
Neler Okuyacaksınız
İnsan, Allah’ı Tanıyıp Ona Kul Olmak İçin Yaratılmıştır
Efendim bizi ekranları başında takip eden kardeşlerime evvela saygı, sevgi, hürmetlerimi arz ediyorum. Kulluk konusunda benim farklı bir kulvardan, farklı bir yoldan meselenin izahı hatırıma geldi. Aslında Cenâb-ı Hakk'ın tecellisiyle var olan bu âlemin bir maksadı var. İsimlerinin tecellisiyle, sıfatlarının ve Zat-ı Bari’sinin tecellisiyle bütün bu âlem var oldu. Bu tecelliler o kadar sonsuz ki faraza her isminin ayrı ayrı tecellisiyle ayrı ayrı mahlûkat vücuda geldi. Ve bu mahlûkatın hiçbiri de birbirine benzemiyor. Çok enteresandır. Yani bu Zat-ı Bari’nin, Sıfat-ı Bari’nin, Esma-i İlahi’nin tecellilerinden koskocaman bir âlem. Şimdi bu bir yana, bir de bu mükevvenatın içinde öyle bir varlık var ki her varlık bir tecellinin, ya zatın tecellisinin, ya Sıfat-ı Bari’nin tecellisinin, ya Esma-i İlahi’nin bir tanesinin zuhurunun ile vücuda gelen bu varlık âlemi yanında bütün tecellileri üzerinde taşıyan gerek isimlerinin, gerek sıfatlarının, gerek Zat-ı Bari’sinin tecellisinden vücuda gelen tek bir varlık daha var. O da malum-u aliniz insan dediğimiz eşref-i mahlûk varlık âleminin en şerefli varlığı insan. Ya buna şöyle de diye bakabilir ve diyebiliriz. Bütün kâinat bir tarafa, onun zübdesi, özü, özeti veya bir başka ifadeyle maketi bir tarafa. Yani insan öyle bir kâinat ki bu üzerinde yaşadığımız, milyonlarca galaksilerin de içinde bulunduğu kâinatı mana olarak kendi iç tabiatında yaşıyor. Yani iç tabiatımızda, kendi iç dünyamızda buna “manevi dünya” diyoruz bütün bu mevcudat mevcut, mahlûkat mevcut, hepsi var, olmayan hiçbir şey yok. Şimdi bu kadar zengin âlemin özü olan insanın da sadece bir maksadı var dünyaya gelişinde, bu âleme gelişinde bir tek maksat var. Tabii biz bunu kendi mantığımızla, mantalitemizle ortaya koyamayız. Bizi bu âleme en şerefli varlık olarak gönderen Rabbimizin mesajlarından yola çıkarsak bunlardan hareketle ne olduğunu ancak anlayabiliriz. “Yok benim aklım şunu, bana böyle diyor, böyle olması…” Öyle değil. Ne diyor? Bir defa bizi bu kadar mükemmel yaratan ve bu âlemi bizim içimizde meknuz kılan o yüce yaratıcı, Vacibü'l Vücud hazretleri bizim için ne diyor? Niye bizi yaratmış yani? Yaratmasaydı olmaz mıydı? Çok enteresandır. “Ben insanı ancak beni bilsin diye, beni tanısın, bana kul olsun diye yarattım.” Bir tek maksadı var. Şimdi iyi insan veya kötü insandan, tabirinden, tarifinden yola çıkarsak şimdi bunun tarifini de bizi yaratan ortaya koymuş, kimdir? Onun maksadına en güzel uyandır. Peki o maksat neydi? Onu tanıyandı, onu bilendi, ona kul olandı.
Şimdi efendim kendimize göre felsefe yapıyoruz. İşte iyinin tarifi budur, kötülüğünün tarifi budur. Ya sen onu iyinin tarifinde rencide ediyorsan? Senin iyiliğin kaç para ya? Sen nesin? Sonra öyle bir zaman dilimi içindeyiz ki ömürler de kısaldı. Bir bakıyorsun, çocuktun, ilkokula gidiyordun, ortaokul, lise, üniversite. Hayda! Başlamış vücut dökülmeye, motor eskimeye. Yani bunu her gün yaşamak hem mümkünattan hem de bir realite. Yaşıyorsun bunu. Yani zaman akıp gidiyor ve insanı silindir gibi ezip geçiyor ama hiçbirimiz olayın farkında değiliz. Şimdi bu ölçüler dâhilinde kulluğu ele aldığımız zaman onun çizdiği sınırlar içerisinde hayatını yaşayan en mükemmel varlık olarak insan hatıra geliyor.
Kullukla İnsanın Dış Tabiatıyla İç Tabiatı Arasında Denge Kurulur
Şimdi zaten kulluktaki maksatlardan biri de insan bu varlık âleminde ne yaparsa yapsın dikkat ederseniz ciddi bir boşluğa düşüyor. Yani boşluk içinde olması kaçınılmaz oluyor. Bakıyorsunuz her şey mevcut. Olmadı hiçbir şey yok. Gerçi bugün ekonomik problemler nedeniyle olan hiçbir şey yok ama biz bu evren nitelikli konuşacak olursak, tabiat açısından olaya bakacak olursak o manada çok şeyler var. Efendim ama o çok mükemmel şeyler etrafımızda, yakınımızda hatta şahsımızda olmasına rağmen ciddi bir dengesizlik var, ciddi bir tatminsizlik var insanoğlunda. Bir ihtiras var ve bu ihtirasın önünü kesebilme tedavisinden veya reçetesinden biz mahrum olduğumuz için ne kazanırsak kazanalım o bizi tatmin etmiyor, ne alırsak alalım o bizi tatmin etmiyor. Malumunuz bu bir kanaat gıdasıyla, kanaat reçetesiyle o senin sonsuz ihtirasın öyle bir noktaya geliyor ki hem nefsine hem nesline hem de bütün insanlığa hizmet eden bir Ahlak-i Hamide vasfı olarak ortaya çıkıyor.
Şimdi buradan hareketle asıl anlatmak istediğim bu da değil, anlatmak istediğim şu: Kanaat ruhun semeresi, kanaat. Şimdi kulluğun bir hakkın edası insanın o içinde kendisi olan, kendisinden var olan, hakikatte aidiyeti Vacibü'l Vücud Hazretleri olan Allah'a ait olan, Zat-ı Bari’den her varlıkta daha doğrusu her insanda bir nefha-i ilahi var. “Ben ona kendi ruhumdan üfledim.” Şimdi bu bende de var sende de var. Olmayan hiçbir insan yok. Asıl maksat o kendinde var olan kendini insanın keşfetmesi, hazine-i ilahi, ona yürümesi, onu tanıması, onu bilmesi, onu görmesi bir manada onunla barışık olması. İşte kulluk aslında o yola girip kendinde, kendiyle birlikte var olan yüce zatın nefhasını yaşaması olaydır. Bu iç tabiatından ona meyleden fevkalade bir seyir arzusu veya varlığı aynı zamanda onun dış tabiatını da kuşatır. Daha doğrusu dış tabiatıyla iç tabiatı arasında bir denge kurulur. İçinden kalbi boyutta o kendisinden kendisine giden yolu keşfeder oradan ki zaten Kur'an ve hadisler sünnetle beraber o yoldan gidemezsin. Yollar haramidir, bir ilahi de vardır malum. Gidemezsin yani önünü keserler, eşkıyası çoktur. Sadece bu âlemde eşkıya yok. Şimdi oradan giderken işin dengesi sağlanabilmesi için Cenâb-ı Hak dış tabiatının etkisinden de seni muhafaza olman için gerek emr-i ilahi, gerek nehyi ilahi. Her gün beyan ediyor. İşte Kur'an'ın ayetleri, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz’in hadisleri, Resulullah'ın uygulamadaki sünnetleri, bunun göstergesidir. Nasıl gideceğiz? O kulluğu nasıl eda edeceğiz? Nasıl yapacağız? “Benim aklıma göre bu böyle olsun.” Öyle değil efendim. “Usvetun hasene” (Azhap Suresi, 21. Ayet) “Biz” diyor, “en mükemmel bir örnek.” Yani kim gibi olacaksın? Senin örneğin kimdir? Onu da bildirmiş. Kimmiş o canlı misal? Muhammed'iyle emin olan, “Muhammed'ül Emin” olan Hz. Fahri Âlem Efendimiz. Onun gibi olursan, onun gibi kendini her an kontrol ve murakabe altında ilahi iradenin huzurunda olduğunu bilir ve bunu bu şekilde idrak edip yaşarsan işte kulluk kemale erişir. O takdirde de insan için üç ay, beş ay, üç ayları, beş ayları olmaz. Her an, her ay onun üç aydırNasıl yaz var, nasıl kış var, nasıl bahar var, sonbahar var ise bunların birbirine olan mukayesesi bakımından da üstünlükleri de var. Her birinin kendi. İşte bu zahirde ayların kendini olan efendim, mukayese bakımından üstünlüğü nasıl ve niceliği mevcut olduğu gibi yine mana sahasında, maneviyat sahasında üç ayların da böyle bir nasıl ve niceliği var, üstünlüğü var. Onun için İslam'da zaman da mukaddes, mekân da mukaddestir. Onun için mukaddes zamanlarda, mukaddes mekânlarda tahsis edilmiş taat ibadetler vardır. Bu adeta günümüzün değer ölçüleriyle mukayese edilirse bir piyango gibidir, bir ödül gibidir. Bir anda çıkar, abat olup gidersin. O zamanlar işte öyle bir zaman da bu üç aydır. Burada insanın yaptıklarının fevkalade yüzlerce, binlerce misli bir anda kazanç sahibi olması gibi bir keyfiyetin olduğu da muhakkak. İşte bunu değerlendirmek. O zaman ne oluyor? Bunları değerlendirdiğiniz zaman, içinizde mevcut olan o güzelliğe ayrı bir destek ile yolculuk yapmış oluyorsunuz. O sizi, ona siz inanıp ona bir aidiyet kazandırmış oluyorsunuz. Ve yine bu güzel aylarda kulluk esprisine uymak suretiyle tutulacak olan oruçlar. Zaten namazlarımızı biz kılmak mükellefiyetindeyiz. Ama elden gelse de sadece beş vakitte biz bunu sınırlandırmazsak, akşam namazlarından sonra kılınan Evvâbin namazları, efendim sabah namazından sonra kılınan bu namazlar, gece kılınan Selâtü'l-Levl, Teheccüd'tü, Tesbih'ti vesaire gibi namazların, namazlar ile insanın işte o içindeki yürüyüşe dış destekli yardım etmesi, hem onun fevkalade bir huzur, saadet ve mutluluk havasına girmesine ve hem de düzenli bir dini hayatın yaşanmasına sebep olur. Böylece mükemmel bir insan modeli tipi oluşur. Bunun insanlarla olan hukuku da çok farklıdır. Yani insanlar ona nasıl Rasulullah'a Muhammed'ül Emin nazarıyla bakarlarsa, ona da öyle emin insan nazarıyla bakılır. Düşmanıdır ama emniyetli bu insandır. Öyle değil miydi Peygamberimiz… Çok enteresandır. Mekke'de Medine'ye hicret ederken Mekkeliler emanetlerini Rasulullah'a teslim etmişler. Ama şu hale bak sen bir yerden bir yere hicret edeceksin. Senin derdin Ahmet'in Mehmet'in malı mıdır? Ama o kim bu insanlar? Yani kimin emanetlerini taşıyor? O anda onu öldürmek durumunda olanların emanetini. Yani Rasulullah'ı öldürmek istiyorlar ama diyorlar ki “Bu insandan daha emin biri yok. Çok doğru bir insan, çok dürüst bir insan.” Burada çok enteresan bir nükte var. Yani inanmış müminin herkes emniyetli olduğunu bilir ama o küfrün boynuzları var ya sağ sola çarpar ve de müsaade etmez buna. Kısaca, zahirde bir emniyet kilidi olmak lazım ki o halleri yaşadıktan sonra o hali de Cenâb-ı Hak insana ihsan eder yani ediyor. Herkesin hak ve hukukuna son derece uyuyorsunuz, riayet ediyorsunuz. İbadet size bu kişiliği kazandırıyor. Kulluk size bu kişiliği kazandırıyor. Ondan sonra nefsinize ait vazifelerinizi bir hakkın eda edebiliyorsunuz. Artı ailenize ait hukukunuzu bir hakkın eda edebiliyorsunuz. Yani karınla, çocuklarınla aranızdaki hukuk inanılmaz boyutlarda fevkalade huzur ve sürur içerisinde cereyan ediyor. Tamamen efendim yani her an onun lezzetini, onun bereketini, onun feyzini, muhabbetini görebiliyorsunuz. Çocuklarınız sizden razı, siz çocuklarınızdan razı oluyorsunuz. Hanımınız sizden razı, siz o sizden siz ondan razı oluyorsunuz. Kısaca hani “Râzıya - Marzıya” makamı var ya nefiste kulun Allah'tan razı olması, Allah'ın da kuldan razı olması, esprisi bu sefer insanlar arasında da cereyan ediyor. Ben Müslüm efendiden razı, o da benden razı. Bu bir tabi hal oluyor. Ama neden sonra? Böyle tatlı bir kulluk yaşayışından, bu güzel kulluk sıfatlarıyla donanmasından sonra daha sadece o değil. Komşularınız da hukukunuz mükemmelleşiyor. Daha komşuyu bırak, ülke çapında insanlara karşı çok faydalı bir unsur olarak onlar sizden memnun oluyor. Siz onlardan memnun oluyorsunuz ve sizin bundan sonraki barışık halde yaşamak istediğiniz, artık kendi toplumunuzu da taşıyorsunuz. Dünyaya sizin hayırınız, güzelliğiniz, faydanız dokunuyor. Ne bileyim yani bu kulluk esprisini böyle bir anda anlatmak da zor. Şimdilik hatırımıza gelen bunlar zannım o ki bu kadar da kifayet eder.
Kulluk Nevinden Taat ve İbadet En Büyük Teşekkürdür
Öyle bir şey ki canım “benzin de sıvı, mazot da sıvı, su da sıvı. Onlar olacağına bu olsa hiç olmasa bedava” diyemiyorsun. Niye diyemiyorsun? Çünkü onun yanma, patlama seviyesi veya oranı ile suyunki çok farklı. Yani her birinin kimyevi özellikleri çok farklı. Hepsini yerinde ve zamanında insan tabiatına faydalı olduğu şekilde ancak devreye koyabilirseniz nasıl fayda edebiliyorsanız bir motorda da herhangi bir makine aksamında da bu böyle. Yani buradan aldığım neticeyi ötekinden alamıyorsun. Yani o bünyeye, o gerekiyor diğer bünyeye bir başka şey gerekiyorHakikaten olaya teşekkür boyutundan baktığımız zaman bize düşen mahcubiyetten başka bir şey olmuyor. Neden? O kadar sonsuz nimetler, ikram var ki, mesela bir ummana, bir denize bakıyorsunuz, yüksek bir yerden temaşa ediyorsunuz. Onun fevkalade bir muhabbeti var, sevgisi var, feyzi var. Bu âlemi, Allah Allah, dağa bakıyorsun, her tarafta ayrı bir güzellik ve bunu görebilecek bir kabiliyet. O kadar mühim ki bu şimdi her şeyi seyredersen, mesela ben bazen eğer onu göremezsem bu tadı alamıyorsun. Yakını göremiyorum, gözlüğüm olmasa okuyamıyorum. Allah Allah. Eğer bu yakını olan bizim görme kabiliyetimiz uzağa da olmuş olsaydı bu kadar güzellikleri seyirden mahrum kalacaktık. Bunu siz farklı misallerle her şeye taşıyabilirsiniz. Düşünmenizden akletmenize kadar, tefekkür etmenize, yemenize, içmenize, mal sahibi olmanıza, çoluk çocuk sahibi olmanıza; ne bileyim her şeye mevki rütbesi, bütün bunların sana bir hediye edeni var. Kim vermiş sana? Cenâb-ı Hak vermiş. Ve sen aslına baktığın zaman “E ve lem yerel insanu enna halaknahu min nutfetin fe iza huve hasimun mubin” (Yasin Suresi, 77. Ayet) Çok enteresan. Ya “ben seni bir kokmuş su damlasından yarattım yani meniden yarattım.” Sen kalkmış bana kafa tutuyorsun. Şimdi, hakikat öyle değil mi? Şu böbürlenen, kibirlenen, “dünya benimdir” diyen, “sen kim oluyorsun” deyip herkese kafa tutan bir mantık. Aslına Allah onu rücu ettirip, “düşün bakayım” diyor “sen nesin”, “hiçbir şeysin sen” diyor. Hülasa bütün bunları düşündüğünüz zaman bu verilen nimetlere karşı en azından işte kulluk nevinden olan teşekkür, taat ve ibadet teşekkürdür. Mesela bazen evinize geliyor misafir, ikramda izzette bulunuyorsunuz. Çıkıp giderken bir teşekkür etmese “ne kaba adam” diyorsun. Yani istesen de bunu diyorsun, istemesen de diyorsun. Bir çay, bir bardak çay, bir kahve, fincan kahve, başka bir şey de yaptığın yok. Ama sana neler vermiş, ya sana ait hiç bir şey yok, hepsini o vermiş. Şu nankörlüğe bak. Binaenaleyh işte o kulluğun gereği bunu idrak etmek ve o teşekkürü yerinde ve zamanında ifa etmektir. Ben bizi takip eden arkadaşlara şunu âcizane tavsiye edeceğim. Şu mübarek günlerde bu teşekkürü bol edelim, bol yapalım. “Sana şükürler olsun ya Rabbi, hamd olsun ya Rabbi.” İşte dediğimiz gibi nafile namazlardı, namazlarımızın bir hakkın eda edilmesiydi ki bunlar hakikaten çok ciddi de teşekkürlerdir. Allah'ım memnun eder, Cenâb-ı Hakk'ı hoşnut eder ve o kulunu da meleklerine methüsena eder. Bak ne demiştim, hani insanoğlunu yaratırken, “Ya Rabbi” diyor melekler, “niye bunları sen yaratırsın, bunlar kan dökerler. Bozgunculuk yapacaklar.” “Hikmetini ben biliyorum” diyor Cenâb-ı Hak. O hikmet nedir? İşte o tip mükemmel kulların zuhurudur, ortaya çıkışıdır. İşte o çıktığı zaman melekleri alıyor, tutuyor kulağından, “gelin bakın işte ben bunun için bunları yarattım.” Böylece Allah'ın sevdiği ve seçtiği insan ve kul olmuş oluyoruz, inşallah bu sınıftan oluruz.
Kulluktan Asıl Maksat, İnsanın Allah'ı Hiç Unutmamasıdır
Kalp dediğimiz dünya Cenâb-ı Hakk'ın tecelli ettiği mekândır. “Yere göğe sığmam ama mümin kulumun kalbine sığarım.” Şimdi Allah'ın kulun kalbine nazar etmesi, tecelli etmesi kulun Allah'ı davet etmesine bağlıdır. “Beni zikret, ben de seni zikredeyim.” (Bakara Suresi, 152. Ayet) Manası budur ayet-i kerimede. “Beni zikredin, ben de sizi zikredeyim.” (Bakara Suresi, 152. Ayet) Dolayısıyla insan eğer Allah'la beraber olmak istiyor, “o beni ansın, beni sevsin, hatta beni unutmasın” diyorsa o zaman kulun bir defa onu unutmaması lazım. Onu dilinden ve kalbinden anması lazım. Onun için de bakın buna atfen Kur'an'da, “Ve'zkurûllâhe zikran kesîrâ” “Allah'ı çok zikredin.” (Azhap Suresi, 41. Ayet) Yani bunun adeti de yok. Bin, on bin, yüz bin. Hatta her an. Zaten kalbi manada zikir Allah'ı unutmamaktır. Her an insanın Allah'ı zikri mümkün olabilir mi? Elbette olur. Eğer kalbi insan istiğfarla, Salatü Selamla temizler ve tezyin eder, ondan sonra da “La ilahe illallah” yani Allah'ı zikir lafızlarıyla, Allah ismi celaliyle orasını, oraya Rabbini davet eder ise onun tecellisiyle o kalp boyanır. Bu sefer kalp gözü, o boya dediğim şey de nurani tecellilerdir, Allah'ın tecellisidir. Hep onunla beraber olur. Yani Allah'ı hiç unutmazsınız. İşte kulluktan asıl maksat da bu hali insanın hal edinmesidir. Sürekli yaşamasıdır. Yani Allah'tan gaflet, gafil olmamak manası da budur. Şimdi bazen “işte ben çok iyiyim ben…” Ölçüler hep kendi kendimize koyuyoruz. Ölçümüz Allah'ı hiç unutmamaktır. Allah'la yani zaman ve mekândan münezzeh olan Allah her zaman ve her mekânda mevcut. Büyük veli Abdülkadir Geylani “O zamanın zamanı mekânında mekânıdır” diyor. Yani her yerde her zaman var ama o varlığın öyle bir sır ile kendini gizlemesi hakikati var ki onu ortaya çıkartacak işte kalbi boyuttaki anıştır, Allah'ı zikrediştir. Tabi bunu yapmamız lazım. Nedir bu işte istiğfardır, Salatü Selamdır, Kelime-i Tevhiddir, ismi celaldir, çoğaltabilirsiniz bunu. Öğrenmek isteyen kardeşlerimiz Allah'ı zikir kitaplarını araştırıp haseten okumalarını tavsiye ederim. Bendenizin de “İslam'da Zikir” adlı bir eseri var. Bunları biz burada teferruatı ile kaleme aldık. Yani bunu yapmamız lazım, bunu hayatımıza geçirmemiz lazım. Bu güzel günde bunun yapılması bize çok şey kazandırır. Dediğim gibi başta söyledim. Zaten ömürler o kadar mahdut ki gözünü açıp kapayana kadar bir de bakıyorsun gelmiş ömrün sonu. Ana vardı gitti, baba vardı gitti, arkadaş vardı gitti. Şimdi çok samimi konuşuyorum. Benim amcamın, amcalarımın çocukları vardı benim akranlarım. Her ikisi de, birisi benden 6 ay küçüktü, birisi 3 ay küçüktü. Allah ikisine de rahmet eylesin. Her ikisi de Allah'ın rahmetine kavuştu. Şimdi evde ben bazen sohbet ediyorum. Biz fazladan yaşıyoruz diye. E, emsallerimiz gitti. O halde öyle bir insanda bir gaflet perdesi var ki sanki ölmeyeceksin. O ölmeyecek düşünce seni ihata ediyor ve onun arkasında var olan asıl ahiret gerçeğini unutuyor. Unutmamak lazım. Onu işte ibadet silahıyla açmak tamamen Ukbâ ile. Asıl insan, kâmil insan, Allah dostu insan ahiretle dünyayı birleştiren. Kalbini ikisine köprü yapandır. O köprü yapan insan Allah'ı da unutmayan insandır. Allah böyle olmayı nasip etsin diyorum efendim.
Akıl ve Vahiy Çatışması Diye Bir Şey Olamaz
Şimdi efendim zaten akıl ve vahiy çatışması veya karşı karşıya gelmesi gibi sözler sapık sözlerdir. Ne demek yani akıl ve vahiy çatışması? Vahiy Allah'ın kelamıdır. Seni yaratanın efendime söyleyeyim sana ya emridir ya nehyidir. O seni bilmeyecek, sen kendi kendine ondan çok iyi bileceksin. Bunun asıl manası bu. “Ben işte vahiy değil aklı tercih ederim.” Bu hiçbir zaman sırat-ı müstakim üzere giden insanların ifadesi olamaz. Bu isyanın, sapıklığın farklı bir kulvarda izah tarzıdır. O misalde olduğu gibi “Fe secedu illa iblis, eba vestekbere ve kane minel kâfirin.” (Bakara Suresi, 34. Ayet) “Kâfir de” diyor “böbürlendi, secde etmedi, isyan edenlerden oldu. Ama diğer melekler secde edin emrine tabi oldu, Âdem’e secde ettiler.” Şimdi bu çok enteresan bir misal. Orada mantık yürüttü İblis, “o ondan, ben bundanım.” Hâlbuki o ondan ben bundanım sırrı yok orada. Orada asıl, ateş belki topraktan üstünde olmuş olabilir. Ama murad-ı ilahi burada çok farklı. O fark nedir? Varlıklarının onun emrine tabi olmasını temin etmektir. Deniyor onlara “bakalım bu benim emrime tabi mi değil mi?” Şimdi kullukta en güzel makam teslimiyet makamıdır. Ebû Bekir Sıddık Efendimizin yüce doruk noktada olmasının en ince ifadesi Hz. Fahri Âlem'e teslim olması güvenmesi bilmem anlatabiliyor muyum? Yoruma kaçmaması. Sen aklını devreye koyduğun zaman emrolunduğun şeyi yapmaktan bir defa devre dışına çıkıyorsun. Senin dediğin bin defa doğru olsa bile maksada nail olmayan eylemin hareketin seni varmak istediğin yerin dışına çıkartıyor. Senin aklın kaç para eder o zaman? Hiçbir şey. Bilmem anlatabiliyor muyum? Kısaca akıl ve vahiy çatışması diye bir şey olamaz. Akıl ve vahyin çatışması olsa olsa bir sapıklık olur. Bunu ifade etmek zaten aklın iş görebilmesi vahyin kontrolünde terbiyesinde büyümesine gelişmesine bağlıdır. Onun büyümesiyle ondan gelişmesiyle beraber o zaman doğruya isabetide fevkalade olur. Ne diyor? Muâz bin Cebel’i Yemen'e tayin ederken Peygamberimiz: “Sana bir mesele geldiğinde ne yaparsın? “Açarım” diyor “Kur'an'dan hükmederim.” “Orada yoksa” diyor, “senin sünnetine bakarım” diyor. “Onda da yok” diyor, “bunlara ters düşmeyen aklıma bakarım” diyor, “müracaat ederim.” Yani bunlara ters düşmeyecek. İşin özü budur. Diyecek fazla bir şey yok. Takip edenlere saygı hürmet arz ediyor. Ve de sohbetlerin ben de tekrarını temenni ediyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız