Neler Okuyacaksınız
İbadet Etmek Allah’ı Bilmektir
Cenab-ı Hak insanoğluna “Seni ben bana ibadet et diye yarattım”. ‘liya büdün’ Ayet-i Kerimesi “Bana ibadet et diye seni yarattım”. Şimdi arif-i billah olan müfessirler bu ‘liya rifun’ kelimesinden yola çıkarak ‘Allah'ı bilmektir’ diyor. İbadet etmek, Allah'ı bilmektir. Demek ki ibadet, emir olduğu için yapılacak; yapıldıkça da insan Allah'ı tanıyacak, bilecek. Dolayısıyla ibadet bir ilmin sınıfı oluyor, dalı oluyor. Onun için “Ben Allah'ı tanımak istiyorum, bilmek istiyorum” şeklinde bir soruyla karşı karşıya gelirsek vereceğimiz cevap; Allah'ı tanıman için kitap değil, makaleler değil, o değil, bu değil. Ya? İbadete sarılacaksın, yaşayarak Allah'ı bulacaksın.
Bunu biraz açmak lazım. Şimdi Cenab-ı Hak insanı yaratırken kendi nefasından, yani kendi ruhundan nefa etti. Ayet-i Kerime… “Ben sana kendi ruhumdan” diyor Cenab-ı Hak “üfledim” diyor “nefa ettim” ve o kendi ruhundan nefa ettiği insanda Allah'tan olan bir cevher var. Müfessirler bu cevher, ruh dediğimiz bu cevhere ‘mahluk’ da demiyorlar; ‘gölge’ diyorlar. Yani şimdi bizde öyle bir yön var ki, yaratılmış ama çok farklı bir yaratılmış. Allah'ın gölgesi olan bir varlık. Onun için yeri geldi mi dünyanın en azılı güçlerine kafa tutabiliyor. Yani o uluhiyet sıfatlarını bir an yaşadığı zaman, Allah Allah… Bir bakıyorsun insan müthiş bir kâinat oluyor; içinde muazzam bir evren saklı bulunuyor, bir galaksiler topluluğu. Şu üzerinde yaşadığımız dünya insanın bu küçük, maket dediğimiz insanın iç tabiatında mektuz bulunuyor, yani gizli bulunuyor. İşte Ayet-i… Bir başka ayette ‘elestü bi rabbiküm’ ona soruyor ki “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”. ‘kalu’ dediler ki ‘bela’, “Evet, sen bizim Rabbimizsin”. Şimdi buradan da anlıyoruz ki o nefa ettiği ruha Allah muhatap olmuş, karşısına almış, sormuş ona “Ben senin Rabbin miyim değil miyim?”. “Evet Yarabbi, sen bizim Rabbimizinsin”. Şimdi o karşılaşmada insan öyle müthiş bir güzellik, öyle mükemmel bir ses, öyle muazzam bir koku, güzel bir koku aldı ki. Şimdi dikkat ederseniz biz insan olarak hem güzel sese hem güzele, bu ne cinsinden olursa olsun, bu insan nevinden olabilir, nebadat yani bitkiler nevinden olabilir, hayvanlar nevinden olabilir; güzel olsun da. Fakat bilhassa insanın güzel dediğimiz varlıklar olduğu zaman o cazibe direkt olarak onu Allah'a taşıyor, Allah'a götürüyor. O mutlak varlık olmadığı için, Allah olmadığı için de “Tamam” diyor “bu bana onu hatırlattı”. Ama içinden geriye bir dönüş başlıyor, yeni bir arayışa giriyor.
Şimdi yeni bir şarkı çıkar, türkü çıkar; hepimiz meylederiz, hoşumuza gider, dinleriz, çok hoşlanırız. İşte bir aydı, iki aydı, üç aydı… Modası geçer diyelim; yenisini ister. Niye? O bir hatırlatma, o güzeli hatırlatma; onunla kendisini oyalama. Ama asıl burada ruhun aradığı, Allah. Onu arıyor. Onu ne ile buluyoruz biz? O kokuydu, güzellikti, o güzel sesti. Ne ile buluyoruz? İbadet dediğimiz… Bak ne diyor Cenab-ı Hak “Beni çok anın”. Bir defa, iki defa, üç defa değil çok. ‘vezkurullahe zikran kesira’, “Beni çok zikredin”. Ondan sonra da bir başka ayette ‘fezkuruni ezkurkum’, “Beni zikrettiğin zaman ben hemen sana döner, cevap veririm. Ben de seni zikrederim”.
Allah’ı Zikretmeyle Birlikte Mutlak Varlığı Tanıma ve Yaşama Dönemi Başlıyor
Şimdi düşünebiliyor musun, Allah'ı zikrediyorsun… İbadet niye bir ilim, Allah'ı bilme ilmi? Allah'ı zikrediyorsun. Belki ilk başta büyük bir gaflettesin, işin farkında değilsin. Allah, Allah, Allah, Allah… Sende bir değişiklik oluyor, bambaşka bir atmosfere giriyorsun. Bazen işte o koku dediğimiz kokuyu alıyorsun, sanki o sesi duyuyorsun. Tanıma dönemi başlıyor. Şimdi bu tanıma, bu kokuyu alma, o güzeli seyretme; kendi içindeki ‘ben’ ile paralel gidiyor. Bu ‘ben’in de, yani nefis dediğimiz varlığın da kendine özel bir yapılanması var. Şimdi o ‘ben’in bir inkar ciheti var. Devamlı inkar eder. İlk başta o noktasın, oradan yola çıkarken pek bir şey anlamazsın. İkincisinde “Acaba bu doğru mu, hakikaten bu var mı?” kendi kendine pişmanlık duyarsın. Güzel, doğru yolda yürümeye başlarsın. Gene cayarsın, geriye geriye dönersin. Yani iyilik yaparsın, sonra tekrar kötülüklere geriye dönersin. Bunun ötesinde yola devam ettiğinde o işte o sesten, o güzel kokudan, o güzel cemalden sana sinyaller gelmeye başlar. Yani o nefis artık emmareden levvameye, levvameden mülhimeye; katmerler azalıyor, perdeler kalkıyor. Yavaş yavaş arkasındaki en büyük gücün varlığını hissetmeye başlıyorsun mülhimede “Yahu” diyorsun “hakikaten dünyaya biz buraya başıboş olarak gelmedik”. ‘eyahsebul insan en yutrake suda’, “Sen başıboş mu yaratıldığını zannediyorsun?” ahmak seni. Kendini sorgulamaya başlıyorsun. Vardı böyle bir güç, diyorsun. Eyvah ben ne yaptım? Bu sefer yola koyuluyorsun; ibadet üstüne ibadet. Hep yaptığın sana az geliyor. Niye? Sen o sinyali almaya başladın, görmeye başladın, koklamaya başladın. Bazen öyle olur ki bütün vücudun o kokudan; elini koklarsın, avucunu koklarsın, kolunu koklarsın, vücudunu koklarsın. Allah Allah… Ya ben böyle bir şey sürünmedim ama bu kokulardan da değil. Bu sefer mutlak varlığı yaşamaya başlarsın.
Şimdi o mutlak varlığı yaşayan adama sen yok dersen ne olur? Hiç umurunda değil. Böyle bir yolculuktur insanın iç tabiatında Allah'ı tanımak. İşte ayetteki İbadetten kasıt, bu halleri yaşama olayıdır. “liya'rifun” bilme manasına geliyor. Nasıl bilme? Yaşayarak bilme; kokusunu alarak, sesini duyarak. Değil mi? Güzelliğini görerek. Cemalullah. Öyle bir hal olur ki, bir bast hali olur; aman Yarabbi. Seyrettiğin dünya çok farklıdır. Biz otele geldik, e gene bunu seyrediyoruz. Fakat çok farklı bir gözle bakıyorsun. Bunu daha iyi anlamak için; şimdi, iki insanın arasında münakaşa yaptığını düşünelim. 10 ayrı insana bu münakaşayı soralım, hepsi orada hazır bulunsun. Her insanın olayı yorumlayarak getirdiği sonuç çok farklıdır. Hepsi aynı şeyi söyler ama farklı pencereden. O, ona vurdu. Desen niye vurdu? Birisi bir farklı olaydan, pencereden bakar; öteki daha başka. Yani herkes kendi iç tabiatında hangi dünyada ise o dünyanın penceresinden bakarak hadiselere değer verir. Bu sadece bir kavga. Tabiat da böyle. İnsanlara bakmak, hayvanlara bakmak, olaylara bakmak… Ne bileyim, düşünce tarzlarını hepsini insan o iç tabiatındaki değer ölçüleri ile beraber ölçer, ortaya bir sonuç çıkartır.
Şimdi işte o sonuç, o ‘ben’ dediğimiz şeyle alakalı. Allah da buyuruyor ki “O ikminal oluncaya kadar elde ettiğiniz sonuçların hepsi sizi yanıltır”. Niye? Çünkü mutlak olarak benimle bakmıyorsun. Yani Allah bir kulunu severse “Ben onun gören gözü olurum” diyor “işiten kulağı olurum, yürüyen ayağı olurum, tutan eli olurum, konuşan dili olurum”. Şimdi bir de bu noktadan tabiatı seyretmek var, Allah Allah… Bu ne biçim iş, nasıl bir hal? Değil mi? İşte ibadetin asıl kastı, seni bu noktaya taşımaktır. Yani öyle tutacaksın ki seni de tutan Allah olacak. Gerçi bizde tutan Allah ama bunu biz bilmiyoruz. Bizde gören Allah, ama bunu da bilmiyoruz. İşiten Allah ama bunu da bilmiyoruz. Bir de bakıyorsun ‘la faile illallah’, lan bir tane fail varmış. Muhyiddin Arabi'nin işte vahdet-i vücuttan murat bu. Ötekiler hep bir şey, maske.
Allah’tan Razı Olursan Sonrası Onun Senden Razı Olmasıdır
Yani bu. Nedir? İkminal noktasına geldin, ikminal noktasına geldiğin zaman Allah'la senin arandaki perdeler o kadar azalmış ki ondan sonra raziye, marziye… Yani bu sefer… Şu anda mesela biz Allah'tan razı olmayız. Hangi hal olursa olsun, razı değiliz. Nefsimiz çok derin bir noktada. Hep kendisine yontuyor. Allah'tan razı olmaya başladığınızda bilin ki ondan sonrası onun senden razı olmasıdır. Senden bir adım bekliyor, benden kulum razı olsun. Nedir bu? Sana verdiği işte servetti, sıhhatti, şöhretti, mevkiydi, rütbeydi; bu bir taraf. Bir de sana çile veriyor, hastalık veriyor, meşakat veriyor, zorluk veriyor. Ne? Mesela dedikodular. Bunu da güzel göreceksin. Niye? Ondan sana geliyor. Tek fail. Kaç tane, kaç tane fail vardır? Bir tane. Hepsi ondan geliyor. “Adam sen de” diyorsun “bunlardan ne olur? Ne derse desinler. Ben o arkadaki eli bilirim”. İşte bu noktaya insanın taşınması, o zaman Allah'ın o kuldan da razı olması manasına gelir ki mutlak manada Allah'ın da istediği kamil kul budur. Yani “Beni fail göreceksin, hiçbir şey görmeyeceksin; sade beni. Kafanıza akıl koyun. Sen bu muazzam kainatı ben… Sonra, senin dünya dediğin nedir?” diyor ya, “lehvun vela’ib(un)” oyun, oyuncak. Ahmak seni, hala anlamadın mı?
Maddenin yapısına gelin bakalım; şu seyrettiğimiz aleme, şu çimene, şu eşyalara, bu binalara. Bunlar neticede bir maddedir, bir varlıktır. Nedir bu? Atom, diyoruz; etrafta dolaşan elektronlar, ortadaki çekirdek. Bu sanki varmış gibi. Biz fizik dersinde, okulda okurken öğretmen futbol sahası çizerdi. O futbol sahasının ortasına bir top kordu. Onun kenarında bir 5-10 tane gene toplar. “İşte” diyor “atom budur”. Bunlar süratle döndüğü için, sen bu sahayı hep top zannedersin. Halbuki değil. Allah da buna diyor ‘laibun ve lehv(lehvun)’, “Kafana akıl koy. Bu oyundur” diyor “oyuncaktır” diyor “Onu elinden aldığım zaman, işin biter”.
Peygamber Sana Geleni Anlatan, Yaşayan ve Yaşatan Elçidir
Sonra, ölümü kim anlatabilir bana? Konuşuyoruz, bir anda gitti; öldü. Allah rahmet eylesin. Nedir bu ya? Bir şeyin bizi, bu bedeni terk etmesi. O şey nedir? İşte o cevher. O, geldiği Rabba doğru gitmek ister ‘kalu inna lillahi ve inna ileyhi raciun’, “Allah'tan geldiniz, ona döneceksiniz”. Onun için insanın yaşantısında… Ama Hocam, niye biz bunu her zaman böyle düşünüp anlatamıyoruz? İmtihandasın ya oğlum. Sana akıl verdi, fikir verdi; bunu bul, içine gir, daha çıkma. Sen devamlı tereddüt halinde o, o, o, o… Hasta mısın sen ya, hasta mısın? Senin maksatın, bir defa niye geldin buraya onu bir düşün. Sana geldin derken de, Kur'an'da diyor “Bunun için geldin buraya”. Eğer bize bunları bildirmeseydi, kendimizi müdafaa ederdik “Ya ben nereden bileceğim canım. Ben ne anlarım”. Yok, sadece de bildirmiyor; onu da bir elçi ile sana anlattırıyor. İşte peygamber, o elçidir. Sana geleni anlatan, yaşayan, yaşatan. Dolayısıyla peygamberler dönemi, risalet dönemidir. Ondan sonraki dönemler de Allah boş bırakmıyor; velayet dönemidir. Eğer biz peygamberleri temsil eden velilerden uzak olursak, bu manayı yaşayamayız. Bize yaşatacak kulvarları, insanları bulamayız. Gene ilk peygamberin geldiği dönemdeki döneme ineriz. Okudum, bir şey anlamadım. Kur'an ayetinde ne diyor Cenab-ı Hak? “O, size Kur'an'ı öğretir. Sizi temizler”. Daha? “Hikmet'i öğretir”. Öyle değil miydi ayet?
Şimdi o zaman biz okuyoruz ama öğreten yok ortada. Artı, Kur'an’ı okuyacaksın; temizleyecek seni. Kim? Peygamber yok ortada. Deme, peygamberin misyonunu yüklenen bir insan lazım ki sana tam okusun onu, senin nefsini temizlesin, yıkasın seni yani. Onu kullanıyorsun, kirleniyor. İnsan da böyle. Yıkayacak, ondan sonra da işte maksadını anlatacak sana. Maksat nedir? Ayetlerin, ayetlerdeki Allah'ın muradı bizden ne istiyor? “Ben okurum, anlarım bu işi”. Anlamazsın oğlum, anlamazsın. O maksadı bilen 1. peygamber, 2. onun yolundan gelen evliya-i kiramazatı. İşte onlar da sana bu ayetteki murat budur, istek budur; o kastı anlatır, sen de rahatlarsın. Kendi başına düşünsen, 100 sene çözemezsin. Ama o sana maksatı anlattığı için de yorulmadan o caddede, kulvarda gidersin.
Hayatın Asıl Gayesi Allah’ı Bilmek, Tanımak ve Ona Doğru Gitmektir
İşte Ayet-i Kerime’den yola çıkarak ‘vema halaktu-l cinne vel-inse illa liya budûn’, “Ben insanlar ve cinleri ancak bana ibadet etsinler için yarattım”daki nükte bu. Sonra kim söyledi burada? Cenab-ı Hak. Melekleri de yarattı. Melekler hatta dediler ki “Yarabbi güzel de, e bizim dışımızda bu herifler ile ne işin var senin? Bunları terk et. Bunlar kan dökecekler, yalan konuşacaklar, isyan çıkartacaklar, nifak yapacaklar”. Melekler de kıskandı Hz. Adem'i ‘ve secedü ademe illa iblis eba vestekbere ve kane minel kafirin’. Değil mi? Ayet ‘ve kane kafirin’, dedi ki “Böbürlendi, ‘yok’ dedi ’bunu niye yarattın’ dedi ‘ben ateştenim’ dedi ‘ondan üstünüm. Bu çamurdan. Ne olur bundan? Ben bunu pişiririm’ ve büyüklendi” diyor “kibirlenenlerden oldu, dinden çıktı, adı da iblis oldu”. Şimdi şeytan. Şeytan, iblisin sıfatıdır. O gidiştir gidiyor.
Şimdi, bunu melekler dediği zaman “Onun maksadını siz görüp anlayacaksınız” buyuruyor. Şimdi de işte, mesela bu sohbeti Allah meleklere numune olarak gösteriyor “Bak, ne demiştiniz? Benim Haydar kuluma , Haydar’larıma bak, Ömer’ime bak, Ahmet’ime bak, Hasan'ıma bak, Hakan’ıma bak. Hep benden bahsediyor. İşte ben… Bu sırrı siz bilmezdiniz, ben biliyordum. Onun için bunları yarattım”. Hayatın işte asıl gayesi onu bilmek, tanımak, ona doğru yürüyerek o kulvardan gitmektir diye özetle söyleyebiliriz.
İnsanın Her Yerde, Her Varlıkta Allah’ı Yaşaması İmanın En Üstün Halidir
Şimdi dedik ya bu yaklaşma, senin içinde olan eğitimle alakalı bir olay. Bak emmaredesin, burası inkar. Bunu aştın mı levvame geliyor, ondan sonra mülhime geliyor, ondan sonra mutmainne geliyor, ondan sonra raziye geliyor, marziye gelir, safiye, kamile. Burada epey yol var. Sen hele bir mutmaine gir, ötesini boş ver.
Allah'la yakın olman. O zaman çok yakınsın, yani Muhyiddin Arabi gibi. İmam-ı Ali ne diyor? “Görmediğim Allah'a inanmam”. Şimdi sen bakıyorsun; ağaç görüyorsun, taş görüyorsun, Haydar Hoca'yı görüyorsun. Onlar da bakıyorlar Haydar Hoca’ya, Allah'ı görüyor; ağaca bakıyorlar, Allah'ı görüyor. İşte o kamile makamı da bu; her yerde, her varlıkta insanın Allah'ı yaşaması. Bu, imanın en üstün halidir ki Allah hepimize nasip eylesin. O görmek, sadece görmek değildir. O sevgi var ya, hani bahsediyoruz ya; o aşk, o güzellik onu her an yaşamandır.
Ne Kadar Kendimizi Tanırsak Allah’ı O Kadar Tanıyoruz
Tasavvufla… Şimdi burada devam ettiğiniz zaman bazı yollarda o tarafa gidersin. Bazen de o tarafa hiç saptırmazlar seni, alıp doğrudan doğruya götürürler. Sen ve ben. Onu da yaşarsın. Ama gördüğün hep ‘o’dur. Buna da ‘şuhut makamı’ denir, buna ‘şahitlik makamı’ denir. O sağlam bir yoldur. Hiç kimsenin ayağı kaymaz. Öyle geçip gider yani endişe etme.
Şimdi dikkat ederseniz, bak biz Allah'ı tanımada evvela kendimizi tanıyoruz. Emmare, levvame, mülhime… Ne kadar kendimizi tanırsak, Allah’ı o kadar tanıyoruz. Yani bu eğitimi ne kadar güçlü yaparsak, Allah’a o kadar yaklaşıyoruz . Mesela mutmainne makamına geldik ‘men arefe nefse fekad arefe rabbe’. Şimdi bunun üstündesin, raziyedesin ‘men arefe nefse’. Anladınız nükteyi değil mi? Onun üstüne çıktın. Demek ki ‘men arefe nefse’ insan kendini ne nispette tanırsa, inkar makamında ise öyle tanır Allah’ı; nev makamındaysa öyle tanır, mutmainnedeyse öyle tanır. O zaman her şey sende başlıyor, yine sende bitiyor.
Tabii Cenab-ı Hak öyle bir adaletle insanı yarattı ki birini diğerinden ayırmadı. Hepsine o kabiliyeti… Esasen o kabiliyet, o cevher olmasa ilahi yükümlülüğü herkese mecbur kılmaz; yani herkes mükellef olmaz. Adil-i mutlak olduğu için herkese verdi, herkesten bekliyor; vermediğinden beklemiyor. Kabul edelim 10 tane koyun verdi, 10’un hesabını; 100 tane koyun verdi, 100’ün hesabını soruyor. Şimdi 10 tane koyun verdiğinden 100’ün hesabını, 100 tane koyun verdiğinden de 10’un hesabını sorsan o da mantıklı olmaz. Yani ne verdiyse hepsi…
“Summerciıl basara kerreteyni yenkalib ileykel basaru hasien ve huve hasir.” ( Mülk Suresi 4. Ayet)
“Gözleri yorgun olduğu halde geriye döner.” Niye? Dedi ya işte “Bunlar böyle. Kendiliğinden oldu canım, ne var yani”. Yani bunu yaratmak basitmiş, bunu bu kendi kendine böyle bu hale gelmesi; bunun için diyor. Kendine delil arar ki; bak bunu ben ispat edeyim, bak bu hakikaten böyle tesadüfen olmuş. “Bakar, bakar, bakar da” diyor “hiçbir delil bulmadan, yorgun olarak geriye döner”. Evet, amin.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız