info@profdrhaydarbasenstitusu.org

İftar Sohbeti - Allah’a Hasret ve Yaklaşma / 1998 veya 1999
07/04/2025 DİNİ YAŞAM 20

Kulun İbadeti Allah'a Yürümek ve Onu Bulmak İçindir

Şimdi efendim malumunuz olduğu veçhile bu âlem yok iken var olan Cenâb-ı Vâcib-ül Vücûd Hazretleridir. Binaenaleyh, Allah ezel ve ebed ama onun ezel dediğimiz mefhumunun bir başlangıcı yok, sonu da yok. Evet dediğimiz zaman buna bir son da yok. Ne bir başlangıç var ne de bir son var. O murâd-ı ilâhisine muvafık olarak mahlûkatı halk etmiş, yaratmış. Biz şimdi onun takdiriyle var olan ezel aynasındaydık veya ezel görüntüsündeydik. Cenâb-ı Hak oradan bizi geçici olan bu fâni âleme gönderiyor. Binaenaleyh insan asıl cevherinden uzaklaşıyor. Efendim izafî değerlerin, manzum hakikatlerin olduğu yere geliyor. Bazı mutasavvıflar böyle olması münasebeti ile bu âleme bir “gölge” tabirini kullanarak, “o mutlak varlığın gölgesidir” diyorlar. O halde asla bu gölgenin hasreti muhakkaktır. Ayrılık zaten bizim gerek edebiyatımızda, gerek kültürümüzde, sanatımızda, hemen hemen bütün bedii zevklerimizin hâkim olduğu dünyamızda, her zaman işlenen bir temadır; özümüze ait bir temadır. Bizim mademki özümüz ondandır, haktandır elbette ki hem hakkı olarak hem de haklı olarak insanın özünü sahibini araması esastır ve de şarttır. İşte bu ayrılıkta duyulan ıstırabın efendim dile gelmesidir bu olay. Niçin böyle olmuştur Cenâb-ı Hak? Neden bu ayrılığı tercih etmiş ve de yaratmıştır, dersek? İnsanlar ve cinler varlık sebepleri kulluktur. Bu kulluğa da bir imtihan gerek. Kimin az, kimin çok, kimin vasat olduğunun takdiri ancak kulun hâline göredir. Bu hâlin ortaya çıkması, Allah'a ne derece kul olduğunu anlayabilmesi kulluktaki gayretiyle beraberdir. Böyle bir ayrılık olmadan Allah'a vasıl olma aşkının ne derece olup olmadığını bilmemiz bizim insan olarak mümkün değil. Değil mi? Böyle bir imtihan olmadan da Cenâb-ı Hak “sizi ben imtihan etmiş olsaydım sizin haliniz bu olacaktı” diyerek Allah'ın bize bir makam takdir etmesi de bence adil olmaz. Bence değil, gerçekten adil olmaz. İşte bunun adaletli de olması için hepimizin anlayacağı bir dilde, hazmedeceğimiz bir idrakte bu imtihan sahnesine gönderiyor. Her şeyimizde bizi müsait halde, serbest bakıyor. Artık bu hasreti ne kadar duyuyorsanız siz kulluğunuzda o kadar ısrarlı oluyorsunuz. İşin temelinde olan ayrılıktır. Ayrılıktan olan hasrettir. Tabi şimdi siz bir şeye ne kadar sahip iseniz o şeyin takdirini o derece yaparsınız. Hasret duyduğunuz varlığın hasreti sizde ne kadar şiddetli ise onun kıymeti de o kadardır. Bunu tabi maddi öğelerle izah etmek biraz zor ama hasretinden yanıp tutuştuğunuz kabul edelim bir arkadaşınız, bir dostunuz veya bir evladınız ona kavuşmak için imkânlarınızın tamamını seferber edersiniz. Bir de hasret duyduğunuz onun altında bir başkası da vardır. Ona da hasret duyarsınız ama imkânlarınızın tamamını seferber etmezsiniz. Anlatabildim mi, buradaki inceliği? Şimdi size yakın olan Allah'tır, Allah size yakındır. Size bu kadar yakın olan Allah, ondan olduğunu bildiğiniz Allah'a siz hasret duyarsanız, o size evladınızdan da yakındır, komşunuzdan da yakındır, dostunuzdan da yakındır. Her şeyinizden size daha yakın olan Allah veya sevgili olan Allah'a bu hasreti kulluk idraki içerisinde duyduğunuz zaman ona varmak için seferber etmeyeceğiniz, feda etmeyeceğiniz, yoluna koymayacağınız hiçbir şey olmaz. İşte bu yoluna koyduğunuz şeyler onun varlığına atfettiğiniz değerden kaynaklanır. Anlatabildim mi? Şimdi kula ibadet Allah'a yürümek içindir, onu bulmak içindir. Namaz kılıyorsunuz, gönlünüzden Allah'a yürüyorsunuz, farkında olmadan onun tecellilerine eriyorsunuz, zekât veriyorsunuz, onun o kazandığınız mülk ile beraber o malın sırtına binerek hakka vasıl oluyorsunuz, ona gidiyorsunuz. Şimdi düşünün ki ona gitme gayesi ile seven insanın ubudiyetteki ısrarı ve fakat böyle bir gayeye kendini matuf kılmayan insanın ısrarı, arada çok fark var. Nereden kaynaklanıyor? İşte bu ayrılıktaki hasreti duymadan kaynaklanıyor. Bu hasreti ne kadar şiddetli duyarsanız Allah'ı o derece arar, o derece kıymetlendirirsiniz. Ne kadar az duyarsanız hiç hayatınızda yer bile vermezsiniz.

Hasret, Allah'ın Tecellisidir

Tabii hasret de yani bu hasretin içerisinde bir lezzet var. Yani insanın gönül âlemini dağlayan diyelim yakın bir hasret var. Şimdi servetini, bu hasret aslında insanı bedbin etmiyor, huzur veriyor insana. Kimindir bu tam hatırımda değil ama “kılma derman ki” diyor, “zehrin senin dermanındadır.” (Fuzûlî) Fuzûlî’nin değil mi? Yani “beni iyi etme” diyor bu hastalık, bu sevda hastalığı. “Bana öyle bir lezzet, öyle bir kudret, öyle bir kuvvet ki. Şayet beni bu hastalıktan kurtarmak istersen, senin bu hastalıktan beni kurtarmak için yaptığın tedavi asıl zehrin o olur.” “Niye?” “Bu hasretten kurtulurum. Hâlbuki ben bu hasretten kurtulmayı istemiyorum.” Tabii biz normal işlerimiz aksıyor diye buna bir hastalık diyoruz. Aslında Allah hasreti o kadar enteresandır ki, çok büyük bir lütuf. Bir lütuf değil, çok büyük bir lütuf. Zaten hasret onun firkatinden olan gönle tecellidir yani, Allah'ın tecellisidir. Yoksa öyle bir tecelli olmazsa hatırlama bile hatırlamazsın. Kulun Allah’a hasreti aslında, Allah'ın kuluna hasretidir. Bir başka manada Allah'ın kulunun kalbinde zatını sevmesidir. Ne diyor Mevlid-i Şerif'te? “Zâtıma mir’at edindim zâtını. Bile yazdım adım ile adını.” (Mevlid-i Şerif) “Muhammed'im senin zatını ben mir’at ayna, ayna edindim kendime ve senin adınla benimkini bir yaz.” Şu sevdaya bak ya. Demek ki asıl muhabbet, asıl aşk Allah'ın mahlûkuna olan aşkı. O aşk işte aynada yansıyor, zannediyoruz ki bize aittir. Yok, bunlar Allah'a aittir. Değil mi? Onun için tasavvuf da “La mevcuda illa hu.” (Muhyiddin İbn Arabi) Her şey, yani bu duygu varlığı olarak, his varlığı olarak, mahlûk varlığı olarak. Hiçbir şey yok, var olan Allah. Yani, “Bizde sevgi de yok, var ama kimden? Allah'tan” demek istiyoruz. Evet bu kadar kafi zannederim. 

Çile, İnsan Tohumunu Çatlatan Cevherdir

Şimdi efendim Allah sevdiği kulunu öyle diliyor ki, zatından başkasını düşünmesin. Şimdi anne çocuğunu çok sever, baba çocuğunu çok sever. Ama bir de düşünün ki çocuk hep oyuncakla meşgul olur da hiç annesiyle meşgul olmaz. Evet, anne o çocuğa oyuncak almaktan kıskanmaz, onu kıskanmaz hatta çok çok oyuncak alır. Ama anneye hiç yüzünü vermezse, hiç yüz vermezse, hiç anne tarafına bakmazsa, anne ne yapar? Oyuncakları saklar. Anlatabildim mi? Şimdi Allah kuluna böyle, öyle bir sevgi var, öyle bir muhabbeti var ki bu muhabbetinden dolayı ona çok şeyleri ihsan etmiş. Allah'ın zatının dışında olan her şey Allah'a nispetle oyuncak gibidir. Kul bu sefer Allah'ı seveceği yerde, onunla meşgul olacağı yerde, oyuncak mesabesinde olan Allah'ın verdiği diğer ikramlarla meşgul olursa, bakarsın Allah'ı unutur. Onun için Cenâb-ı Hak kullarının elindeki oyuncak mesabesinde olan varlıklarını hep alır. Onu hem deniyor, imtihan ediyor; hem de onunla beraber tabiri caizse, cilveleşiyor. Yani “beni düşünsün bunları düşünmesin.” Tabii Resulullah'ın hayatına baktığımız zaman bakın, “benim zatımdan başkasını düşünmesin” diyedir ki ona dünyaya gelmeden babayı nasip etmedi. Babası Resulullah'ın mübarek hayatından 6 ay evvel yani çok affedersiniz 6 aylıkken Resulullah babasını kaybediyor. 4 yaşındayken annesini kaybediyor. Zannıma göre 9 yaşındayken dedesi Abdülmuttalib'i kaybediyor. Pardon 6 yaşındayken dedesini, amcasını 9-10 vesaire bu yaşlarda yani kendine yakın olan ne varsa hepsini kaybediyor. Neden? Çünkü Muhammed'ine o kadar âşık ki Allah, istiyor “ne dedeyi düşünsün, ne amcayı düşünsün, ne anayı düşünsün, ne babayı düşünsün hep hakkı düşünsün.” Hatta Hazreti Halime'nin Efendim kabilesine Resulullah gittiği zaman malumunuz Havazin kabilesi yanlış hatırlamıyorsam orada bir akşam gecikiyor, Hazreti Halime arıyor onu. Bakıyorlar ki bir tepeciğin üzerine yaslanmış semadaki yıldızları seyrederek “Ne büyüksün ya Rabbi” Allah'ı zikrediyor o anda o yaşta. Hatta çok enteresandır Miraç'ta Allah'ın sevgilisi de ümmetini düşünüyor yani Allah Muhammed'ini, Muhammed’i de ümmetine öyle karşılıklı bir aşk var, bir meşk hali var. Buradan geleceğim nokta işte Peygamber Aleyhisselam’ı çok sevdiği için Allah, zâtından gayrını sevmesin, düşünmesin, idrak etmesin veya onlarla meşgul olmasın diye ana, baba hatta evlat bilirsiniz ki Resulullah'ın yedi tane çocuğu var. Bunlardan sadece bir tanesi vefatından sonraya kadar yaşamıştır, Hazreti Fatımatü'z- Zehra annemiz. O da Resulullah'ın rıhletinden hemen sonra ahirete, Dâru'l- bekâ' ya rıhlet etmiştir. Yani bütün bunlar onda ki duyguların evlada efendime söyleyeyim anaya, babaya, amcaya, dedeye yönelmesin, Cenâb-ı Hak ile olsun diyedir zannım o ki Allah onu hep böyle meşakkat, çile ile beraber yoğurmuştur diyebilirim. Şimdi tabi her tohumun kendine mahsus bir kabuğu vardır. Bu tohumun ortaya çıkması için mutlaka çatlaması lazım. Çile, insan tohumunu çatlatan cevherdir. O musibetler Muhammedî maya-i ortaya koyabilmek için onun bütün perdelerini yırtıp atıyor. Çile olmasa yırtması da mümkün olmuyor, değil mi? Çile pişiriyor onu. 

İnsanın Gerçek Dostu Allah'tır

Şimdi tabi insanın kendi dünyasındaki inkılabın gerçekleşmesi, nefsin tezkiye edilmesidir. Nefis tezkiye ediliyor. Yani o çileler senin farkında olmadan nefsini temizliyor. Nefis temizlendi mi, Hak'tan olan ruh ne yapıyor? Hakka yüceliyor, hakka yükseliyor. Dolayısıyla Allah ile kul arasındaki perdeler, “hicap” dediğimiz perdeler kalkıyor. Tecelli ilahi Cenâb-ı Vâcib-ül Vücûd Hazretlerinin gerek zat-ı bârisinden, gerek sıfat-ı bârisinden, gerekse esmâ-ı ilahisinden kulunun bizzat kalbine oluyor. Böylece kul Rabb'i ile beraber esmâ-ı yönünden, sıfat-ı bâri yönünden, zat-ı bâri yönünden dostluk kuruyor, arkadaşlık kuruyor. Hatırlarsanız biz zaman zaman hep söylemeye çalışırız insanın gerçek dostu Allah'ıdır, arkadaşı Allah'ıdır. Eğer biz onunla dostluk, arkadaşlık kurabilirsek ne mutlu bize. Yani şimdi insanımız bu kültürü, bu zevki, bu maneviyatı tatması halinde madde ile olan irtibatını da sınırlı ve hudutlu tutar. Onu putlaştırmaz, önüne koymaz, ona tapmaz. Niye? Bütün bunların değerinin sadece hak ile beraber olduğunu kabul ederek veya bilerek, inanarak onlara yönelmesiyle, bilmeden yönelmesi arasında dağlar kadar fark vardır. Birisinde vasıta olan madde eğer hakkı tanımazsan gaye haline gelir. Siz maddeyi ve onunla ilgili hususları gaye haline getirdiğiniz zaman ana da yaparsınız, baba da yaparsınız, ilah da yaparsınız, her şey yaparsınız, evlat da yaparsınız. Bugün insanlığın hali bu değil mi? Maddeyi elde etmek gaye olunca ve mananın şeyi ve merkezi olan Allah'ı unutunca bizler o zaman önümüze hep onun sevgisini doldurduk, hakkın sevgisini çıkardık. Tabiri caizse bilmeden gizli şirk durumuna düştü. “Biz onu seviyoruz, Allah'ı seviyoruz” sözleri sadece bir sözden, lafügüzaftan ibaret kaldı. Ama gerçekte efendime söyleyeyim, Muhyiddin Arabi’nin buyurduğu gibi “sizin sevdiğiniz, taptığınız ilah benim ayağımın altındadır.” Yani hükmünü yaşayanların haline döndü halimiz. Değil mi? şimdi o inanç, o şey sizde olacak ki siz o maddeyi liyakatle yerinde ve de zamanında değerlendirin ve de kullanın. Madde vasıta dedik. Ne için vasıta? Allah'a varmak için vasıta. Sen şimdi Allah'a varmak için binek olarak kullanacağın vasıtayı gaye yaparsan, işte o zaman o senin önüne tanrı olarak çıkıyor, ilah olarak çıkıyor. Değil mi? 

Hakk'a Vasıl Olmada Nefis Tezkiyesi Esas ve Şarttır

Şimdi nefsin malumunuz emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, mardiyye, sâfiye diye mertebeleri var, halleri var. Emmâre hayvani hallerimizdir. Levvâme bir onun üst kısmıdır. Mülhime insanlığa geçiş halimiz. Şimdi bu noktaya kadar insan git ve gel ile uğraşıyor. Bunlar bir başka ifade ile Cenâb-ı Hakk'a varmada bizim önümüzde en ciddi engellerdir. İnsanoğlunun kalbinden Allah'a bir yol gider. İşte bu yolun önündeki perdeler de bunlardır. Siz bu perdeleri aşmadıktan sonra, tasavvufta şöyle bir tabir var, “Vâsıl-ı ilallâh.” “Hakk'a vasıl olmanız zor belki de imkânsızdır. Mutlaka bunları aşacak, Hakk'a vasıl olacaksınız.” Bu bakımdan nefis tezkiyesi, terbiyesi esas ve de şarttır. Onu aradan çekmeden, çekilirsen aradan, geri kalan yaradan, Zünnûn el-Mısrî Hazretlerinin dediği gibi ve ya Niyazi'nin dediği gibi. Yani “onu aradan çekmeden senin Hakk'a vasıl olman, Allah'ın tecellilerine mazhar olman zor ve de mümkün olmaz, aradan çıkarmak lazım.”  Mevlana Kaddesallâhu Sirrehû  Aziz Hazretlerinin bu manada çok güzel bir hikayesi vardır. Adamın bir tanesi Hindistan'a gidiyor, evinde dudu kuşu var. Demiş “hey dudu, ben Hindistan'a giderim. Ne dersin, ne istersin benden?” “Hiçbir şey istemem ve lakin vardığın zaman o memlekete benim arkadaşım olan dudulara selamımı getir, taşı demiş.” Gidiyor, Hindistan'a ilk gittiğinde koskocaman bir selvi ağacı, ağacın tepesinde bir dudu kuşu.” Hey dudu, benim evdeki dudunun sana selamı var” diye bağırdığında, nida ettiğinde ne görsün? Dudu ölmüş, yuvarlana yuvarlana yere düşmüş. “Allah Allah” demiş. “Keşke benim dudunun selamını getirip de bu hayvancağazın ölümüne sebep olmasaydım.” Ama bir türlü de kafası bunu idrak edememiş. “Nedir bu?” diye, bundaki hikmet. Tekrar evine dönünce kafesinin başına gider der ki, “hey dudu, senin selamını götürmesine götürdüm ama arkadaşına bu selamı verdiğim zaman bir de ne göreyim? Dudu ölür, yere düşer, ağaçtan yere düşer, çok üzüldüm” der. Bunu anlatırken sözü bittikten sonra kafesine döner bakar ki kendi dudusu da ölmüş. “Eyvah, keşke buna bunu da anlatmasaydım” der. Elini kafese uzatır, duduyu alır, pencereyi açar, dışarıya bırakır. Bir de ne görsün? Bıraktığı dudu uçmaya başlar. Mevlana buyuruyor ki, “duduya sorar mal sahibi.” “Hey dudu, uçmasına uçtun ya, neydi bunun hikmeti, sebebi söyler misin bana?” “Ben seninle beraber selam gönderdiğim arkadaşıma demiştim ki, demek istemiştim ki, sen dışarıdasın, benim gibi kafeste değilsin. Böyle nasıl hür oldun? Uçarsın.” Bana dedi ki, hal diliyle beraber. “Bak ben öldüm, kurtuldum.” Öldü, bana onu, o haberi gönderdi. “Sen de öl kurtul” diye bana mesaj gönderdi. “Ben öldüm, kurtuldum.” Şimdi der, “ey dost sen de beden kafesinden kurtulmak ister misin? Ruhunun hürriyetinin yüce doruğuna çıkmak ister misin? Sen de şu nefsani arzularını öldür de öyle kurtul. Ancak öyle kurtulabilirsin” der. Ve Hazret ilave eder. “Aa güzellik vurgunu, yol nereye? Açıldı işte beden kafesinin kapısı. Uç ey kuş, öz cevherine uç. İşte acı su, işte bataklık, işte ölmezlik, işte hürriyet. Canın yüce doruğuna uç.” Yani o mutlak hakikat öyle bir noktada ki orası en âlâ, en üstün makam, oraya doğru uç. Oraya gittin mi hürriyeti buluyorsun. “Niye bu çanak çömlekle, dünya ile meşgul olup da kendini efendim şey ediyorsun, hırpalıyorsun” demek istiyor Hazreti Mevlana. Şimdi efendim işte “ölmeden evvel ölmek” demek, çanak çömlekle uğraşmayı terk etmektir. Kalbinizden bütün bunları çıkarmanızdır. O kalp ki Beytullah'tır, hakiki Beytullah'tır. Oradan dünyaya, masivaya ait olanları çıkartıp sahibine terk etmemiz lazım o kalbi. Kalbin sahibi Cenâb-ı Vâcib-ül Vücûd Hazretleri. “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım.” İşte bu espri. Şimdi Cenâb-ı Hak senin kalbine nazar etmiyor mu? Benim kalbime nazar etmiyor mu? Ediyor. Günde 300 defa kulunun kalbine nazar eden Allah'ı biz 3 saniye bile hatırlayamıyoruz, onunla olamıyoruz. İsmini söylediğimiz zaman bile ondan gafiliz. Namazda huzurunda duruyoruz, “Allahu Ekber” diyoruz, ceset onun huzurunda ve fakat ruh başka âlemlerde. Hani bir şarkı vardır, “Vuslatın başka âlem, sen bir ömre bedelsin.” Yani şunu demek istiyorum, ceset ile onun huzurunda olan sen, namazda ama onunla değilsin. Gaflettesin, Allah'ı bile hatırlayamıyorsun, bu haldeyiz. İşte Allah ile olmak demek o kalbe hiçbir şey koymadan onları aradan çıkartarak yani nefsani perdeleri geçerek, “ölmeden evvel ölme” demek bu. “Mûtû kable en-temûtû” “Ölmeden evvel ölünüz.” O zaman işte Allah'ın tecellilerine kul mazhar olur. Kiminle olur? Allah ile beraber olur. Değil mi? Allah bu güzel hali yaşamayı ümmeti Muhammed'e ve bizlere nasip eylesin. 

Asıl Zenginlik, Allah'ın Tecellilerine Mazhar Olmaktır

Şimdi bizim yanıldığımız bir nokta var o da şu, biz geçmişte bunların milletimiz tarafından tamamının yaşandığını bilmiyoruz. Bütün müminler tarafından. Zannediyoruz sadece Erbab-ı Tasavvufi bu işleri yapmış veya bu yolda böyle zaman vakit geçirmiş, değil. Meşreb-i Sufiyye müntesipleri ve dışında olan herkes bu güzel tadı, lezzeti almıştır. Tezkiye-i nefis yaparak vuslat etmiştir, hakkı tanımıştır, Allah ile beraber olmuştur. Asıl zenginlik, kulun Allah'ın tecellilerine mazhar olması, zenginlik budur. Asıl fakirlik de o tecellilerden mahrum kalmasıdır. O tecellilerin varlığıdır zenginlik. Diğerleri hep geçici ama o ebedidir. “Elinden çıkacak olan servetten ne olur?” Elinden çıkacak olan servet yarın seni müflis durumuna geçirir. “Baba o zaman o kadar üzerine düşmene gerek yok, yeteceği kadar yeter” demekte fayda var. Ama seninle hakiki dost olarak ebediyen ayrılmayacak olan o tecelli bâri ukbâda da sana lazım. Seni terk etmeyecek, senin gerçek servetin olacak. İşte onu bulmaktır. Evet efendim. 

Ehl-i Beyt, Kalpten Kalbe Maya-i Muhammediyye'nin Aşılanmasıdır

Şimdi efendim malumunuz İslam iki yolla yaşandı. Bunun bir tanesi Ehl-i Beyt yolu, bir tanesi harici yoldur. Bunların bir tanesi, Ehl-i Beyt yolu dediğimiz; kalpten kalbe Maya-i Muhammediyye'nin aşılanmasıyla günümüze kadar kıyamete kadar devam edecek olan yol. Yani hala siz Hz. Muhammed Aleyhisselam Efendimiz ‘in ruhaniyetini, dili kabul edip onunla beraber olduğunuzu düşünmeniz ve o sevdayı yaşamanız işte Ehl-i Beyt yoludur. Biz Türkler olarak İslam'ı bu yolla algıladık, hayatımıza geçirdik. Onun için bütün harplerde, “Dâhilek, yâ Rasûlallah” diye nida etmişler. Şimdi bir de bunun zıttı kâmili olan bir başka yol vardır ki, bu yol nedir? Bu yolda harici yolu. İşi sadece kurallar mecmua olarak görmek. Bunu derken İslam'da kurallar kaideleri yok mu? Elbette var. Birinde halimize o kurallar sirayet eder, birinde sözünüze. Yani işi laftan ibaret bırakmak. İslam'ın o inceliğini, nezaketini ve nezafetini bulamazsınız. Ehl-i Beyt olan hal yolunda İslam, nezaket ve nezafet olarak kalp boyutuyla Muhammedî bir aşkla cereyan edip devam eder. Diğerinde ise bunu bulmak zor ve de imkânsız olur. İnsanlığın aradığı da işte bu anlattığımız Ehl-i Beyt yoludur. Muhammedî sevgiyi, sevdayı arıyoruz; Allah sevgisini, sevdasını arıyoruz. O zaten Muhammedî aşk, Dergâh-ı Ehadiyet'ten Hz. Muhammed Aleyhisselâm'a müteselsilen ondan günümüze kadar Cenâb-ı Hakk'ın bu kullarının kalbinden kalbine, nakil ile tıpkı bir elektrik direğinden direğine efendimize söyleyeyim, cereyanın geçtiği gibi, hatla beraber geçtiği gibi. Aynen, oradan Dergâh-ı Ehadiyet'ten ilk taraf Hz. Muhammed aleyhisselâm, son direğe kadar gelişi de aynen bunun gibidir. Buna inanıp itikat edeceğiz. Sevda boyutunda İslam'ı yaşarsak zaten toplumun da buna ihtiyacı var. Eğer birbirimizi seveceksek o ehadiyetin sevdasını kalbimizde duymamız lazım. Muhammedî aşkı yaşamamız lazım. Baba yoksa nereye vereceksin, ne vereceksin? İslam'da desen veremezsin, onu duyacaksın, o sevdadan alacaksın ki bol bol ikram edebilesin diyorum. Ve de bu hususta bu yolda bütün kardeşlerimize muvaffakiyetler Cenâb-ı Hak'tan niyaz ediyorum. 

Allah Kuluna Şah Damarından Yakındır

Şimdi efendim bak Allah kuluna şah damarından yakındır. “Kul Allah'a yakın” demiyor orada. “Allah kuluna yakın.” Cenâb-ı Hak'ın kuluna yakın olmasıyla, kulun Allah'a yakın olması bir değildir ki. Allah size çok yakındır ama siz ona çok fersah fersah olacaksınız. Bakın ayet-i kerimede, “Fefirru İlallah.” “Allah'a kaçın” diyor. ( Zâriyat Suresi, 50. Ayet) Demek ki biz çok uzaktayız ki ona koşmamız gerekiyor, Allah'a koşmaya. Şimdi efendim iki insan bir mekânda olur, duyguları, düşünceleri, fikirleri, idealleri, gayeleri ayrı olur. Hatta bir işte de aynı işleri yaparlar, aynı dairededirler. Şimdi soru soruyorum. Ama her şeyleri ayrı; zevkleri, duyguları, fikirleri, gayeleri ayrı. Fakat bir bürokratik işte beraberdirler. Ama bir de çok ayrı işlerle meşgul olmalarına rağmen, binlerce kilometre ötede kendi zevkini, kendi duygusunu, fikrini yaşayan insan vardır, gayesini yaşayan insan vardır. Siz o yanınızda olanla mı berabersiniz? Uzakta olanlarla mı berabersiniz? Uzakta olanlarla berabersiniz. Yani burada beraberlik derken Allah'ın kuluna yakın olması manası çok yanlış. Kuluna tabi yakın ama kul Allah'a o kadar uzak ki sen sırtını dönmüşsün ona, ondan sonra da “ben yakınım” diyorsun. Cenâb-ı Hakk'ın zevki, gayesi, Allah fikri, ideali ile beraber olursan onunla beraber olursundur, manası budur. Ve de bu hususta bu yolda bütün kardeşlerimize muvaffakiyetler Cenâb-ı Hak'tan niyaz ediyorum. 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir