info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Hasbihal Programı - Hazret-i Mevlâna / 17 Aralık 1999

    Neler Okuyacaksınız


Efendim evvela biz vicahi olarak ilk defa bu Ramazan münasebetiyle bizi takip eden kardeşlerimizin huzuruna çıktığımız için Ramazan'larını tebrik ediyorum.  Cenâb-ı Hak hayırlara vesile olmasını ve bu ayın kardeşlerimize şefaatçi olmasını niyaz ediyorum.


Mevlana, Millet Olarak Sevip 'Peygamber Vekili' Diye Kabul Ettiğimiz Allah Dostudur

Şimdi Hazreti Mevlâna bizim millet olarak tanıyıp çok sevdiğimiz, “peygamber vekili” diye kabul ettiğimiz hak dostu, Allah'a âşık bir er kişidir. Kamil-i insandır, velidir. Ve malumunuz ölümünün 726. yıl dönümü münasebetiyle de Şeb-i Arus yaşandı.  Cenâb-ı Hak bu zatın himmetinden, şefaatinden mahrum eylemesin. Mevlâna “insan-ı kâmil” dedik, bir “velidir” dedik. Bu nedir? Buradan dilerseniz başlayalım. Mümin olarak bizim örneğimiz Hazreti Muhammed Aleyhisselam Efendimiz'dir. Ama Müslüman’a düşen vazife de Peygamber Aleyhisselam Efendimiz'i hayatına geçirmesidir. Şimdi siz Resulullah'ın hayatını ne kadar okursanız okuyun. Onun sabrını, kanaatini, tevekkülünü, tefekkürünü, izanını, imanını, Allah'ı zikrini, Allah'a olan muhabbetini, Allah'tan korkusunu halinize yansıtabilmeniz için bunlar da bir ilim. Bu ilmi size öğreten bir insanın olması lazım. Aksi takdirde kitapta okuduğunuz sabır, kitapta okuduğunuz Allah sevgisi, Allah korkusu kendi hayal dünyanıza göre bir şekil kazanır. Olması gereken sabırla, olması gereken tefekkürle, Allah korkusuyla uzaktan ve de yakından alakası olmaz. Neden? Çünkü siz sabır bir hal ilmi olması münasebetiyle, kanaat bir hal ilmi olması münasebetiyle onun müşahhas halini görmediniz. Kendi kendinize bunu vehmettiniz, düşündünüz, ortaya koydunuz. 
Şimdi burada çok enteresan bir olay var. Kur'an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak “Ya eyyuhellezine amenu, ameni” “Ey iman edenler, iman ediniz.” (Nisa Suresi, 136. Ayet) Çok enteresandır bu ayet. “Ey iman edenler, iman ediniz”den murat nedir? Şimdi buradaki murat şu, yani maksadı ilahi inanıyorsun ama kim gibi inanacaksın? Allah'ın istediği gibi inanacaksın. “Ben inandım” oldu değil. Ya, Allah'ın istediği gibi inanabilmen için de bir örnek göndermiş. “Usvetün Hasene.” Kimmiş o? Güzel örnek sahibi Peygamber Aleyhisselam Efendimiz'dir. Yani bizim imanımız, bizim sabrımız, bizim kanaatimiz, bizim tefekkürümüz, bizim tezekkürümüz, bizim namazımız, bizim orucumuz, haccımız hülasa, aldığımız nefesten verdiğimiz nefese, oturmamızdan, yürümemize, kalkmamıza kadar, müşahhas olarak Peygamber Aleyhisselam Efendimiz'inkine benziyorsa, biz gerçekten kulluğumuzu eda ediyoruz. Bu hususta mükellefiyetimizi icra ediyoruz manası çıkar. “Hayır, yok ben bunu böyle okudum, anladım” deyip de kendimize göre bir sabır, bir kanaat, bir tevekkül, bir tefekkür, ne bileyim, bir model ortaya koyuyorsak o senin sabrın oluyor, o senin kanaatin oluyor. Ayeti delil göstermen değildir işin özü. Ayette ifade edilen manayı yaşamaktır sabır, kanaat, tevekkül, tefekkür. O da neyle olur? Bunu canlı bir örnekten almakla, ahzetmekle olur. İşte Mevlâna Kaddesallahu Sırrahul Aziz o canlı örneklerden bir tanesidir. Bu yolda kendisine ilk muallimliği yapan öz ve öz babası Sultan Veled Hazretleri'dir. Malumunuz Belh şehrinde doğmuş, orada hayatını devam ettiriyordu. Sevilen bir insan ancak çok sevilmesine rağmen Sultan Veled Hazretleri etrafında insanların toplanması, zamanın hükümdarına verilen vesveseleri sebebiyle huzursuzluğu vücuda getirdi. Sanki Sultan Veled Belh hükümdarının tahtına gözünü koymuş, “onu onun elinden alacakmış gibi” dedikodular. O arada da Yunan felsefesi malumunuz, saraylarda, saray erkânında Fahrettin-i Razi tarafından da, şey ediliyor, iki grup da vücuda geldi. İşin temelinde de bu var. Onun halk içindeki tasarrufunu çekemediler. Fitneyi daha doğrusu onlar körüklediler. Derken büyük insan Sultan Veled bakıyor ki, “ben bunlarla niye” Bahattin Veled Hazretleri, “niye kavgaya gireyim, niye münakaşaya gireyim ki?” Belh’ten ayrılmayı tercih ediyor. Ama gönlü kırık. Yani “benim yaptığım hizmet ortada, yaptığım görev ortada”, dercesine. Bunu sağa sola çekmenin bir manası yok ki. “Ben insanları eğitiyor, yetiştiriyor, Allah'a taşıyorum. Benim vazifem bu, görüyorsunuz. Siz ise bunu çok çeşitli kulvarlarda…” Yani “benim siyasi bir ikbalim ve istikbalim yok. Böyle bir derdim de yok”, dercesine. Belh’i terk ediyor. Tabi gönlü orada kalmış. Bunun da bu dargınlığın da ağır faturasını Moğolların istilasıyla Behliler ödüyorlar. Yani çok enteresan, büyük bir zayiat veriyorlar. Yol boyunca, tabi ben şu anda malumunuz Mevlâna hakkında, İslam ve Mevlâna hakkında hacimli de bir eserimiz var. Evvela bunu ben arkadaşlarıma, kardeşlerime bizi takip edenlere tavsiye ediyorum. Mutlaka bu eseri alsın ve de okusunlar. Geniş çapta Hz. Mevlâna Kaddesallahu Sırrahul Aziz Hazretleri el alındı ve anlatıldı. 

Mevlâna, Terbiyeli İnsanı Yetiştiren, İrşat Eden Büyük Bir Mürşittir

Efendim, Ferîdüddin Attâr Hazretleri ile bu yolculuk esnasında tanışıyorlar. Ferîdüddin Attâr, belki de tasavvufun kapılarını ilk defa ona açan zattır. Yani babası onu yetiştiren ilk mürebbi olmasına rağmen, Ferîdüddin Attâr Hazretleri onu bu manada yönlendiren insandır. İşte Konya, Darende’ye geliyorlar. Alaeddin Keykubad da onu karşılıyor. Devrin hükümdarı, Selçuklu hükümdarı. O zaman ilme karşı çok ciddi bir saygı, sevgi, hürmet var. Efendim, çok enteresandır, hükümdar, Sultan Veled Hazretleri'nin elini öpmek istiyor. O ona değneğini uzatıyor. Şimdi olsa adamı linç eder. “Sen kim oluyorsun ki böyle yapıyorsun?” Değil mi? Ama o günün edep şartlarından hükümdar boynunu eğiyor ve değneğini öpüyor. Çok enteresandır bu. Bizim örfümüz, âdetimiz edep üzerinedir. Terbiye üzerine bina edilmiştir. Burada birkaç cümle de yapmak yerinde olur, kanaatindeyim. Terbiye nedir? Terbiye malumunuz, Terbiye, “Rab” kökünden gelir. Yani insanın Rab'laşması. Haşa, insan Rab'laşabilir mi? Bu şu demek. İnsandaki Ahlak-i zemimenin kaybolup, Ahlak-i hamideye tebdil olunmasıdır. Ahlaki hamidenin, efendime söyleyeyim özü Allah'a aittir. “Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız.” Yani bütün güzel ahlak Allah'ındır. İşte bu ahlakı insanın kazanmasıdır terbiye. “Terbiye oldu, terbiyelendi”. Ne oldu? Yani hayvani bütün ne bileyim Ahlak-i zemimesine ait olan vasıflarını attı, “Rabbani Ahlak-i hamide sahibi oldu” manasınadır terbiye. “Terbiyeli insan” dendiği zaman hatırımıza bu gelir. Binaenaleyh bizim örfümüz, âdetimiz, geleneğimizde yeri olan büyük bir haldir bu. Binaenaleyh biz bu insanların toplumda, siyasette, ticarette, ailede, sokakta, okulda, öğretmenlikte, doktorlukta ne bileyim, her kesiminde, her kurumunda bu ahlaka sahip insanların söz sahibi olmasını isteriz. Yani bizim anlayışımız gereği. Zaten geçmişlerimiz bu işi çok iyi kavramışlar. Biraz fazla konuşuyorsam kusura bakmayın . Olaylar arda arda geliyor, birbirini tamamladığı için konuşma durumunda kalıyoruz.
Şöyle ki biliyorsunuz din insana meslek kazandırmaz. Dinin fonksiyonu insanı kimlik sahibi, insan yapmaktır. Yani seni din iyi bir mühendis yapmaz. İyi bir doktor yapmaz. İyi doktorlu meslek hayatını sen ne bileyim hekim yetiştiren kurumlardan öğreneceksin. Mühendisliği o kurumlardan öğreneceksin. Din ne yapar? Din mükemmel insan vücuda, yani mükemmel insanı yetiştirir. İşte bizim örfümüz, âdetimiz o mükemmel insanın yetişmesi için uyguladığı kurallarda vücuda getirdiği ahlak yapısı terbiye oluyor. Anlatabildim mi? Din bunu yapıyor. O dindar insan, o mükemmel insan bu sefer doktor oluyor. Terbiyeli doktor, terbiyeli öğretmen. Mesleğine yansıyor. Mesela terbiyeli çöpçü. Biz bunlardan bugün mahrumuz, bu insandan. O insan da o terbiyeli insan dediğimiz ferd de ferdi vahit de irtibatını Allah'la kuran insandır. Yaptığı her şey ona hesap verecek mantığıyla attığı adımları atan insandır. Aldığı nefesi alan insandır. Mevlâna dediğimiz o büyük zat işte bu insanları yetiştiren muallimdir. Buna geçmişlerimiz “Mürşid-i Kâmil” diyor. “İrşad Ehli” diyorlar. Babası ile birlikte işte Sultan Veled Hazretleri geliyorlar. Konya'ya orada kalıyorlar. Konya'ya yerleşiyorlar. Devrin hükümdarı babasına intisap ediyor. Alaaddin Keykubad Hazretleri devrin hükümdarı olup babasına intisap ediyor. Daha doğrusu onun dervişi oluyor, bugünkü işte tabirle. 

Mevlana ile Şems-i Tebrizî’nin Karşılaşması Aşk ve İrfan Kapılarını Açan Bir Vuslattır

Bahattin Veled Hazretleri'nin rihletine kadar bu hizmet hükümdar tarafından devam ediyor. Bahattin Veled yani Mevlâna’nın babasının rihletinden sonra tasavvufta “Allah'a yürümek” denilir “ölüme.” Ölüm yok olmak değildir. Ya nedir?  Cenâb-ı Hakk’a yürümektir. Ruhumuz Allah'a yürüyor. Efendim ondan sonra onu terbiyede ikinci şahıs vazife alıyor. Şu anda Konya'da efendim türbesi bulunan Seyyid Burhaneddin Hazretleri, Hazreti Mevlâna’nın ikinci hocasıdır. O da Bahattin Veled Hazretleri'nin yetiştirdiği kâmil bir zattır. Riyaziyatı çok iyi bilir. Eğitimi çok iyi yaptığı için Mevlâna’yı bu sefer babasından da ayrı bir yolla terbiyeye başlıyor. Efendim devamlı surette onu riyaziyatla terbiye ediyor. Öyle bir noktaya geliyor ki hakikaten kemal sahibi oluyor Mevlâna. Onu da görüyor, bakıyor Hazreti Mevlâna yetişti. Diyor ki “Bir postta iki tane aslan oturmaz” diyor. “Burayı terk etmem gerekiyor.” Ve kalkıyor fakat Mevlâna çok seviyor Seyyid Burhaneddin Hazretleri'ni. Gitmesini istemiyor. Yola çıktığı an gönül ediyor ona. 
Ala rivayet, at ayakların üzerine “kalpaklanmak” denir, düşüyor. Efendime söyleyeyim Seyyid Burhaneddin Hazretleri sakatlık geçiriyor. Diyor ki “Bizi göndermedi” diyor. “Bahattin Veled'in oğlu bizi göndermedi” diyor. “Gönlü yok” diyor. Efendim böylece biraz daha kalıyor Konya'da. Ve işte bu dediğim söz öyle bir hal oluyor, bakıyor ki hakikaten Hazret yetişmiş bir insan. Müsaade alarak kalkıyor, Kayseri'ye hicret ediyor. Maneviyatta edep çok mühimdir. Şimdi öyle oluyor ki bakıyor onun haline. Evet onu neticede yetiştiren o insan ama onun himmeti onunkinden çok daha büyük noktaya geliyor. Onu temaşa ediyor seyrediyor. 
Derken üçüncü dönem başlıyor Hazreti Mevlâna’nın. Hazret bu dönem esnasında Konya'da bir medreseye devam ediyor. Yani orada ders veriyor, hocalık yapıyor; dersiamlık yapıyor. Bu esnada işte Tebriz'den bir zat çıkıyor geliyor. Şems'i Tebriz’i. Şems de meczup bir zat. Böyle haline baktığın zaman “Ulan bundan adam mı olur” diyebileceğin tipte bir insan. Her tarafı şey dağınık bir aşk ehli, Hazreti Şems. Hazreti Mevlâna o Konya'ya geldiği zaman ala rivayet medreseden çıkmış, atıyla birlikte evine gidiyor. O da hali onu temaşa ederken kemalini seyrediyor. Bakıyor bu adam farklı, Hazreti Şems. Gidiyor atının yularını tutuyor. Şöyle bir nazar ediyor ona. Mevlâna da etkileniyor. O da o, ikisi de birbirinden etkileniyor. Elektriklenme. “Söyler misin bana” diyor, “'Seni tanıdım' diyen 'layıkıyla tanıdım' diyen Bâyezid mi büyüktür; 'Seni hiç tanıyamadım' diyen Hazreti Muhammed mi?” Olayın aslı şu Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e Cenâb-ı Hak her gün yetmiş bin ayrı tecelli ile tecelli ediyor. Yani her Allah'ın günü Allah'ın sevgilisi, Allah'ı yetmiş bin ayrı perdeden seyrediyor. Bunun üzerine bakıyor Allah'ın sevgilisi ki, Allah o kadar zengin ki hiçbir anı bir anı… O kadar güzel yani. “Seni” diyor “layıkıyla tanıyamadım Ya Rabbi. Ben tanımam mümkün de değil.” Hâlbuki Bâyezid-i Bestâmî hayatında birkaç tecelliye mazhar olmuş. Zannediyor “Allah bundan ibaret”, “seni layıkıyla tanıdım” diyor. Bunu soruyor ona. “Seni tanımadım diyen mi, tanıdım diyen mi büyük?” diyor. O da diyor ki Mevlâna Hazretleri hem ona bakıyor, “Seni layıkıyla tanımadım diyen Hazreti Muhammed Aleyhisselam.” Mukayese edilmeyecek derecede Bâyezid'den çok büyüktür. Ona der demez tabi arada o manevi irtibat olunsa. “Allah” diyor. Bir sayha atıyor. Efendim rivayetlere göre Şems kendinden geçiyor. Alıyor onu doğru evine. İşte dostluk o zaman başlıyor. Aslında Mevlâna ile Şems arasındaki hal vuslat kapılarının açılması gerektiği aşk halidir. Yani vuslatın hali de aşk ile olur. Hatırlarsanız Cenâb-ı Fahri Âlem Efendimiz, Miraç ettiği zaman, bir noktaya kadar geliyor semada. Mevlid-i Şerif'in müellifi Süleyman Çelebi Hazretleri buyuruyor ki;
 “Geldi refref önüne verdi selam.
 Aldı ol şâh-ı cihanı ol zaman.
 Sidre'den gitti ve götürdü heman.” 

Muhabbetullah Kulunun Kalbinde Allah'ın Kendi Zatını Sevmesidir

Şimdi insanın aşkın başladığı yerde madde erir, madde gider. Madde demek buradaki olay, mantığın ötesi bir olaydır. Onun için Mevlâna diyor ki: “Mantık ötesine hakikatlere vasıl olabilmek için akılla gidemezsin. Akıl bu yolda çamura saplanmış merkep gibidir.” İzah edebildim mi? Akıl nerede tasarruf sahibi? Duyuların hâkim olduğu dünyada. Ama aşk duyuların ötesidir. Senin duygu dünyanın ötesi, aşktır. O âleme aşkla gidersin, başka şeyle gidemezsin. Bunu anlatıyor. Hazret yani Hazreti Mevlâna, Şems ile birlikte o hali yaşıyor. Bir başka ifade ile Miracı, yani refrefe kadar babası efendim, Kayseri'de metfun olan Seyyid Burhaneddin Hazretleri ile beraber geliyor, oradan öteye de Hazreti Cebrail'in dediği gibi: “Ben buradan öteye bir adım atarsam yanarım.” Oradan öteye de ona refref Şems, Hazreti Şems oluyor. İkisinin arasındaki hal bazen Şems ona, bazen o da ona. Sanki mürid mürşid oluyorlar.
Sevgide hakkın tecellisi vardır, Allah’ın tecellisi vardır. O bakımdan Muhabbetullah'ın ifadesinde, tarifinde Evliya-i Kiram Hazaratı mutasavvıflar, “Kulunun kalbinde Allah'ın kendi zatını sevmesi” diye anlatılır. Seven sen değilsin. Niyâzî-i Mısrî Hazretleri de bundan dolayı olmuş olacak ki, “Görülen kendi zatıdır değil sanma ki gayrullah.” Yani enteresan bir cilve var burada. İşte bu hali diyelim Şems ile birlikte uzun bir zaman yaşıyor. Ama kemalat içinde demek ayrılık gerekiyor. Bu esnada onun maddi şeysi de hazırlanıyor. Halk içerisinde, cilve-i rabbani olarak halkın arasına bir dedikodu, bir fitne çıkıyor. Ama Mevlâna’nın kemali için bu ayrılıkta şart oluyor. Şimdi neden şart oluyor? Aşkın güçlenmesi için. Daha doğrusu vuslatın olabilmesi için ayrılığın olması gerekiyor. Ayrılıyor işte, Konya'dan ayrılıyor. Bunu ben eserde geniş bir şekilde yazdım. 
O zaman Hazreti öyle bir oluyor ki, uçan kuşlarda adeta, “Şems nerede?” diye soruyor. Efendim Şems'e bu hal biliyorsunuz Bahattin Veled aynı zamanda Mevlâna babasının adını çocuğuna veriyor. Bu ayrılık babamı olgunlaştıran hamledir. Olmamış olsaydı babam bu noktaya gelemez. Kısaca bu olay çok uzundur. O işte ayrılıktan sonra tekrar bir araya gelmek, kemalat sahibi olma noktasında tekemmül etmek gibi ulvi makam ve hallere Hazretin yetişmesi, kemale ermesi oluyor. Bugünkü tanıdığımız, dünyanın tanıdığı, herkesin sahiplenmek istediği. 


Mevlâna Mistik, Hümanist ya da Evrimci Değildir, Evliya-i Kiramdır

Efendim Batı dünyası Mevlâna’yı takdir ediyor, seviyor. Bütün dünya seviyor. Burada çok enteresan da bir incelik var. Hümanistler Hazreti Mevlâna’yı sahiplenirler, Mistikliler Hazreti Mevlâna’yı sahiplenirler, Evrimciler… Yani felsefi ekollerinde tamamı Hazreti Mevlâna’ya bir felsefeci mantığıyla bakarlar. Burası çok mühimdir. Mevlâna ne Mistiktir, ne Hümanisttir, ne evrimcidir. Bunların hiçbiri değildir. Mevlâna bir evliya-i kiramdır. Evliya-i kiramdan bir zattır. Zaten olması da mümkün değil. Hayatında bir saat felsefe tahsili yapmamıştır. Hümanizm olsun, Mistisizm olsun, Evrimcilik olsun felsefi ekollerden birer şubedir. Nasıl oluyor da hiçbir onlardan haberi olmayan bir insan bundan olabiliyor. 
Burada tabi ben bunu çeşitli sohbetlerimde, konferanslarda ifade etmeye çalıştım. Çok ince bir oyun var. Aynı kulvarda, aynı vadide olan başka büyük bir veli vardır. O da Ahmed el Bedevi. O da aşk kulvarında Hazreti Mevlâna’nın vasfında büyük bir zattır. Ama hiç kimse Ahmed el Bedevi şudur budur demez. Neden? O bir Bedevi Arap'tır. Onunla oynamak birkaç Bedevi ile onları yönlendirmek demek oluyor. Türk milleti tarih boyu her zaman İslam olduktan sonra, İslam'ın merkezinde bir millet olduğu için, onun donelerinin yerinden oynaması bu milleti oynatır. Onun için hesaplar Türk milletinin üzerindedir. Geldiğimiz bu son günlerde de aslında milletimizin üzerinde çok ciddi hesaplar var. Çok ayık olmamız lazım. Değerlerimizi iyi korumamız lazım. Bizi biz eden örf, adet, gelenek, maneviyat ve din kavramına çok iyi sahip çıkmamız lazım. Peygamberimize, evliya-ı kiram hazaratına çok iyi sahip çıkmamız lazım. 


Hazreti Mevlâna İnsanları Tevhide Davet Ediyor

Şimdi tabii Hazreti Mevlâna irşat ehlidir. Dolayısıyla irşat ehlinin vazifesi insanları hiçbir ayrım yapmadan yoluna davet etmesidir. Şimdi yoluna davet ederken “şu evsafta insan gelecek bu gelmeyecek” derse bir defa baştan kaybeder. Kapıları ardına kadar açar. Mevlâna nereye davet ediyor? Tevhid dergâhına davet ediyor. “Ne olursan ol” dediği adam putpereste olsa, mecusi de olsa, şu da ne olursa olsun geliyor. Nereye? Tevhide. O tevhid ateşinde yanıyor. Ne kalıyor onda? Ne putperestlik kalıyor ne ateşperestlik kalıyor ne Hristiyanlık kalıyor ne Musevilik kalıyor. “Yandım!” diyor, çıkıyor. Değil mi? Binaenaleyh elbette yani bugünün de kâmilleri, dünün de kâmilleri hepsi aynı mantık ve mantaliteli insanlığı davet ediyorlar. Yoksa ben “sadece şu insanı istiyorum” “böyle evsafta olan buradan içeri girer” dedi mi hiç kimse gitmez oradan. Şimdi buna delilimiz nedir? “Bak ben Kur'an'ın bendesiyim. Hz. Muhammed'in bendesiyim.” Kim? “Benim sözümden, bundan başka bir şey anlarsa ben ondan da o sözden de bizarım” diyor. Dolayısıyla yani Kur'an'a davet ediyor. Allah'a davet ediyor Hz. Mevlâna ki yapılması gereken de budur. Bunun farklı kulvarlarda izah edilmesine gelince o zaman Mevlâna’nın davetine dediğiniz gibi gerek yoktu. Herkese “olduğunuz yerde kalın, yerinizde say marş marş” demesi gerekirdi. Değil mi? Hâlbuki öyle demiyor. “Gelin” diyor. “Ne olursanız gelin bir tadın. Erkekseniz vazgeçin tattıktan sonra” demektir bu. Öyle o aşka, o muhabbeti, o tevhide olan itikadı güçlü ki giren mutlaka orada eriyor. Onun için öyle eşkıyalar gelmiş girmiş oluyor, adam olmuşlar. Rum illerine gitmişler; irşada, ikaza. Mevlâna’yı tanıdıktan sonra. Değil mi? Bu bizim tarihimizde çok ünlü bir konudur. Dolayısıyla sadece Mevlâna’ya ait bir meslek değil. Hemen hemen bütün evliya-i kiram hazaratı aynı ahlakın sahipleridir. Ve de Allah şefaatlerinden mahrum eylemesin, diyoruz efendim. 

Haset, Ateşin Odunu Yiyip Bitirdiği Gibi Amelleri Yok Eder

Şimdi onun bir sözü vardı Mevlâna, “Sen sor gene sen cevap ver.” Yani bu aslında değişmez bir kural. İnsanların tabiatında haset, kıskanma dediğimiz bir duygu var. İşte o duyguyu siz eğitmediğiniz, terbiye etmediğiniz zaman netice bu şekilde tezahür ediyor. Yani kim olursa olsun kıskanıyorsunuz, haset ediyorsunuz. Bu sadece ona ait bir şey değildir. Yani o topluma ait değil. Aynı dertten bugün insanlar mustarip. İnsanımız hakikaten toplumun önünde olan insanı veyahut da mahallesinde önde olan birini çalışkan, faydalı hizmetleri yapan hatta aile içi birtakım böyle fitnenin, fücurun çıkmasının asıl sebebi o özümüzde mevcut olan kıskançlık duygusudur. Ve hadis-i şerifte efendim “haset edenin hasedi, onun yaptığı amelleri ateşin odunu yediği gibi yok eder” buyuruyor Peygamber Aleyhisselam Efendimiz. Bu hali de bu halden de şiddetle korkup kendimizi terbiye etmeliyiz ve eğitmeliyiz diyorum efendim. 

Nefis Tezkiyesinde Tevhid ve Allah’ı Zikretmek Asıl Olandır

Şimdi tabi olay eğer Mevlâna’dan sözü açtığımıza göre mevzu yani bir nefis tezkiyesidir. Nefis tezkiyesinde tevhid Allah'ı zikretmek asıl olandır. Siz Cenâb-ı Hakk’ı tevhid ettikçe, zikrettikçe bir muhabbet ateşi Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı olarak lütfedilir. Kalbinize bu muhabbet gelir, Allah'ı seversiniz. İçinizde mevcut olan Ahlak-i zemime bu ateşle yanar. Nereye benzer bu? Düşünün ki bir kömür sobası yanıyor, kıpkırmızı bir ateş ortaya çıkıyor. Yanan kömürler ateşe bürünüyor. Siz yanan sobaya bir kürek daha siyah kömürü atsanız beş dakika sonra bakarsınız ki o kömür de ateş rengine bürünmüş. Yani kalbinde Allah muhabbeti olan insanın Allah'ı tevhid etmesi, zikretmesiyle işte o kömür mesabesindeki Ahlak-i zemime kaybolur. Ahlak-i hamideye tebdil oluyor. Bu aslında en geçerli bir metottur terbiyede. Ve maalesef biz her şeyimizden biraz uzak olduğumuz için bu konuda da özümüzden uzak olduk. Ve bu olmadığı için de aklımıza hâkim olan duygular maalesef Ahlak-i zemime dediğimiz duygular olmuştur. Toplumda mevcut olan çatışmalar, kavgalar, gürültüler hep bu duyguların eseridir. Bugün o bakımdan eğitilmiş, evvela kendi yararına kazanılmış insana ihtiyacımız var. Bunun için de bu dediğimiz eğitimden geçmemiş şarttır ve de zaruridir diyorum.

Ölüm, Cevher-i İlahinin Geldiği Âleme Dönmesidir

Şimdi başta hatırlarsanız ölümü mutasavvıflar “Hakk'a yürüme” olarak bilirler. “Biz Allah'tan geldik, Allah'a gideceğiz.” “Kalu inna lillahi ve inna ileyhi raciun.” (Bakara Suresi, 156. Ayet) Esasen insanda mevcut olan nefha-i ilahi Cenâb-ı Hak’tandır. Hz. Âdem için Allah “ben ona kendi ruhumdan üfledim” buyuruyor. Sen de bende Cenâb-ı Hak’tan olma bir cevher-i ilahi var. O ölümle insan, ölüm dediğimiz şeyle hayat o cevherin bu beden kalıbında tasarrufudur. Ölüm bunu terk edip geldiği âleme gitmesidir. Şimdi giden kimdir? Nefha-i ilahidir. Peki, ne oluyor bunlar? İkisi birbirine âşık oluyor. Birisi âşık, birisi maşuk. Şimdi aşıkın maşukuna kavuştuğu ana ne denir? Düğün denir. Mevlâna işte bu hali yaşıyor. Değil mi? Diyorlar ona “ölümden…” diyor ki, “niye korkayım ki bir genç delikanlı veya hanımefendi evleneceği andan korkar mı? Yani bir araya geleceği sevgilisinden korkar mı?” “Elbette korkmaz. Ben sevgilime kavuşacağım. Niye korkayım ki?”  Cenâb-ı Hak bu hali hepimize nasip etsin. Bu hal olmadığından dolayı biz işte hep endişeyle ölüme bakıyoruz. “Aman!” dercesine kaçıyoruz. İman ehli olan insan ölümden o derece korkmaz ve de kaçmaz, diyor. 

Bizim Milletimizin Tamamı Resulullah'a Âşıktır

Şimdi  bu sevda boyutunda inşallah olur. Bu çok büyük bir iddia.  Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıyla Allah hepimize nasip eylesin. Bizim milletimizin tamamı Resulullah'a âşıktır. Ve Peygamber Aleyhisselam Efendimiz'e hürmet bizde bir gelenek haline gelmiştir. Kadınlarımızda, erkeklerimizde, çocuklarımızda… Onun için bu sadece bana ve size ait olan bir haslet değil, milletimize ait bir haslettir. Şimdi Medine'deki bizim hatıralarımıza gelince Allah rahmet eylesin 1988 yılında annemle birlikte Umre'deyiz. Umre ‘ye gittik. Bizim Allah selametini versin Hamit Toy Abimiz daha başka arkadaşlarımız otele yerleştik. O zaman da tabi Ravza-i Mutahhara tam böyle inşa edilmiş durumda değil. Kıble tarafının solu, kıble tarafının sağı çadırlar kurulmuş vaziyette. Yüksek onların altında cemaat namazını kılıyor. İşte kadınlar kadınların girdiği kapıdan Ravza-i Mutahhara 'ya giriyorlar, teravih namazlarını kılıyorlar, aynı kapıdan çıkıyorlar. Orada işte evladıyla, beyiyle neyse. Buluştuktan sonra kaldıkları yere geliyorlar. 
Biz de haliyle efendim annemi teravih namazına getirdik. Efendim kadınları girdiği kapıdan koydum. Tabi annem unutabilir diye tarif ediyorum ona. “Bak anne şurası şudur burası budur. Sakın kaybolduğun zaman şuraya bak.” Onun hemen karşısında da bir hastane vardır. Suudilerin hastanesi. Ne kadar tarif ettiysek annem yaşlı tabi hatırında kalmadı. Bir hatıram da hatırıma geldi. Rahmetli bir başka hacda bu da zannıma göre 1987 olacak. Hacda beraberiz. Dedim ki “Beytullah'tayız bu seferde. Efendim müezzinlik mahfelinin hemen yakınında bir direğinin dibine bıraktım annemi. Bab-ı Abdülaziz'den giriliyor, direk olarak orada bir direk rahatlıkla bulabileceğim bir direk. Dedim “anne sakın buradan bir yere kalkma” dedim. “Ben gelip seni burada bulacağım.” Geldim, Allah Allah! Annem bir yerde yok. Bütün Beytullah'ı dolaştım. Nerede bulursun? Aradan işte ben diyeyim 8 saat, sen de 10 saat geçti. Gece yarısı kadınların kralın binası, onun altında o zaman kadınlara ait bir tuvalet vardı. Ben de Beytullah'ın o tarafa bakan kapılarını bir tanesinin önünde oturdum. İşte garip garip annemi bekliyorum. Baktım Allah Allah, bir tane kadın çıktı tuvaletten. “Ulan bu annem.” “Odur, o değildir.” Yanında bir kadın daha. Bir de baktım bir erkek katıldı bunlara. Geliyorlar. “Ya bu annem, annemdir, değildir.” Yaklaştı baktım annem. Neyse birbirimize sarmaş dolaş falan. “Ya ben seni orada direğin dibine bıraktım” dedim. “Sana hiçbir yere ayrılma. Niye ayrıldın?” “Ben hiçbir yere ayrılmadım.” “E ne yaptım?” “Direklerin dibinde iki rekât namaz kıldım.” Dedim “ya Allah aşkına bu kadar direğin dibinde namaz kılınır mı?” 
Bu bir, ikincisi işte 88'de gönderdik onu. Dedim “sakın” dedim, “böyle başka bir şey yapma. Mutlaka buluşmamız lazım. Gece vakti kaybolursan hiç kimse de himaye edemez seni” dedim. “Tamam” dedi, annemi gönderdik. Biz de teravihi kıldık, Allah kabul etsin. Ara tara annem yok bir tarafta. La ilahe illallah. Hamit Abi bir taraftan arıyor, ben bir taraftan arıyorum. Bizim Tahsin diye bir abimiz var, o bir taraftan arıyor. Annem yok. Ravza'nın o kapısını belki elli defa gittik geldik oraya, o bölgeye. Yok annem. Dedik “herhalde rahmetli oldu.” Yaşlı biri, zaten kalp rahatsızlığı, sektesi geldi öldü. Allah rahmet eylesin. Ama öyle bir hüzünlendim ki, gittiğimiz günün ilk gecesi bu. İkinci, üçüncü gün filan olsa buna da bir taraftan üzülüyorum. Derken otele gittik. Çok üzgünüm. Bir Türk iş adamı arkadaş. O da hem iş için hem de umre için gelmiş. İsmini unuttum o arkadaşın. Ya öyle enteresan bir arkadaş ki Allah selametini versin. Dolu bir insan, maneviyat dolu. Ben tabi anlattım ona. Adam bana güldü geçti. “Ya” dedi “düşündüğün işe bak.” “Burada” dedi, “insan kaybolur mu? Zarar olur mu?” “Niye” dedim. “Peygamberin” dedi, “misafiri bu.” “Hz. Ebu Bekir'in misafiri, Ömer'in misafiri, Ali'nin misafiri, Hz. Fatıma'nın misafiri.” Şimdi dediğine aklen inanmak istiyorum ama gönlüm bir türlü kabul etmiyor. “Doğru” diyorsun “ama ne biliyoruz bunlar misafir etti onu.” Efendim neyse bizim aramamız hayli sürdü. Ben üç saat diyeyim, sen dört saat. Karakollara gittik, hastanelere gittik. Yok. Yani morgda annemi arıyoruz. Otele gittik. Biz tabi ben uyuyamadım. Sabah namazı erkenden Hamit Abiyi aldık doğru Mescid-i Nebevi’ye. 
Dedim “abi” dedim “sen yine aynı yere git de bak bakalım gerçi oradan girersen nöbetçiler sana müsaade etmez ama sen bilirsin işini” dedim “hiç kimseyi dinleme.” Ve gitti annemi buldu. Geldiler şimdi namazdan sonra. “Ya neredeydin sen?” Meğer ters kapıdan çıkmış. Aşağıdan çıkmış. Yani sol taraftan çıkacağı yerden, tam aşağıdan aksi istikametten çıktı. Orada bekledi. Gerçekten beklemiş bizi. Biz de orayı bilmiyoruz tabi. Oradan çıkacak diye, nereden bilelim? Efendim bir adamcağız gelmiş, yirmi riyal para vermiş buna. Demiş “Oğlum demiş ben para istemiyorum, oğlumu istiyorum oğlumu.” “Ya nene nerde bulayım senin oğlunu.” Filan adam Allah razı olsun aldı hanımıyla birlikte misafir ettiler onu. Sabahleyin getirdiler. İşte Hamit abi de onu teslim aldı. Böyle bir hatıramız oldu orada. 
Mescid-i Nebevi 'de çok enteresan olaylar oluyor. Bilhassa bu Ramazan mevsiminde. Her dilden insan var. Avrupa’sından, Amerika’sından, Afrika’sından; beyazı, siyahı, ortası her insan var. Ve inanır mısınız yabancı dil bilmenize gerek yok. Orada insanlar hal diliyle birbirinin ne demek istediğini çok rahat anlıyorlar. Bir defasında yine Rasulullah'ın hemen ravzasının yanında iftar sofrasına iştirak ettik. İftar sofrası da bir bez, naylon çekiyorlar ortaya. Onun üstüne hurmaydı, zemzemdi; iftar sofrası bu. Bazen meyve getiriyor herkes işte böyle koyuyor. Bir âma ile ben bir araya düştüm. Tam Resulullah’ın Ravzasının yanında. Ya kardeşim adam öyle bir insan ki. Allah Allah! Rasulullah'la konuşuyor adam böyle gözleriyle şıpır şıpır yaş. Öyle aşk ehli insan. Efendim diyebilirim ki çok defa Allah kabul etsin hac ve umre yaptım. O adamdan orada aldığım muhabbeti, feyzi efendim belki hiçbir zaman alamadım. Tabii unutulmayacak anlar bunlar. Allah tekrar nasip eylesin. 
İnşallah bu yılda niyetimiz var. Ramazan'ın en az bir “on gününü” diyoruz orada geçirelim. Böyle bir nasibimiz de olsun diyorum. Ve bizi takip eden kardeşlerimizi, saygılarımızı, hürmetlerimizi, muhabbetlerimizi arz ediyoruz efendim. 
 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir