaytumus salâte’, namazı kıldıktan sonra ne yapacaksın? Bitireceksin, ‘fezkurûllâhe’, Allah'ı işte o zaman zikre başlayacaksın. Ne halde? ‘kıyâmen, kuûden ve alâ’, hem ayakta hem rükuda ve hem de yattığınız zaman Allah'ı zikredecek. 

Tefekkür; Maddi, Manevi Bütün Sırları Hikmet Cephesinden Düşünmenin Adıdır

Bir başka Ayet-i Kerime’de, 
Esteizü billlah
“Ellezine yezkurunallahe kıyamen ve kuuden ve ala cunubihim ve yetefekkerune fi halkıs semavati vel ard…” (Ali İmran Suresi 191. Ayet)
Burada da çok ciddi bir incelik var. Bunu şunun için okudum, şimdi bir insanın tefekkür etmesi; Allah'ın azametini, kudretini, ahiretini, meleklerini, ne bileyim hesabı, kitabı, hülasa maddi-manevi bütün sırları hikmet cihetinden, cephesinden düşünmenin adıdır tefekkür. Tefekkür budur. Hikmetini öğrenmek, hikmetini. Hikmet. Yarabbi, buradaki senin kastın nedir? Bu açıdan, bu mantıkla yaptığın düşüncenin adına ‘hikmet’ denir. Ha (bunu) Allah bunun şartını koyuyor Kur'an'da, ‘ellezîne yezkürûnel lâhe’ Allah'ı zikreder. Nerede? ‘kıyamen’ ayakta, kuûden’ rükuda ve ‘alâ cûnubikum’ secde halinde. Ondan sonra bak geliyor. Ne geliyor? Tefekkür. Tefekkür ondan evvel olmuyor. Yani, şunu demek istiyorum; kalbinizi, Cenab-ı Hak'ın tecelligâhı yapmadan yapacağınız düşünce, nefsani düşüncelerdir. Bunlar sizi arzu edilen, istenilen hikmete kavuşturmaktan çok uzaktır. 
Masa başında oturarak yazdığınız eser ile hani derler ya ‘hal ehli’ olarak yazdığınız eser arasında o bakımdan çok ciddi farklar vardır. Öyle de olmuş olsa bile, o hikmet dolu eserleri yazmış olsanız bile onların size etkisi ancak o hali yaşadığınızdan sonradır. İlla sen bu denilen yolu takip edeceksin, oradaki cevherleri alabilmek için kalbini hazır hale getireceksin, onu tadacaksın. Yoksa odun gibi hiçbir şey anlamazsın. Değil mi? 
Şimdi verici var, televizyonda verici var; senin alıcın yok. İstediği kadar, istediği güçte verici versin. Buna benzer bu. Sen verdin, eserini ortaya koydun ama alıcı kalp gözü kapalı, kulağı kapalı, kalb-i alem kapalı. Onu açman lazım, onu cilalaman lazım. İşte bu manada namaz çok farklı. Fazla mı konuştuk? 

Kalbinizden Allah'a Açılan Bir Pencere Vardır

Ha şimdi bu hususta bütün ibadetler Allah'ı hatırlamak, Allah'la beraber olmak, Allah'la dost olmak, arkadaş olmaktır. Zikrin bir manası da budur. Hatırlayacaksın, unutmayacaksın, devamlı onunla beraber olacaksın. Tamam? İşte namaz insana bu hali verir ve bunu sen yakalarsan, Yunus'un dediği gibi işte kıldığın namaz budur. Yoksa devamlı bir gaflet halindesin. Bu namaz değildir. Hatta enteresandır, insan bu hal üzere devam ederken çok enteresandır; kalbinizden Allah'a açılan bir pencere vardır. O pencere açıldı mı uykuda da, uyanıkta da Hak ile berabersin, Allah ile berabersin. Kavga ederken de Allah'la berabersin, yürürken de Allah'la berabersin, sohbet ederken de Allah'la berabersin. Asıl işte kulluk bu makamdır, buraya gelmektir. Kalp ayağı ile Müslüman yavaş yavaş buraya gelecek. İşte bunun da Burak'ı, Zikrullah’tır. Bütün ibadetlerin mantığı da budur işte. Namaz bu; oruç  da aynı. Oruç, nefis atını dizginlemek. Nefis, korkunç bir enerji. Öyle bir onun şeysi var ki, gücü var ki. Ha işte niye bunu Allah bize verdi? Vermeseydi de hep onunla olsaydık olmaz mıydı? Canım öyle varlığı da var Allah'ın. Meleküt alemi, melekler öyle varlık. Bunların nefsi yok. O zaman sana ne gerek var? Onunla Allah ittifah ederdi, değil mi? Ama o tarafı bırak, meleküt tarafını bırak. Sadece hayvanat yönünü hakim kılmış olsaydı, gene sana gerek yoktu. Niye? Hayvanlar var. Baksana şuraya. Her türlü cinsinden hayvan var. İşte Cenab-ı Vacibul Vücud öyle bir denge kurmuş ki hem insanda meleküt alemi dediğimiz ervah alemini seyredecek, onu yaşayacak, o üst düzeyde hayatı algılayacak güç de var, taraf da var; hem de bu dünya zevklerinden son noktasına kadar en fazla doyum alacak kadar işte hayvani bir taraf da var. İki tarafta da var insanda. İşte irade burda devrede. Yani bir tarafın emrine girip diğer tarafı ihmal etmeyeceksin. Bir tarafın dünyada, birisi ahirette. Denge; iki kanatlı bir kuş.  İşte Zikrullah, bu dengeyi insanda en mükemmel şekilde kuran bir vasıtadır. Aslında zikir bir binektir, Burak’tır. İnsanı Allah'a taşıyan Burak’tır. “Bir tecelli olsa kalbe ihtiyar elden gider. Sayha vurur aşıkların dilhanesi namus-u ar elden gider”. Yani şimdi diyor, insanın kalbine Allah'ın tecellisi olursa… Süleyman Çelebi ne diyor Mevlüt’te? ‘Bir kez Allah dese şevk ile lisan, dökülür cümle günah misli hazan. Yani bir insan aşk ile bir defa ‘Allah’ diye bilse. Allah her zaman demeyi nasip etsin. O zaman günah diye bir şey kalmadı sende. Çünkü o tecelli öyle muazzam bir rahmet-i ilahinin insana verdiği haldir ki, işte hürriyet de insanın o tadı tatmasıdır. Bütün nefsani duyguların esaretinden kurtulup  o hali insanın vuslata ermesidir. Tecelli daim halidir bu. Allah bütün kullarına ve bize de nasip etsin. Özellikle ben bu konuda biraz da şeyim, yani bencilim ve kıskancım; önce bana nasip etsin, diye dua ederim. İşin de bu nüktesi olsun. Yani asıl hürriyet budur. Hürriyet bu. Hürriyet nedir? Başkasına zarar vermeyecek şekilde hayatı yaşamanın adı değil. Ya? Doya doya, bu mükevvenatın sahibi ile insanın buluşması, o zenginliği yaşamasıdır; o tecelli. Kimi Esma'dan onu yaşar, kimi Sıfat-ı Bari’den onu yaşar, kimi Zat-ı Bari'nin tecellisinden bunu yaşar. 

Nübüvvet Peygamber Aleyhisselam İle Velayet İmam Ali İle Kıyamete Kadar Devam Edecek

Şimdi tabii burada, bu makamda da kullar sınıf sınıf.  Hz. Fahri Alem Efendimiz hepsinden yaşamış. Esma ilahinin tecellisi ile de Allah’ı tanıdı, Sıfat-ı Bari’nin tecellisi ile de Allah'ı tanıdı, Zat-ı Bari’nin tecellisi ile de Cenab-ı Hak'ı tanıdı. Onun Allah'ı tanımasıyla; senin, benim veya herhangi bir evliyanın, bir peygamberin Allah'ı tanıması çok farklı. O çok… Muhammed gözüyle alemi seyretmek kadar büyük bir zenginlik yok. İşte sahabeleri sıralamaya koyduğumuz zaman, ona yakın bir gözle seyreden bir tek sahabe var; Hz. Ali Kerremallahu Veche. Onun için Hz. Ali çok farklı. Bak nübüvvet Peygamber Aleyhisselam ile, velayet İmam-ı Ali ile. Nereye kadar? Kıyamete kadar devam edecek. 

Hakiki Manada Hilafet İmam-ı Ali'dedir

Şimdi bu Sünni dediğimiz taife ne yaptığını bilmeyen, ileri-geri konuşup haddi aşan, bence ölçüsüz insanlar. Yani buraya gelmişken bu cümleyle de bir hakkı da teslim etmemiz lazım. O bakımdan tecelli barinin kapısı, Ali kapısıdır. Oradan girmeyen, Hak’a vasıl olamaz. Anlatabildim mi? Hangi meşrepten, mezhepten, nereden olursanız olun; Ali farklı bir kapı. Bunu ben demiyorum. İnşallah yazdığım eserde de (bunları) bunlara temas ediyorum, göreceksiniz; Hz. Ali farklı. Ya düşünebiliyor musun; bir savaşa giriyor, bir savaşta neticede 50-60 tane insan öldürülmüş, yarısını o öldürüyor kafirlerin, hem de başpehlivanlarını. Bedir'de böyle, Uhud'da böyle, Hendek'te böyle. Hangi gazaya giderse gitsin, Allah Resulü diyor ki “Ali, İslam'ın kılıcıdır. Onun kılıcı üzerine İslam bina edilmiştir”. Anlatabildim mi? Ali farklı, Allah şefaat dan ayırmasın. Ha onun tasarrufu, mesela derler ‘hilafet’. Hilafet ne zaman başlar? Bana göre Hz. Rasulullah'tan sonra, İmam-ı Ali'nin hilafeti başlar. Bütün zamanlara ait bir hilafet makamı var onda. Ha madden insanlar bunu takdir etmiş, etmemiş o beni ilgilendirmez. Onu birinciye almış, sonuncuya almış; o da beni ilgilendirmez. Ama hakiki manada hilafet, İmam-ı Ali'dedir. Bilmem anlatabiliyor muyum? 

Hz. Ali Efendimiz Velayetin Başıdır

Efendim Hz. Ali ile ilgili en önemli husus; Hz. Ali Efendimiz’in şah-ı velayet, velayetin başı olmasıdır. Her kim ki Cenab-ı Hak'a vuslat edecek; bu insana mezhebi, meşrebi ne olursa olsun, mutlaka onun vasıtasıyla kıyamete kadar Allah'a vasıl olunabilir. Bunun dışında hiçbir yol insanı Cenab-ı Hak’a taşıması mümkün değil. Yani, bu benim acizane görüşüm değil. Hakikat ehli bütün ulemanın görüşü bu noktada budur. Zaten Hz. Fahri Alem Efendimiz de buna bu vazifeyi vermiş, artı Cenab-ı Vacibul Vücud Hazretleri de bu vazifeyi buna vermiş. 

Bir İnsan Cenab-ı Hak’ı Ne Kadar Zikrederse, O Kadar Fazileti Vardır

Cenab-ı Fahri Alem Efendimiz’e Hz. Ali Efendimiz bir gün gidiyor “Yarabbi, ben Allah'a vasıl olmak istiyorum. Takip edeceğim yol ne olmalı?” diye sualde bulunduğunda Hz. Fahri Alem Efendimiz, İmam-ı Ali Efendimiz’in mübarek dizlerini dizlerine, alnını alnına ve mübarek elini de kalbinin üzerine koyuyor; diğer elini de eli ile iki elinin arasına alıyor. Ona ‘la ilahe illallah’ kelime-i tevhidini telkin ediyor ve bu yolla Cenab-ı Vacibul Vücud Hazretleri’ne zaten insanların ilah arama manasında istidatları, yaradılışından dolayı mevcuttur. Her insanda Allah'ı arama, Cenab-ı Hak'a yönelme, onu bulma istidadı vardır. Onu siz bundan söküp atamazsınız. Beşerin farklı farklı ilahlara tapması, hakikatten ayrılması onun içindeki bu ilahi duygudandır. Neden? Çünkü onu doğru yolda, hak yolda Allah'a taşıyacak kılavuz olmadığı için; o da kendi hissiyatıyla, kendi duygusuyla, aklıyla, o yolla kendini tatmin etmek isteyerek; işte kimisi aya tapmış, kimisi yıldızlara tapmış, kimisi güneşe tapmış, kimisi insanlara tapmış. Hülasa bu içteki duyguyu doyurma babında herkes kendine bir yol aramıştır. Ama asıl yol, kalpten Allah'a giden yoldur. Burada da Hz. Ali Kerremallahu Veche Efendimiz, Cenab-ı Peygamber Efendimiz’e sualen “Ya Rasulullah, beni Allah'a kavuşturacak zikir nedir, yol nedir?”. İşte ‘la ilahe illallah’ kelime-i tevhid cümlesidir, Peygamberimizden aldığı cevap odur. O cümleyle, o yol kalp yoluyla insan o bütün dünyasını aşarak Cenab-ı Vacibul Vücud Hazretleri’ne kavuşur. Anlaşıldı mı? Ve onun için de bir insan, Cenab-ı Hak’ı ne kadar zikrederse, o kadar fazileti vardır ve bunun adeti de kesinlikle mevzubahis değildir.
“… vezkurullahe zikren kesira.” (Ahzab Suresi 41. Ayet) 
‘Beni çok anın, çok zikredin’. Bu 100 olur, 1.000 olur, 10.000 olur, 100.000 olur; yani senin kabiliyetine, istidana ve de çalışmana, gayretine bağlı bir hususiyettir, bir yoldur. Anlaşıldı mı? 

İnsanın Yaratılış Maksadı Allah'ı Bulmak, Tanımak ve Ona Vuslat Etmektir

Bunu böyle anladıktan sonra insanların Zikrullah’a vereceği değer aslında kendi varlıklarını, kendi kıymetlerini öne çıkartan bir hususiyettir. İnsanın kendinden kendine olan yolculuğudur. Kalp yoluyla Allah'ı zikrederek insanın yürümesi, aslında insanın kendinden kendisine olan yolculuğudur. Anlatabildim mi? Bu yolculukta bütün ibadetler insanı Allah'a taşıyan birer binek gibidir. Dedik ya hac da Allah'ı zikir içindir, oruç da Allah'ı zikir içindir, zekat da Allah'ı zikir içindir. İşin mahiyetini detaylı bir şekilde ortaya koyduğunuz zaman, varoluş nedeni de insanın Allah'ı tanıması ve bilmesi içindir. Cenab-ı Vacibul Vücut kendi bilinmesini arzu ediyor, kendi bilinmesini murad ediyor, istiyor. Bu bilinmezlik ne ile mümkün oluyor? Zikir yoluyla mümkün oluyor. Başka türlü mümkün olmuyor. 
Her varlığın yaratılış maksadı var. Ama insanın yaratılış maksadı Hz. Allah'ı bulmak, onu tanımak, ona vuslat etmektir. Bunu yaptığımız nispette biz insanız. Ne kadar bundan uzak kalırsak… İnsan olmak Allah’a yakınlık derecesine göredir; uzak olmak da beşeriyet mertebelerine göredir. Beşer insanın hayvani tarafınının insanda ağır basması; ruhani tarafıyla insanda hakim olan dünyada, melekütiyet yönüdür ki insan dediğimiz şey de asıl o yükselen, onu Hak’a taşıyan…
‘ve yes’elûneke anir rûh, kulir rûhu min emri rabbî ve mâ ûtîtum minel ilmi illâ kalîlâ’. ( İsra Suresi 85. Ayet) 
Soruyorlar, ruhtan sana soruyorlar “Nedir?”. “O” diyor “Allah'ın bir emridir”, yani Allah'ın nef’asıdır.  Her insanda Cenab-ı Vacibul Vücud Hazretleri'nden bir nef’a ilaha var ve bunun mahiyetini beşerin kavraması zor, imkansız. Gelmiş geçmiş insanlık tarihi hep bunu araştırmış “Bu nedir?”. ‘min emri Rabbi’, Allah'ın nef’asıdır. İşte bu eskar, zikir yoluyla insan onu tanıyor, onu bilyor. Değil mi?

Allah'ı Ne Kadar Anarsan, Kendi Nefsinde O Kadar Fani Olursun

Şimdi ‘fezkuruni ezkurkum’ maiyetinde insanın Cenab-ı Hak'ı zikretmesi ile kendi nefsinde kendini unutması, zikrettiğine vasıl olması manasınadır. Allah'ı sen ne kadar anarsan; sen kendinde, nefsinde o kadar fani olursun. Anlatabiliyor muyum? Orada sende var olan, Cenab-ı Hak'ın tecellileridir. O zaman Allah'ı hatırlarsın. Aklın başında eğer onu yaparsan, aklın bu baştan gittiği zaman kalpte olan ne ise o ortaya çıkar. Kalpte olan aklın başında iken neyi oraya yerleştirdin? Allah sevgisini, Allah korkusunu, Allah’a olan hürmetini, saygını; o çıkar ortaya. Anlatabildik mi? Yani bu onun için ölüm halinde de insanların en fazla arzu edip ulaşmak istedikleri nokta budur. Yani ne? Son nefeste Allah'ı zikretmek, onunla beraber olmak. Son nefeste söylemezse bu diller, bütün cihan senin olsa ne fayda. İşte orada onunla beraber olmanın en kestirme yolu da, onu hayatta aklın başında iken çok ama çok zikretmektir, diyoruz efendim. 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir