info@profdrhaydarbasenstitusu.org

İftar Sohbeti - İbadet / 2000
19/05/2025 DİNİ YAŞAM 4

    Neler Okuyacaksınız

İman Kabuldür ve Kabulden Sonra Kabul Ettiğimiz Varlığa Teslimiyetimizdir

Efendim madem ibadet üzerinde bu akşam sohbet yapacağız. Biraz da iman konusu üzerine duralım. İmanın şartları nedir? Birazcık bunu irdeleyelim. Günümüzün en noksanlığı imanın esasını bilmememizden kaynaklanıyor. Bu sebeple de biz yanlışa doğru, doğruya yanlış; batıla hak, hakka batıl diyebiliyoruz. Bazı konular vardır ki bunların cehaletle affı da mümkün değil. Yani siz o konularla hata etseniz dahi bunlar sahihtir. Binaenaleyh mükellef olan insanın bu mevzularda zerre kadar noksanı olmaması gerekir. İşte bu mevzulardan, bu hususlardan bir tanesi de başta iman gelir. İman kabuldür ve kabulden sonra kabul ettiğimiz varlığa teslimiyetimizdir. Elbette ki bir Müslümanın kimi kabul etmesi lazım geldiğini Müslüman çok iyi bilir. Kimi kabul eder Müslüman? Vâcibü'l Vücûd olan Rabbini kabul eder, Allah'ını kabul eder. “O vardır” der. Peki, “Nasıl vardır?” sorusunun cevabı da varlığın kendi zatının iktizası gereğidir. Yani onu hiçbir etken vücuda getirmemiştir. Onsuz bir zaman, onsuz bir mekân hayal de etmek mümkün değil. Yokluk dahi onun varlığından sonradır. Yani yokluğun olabilmesi için, varlığın zıttı kâmili olan yokluğun var olabilmesi için yine onun olması lazım. Yani onsuz hiçbir şey olmaz. Binaenaleyh Müslümanın Allah akaidi, Allah inancı doruk noktadadır. Onun için zati ve subuti sıfatları olan Yüce Rabbi bir Müslüman noksansız olarak kabul eder ve “varlığı kendi zatın iktizasıdır” der. İnşallah bunu özel bir programda “Allah'ın sıfatları, Esma-i İlahi’si, Sıfat-ı Bari’si nedir?” diye sorar, bunları da geniş bir tarzda inşallah izah etmeye çalışırız. Günümüzün asıl problemi bu. Evet, “Allah var” diyoruz ama sanki biz var dediğimiz için var olmuş gibi bir tavra da takılıyoruz. Lütfen! Düşünmüyoruz ki bir hayat var. Öyle bir hayat ki bunda his var, duygular var, canlılık meselesi var, muhakemesi var. Hülasa her şeyiyle bütünleşmiş dört dörtlük bir hayat var. O halde bu hayatın tamamının tesadüfü olması mümkün değil. Hele insan gibi bir varlığın tesadüfen var olması için mümkün değil. İnsan icatlar yapmış, keşifler yapmış, yenilikler vücuda getirmiş; yani tarih itibariyle insanoğluna baktığımız zaman hakikaten çok harikulade hususlar vücuda getirdiğini yeryüzünde görüyoruz, seyrediyoruz. Onun için dikkat ederseniz Cenâb-ı Hak “yeryüzünü dolaşın, insanların akıbetlerine, özellikle inkâr edenlerin akıbetlerine bakın” diyor. Yani yapmış etmiş ama kendisine bir şey kalmadı. Hülasa burada şunu demek istiyorum. Bu varlık âleminin bir icat edeni var. Bu da Cenâb-ı Hak'tır. Cenâb-ı Vâcibü'l Vücûd olan Allah'tır. Ve buna şeksiz şüphesiz itikat etmemiz de zaruridir. Bu işler öyle şey kabul etmez. Bunları çok iyi bilmemiz lazım. 

Bu Kâinat Başıboş Yaratılmadı, Her Şey Bir Hesap Üzerinedir

İnancımızın tabi altı esası var. Nedir bu? Allah'a imandan sonra meleklerine iman. Allah'ın bir de gözle görülmeyen, elle tutulmayan, kısaca duyu organlarımızın dışında nurani varlıkları olan melekler vardır ki bunlar yemezler, içmezler, giymezler, kuşanmazlar, evlenmezler, çoğalmazlar, eksilmezler. Böyle bir varlığı da var Rabbimizin. Özellikle Cenâb-ı Hak halk etmiştir. Sıfat-ı Bari ve Esma-i İlahisi'nin tecellisiyle vücut bulmuştur bunlar. Bunlar vardır. Mesela günahlarımızı, sevabımızı, yaptığımız her işleri takip eden yazan kirâmen kâtibi dediğimiz melekler var. Ve yine hepimizin bildiği gibi dört büyük melek var. Bunlar işte İsrafil Aleyhisselam, Azrail Aleyhisselam, Mikail Aleyhisselam, Cebrail Aleyhisselam. Yani bu melekler ve bunun gibi. Artı yeryüzünün her zerresinde, semanın her tabakasında katrilyonlar adetinde işte bu melâike-i kiram zümresi mevcuttur. Yağmurların yağması, rüzgârların esmesi, ne bileyim tabiat olaylarının dengesi, hülasa şusu busu… Bunların tamamının başında birer tane memur vardır. Zerresinden kürresine kadar bütün olayların hadiseleri. Bu kâinat öyle başıboş, yaratılmış değil. Allah bunu bir hesaba binaen yarattı. “Vada’a-lmîzân” (Rahman Suresi, 7. Ayet) Allah ne buyuruyor? “Ben mizan üzere bu arzı, bu kâinatı, bu semayı yarattım.” Hakikaten bakın zerre kadar bir noksanlık bulamazsın, göremezsin. “Summe-rci’i-lbasara kerrateyni yenkalib ileyke-lbasaru ḣâsi-en ve huve haşir” “Gözünü” diyor “sonra semaya yöneltti, inkâr etmek için bir delil aradı.” (Mülk Suresi, 4. Ayet) “Kim?” “Kabul etmeyen.” Sonra baktı baktı baktı, gözleri gördüğün olarak geri döndü. Niye? Öyle bir hesap, öyle bir kitap var ki orada. “Her şey hesap ”diyor. Bu hesap sadece kâinatta değil. Cismin en küçük parçası olan atomdan alın, en büyük parçası olan kürreye kadar. Öyle bir matematik dengesi var ki. Aman Aman! İşte o Allah, bu Rab. 99 güzel esmanın sahibi. O isimlerin tecellisi, Sıfat-ı Bari’nin tecellisi işte bu mükemmel âlemi ve özellikle de Zat-ı Bari’siyle birlikte de tecelli ediyor. İnsan dediğimiz varlığı vücuda getiriyor. Buna inanacak Müslüman'ın sonsuz bir akaidi olması lazım. Tek hidayet ettiği İslam, bunda kimsenin şüphesi olmasın. İslam'ın dışına bir milimetre çıkan iyi bilsin ki ebedi hayatını kaybetmiştir. İslam'ın içinde olduğu halde ibadetinde noksanlık yapan, ahiretini cezalı da olsa kazanmıştır. Onun için akait, iman çok büyük. İşte onun için “Amentü billahi” “Allah'a iman ettim, kabul ettim Allah'ı ben.” “Ve melâiketihi”  “ve meleklerini de.” “Ve kütübihî” “Rabbimiz insanoğlunu yarattıktan sonra başıboş gelişi güzel onu bırakmadı.” (Amentü Duası)  Ne yaptı? Allah ona peygamberlerini gönderdi. Onlarla birlikte kitap gönderdi. O kitapla kâinatın formalize edildiğini insan gördü. Allah'ın eserlerini tanıdı. Bak Hazreti Âdem’den bahiste Kur'an'da Allah mahlûkatın isimlerinden bahsediyor. Onları öğrettik ona biz. Yani kâinatı tanıttı. Kitapla Allah kâinatı tanıttı. Daha peygamberini tanıttı. Daha kendi zatını tanıttı. Niye? “Kulum beni bulması için yanılmasın, yanlış yollara girmesin” diye onu kılavuzsuz bırakmadı. “Ve kütübihî” “Kitaplar gönderiyor.” Daha o kitaplarla birlikte “Ve rusülihî” “Ve peygamberleri gönderiyor.” (Amentü Duası)   Bir mümin bunları bilecek ve kayıtsız ve de şartsız itikat edecek. “Ve'l yevmi'l-âhıri” “Ahiret gününe inanacak.” “Ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihi mina'llâhi Teâlâ”. (Amentü Duası)   “Kadere inanacak.” Kaderi ilahi nedir? Senin bir hesabın var, bir de Allah'ın hesabı var. İşte bu Allah'ın hesabının tamamı bizim kaderimizdir. Bunun içinde senin iradenin olduğu ameller vardır, fiiller vardır. İradenin girmediği de fiiller vardır. Hepsiyle seni Cenâb-ı Hak deniyor. Bu kader. Ne ile? “Hayrihî ve şerrihi mina'llâhi Teâlâ” “Hayır ve şer Allah'tan.” (Amentü Duası)   Ne demek bu? Hayrı da yaratan Allah'tır, şerri de yaratan Allah'tır. İkinci bir mana; hayırla da kullarını dener, şerle de kullarını dener. Mecbur değildir hep hayırla seni denesin. İmtihan sınıfındaki öğrenci gibi. Yani “hocam bana illa şu soruyu sor” diyebilir misin? O zaman imtihan olmanın bir kıymeti kalmaz. İmtihanın mantığı her şeyden hazır olman. Yani her şeye hazır olarak işin içine girmek. İşte bu manada hepimiz bilâistisna bütün kullar hepimiz denemekteyiz, imtihan oluyoruz. Hayırla deniyor, şerle deniyor. Allah'tan bileceğiz onu. Hayır oldu mu “Ya Rabbi sana şükürler olsun, ne büyük nimetler ikram ediyorsun.” Yaptığın iş ne olursa olsun ibadet oluyor. Şerle deniyor, nedir şer? Hakkında dedikodu yapılır, fitne çıkar, iftira edilir. Ne bileyim fakirlik olur, zillet olur. Ona da sabrediyorsun. Bu da ibadet, sabretme. “Hepsi Allah'tan” diyorsun. İşte müminin akaidi bu olacak. Ve bunların tamamına… Öldükten sonra dirilmek. Affedersin bir hayvan gibi, öldüğü bittiği yok öyle şey yok. “Vel ba'sü ba'de'l-mevt” “Öldükten sonra dirilmek.” “Gel bakalım ey kulum. Ben sana ömür verdim, servet verdim, sıhhat verdim, akıl verdim, güzellik verdim, mal verdim, evlat verdim, hanım verdim. Bu kadar şeyleri verdim. Ne yaptın bunları benim için? Ben seni imtihan için göndermiştim. Bunu sen biliyorsun.” İşte “Vel ba'sü ba'de'l-mevt” Olduğu zaman, yani dirilmek olduğu zaman, bütün bunları bize sorulacak. Bütün bunlara kul ne diyecek? “Hak, kun” “Bunlar haktır.” Hiç şüphe yoktur. Onun için de ben derim ki: “Eşhedü enla ilahe illallah” “Ben şahitlik ederim, Allah tekdir.” “Ve eşhedü” “Gene ben şahidim ki”,  “Enne muhammeden abduhu ve resulü” “Muhammed onun önce kulu, sonra da peygamberdir.” Burada bakın, kulluk çok büyük bir makam. Resulullah'ın kul olduğuna şahitlik ediyoruz. Bundan sonra resul olduğuna şahitlik ediyoruz. İnsan içinde en büyük yüce makam kulluk. Allah bu makamı da hepimize ihsan etsin. Yani en zor kul olmaktır. “Nedir sende?” “Ne demek yani” demeyeceğiz. Kul olmaya çalışacağız. Bütün bu saydığımız esaslara bir Müslüman mutlaka pürüzsüz bir tarzda inanacak bunları bilecek. Bizim bir sürü akait eserlerimiz var. Bunların ruhu, Kur'an, Allah'ın sevgilisinin mübarek sözleri, sünneti seni istikrar... Kısaca bunları bileceğiz. Bir de imanın kendisi olacak inşallah. 

İman İşin Özü, İbadet de Sıfatıdır

İbadetle alakası nedir? İbadetle alakası, bütün bu kabullenmeler devam etmesi için imanın diri olması lazım. İmanın diri olacak ki bunlar devam etsin. İmanın diri olması da ibadetle mümkündür. İmanla ibadet tabiri caizse etle kemik gibidir. Birbirini efendime söyleyeyim bütünler. İman işin özü, ibadette sıfatıdır. Rengidir, kokusudur veya şeklidir. İmanda işin özüdür. Bunun devam etmesi için ibadetin olması şart. Nereye benzer bu? Düşün ki bir yanan lamba, eğer o lambayı içerisindeki fitil, bir fanus içerisine alınmazsa, dışarıdan vuran rüzgâr hemen onu söndürür. İşte ibadet de o fanusun dış kısmıdır. İçindeki fitil iman, yanan, dışında onu muhafaza eden fanus da ameli ibadetin. İbadet bu… O bakımdan bunlar birbirinin mütemmimi. İbadet, imanın kalası. İbadet, imanın kalası. İmanının göçmesini istemiyorsan, hele bu asırda, hele bu günlerde, efendime söyleyeyim, hak ile yeksan olmasını istemiyorsan, kaybolmasını istemiyorsan, dipdiri durmasını istiyorsan, ibadetlerine devam edeceksin. İbadetin de, İslam'ın şartı dediğimiz şartlar da ona aittir. Nedir bu? Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, kelime-i şehadet getirmek. Beş tane şart da bunlar. Altı tane iman da, beş tane ibadet de. Bunları bileceğiz.

İnanan İnsan Bütün Hayatını Dirlik ve Düzenlik İçinde Sürdürür

Şimdi efendim, neye ibadet ediyoruz? İnandığımız şeye. İnandığımız şeyin içinde ne vardı? Yapacaklarımızdan hesaba çekileceğimiz “Vel ba'sü ba'de'l-mevt” “Ölümden sonra dirilme.” Allah ne soracak? Yaptığın her şeyi soracak. “Zerre kadar hayır yapsan, onun karşılığını sana vereceğim”, ayet (Zilzâl Suresi 7. Ayet). Bu hayır olsa mükâfat, şer olsa ceza. Şimdi, diyebilir misin ki, “benim dünya hayatımda ibadet etkili olmaz.” Bu akaide, bu inanca sahip olan insan, bütün hayatını dirlik ve düzenlik içinde sürdürür. Dirlik ve düzen… Hesap kitap içinde. Yani “yanlış yapmayayım, harama gitmeyeyim, haram işlemeyeyim.” Kerâhtan dahi Müslüman uzaklaşmaya çalışır. Bu olunca ne olur? Senin hukukuna kimse tecavüz etmez. Benim hukukuma kimse oynamaz. Can, mal, namus, din ve vicdan emniyetine, hürriyetine kimse dokunmaz. Niye? Bilir ki Müslüman, bunlar suçtur. Bunlara dokundun mu elinde yanar, dilinde yanar. 
Şimdi düşün, herkesin birbirinden emin olduğu ki bu noktaya seni ameller getiriyor ya, itikadın öyle bir muameleyi sana emrettiriyor, öyle noktaya taşıyor seni ki, hiç kimseyi incitmiyorsun. Her şeyin hesabını yapıyorsun. Her şeyin hukukuna uymaya çalışıyorsun. Ve her an kontrol ve murakabe altında olduğunu bilen, sen onun rızasını kazanmaya, kalp yoluyla ona rihlet etmeye, mirac etmeye karar veriyorsun. Ve bu yola çıkıyorsun. Şimdi senin gibi olan insanların vücuda getirdiği bir topluluğu düşün, bir cemiyeti düşün, bir memleketi düşün, bir mahalleyi düşün. Orada hırsızlık olmaz, orada yolsuzluk olmaz, orada cinayet olmaz, orada yalan olmaz, orada rüşvet olmaz, orada aldatma olmaz, orada kumar olmaz, orada zina olmaz. “Allah'ın yasaktır” dediği hiçbir şey olmaz. Niye? Amelin düzgündür, kalbin Allah'a rabıtalıdır. Yapacağının hesabını çok iyi bilirsin, verileceğini bilirsin. “Ben bu dünyaya boşu boşuna gelmiş değilim.” “E yahsebul insânu en yutrake sudân” “Başıboş yaratılmadı. Ve bir hesap üzeresin, hesap vereceksin.” (Kıyame Suresi, 36. Ayet) Bu akait ile mahallelerimiz, evlerimiz, cennet bahçelerinden bir bahçe olur, diyoruz efendim. 

İnsan İbadet ile Allah'ın Tecellilerini Alır ve Allah’ı Tanır

Şimdi inandığı halde Allah'ı bilmemesi bir insanın zor belki de imkânsız diyebiliriz. Çünkü ibadet ile insan Allah'ın tecellilerinden alıyor. Cenâb-ı Hak o kulun kalbini tecelli eder. Kula kendini tanıtır Allah. Allah'ın kulu tanıması kalbine olan tecellisiyle beraber olur. O tecelliyle kul Allah'ını tanır. Onun merhametini tanır. Onun sevgisini tanır. Onun korkusunu tanır. Onun azametini tanır. Hülasa onunla beraber olur. Bu ibadet doğru. Ayette ne diyor? ''Beni zikret, ben de seni zikrederim.'' “Feżkurûnî eżkurkum” “Beni zikret ben de seni…”  (Bakara Suresi,152. Ayet) Allah'ın kulunu zikretmesi kulunun kalbine tecellisiyledir. O tecelli kul okur. Hak ile okur. Şimdi düşün ki ibadetle olan bu tecelli ibadetsiz olması da mümkün olmadığına göre, istisnalar hariç bunlar kaideyi bozmaz. Peki nasıl biz Rabbimizi tanıyacağız? Tecellidir Rabbin evsafını, esmasını bize tanıtacak olan, kalbimize olan tecellidir. Onu biz gönül boyutumuzda tanırız. Kafa gözüyle tanımayız. Yani akılla tanınacak değildir. O zaman demek ki ibadetsiz Allah'ı tanımak zor belki de imkânsız. Efendim hiç ibadet yapmadığı halde git adamın sohbetini dinle. O avukatlık yapıyor, işin avukatlığına soyunuyor. Nasıl olur da bu kadar güçlü Rabbini tanıdığı halde taattan, ibadetten uzak kalıyor? Ha? Bunu söyle bana bakayım. Bu işin felsefesinde. Biz işin gerçek manada olması için, ki işin hakikati doğudur, kulun Allah'ı yaşaması lazım. Hani bir şey vardı. “Seyrimi Allah, Allah'tan seyrim.” Allah Allah! Bu ne tatlı bir şey. Onun için İslam'ı algılamak bizim büyüklerimiz. “Âşık-ı Yezdan der Allah Allah.” Yani Allah'a âşık olan insan Allah'tır. Allah'ı talep eden insan Allah'tır. Her şey Allah'tır. Allah bilmediği hiçbir şey yok. Bunu ibadetli insan seyreder. Tüm kâinatın “Yusebbihu lillahi ma fis semavati ve ma fil ardıl.” “Yerin ve göğün yaratıcı olan Allah'ı zikrediyor.” (Cuma Suresi, 1. Ayet) . “Yusebbihu lillahi ma fis semavati ve ma fil ardıl.”  “Yer ve gök Allah'ı zikreder, ediyor.” (Cuma Suresi, 1. Ayet)  “Her şey Allah” derken. Ve bunu kul yaşarken. Onun bir de sen şeysini düşün. O zevki manevi düşün. Bir senfoni ki buna iştirak etmeyen yok. Kâinatın her zerresi o verasinde hazır, Rabbiyle beraber olur. İşte bu tatlı huzur Allah'ın insana tanıttığı… İbadetsiz tanımak, istisnalar hariç mümkün değildir, diyoruz.

Namaz, Bütün Mahlûkatın Zikrini ve İbadetini İçinde Toplar

Namaz başlı başına çok büyük bir ibadet. Ve aynı zamanda bütün ezkârı içinde toplayan, varlıkların zikrini içinde toplayan bambaşka bir ibadet. Mahlûkat ya kıyam halinde, ya rükû halinde, ya secde halinde Allah'ı zikreder. Melaike-i kiram hazaratı ya kıyam halindedir, ya rükû halindedir, ya secde halindedir. Bunlar da o halini Allah zikreder. Şimdi namaz bütün mahlûkatın zikrini cem etmiştir, ibadetini cem etmiştir. Bir Müslüman namaz kılmakla varlık âleminde mevcut olan varlıkların, ibadetinin tamamını yapmış oluyor. Bu manada onun için namaz emsalsiz oluyor. Ve kul niçin namazı kılar? “Ekımis salâte li zikrî.” (Taha Suresi, 14. Ayet) Namazı zikir için, bunun için kılar. Dolayısıyla kulun Allah'a vuslatı, Allah'a miracı, namaz ile beraber olması ve namazın da dinin direği olması münasebetiyle onun dinimizde ve hayatımızdaki yeri çok farklıdır ve farklı olması lazımdır,  diyoruz özellikle. 
Yunus'umuzun güzel bir sözü vardır. “Sen bir canı incittiysen” öyle olması lazım. “Kıldığın namaz değildir”diyor. “Anil fahşai vel munker” “Namaz insanı kötülüklerden uzaklaştırıyor.”(Ankebut Suresi, 45. Ayet) Mükemmel bir hale getiriyor. Vahim bir bu ciheti. Yani insan Allah'a takarrub ediyor. Şimdi Allah'a yaklaşan insan da onun emrettiğini seve seve yerine getirir. Severek eğer zekâtı biz eda edemiyor isek, demek ki biz namazı şeklinden öteye geçemedik. Bir defa burada bunu tartmamız lazım.
İki, bunun bir de psikolojik sebepleri var. Namazı kılarız, zekâtı vermeyiz. Hz. Ebu Bekir Sıddık Efendimizin halife olduğu dönemlerde bazı kabileler haber gönderiyorlar. “Ya Bekir, tamam. Biz namazımızı kılacağız ama zekât vermeyeceğiz. Bizi de karışamazsın.” Hz. Ebu Bekir de buyuruyor. “Ben size karışırım.” Ve bu bir harp savaş geliyor. Harp ilan ediyor. Zekâtı da mecbur oluyor. Burada nefisin çok ciddi bir egoizması var. Serveti insan kendi kazandığı için benliğine ait bir parça olarak onu görüyor. Bu bana aittir. Yani her şey Allah'tan ama serveti kendisinden. Bu böyle bir psikoloji oluyor. Bu psikoloji işte zekât yok ediyor. Ne kadar fazla zekât verirseniz o anlayış sizden bir dağ gibi kalkar. Kaldı ki kulun zekât ile malının azalacağı hissiyatına kapılır. Hattı zatında böyle bir şey yok. Zekât, malın temizlenmesini, temin eder. Yani malın suyu, sabunu, deterjanı zekattır. Şimdi ağaçlar mevsimine göre budanırlar. Zannedersem bu ilkbahara girerken sonbaharda ağaçları budarsınız. Koskocaman ağacı, öyle budarsınız ki zannedersiniz hiçbir şey olmaz. İkinci, üçüncü sene o ağacın yanına gittiğiniz zaman üç sene evvelki halinden çok daha muazzam, haşmetli ve cesametli görürsün onu. Yani o budanmak, bunun tekrar hayat bulması için bir gerekçedir, bir sebeptir. Kısaca zekât ve de sadaka malının cesameti için bir gübre tarzında. Yani onu büyüten, onu güçlendiren. Daha doğrusu seni çok daha zengin kılan bir ameliyedir, diye izah edebiliriz. Biz bundan ne hikmetse bilerek ya da bilmeyerek uzak olduğumuz için bu hayırlı neticeleri pek alamıyoruz. Bir alsak aslında kimse zekât vermekten kaçınmaz. Bilakis “ah bir mevsimi gelse de tekrar zekâtımızı versek” der. İnşallah böyle insanlardan oluruz. 

Hakkıyla Zekatlarımızı Versek Geçim Diye Dert Kalmaz

Şimdi hakkıyla zekâtlarımızı versek, tabi yüzde yüz bu çözülür manasında da değil ama önemli kısımların tamamını halletmiş oluyoruz. Zaruret-i diniyeden bazı bilgiler var. Bunları Müslümanın bilmesi lazım. Zaruret miktarında da geçim hususları var. İşte toplumun bu zengin seviyesi zekâtı ile birlikte aşağı yukarıya bunu örter. Geçim diye dert kalmaz. Eğer bugün toplumda böyle bir dert varsa, demek ki biz bu kuralı, bu kaideyi bu emri ilahiyi çalıştırmıyoruz. 
İkincisi çalışsa ne olur? Dengeler kurulur, huzur olur, muhabbet olur, sevgi olur. Şimdi siz size yardım eden insana hoş nazarla mı bakarsınız, yan gözle mi bakarsınız? Hoş nazarla. En azından dersin ki bir sene sonra yine bundan bir şeyler alacağız. Ama hiçbir şey sana vermezse “Adam batsın gitsin, Allah belasını…” Demez misin? Şimdi sosyal hayata elbette ki çok ciddi derecede etkisi vardı. Zaten hikmetini bilemeyiz ama gerekçelerin bir tanesi de bu olması lazım ki Allah'ın bize emri zekât olsun diyebiliriz. 

Yaptığımız İşlerin Tamamını Allah Rızası İçin Yapmamız Lazım

Zaten hayatın tamamına biz ibadet yapacağız maksadıyla bakarsak, o takdirde hayatta vakitlerimiz tam değerlendirilmiş oluyor. Aksi takdirde mahdut ibadetler, ile biz bu hayatı değerlendireceğiz dersek, kazanmanın yanında kaybetmek de var ki maazallah ibadet için, taat için geldiğimiz dünyada ölümü borç biliriz. Kısaca hayatın tamamına ibadet yapmamız lazım ki bizim aldığımız nefesten verdiğimiz nefese kadar kârlı çıkmış olabilelim. Bu nasıl olacak? Şimdi bunun malumunuz, yaptığımız işlerin tamamını Allah rızası için yapmamız lazım. Rızanın ölçüsünü nefsimize, vicdanımıza sorup, “şu işi yapıyorum ama acaba bundan Allah razı mı?” Aldığın cevap elbette ki “evet veya hayır” olacak. Her “evet” cevabını alarak devam ettiğin hayat bilki ibadettir. Ama bu şunu gerektirir. Bu hal şunu gerektirir. Bir insanın yaptığı işlerinin tamamının ne olup olmadığını bilmesi de zor belki de imkânsızdır. Hele bugünkü manada insanlarımız efali mükellefin olan konuları, artı kendi üzerinde bilmesi gerektiği hususları maalesef bilmiyor. Hâlbuki bu kadar detaylı, geniş mevzuları bilsin de Allah bu işten razı olsun veya olmasın, neticesi lazım. Bunun için de insanımız iki şey yapması gerekir. 
Bir tanesi hayırlı meclislerde bulunması, Allah'ı, Peygamberi tanıtan ve de bu hususta sohbet edip şuurlandıran, bilgi veren, meclislere devam etmesi, sohbetlere devam etmesi, insanlarla da arkadaş olması. Artı bir de okuması lazım, bol bol okuması lazım. Şimdi biz bunların hiçbirini yapmıyoruz. Ne böyle bir topluluğa iştirak ediyor, noksanlarımızı orada öğrenmek istiyoruz. Ne de bizi ayıktıracak bir dostla beraber arkadaşlık yapıyoruz. İşte vahim olan, yanlış olan sonuç budur. Böyle olursak, bu tür insanlarla beraber olursak, Allah'ın neyin hakkında razı olup, neyin hakkında razı olmadığını en azından vicdani olarak kanaat getiririz. Zaten mühim olan da budur. Yoksa %100 sen onu bilmeye de muktedir olamazsın. Yani maksadın Allah'ın rızasına varma istikametinde yürümek olduğu için burada yaptığın yanlışların da Cenâb-ı Hakk'ın önünde geçerli değildir. Allah’ın rahmeti bol. “Bu kulum beni istiyor, bilgisizliğinden yanılmış, bu yolda da gayret ediyor.” Kısaca demek isteriz ki; biz Allah'ın rızasına bütün işlerimizi endekslememiz gerekir. “Onun ben sevgisini kazanayım, azabını değil” diye düşünür. İşlerimizi buna göre organize edersek bilelim ki hayatımızın tamamını ibadet olmuş olur. Allah da bize böyle bir hayatı yaşamayı ve sürdürmeyi nasip eylesin. Kulluğun o takdirde ne olduğunu anlarız. Adam diyor ki “Allah niye buna karışsın, ona niye karışsın?” Öyle bir ilah inancı, öyle bir Allah inancı var ki; Cenâb-ı Hak yaratmış kulunu, atmış bir tarafa hiçbir şeyine karışmıyor. Bu çok batıl bir akait, batıl bir itikattır, diyorum efendim. 

İslam Akaidinin Tartışılması Bir Zafiyet, Bir Hastalıktır

Şimdi İslam akaidinin tartışılması bir yana, bunlar hakkında şüphe edilmesi bir zafiyet, bir hastalık, bir vehim konusudur. Kesinlikle o tarafa bir Müslümanlara yaklaşmaması lazım. Bu işler tartışılarak, münakaşa ederek, münazara ederek anlaşılacak konular değil. Bilmiyorsan sorup öğreneceksin, okuyacaksın. Yani bunları mütalaaya, müzakereye, kavga zeminine atarak günümüzde yapıldığı gibi öğrenmenin hiç ama hiç imkânı yok. Sonra bunları niçin öğreniyorsun? Hayatına geçirmek için. Hayatına geçireceğin şey böyle kavgayla, gürültüyle, münazara ile olur mu? Olmaz. O halde senin yaptığın iş şeytani ve nefsani, vesveseyi üreten nifakı çoğaltan bir iştir, bir ameldir. Kısaca bu konularda öğrenmek farklı şeydir, fitne çıkartmak çok daha farklı şeydir. Münazara yapmak için birtakım sözlerle beraber, hudutlarının dairesinin dışına çıkması çok daha farklı şeydir diyebiliriz. Günümüzde insanlarımız müsteşrik mantığıyla beraber İslam'a baktıkları için, tabi burada çok saf insanımız da var, Müslüman kardeşlerimiz de var, onların özellikle ayık olması lazım. Bu müsteşrik mantığıdır, kabul etmek için değil. Hata arayıp suçlu çıkartmak içindir bu mantık. Kesinlikle bundan uzaklaşacağız. Bir müminin kemal sahibi olması tarzı nasılsa bu evsafta İslam'a, akaide, ibadete o şekilde yaklaşacağız, diyorum efendim.

Güzel Huylarımızın Sürekli Hale Gelmesi Gerekir 

Huylarımızın sürekli olmasıdır, iyi ve kötü ahlak. Eğer sen de sabır, kanaat, tevekkül, tefekkür, izan, iman bu haller devamlı ise bu güzel ahlak. Hayır yok, bir defalığına mahsus olmak üzere hayır yapıyorsun. Efendim, filan yerde bir şey olmuş gidip yardım ediyorsun, bu bir defalığına mahsus olması münasebetiyle güzel ahlak değil. Bunun niyeti daha farklı da olabilir, gösteriş içinde olabilir, reklam içinde olabilir. Hülasa güzel olabilmesi için veya çirkin olabilmesi için süreklilik kazanması lazım. Bu sebeple Cenâb-ı Peygamber Efendimiz, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyor. Ve bizlerden de istediği güzel ahlak sahibi olmamız. Yani huylarımızın güzel istikameti devam etmesidir. Ben de âcizane, kardeşlerimize bunu tavsiye ediyorum. Sabretmeyi, kanaat etmeyi, tevekkül etmeyi, tefekkür etmeyi, çirkin şeylerden uzaklaşmayı, bir defalığına mahsus değil, devamlı hayatımıza yön verecek tarzda bir huy edinmeyi tavsiye ediyorum. Ve bizleri takip eden kardeşlerimize hayırlar niyaz edip sevgilerini sunuyorum.

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir