info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Türkiye’nin Geçirdiği Sıkıntılar - Milli Birlik ve Beraberlik / 10 Mayıs 1999

    Neler Okuyacaksınız

80’li Yıllarda Tedbirler Alınmamış Olsaydı Ülke Bölünmeye Gidecekti

Efendim, evvela bu nazik dönemde mevzunun ehemmiyetine binaen böyle bir konuyu seçmeniz hakikaten evvela bizim için sonra da milletimiz için hayırlı olacağına şüphem yoktur. Cenâb-ı Hak nefsimize ve insanımıza bu sohbetimizi hayırlı eylesin. Bu dua ile başlıyorum. Şimdi müsaade ederseniz olaylara biraz temelden girmemiz lazım. Bizler 1987'de Birlik Kurultayı, basın kurultayı organize etmiştik. 
1980'li yıllar 1970'li yılların sonları kabul etsek de etmesek de ülkede ciddi bir bunalım buhran dönemi var idi. Herkesin gayesi ülkeye hizmet etmek olmasına rağmen gidiş yolları farklı olması münasebetiyle sanki bu farklılıklar ülkenin bölünmesini parçalanmasını gerektiriyor, imajını veriyordu. Öyle olmuştu ki 1980'den önce, fevkalade bir kamplaşmaya ülke gitmişti, insanımız bölünmüştü. Ben o günleri çok iyi hatırlıyorum. Bu dediğim günler, bilhassa 78-79-80 son 3 yıl, 3 yılın son 3 ayı fevkalade büyük buhranların, bunalımların, cinayetlerin işlendiği, o 80 yılının başından sonuna kadar bakarsak hep cinayettir. İşlendiği zaman dilimi olarak karşımıza çıkıyor. Belki de bu milletin tarihinde böyle geriye dönülüp bakıldığı zaman takdir edilemeyecek tek dönemdir, devirdir diyebiliriz. Yoksa Türk milletinin büyüklüğünü hiç kimse tartışamaz. Hele Müslüman olduktan sonra insanlık tarihinde yaptığı hizmetler, insan haklarına karşı verdiği, efendime söyleyeyim hizmetler, bütün dünyanın takdirini toplamıştır. 
Ama buna rağmen o dönem ne hikmetse çok ciddi tefrikanın at koşturduğu, baş şekli dönemler ve devirler olarak karşımıza çıkıyor. Her gün onlarca insan cinayetin kurbanı gidiyor. Bizim tanıdığımız çok samimi dostlarımız, arkadaşlarımız o günlerde nereden geleceği belli olmayan kurşunların hedefleri oldular. Hangi istikametten geldi diye tahmin edemediğiniz kurşunların kurbanı oldular, ahirete rihlet ettiler. Birçok kardeşimiz Cenab-ı Hakk'ın rahmetine kavuştu. Düşünebiliyor musunuz? Son üç yıl içerisinde yanlış hatırlamıyorsam beş bin küsür evladımız, efendime söyleyeyim şehit oldu, öldü. Allah gani gani rahmet eylesin, taksiratları varsa affetsin. Şimdi böyle bir dönemden geldik 80'li yıla. 80 Cumhuriyeti koruma kollama harekâtı, bazen ileri geri konuşuluyor, olsaydı olmasaydı, benim kanaatim o ki o günlerde tedbirler alınmamış olsaydı ülke gerçekten ciddi bir bölünmeye gidecekti. Ülkenin birliği beraberliği için yapılması gerekenler zamanında yapılması gerekir ki çok daha vahim hadiseler zuhur etmesin, vücuda gelmesin. İşte böyle bir dönemdi. 

1987’de Organize Ettiğimiz Programlar ile Birliğe Engel Durumları ve Birliğin Temel Unsurlarını Anlattık 

İnsanımızın 80'li yıldan sonra o dargınlıkların, kırgınlıkların kalkmasının gerektiği, barışın, bu zeminin hazırlanmasının gerektiği bir devirdi dönemdi. İşte biz bunu gördük ülkemizde, hep bakıyorsunuz bir sülalede, bir ailede, bırakan sülaleyi bir ailede, ana başka tarafa çekiyor, baba başka tarafa çekiyor, evlat bir başka tarafa çekiyor. Niçin bu hale geldik diye şahsen ben çok düşünür ve de üzülürdüm. Bunu bir birlik kurultayı bilhassa basında, bir milli basın kurultayı organize etmek suretiyle ifade etmeye çalıştık. O kurultayda efendim birlik isimli bir konferans hazırlamıştım. Tabii konferans biz de verdikten sonra gördük ki ülkenin çok ciddi ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte ve de mahiyetteydi. Kurultaya iştirak fevkalade oldu. Yani belki biz tahmin edemediğimiz nitelikte çok ciddi bir iştirakin olduğunu orada müşahede ettik. Yüzlerce ilim ve fikir adamı, akademisyenler, siyasiler, bürokrattan iştirak edenler, esnafımız, tüccarımız, sanayicimiz, öğrencilerimiz ki üç gün devam eden bu kurultay fevkalade bir ilgi görmüş idi o zaman. İşte biz de o günün ehemmiyetine binaen bu birlik konferansını vermiş, takip edenlerin de duasını almıştık. Hakikaten böyle bir konferansa, düşünceye bugün bu ülkenin ihtiyacı vardır diye umumi bir kanaat belirlenmişti bana. Bilhassa akademisyen niteliği olan arkadaşlarımız, vaktiniz varsa bunu ülkenin çeşitli bölgelerine taşıyalım. Orada bu konferansı verin dediler. O günlerde tabi böyle iletişim araçları olmuş olsa bile bugünkü gibi yaygın değildi. Yani özel sektörler yok idi. Tamamen devletin mahi elinde olan kanallar vardı. Dolayısıyla oraya kadar da sesinizi duyurmak hakikaten hayli zordu. Biz ne yaptık? Dedik ki bunu işte vilayet vilayet gezerek gerekirse büyük kazalarımızda vermek suretiyle birlik duygusunu düşüncesini bu ülkede uyandıralım. Allah lütfetti. Gece demeden gündüz demeden hemen hemen Türkiye'nin üçte iki vilayetine ulaştık o günün şartlarında. Bu konferansı verdik. Yani bunu vermediğimiz yerler pek azdır. Çok ciddi bir alaka çok ciddi bir ilgi. Bir sevgi bir muhabbet bir dostluk bir kardeşlik yani fikir olarak hem buna ihtiyaç vardı hal olarak da insanımız bu sohbetle bu konferansla birlikte bunu yaşadı yaşadı. Bunu diyebilirim.

Yurt İçi ve Yurt Dışında Verdiğimiz Konferanslarda Dargınlığı Olanlar Barışıyordu

Vallahi biz ülkeler olarak bunu İngiltere'de Almanya'da yabancı ülkeler olarak verdik. Bunu biz Kıbrıs'ta da zannıma göre yanlış hatırlamıyorsam dış ülkelerde verdik. Zaten İstanbul'da yanılmıyorsam iki defa bu konferansı biz vermiştik. İhtiyaç olması talep olması münasebetiyle Ankara'da keza iki defa verilmişti. Çünkü takip edemeyenler mutlaka verilmesini bir daha talep ederek verme durumunda kalmış idik. Karadeniz vilayetlerinin tamamında zannıma göre Sinop’a gidememiştik. Bunun dışında bütün vilayetlerde Artvin'den ta Amasya'sıydı, Samsun'du, Ordu, Giresun'du, Trabzon, Rize, Artvin, Gümüşhane bunların tamamında bu konferansı verdik. İşin enteresan tarafı bu konferans verildikten sonra fevkalade bir manevi hava oluşuyor. Tabiri caizse eskiden dargınlığı olanlar barışıyor, kardeş gibi oturup çayımızı, kahvemizi, çorbamızı içiyor. Orada sabahladığımız zamanlar oluyordu. Her gittiğimiz yerde sabahlıyorduk bu konferans münasebetiyle. Genelde hep geceleri verdiğimiz için yukarıda doğuda Erzurum'a kadar gitmiştik Erzurum’du, Erzincan’dı yani kısaca konferansın hemen hemen verilmeyen yerler azdı benim bildiğim kadarıyla. Marmara bölgesinde, Ege bölgesinde, İç Anadolu'da, her tarafta verdik bu konferansı. 
Şimdi efendim sizin karnınız açsa mutlaka yemeniz lazım. Suya ihtiyacınız varsa su içmeniz lazım. Bunu ararsınız değil mi? O gün insanımız böyle bir birliği arıyordu. Yani buna ülkenin ihtiyacı vardı. Akademisyenimizden hamalımıza kadar, çiftçimize kadar, çöpçümüze kadar böyle bir beraberliğin kaçınılmaz olduğunu hepimiz görüyorduk ve inanır mısınız o konferanslardan olacak ki ondan sonra hemen hemen bütün gruplar, hatta siyasi partiler, cemaatler birliği tez haline getirdiler. Yani mutlaka ülkede beraberlik, birlik olsun diye. Biz de Cenab-ı Hakk'a niyaz ettik, dua ettik, Rabbimiz duamızı kabul etmiş olacak ki bu bir tez olarak gündemimize geldi. Türkiye'nin gündemine düştü o zaman, fevkalade bir iştiyaklı arzuyla düştü. Yani niçin talep vardı? Gerçekler artık bunlar. Millet ayrılıktan bıkmıştı. Dedikodudan, fitneden, hasetten, kinden, nifaktan bıktık. İnsanımız adeta bir kurtuluş simidi arıyordu. Bunu gördü sarıldı. 

Türk Milleti Anadolu’da Fevkalade Temelleri Olan Bir Medeniyet Kurdu

Müsaadenizle ben burada bir düşüncem var. Türk milleti aslında çok büyük bir millet. 
Arif Nihat'ın çok güzel bir şiiri var; 
“Haberin yok gibidir taşıdığın değerden, 
Elde sensin, dilde sen, gönüldesin, baştasın, 
Fatih'in, İstanbul'u fethettiği yaştasın.”
Türkiye çok fevkalade bir coğrafya. Anadolu, Asya'yla Avrupa'yı birbirine bağlayan gerek coğrafyası gerekse jeopolitik durumu itibarıyla dünyanın ender rastlanan bir bölgesidir. Bu topraklar bir tarihi değil, birçok medeniyeti kucaklamış. Medeniyete beşik olmuş yer. Şimdi gelmiş en sonunda büyük Türk milleti bu topraklar üzerinde mekân bulmuş. Düşüncesine, inancına vatan bulmuş. Sultan Alparslan dedemiz 1071'de Malazgirt’ten Anadolu'ya giriyor malumunuz. Müsaadenizle bunu da birkaç cümleyle açayım. Bugün Azerbaycan, Azeriler bizim kardeşlerimiz, Türk Müslüman Türk kardeşlerimiz. Esasen Alparslan cennet mekân, hazırlığını orada yapıyor. Yani bugünkü Karabağ bölgesinde yanılmıyorsam. Hatta biraz düşünürsek nerelerde? Nahçıvan bölgesinde filan. Alparslan, 50.000 kişilik ordusunu orada kışlıyor. Yani kış mevsimini orada geçiriyor. Hatta bugün askerde kullanılan kışla tabiri, oradan kalma olduğunu da rivayet ettim, kışlamak. Ordu 50.000 insan, 50.000 insanın içinde 10.000 tane derviş. Ağzı dualı insan. Bunların vazifesi kılıç sallamanın yanında Cenab-ı Hakk'a niyaz edip küffara galip gelmekti. Onun için Sultan Alparslan onları ordusuna almış. Dikkat edilirse Cuma namazını edadan sonra hutbe irade ediliyor, savaş öyle başlıyor. Yani fütuhat çok enteresan. Anadolu'nun kapısının açılması. Ondan evvel burada çok büyük milletler var. Kadim devletler var, insanlar var. Şimdi o insanlar dikkat ederseniz bizim burası asıl vatanımızdır diye zaman zaman gelip bazı şeyleri izaha ispatla çalışmak istiyorlar. Her ne kadar bunlar yoktur, böyle şey olmaz diyorsak da yaptığımız araştırmalarda gün gibi açığa çıktığını da görüyoruz bu işlerin. Hatta bizim Ali Gedik Bey'in güzel bir ifadesi vardır. Yahu biz adamlara çanağını, çömleğini toprağın altından çıkartıp sanki “burası sizindir” demek istiyoruz. Ve nitekim bilhassa Ege bölgesinde harabelerden kalma birtakım eserleri kendi vatanlarına, kendi milletlerine yaşantılarına ait olarak delillendirmeye çalışıyorlar. Bunu aydınlarımızın tamamının bilmesi lazımdır kanaatindeyim. Hele ilim adamlarımızın tamamını bilmektedir ama dikkat edilirse hep bu istikamette çalışmalar yapılıyor. Halbuki Anadolu'da biz ondan sonra çok ciddi medeniyet kurduk. Fevkalade temelleri var bu medeniyetin. Bunu gündem etmemiz lazım gelirken, maalesef sanki burada biz yokmuşuz gibi onlara hak veren birtakım programlar eda durumunda kalıyoruz, icraat durumunda kalıyoruz. 

Türkler, Fethettiği Yerlerde İşgal Zihniyetiyle Değil, Koruma Zihniyetiyle Hareket Etmiştir

Şimdi anlatmak istediğim aslında bu değildi. Yani Anadolu farklı bir bölge, farklı bir yer. Artı bugü n Orta Doğu'da yaşayan milletleri de ayrı ayrı devletler var. Bunların tamamı Osmanlı'ya bağlıydı yani Türklere bağlıydı. Türklerin riyasetiyle beraber hayatlarını devam ettiriyorlardı. Türkler çok adil bir millettir. Dünyada iki tane adil millet sayılsa başta Türk milleti gelir. Yoktur ya ben sadece bir tane Türk vardır diyorum. Çok samimi konuşuyorum. Merhametli, iffetli, hayalı, namuslu. Bunu sadece kendi nefsine değil, tapasına artı efendime söyleyeyim zımmi dediğimiz korumakla mükellef oldu. Yani siz bir yere gidersiniz, orasını fethedersiniz. İşgal zihniyeti kesinlikle yoktur. O kızının, kadının namusu kendi namusuymuş gibi bunu Türk milleti korumuştur. Dünyada hiçbir millete nasip olmayan bir zarafeti, bir nezaketi ortaya koymuştur Türkler. 

Stuttgart'ta Türk Kapısı

Bak şimdi hatırıma geldi. Stuttgar t'ta bir arkadaşımızın evindeyiz. Bana bir hadise, bir olay nakletti. Kendisi bir inşaat şirketinde çalışıyor. Osmanlı İmparatorluk dönemlerinin o şaşalı dönemlerinde Avrupa'ya koruyucu asker gönderiyordu onların talebi üzerine. Şimdi orada eyaletler olduğu için, eyaletler arasında zaman zaman ihtilaflar çıkıyor, kavga oluyor, savaş oluyor. Almanya için konuşuyorum. Dolayısıyla Osmanlı'dan o zaman barış gücü dediğimiz, işte bugün barış gücü diyoruz, ona benzer bir kuvvet istedi. “Gel burada biz kavga ediyoruz, aramızı bul, bizim de hürriyetimizi teminat altına alın.” Stuttgart’ta. 
Osmanlı gidiyor, orada iki bölgenin arasına bir kapı yapıyor. Kapının adı “Türk Kapısı.” Osmanlıca yazılmış. Affedersiniz, Almanca yazılmış Türk kapısı. Şimdi kazı yapılıyor, bu kapı çıkıyor ortaya, Stuttgart'ta. Bizim Eyüp diye arkadaşımız o anlattı, bizzat kendi bölgesinde oluyor bu hadise. Gündüz buluyor arkadaşlar, işçiler gidip görüyoruz, sabahleyin gidiyoruz bir şey kalmamış. Adamlar yerle bile diyorlar. Yani “burada Türkler geldi, bizim korumamızı yaptı, bizim iffetimizi, namusumuzu, hürriyetimizi teminat altına aldı” denilmesin diye orasını yıkıp atıyor. Biz olsaydık belki de üç tane ordu korduk oraya, o duvarı kollamak için.  
Biz kendi değerlerimize sahip çıkmıyoruz. Osmanlı böyle bir millet, Türk milleti böyle bir millet. Şimdi bu millet üzerinde, evet hesaplar oldu birtakım şeyler tezahür etti ama adam güvenemiyor. “Ya” diyor “bu adam aslan” diyor. “Bir silkinir kendine gelirse şöyle bir pençe attı mı tamam.” O nedenle üzerimizde ciddi hesaplar var. Biri bir taraftan çekiyor, biri diğer taraftan çekiyor. Onun için Türk milletinin örfüne, adetine, geleneğine, maneviyatına bağlı her şeyimizde, devlet yapımızda bir iradenin görünmesi lazım. Güçlü bir iradenin tasarruf etmesi lazım. O takdirde ne olacak? Adam “surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes, artık deli rüzgâr ne yandan esersen es.” 
Daha bir şey yapamazlar ama bu olmadı işte. Ne oldu? Biz gaflete düştük, kendi kendimizi vurmaya başladık. Neden dolayı? O başkalarının hesabına alet olmadan dolayı. Birisi başkasının hesabına alet oluyor, biri de ayık. Oğlum yapma diyor, memleket elden gidecek sen hasta mısın? Esprisi bu olay mı? Anlatabildim mi? 
İşte bu sebeple ülke karışmıştı. Yani kan gövdeyi getirmişti diyebilirim. İnsanımızın o günlerde çok ciddi birlik mesajlarına, ondan sonraki günlerde beraberlik nasihatlerine, sohbetlerine, düşüncelerine, fikirlerine ihtiyaç vardı. İşte biz tam bu dönemde bunu gündem ettik, vücuda getirdik. Çok ciddi talebin olması buradan kaynaklanıyor. Söyledim ya girerken sohbete, karnınız açsa mutlaka bir şey yiyeceksiniz. İşte bu manevi açlık bizi dinlemeye, halkımızı efendime söyleyeyim bu tarafa yönlendirdi. Diyebilirim efendim. İstirham ederim.

Hayırlı Duyguların Akla Hâkim Olması Lazım

Biz akıl planında bu gerçekleri hep beraber gördük, görüyoruz. Ve ülkenin birliğine hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyoruz. Şimdi Cenab-ı Hak insanı öyle bir garip mahluk olarak halk etti ki daha doğrusu öyle iç içe duyguların mevcut olduğu bir mekân olarak insanı halk etti ki şimdi insan bir anda yapmayı isterken aynı zamanda da yıkmayı talep ediyor. Yani tuhaf bir insan, garip bir mahluk. İnsanın kendi iç tabiatında hayrı da ona emreden dünya var, daha doğrusu duygu var, düşünce var. Şerri de yani güzelliği de isteyen tarafı var, şer güçleri, şer işleri isteyen tarafı da var. İnsan bu iki ana duygunun tabiri caizse ne bileyim piyonu durumundadır. Aklınızı hangisinin kurbanı yaparsanız veya hangisinin emrine tabi kılarsanız aklınız o istikametli iş görür. O insanlığa zarar veren duyguların eline aklınızı geçirdiği zaman vücut karoseri o istikametli hareket ediyor. Hayır değil, o hayırlı duyguların emrine aklınız geçtiği zaman o zaman işte birlikte, beraberlikte, gayrette, samimiyette, çalışmada, memleketin kalkınmasında, insanlara yardımda fonksiyon icra ediyorsunuz. İşte o duyguların akla hâkim olması lazım. Bu da tabi çok ciddi bir tezkiye istiyor. Nefis tezkiyesi istiyor. O duyguların temizlenmesi lazım. 
Bunların hepsi insanda mevcut. Ha biz bunu maalesef yapmıyoruz. Tezkiye-i nefis dediğimiz olaydan mahrumuz. Her şey de kanunla olmaz ki. Yani kanun sende bir istidat var ama o istidatı anca ortaya çıkartır. Sen illa hep yanlış kötülük yapmak istesen ne yapacak sana polis, jandarma, kanun. Herkesin başına bir bekçi, bir polis, bir jandarma ve herkes için bir kural koyma mümkün değil ki. Mümkün olsa bile ne yazar? Şunu demek istiyorum, onun için biz iç tabiatımızı mutlaka teminat altına almalıyız. Asıl toplumda olan kavganın gürültünün temeli bizim iç tabiatımızda mevcut. O mevcudiyet yani yanlışlar dışarıya bu şekilde yansıyor. Aksi takdirde bu yabancı güçler taraf bulacak, propaganda yapacak, mümkün değil. O tarla, o zemin sende bende hazır, tohumunu gelip ekiyor, istediği neticeyi alıyor, istihsal ediyor ama kendi iç tabiatımız buna müsait olmazsa hiçbir şey yapacak hali yok. İfade edebildin mi? Onun için bizim milli marifimize çok ciddi vazifeler düşüyor. Çocuğu eğitmek, genci eğitmek, bunu yapamadık biz. Hasedini, kinini, buğzunu, millet sevgisini, millet aşkını, bayrağı, sancağı, vatana bağlılığı, bunu gerçekten veremedik kim ne derse desin. Vermiş olsaydık bu durumların olması mümkün olamayacaktı ama hocam diğer taraftan yani birbirine karşı olan grupların da haklı yönleri. Elbette insanların yani düşüncelerini ortaya koyarken haklı mantıklar olacak ama burada mühim olan, milletin tamamını ilgilendiren konularda, mevzularda insanın milletin yararına düşünmüş olmasıdır. Kendisini dahi ilgilendiren mevzularda kendi yararına olanı düşünmüş olmasıdır. Bunu biz düşünemedik. Düşünemediğimiz için bu neticeyi de daha doğrusu bu eğitimi de yapamadık. Gerek fert planında gerek aile planında gerek ülke marif, milliyetin planında bunu yapamadığımız için işte beklenilen neticeyi maalesef alamıyoruz.  

Allah’la Barışmak Toplumsal Huzurun Anahtarıdır

Sen şimdi fevkalade bir proje çizdin. Bakıyoruz projenin, aa dört dörtlük proje e projenin olması için kum lazım, çakıl lazım, çimento lazım, demir lazım, ne bileyim kereste lazım, şu lazım, bu lazım. Kapı lazım, pencere lazım, çerçeve lazım, şu lazım. E baba sende hiçbir şey yok elinde kerpiç, ne kadar proje çizersen çiz. Düşüncenin ehemmiyetine inanıyoruz. E mükemmeliyetini kavrıyoruz ama neticeyi neye istihsal edemiyoruz? Kendimizi o malzeme haline getiremedik o noksan sıfatlardan kurtulup, ahlaki zeminlerden kurtulup, ahlak-ı hamide sahibi olamadık. Onun için de iddia ettiğimiz dava mesele ne olursa olsun kendimiz başka, düşüncemiz başka oldu. 
Bu sebeple de çok yanlış anlamayın, kendi kendimize itimat edemedik. Kendine itimat edemeyen insana bir başkası itimat eder mi? Dikkat ederseniz şu anda hastalığımız bu. Ne ben sana ne sen bana, kimse kimseye güvenmiyor. Niye? Bozukluk içte kurt girmiş. Şimdi bunun ıslah olması lazım. Bu da mutlaka ibadetle, taâtla mümkündür. Son zamanlarda öyle bir kurt girdi içimize ki. İnsanımız evet Müslüman, kesinlikle bunda şüphemiz yok. Ama taat, ibadet rafa kalktı. İbadet diye bir şey kalmadı. Her şey sözde, lafta. Oturuyorsun, hayda. Palavra gemisi, istediğin kadar söz. Amele sıra geliyor, hiçbir şey yok. Yani bugün insanımızın kaybettiği nokta bu. Millet olarak bence Allah'a dönüp, kulluk vadisinde çok ileri gitmemiz lazım. Yani öyle lafta değil, hakikatte Allah'la barışmamız lazım. Allah'la sevdalanmamız lazım. Allah'ın ahlakını ahlak edinmemiz lazım. Bak o zaman nasıl birbirimizi sever, birbirimize dost oluruz. Milletin yanlışına, efendimize söyleyeyim, zararlı hallerine evet demeyiz hep. Güzeline, doğrusuna evet deriz. Bugün işte buna ihtiyaç var. Bunu yapmamız lazım. Olmadığı için kanaatim o ki bu neticeler alınamadı. 

Kurtuluş, Allah'ı Sevmek, O'ndan Korkmak Ve İbadetle Mümkündür

Bakın, geçimli olan insan, kendiyle geçimli olan insan ailesiyle geçimlidir. Annenizden babanızdan hatırlayın. Ben mesela bizim aileden iyi hatırlıyorum. Anneler biraz daha şeye yatkındır. Biraz daha değil, çok daha fazla taat ve ibadete yatkındır. Anne her zaman çocukla uyumludur. Baba diktatördür dik kafalıdır. Dikkat edin babalarımız biraz daha kopuktur. İbadet dünyasından. Şimdi, bak anne uyumlu neyle? Aile içinden, kocasıyla da uyumlu. Gelir koca bağırır çağırır, icabında tokat atar. O gene doğru olanı düşünür. Çocuğuna karşı, etrafına karşı, mahallede. Yani uyum hep oradan. Neden dolayı işte temeline indiğimiz zaman, onda ibadet, davranış biçiminin çok daha güçlü olduğunu görüyoruz da ondan. Şimdi millete bunu şamil edelim, netice aynıdır. Onun için kurtuluş, Allah'ı sevmekte, Allah'tan korkmakta, ona takarrür edecek amelleri, yani ibadetleri yapmaktadır. Orada yatıyor sır. Değil mi? 
Ben size bir hatıramdan bahsedeyim. Bir gün, çok da anlatırım bunu ama bilinmesi lazım. Bizim Akçaabat'ta efendim bir kâmil zat vardı Osman Efendi. Ak Camide namaz kıldık, dışarıya çıktık. Günlerden salı Akçaabat'ın pazarı. Böyle musalla taşı vardı o zamanlar caminin önünde. Onun yanında şöyle seyrediyor insanları. “Ey kurban olayım Rabbıma” dedi, “ne kadar güzel kullar yarattın.” Yani ne iyi insanlar yarattın. Yanında da muhitlerinden bir tanesi, “ya efendi” dedi, “sen bunları bilmezsin” dedi. “Bunlar” dedi, “hırsızlık yapar, yolsuzluk yapar, affedersin namussuzluk yapar. Bunlar” dedi, “böyle bakma bunlara bunlar sevilmez” dedi. Hiç unutmam, enteresan bir söz. Sarf etti orada. “İş” dedi, “ha bu kötüyü sevmektir. O iyiyi herkes sever.” 
Şimdi neden ama işte soruyu sorduk mu? “Yaratılmışı severim, yaratandan ötürü.” Bu sırrın sahibi olan insanlar işte. Bugün toplum bu insanların nazarına, terbiyesine, nefesine ihtiyacı var toplumun. Cenab-ı Hak fazla isterseniz bizi takip edenleri yormayalım. Bu birleştiren taşları, harçları bize nasip etsin de. Özlenilen günlerimizi Cenab-ı Hak lütfetsin. Birliğimize, beraberliğimize sebep kılsın diyorum. 
Bizi takip edenlere saygılar sunuyorum efendim. 
 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir