info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Türkiye Ekonomisi ve Milli Ekonomi Modeli / 30 Haziran 2003

    Neler Okuyacaksınız

Durağan Ekonomiyi Aşılabilmek İçin Ekonomide Sürekli Büyüme Sağlanmalıdır

Şimdi, iktisatçıların bu durağanlığı aşabilmesi için çeşitli formülleri devreye koyması tabii ki kaçınılmaz bir neticedir. Ama niçin bu formüllerden istenilen neticeler alınmıyor şeklinde olaya baktığımız zaman, görmemiz gereken çok ciddi bir mesele var. Dünya durağan ekonomiyi aşabilmesi için, ekonomiyi sürekli büyüyen bir kulvara taşımanız lazım. Yani ekonomik kurallar, onun sürekli büyümesini gerektiren kurallar olmalı ki bu kuralları yaşayan ekonomi de büyüme imkân ve fırsatını elde edebilisin. Bu ne ile olması lazım? Arz ve talebin aynı anda olması lazım. Yani siz malı arz edeceksiniz, buna müşteri hazır kendisini bekleyecek; o da bunu talep edecek. O zaman ne olmuş olacak? Toplumda iki sınıf birden ortaya çıkıyor. Bu, bir sınıf insan, tüketen insan; iki, diğer sınıf insan da üreten insan. Yani, arzı ortaya koyabilecek bir sınıfın olması lazım. İki; talebi ortaya koyabilecek bir sınıfın olması lazım. Biz bu sınıfları üreten ve de tüketen olarak da tarif edebiliriz.
 Şimdi, hem üretenin hem de tüketenin mutlak surette bir iradesi, bir de gücü olması lazım. Siz, hasta insana ne kadar gıda vermeye çalışırsanız çalışın; ama onun hastalıktan dolayı, yeme ihtiyacı olmadığından dolayı, daha doğrusu böyle bir iştiyakı, belki ihtiyacı vardır ama iştahı olmadığından dolayı onu yedirmeniz mümkün değil. 
Şimdi toplum tabiri caizse bir insan mesamesinde, bir insan anatomisi gibidir. O bakımdan onu yemeye hazır vaziyete getireceksiniz. Öyle bir kesim var ki… Evet, tüketme kabiliyeti var ama gücü yok, kudreti yok. O halde yapılacak olan iş; bu tüketme kabiliyeti, gücü olan sınıfa tüketme gücünü, kabiliyetini kazandırmaktır. Bu da ne ile olur? Onu para ile tahrik edici unsur haline getireceksiniz; yani onun emeğini devreye koyacaksınız, üretimini devreye koyacaksınız. Emeğin ve üretimin talip olabilmesi için, talep edebilmesi için hem işinin hem de üretiminin… Yani bizde şöyle garip bir anlayış var; tüketici sınıf üretmeyecek, tüketici sınıf emeğini devreye koymayacak. Böyle anlayış var. Bu, yanlış. Tüketici sınıf da üretecek, tüketici sınıf da emeğini devreye koyacak. Yani, bunların her ikisi bir arada olacak. Ama birisi otomobil üretirken; birisi bağında, bahçesinde marulunu, lahanasını, ıspanağını üretecek. Bilmem anlatabiliyor muyum? Yani herkes kendi bulunduğu kulvarda; tüketici dediğimiz sınıf, efendime söyleyeyim aktivite içerisinde olup aktif vaziyette ekonomide bir unsur olması lazım. O bakımdan onun da tüketici gücünü arttırmamız gerekiyor. 
O tüketici güç ne ile oluyor? Onun emeğini devreye koymasıyla oluyor, üretimini devreye koymasıyla oluyor. Ama emeğin ve üretimin devreye girmesi, mutlak surette belli bir kapitalin onun elinde olmasına bağlı.  Siz bu kapitali onun eline vermezseniz; bu üretim de devreye girmez, bu emek de devreye girmez. Hiçbir şey devreye girmez.  

Arz ve Talep Dengesini Sağlamak Ekonomide Devamlı Büyümeyi Sağlar

Şimdi o halde verilecek olan şey; talebin olabilmesi için, ona bu gücü vermemizdir. Yani onu devlet, mutlak surette desteklemesi ve de tahrik edici, daha doğrusu arzı tahrik edici bir unsur haline getirmesi lazım. Onun için bak biz ne diyoruz? Öyle bir sınıf var ki toplumda, bunlardan devlet vergi almaması lazım ve Türk toplumunda bugün bu sınıf %80’in üzerinde. Devlet bunlardan efendime söyleyeyim topladığı verginin %15 veya 20'sini, neyse topluyor. Bunun, verginin tamamı 50 katrilyonsa 10 kat trilyonunu bu sınıftan topluyor. 10 katrilyon topladığımız bu sınıftan vergi toplamadan, devlet desteği ile onu biz destekleyeceğiz; yani, vergi desteği ile onu destekleyeceğiz.
Bu da yetmiyor, onun işte küçük çaptaki üretimini faizsiz kredilerle beraber, sıfır faizli kredi ile beraber tahrik edeceğiz. O zaman bu sınıfın elinde çok ciddi imkanlar olacak; yani, tüketme kabiliyeti artacak. Tüketme kabiliyeti artan insan elbette ki arzı da kışkırtacak. Arzın kışkırtılması için, onu birinin tahrik etmesi lazım; yani arz edilen malın tükenmesi lazım. Kim bunu tüketecekti? O sınıf, işte o sınıf; cebinde parası olacak olan bu sınıf bunu tüketeceği için, arz devreye girecek. Peki arz devreye girdiği zaman belki tüketen insanların ihtiyacına cevap veremeyecek bir niteliğe kavuşmuş olabilir. İşte biz de aynen bunu… Onu, vergi ile ondan, devletten; devlete verilmesi gereken verimi bu sınıftan alıyoruz. Ama bu sınıfa aynı zamanda arzını tam yapabilmesi için sıfır faizli krediler veriyoruz.  Sıfır faizli krediler de bunun arzına imkân tanıyor. Yani o da, para darlığına düşmüyor. Bu şekilde hem arz hem talep dengeli bir surette yürüdüğü için, tüketimle üretim dengeli surette yürüdüğü için, devam ettiği için ekonomide devamlı bir genişleme, devamlı bir büyüme söz konusu.
Ha şimdi bakıyoruz dünyanın şartlarına. Dünyanın şartlarında tüketim kısıtlanmış, yani dünya artık talep edemiyor, arz edilen mamule iştahı yok, çok pahalıya mal oluyor ona, bunu alamıyor, arz eden de ucuza mal edemiyor, o da bunu ucuza veremiyor. Dolayısıyla bir tıkanıklık var, arz ve talep dengesizliği var, dolayısıyla tüketim-üretim dengesizliği var. Bu tüketim-üretim dengesizliği de çok ciddi bir durgunluğa, durağanlığa sebep veriyor. Bunu aşmamız için ne diyoruz biz? Bunu aşmamız için yapacağımız iş; mutlak surette o tüketici sınıfa devletin vergi desteğini tam olarak temin etmemiz, yani ondan vergi almamamız. İki; faizsiz kredilerle beraber onu desteklememiz. İştah geliyor; bu sefer hasta olan insan yatağına oturuyor, yemeğini yemeye başlıyor. Derken iş, sistem dönmeye başlıyor. Böyle olunca da bir müddet sonra bakıyorsunuz ki hasta yürüme yerine koşma dönemine, devrine girdi. İşte bunu ekonomiye kazandırmak lazım. Bizim sistemimizde hem üreten hem tüketen, ikisi birden aktif halde olursa, olması lazım geliyor, şartımız bu, olduğu takdirde durağanlık dönemi sona erecek, ekonomide sürekli büyüme dönemi başlayacak, diyorum.  Başka çıkış yolu da kesinlikle yoktur.

Fakir Sınıftan Kesinlikle Vergi Almamamız Lazım

Ben müsaadenizle bir hususu daha beyan edeyim. Şimdi bakın, topluml arda kesinlikle ilahi bir düzenleme vardır. Yani, siz bundan kaçamazsınız. Bazıları diyor ki “Niçin siz bu kesimden vergi almıyorsunuz, almak istemiyorsunuz?”. İlahi düzenleme dediğimiz o sistemde, o yolda, o mantalitede… Şimdi öyle insanlar var ki hakikaten fakir, zelil halde. Bir de sen bunun sırtına vergi ile beraber vuruyorsun. Vergi ile vurduğun zaman canı iyice çıkıyor bunun, alım gücü tamamen sıfırlanıyor. Sıfırı bırak, sıfırın altına, eksinin altına düşüyor. İşte buna kulak vererek, bu sınıftan kesinlikle bizim vergi almamamız lazım. Yani bu verecek durumda değil; bu, alacak durumda. İşte bu alacak durumda olan insanı, devletin alması gerektiği vergiyi almadan biz, onun sırtında bırakıyoruz.
İki; kredi, sıfır faizle kredi vermek suretiyle bunu destekliyoruz. Dolayısıyla bu insanı, ekonomiyi tahrik eder güce kavuşturuyoruz, tüketen bir güce kavuşturuyoruz. Onun için üretimin devamlı olması için, arzın devamlı olması için bunun diri olması lazım. Bunu siz öldürdüğünüz zaman, arzın da kıymeti kalmaz. Dünyanın en kıymetli mamulünü imal et, altın dolusu önüne koy ama alacak gücü yok. Nasıl alsın onu ki? Önüne seriyorsun; bakıyor, bakıyor... Geçenlerde bir sohbetimde söyledim, karnı aç olan bir insanın lokantaya gitmesi gibi. Gidiyor, cepte para yok. Çok aç ama parası yok ki bir tabak yemek yesin. Aynen bunun haline bugün insanlık düştü. İhtiyaç var ama güç yok; yani, para yok cepte. O bakımdan tüketim olmuyor; tüketim olmayınca, arz da dengesini bulamıyor. İkisinin dengesini bozduğu yerde, durağan ekonomik dönem başladı demektir. Bu, ekonominin iflasıdır. O bakımdan hem tüketimi hem üretimi devreye koymak ekonomistlerin, siyasilerin vazifeleridir.

Bizim İktidar Dönemimizde Zengin Olmak Kaçınılmaz Olacak

Ekonomilerde sürekli büyümeler mümkündür. Çünkü, insanoğlunun ihtiyaçlarının sonu yoktur. Mesela bir kravatınız var, “Ben kravat ihtiyacımı gördüm” diyebiliyor musunuz? Gidiyorsunuz mağazalara, rengarenk kravatları görüyorsun ‘o olmadı bu olsun, bu olmadı bu olsun’; 3-4 tane kravatı birden alarak işin içine giriyorsun. Bir gömleğiniz var, “Daha benim gömleğe ihtiyacım yok” diyebiliyor musunuz? Yani bu tüketim, insanoğlundaki bu arzu, bu istek sonu gelmediğine göre tüketimin de sonu gelmez. O tüketimin sonu gelmediğine göre, o halde buna cevap verecek arz kesiminin üretmesi lazım. Yani, arz eden kesimin bu mamulü üretmesi lazım. Bunu üretirse, devamlı surette bu büyüme olacak mı? Sürekli olur. O halde tüketene, tüketecek gücü vermek, tüketim kabiliyetini bahşetmek; üretene de üretim kabiliyeti bahşetmek devlet iradesinin, siyasi iradenin elindedir. Bu dengeyi kurduğu zaman, ekonomi sürekli olarak büyür. Hiç kimsede bunu durduramaz. 
O bakımdan bizim iktidarımız döneminde, tekrar ediyorum zengin olmak kaçınılmaz olacak. Yani adamın zengin olması onun boynunun borcu olacak. Ne yaparsa yapsın mutlaka büyümek mecburiyetinde kalacak, zengin olmak. Fakirliğe veda, diyeceğiz inşallah.

Dünyada Parayı Tutan Belli Eller Var: Paranın Tekelleşmesi

Şimdi olayda şöyle bir şey var, dünyada parayı tutan belli eller var; yani, paranın tekelleşmesi. Para tekelleştiği zaman, bu tekelleşmeyi ne ile kırıyor? Devletlerin para basma gibi bir kabiliyeti, bir yetkisi var. Siz bu parayı bastığınız zaman, tekelleşen para bu sefer fonksiyonunu kaybediyor. Yani kim parayı tekelleştirmiş ise o, bu gücü farklı farklı kulvarlara, farklı farklı efendime söyleyeyim güçlere teslim etmiş oluyor.  Yani parayı dağıtan, parayı veren, satan diyelim bir tane el varken, iki tane el varken sen buna bütün devletleri devreye koyuyorsun ve bu devletler, bu kabiliyetini devreye koyduğu için de bu parayı satan insanların parasına ihtiyacın olmuyor. İşin özü bu.
Şimdi dolayısıyla zararı kim görmüş oluyor? Parayı tekelleştiren eller zarar görmüş oluyor. Niye? Daha parasını satamıyor. O bakımdan onlar, devletlerin kesinlikle emisyon kabiliyetini devreye koymasını istemiyorlar ve siz şayet diyor emisyonu devreye koyarsanız, bunun karşılığında enflasyon kaçınılmaz olur. Anlatabildim mi? Yani şayet enflasyon, şey emisyonu siz yaparsanız, parayı basarsanız Türkçe ifadesi ile parayı basarsanız bunun karşılığında enflasyon kaçınılmaz olur, diyor ve biz de bunu bir ilmi hakikatmiş gibi kabul ediyoruz; parayı basmıyoruz. Ama aynı ellerden biz, bilmem şu kadar faizle para tahsil ediyoruz.

Faiz, Mutlak Surette Bir Yüktür

Şimdi, aldığımız paraların faizi kadar biz para basmış olsak bu dertten, bu çileden çıkıyoruz; hiç kimseye borçlanmadan. Bilmem anlatabiliyor muyum? Yani adamın parasını, doğurgan parasını alıyorsun, bunu doğurtuyorsun, o doğurduğu yavruyu ona veriyorsun; bu, milletlere yük getirmiyor. Ama sen kendin devlet olarak parayı basma kabiliyetini devreye koyarsan, enflasyonu genişletmiş oluyorsun.  Hiç unutmayalım; bir defa faiz, mutlak surette bir yüktür. Ne yüküdür? Milletlerin efendime söyleyeyim emeğine, üretimine bir yüktür; artı bir yüktür.  Siz 100 lira borç alıyorsunuz, 100 lira da bunun faizine veriyorsunuz. Bu 100 liralık faiz; emek için, üretim için artı bir yüktür. Bunu vatandaş çekemez. Vatandaş çekemiyor, toplumlar çekemiyor; o da çekemez. Devletler, o da çekemiyor. Onun için bu faiz yükü altında bütün dünya devletleri inim inim inliyor.  O halde devletlerin yapacağı iş nedir? 
Sonra ortada şöyle bir realite var, şöyle bir gerçek var; bir insanı ele alalım. Sizin efendime söyleyeyim belli bir tarım araziniz var. Tarım arazisine gidiyorsunuz, 100 dönümlük bir arazide kabul edelim ki 5 milyarlık bir tohum ekiyorsunuz. 5 milyarlık tohum ektiğiniz 100 dönüm araziden sene sonunda sizin topladığınız mal miktarı 15 milyar.  Dikkat edin, 5 milyarlık tohum atıyorsunuz, 15 milyarlık ürün alıyorsunuz. 5 milyarlık tohumu alırken harcadığınız para 5 milyardır. İki; bir de bunun 2 milyar veya 3 milyar ekimine, toplanmasına, şuna, buna elden para, milyar çıkan bu paranın yerine siz bağınızdan, bahçenizden 15 milyar ürün alıyorsunuz. Artı, 7,5 -8 milyar elinizde bir ürün var; 7 milyarının karşılığında para verdiniz, 8 milyarının karşılığında ürününüz var. Bu ürününüzün karşılığında piyasada para var mı? Para yok. Bu paranın devreye girebilmesi için mutlak surette devletin, o senin ürettiğin üretimin karşılığında para kesmesi lazım. 
Şimdi bunu devlete teşmil edelim. Her devletin bir yıl evvelkinden daha fazla bir milli geliri var mı? Var. Peki bu milli gelir, bu fazlayı siz ne ile beraber telafi ediyorsunuz? Devletler bu aradaki fazlalığı ne ile beraber kontrol altına alır? Emisyon ile beraber. Ne kadar? %40 büyüme var, %40 parasını keser; %30 karı var, %30 parasını keser. %70'i bunun paralı elde edildi, para karşılığıdır; %30’u parasızdır. Yani tarladaki üründür, elimize geldi şimdi onun karşılığında. Devletlerin para kesmesi, ekonomide kaçınılmaz bir kuraldır. Şayet bunu siz kesmezseniz 1 yıl, 2 yıl, 3 yıl; ürün çoğalıyor, para aynı miktarda sayıyor. 
 O zaman 1 dolar diyelim, doları baz olarak alırsak; 1 doların karşılığında bir zamanlar bir tane gömleğimiz vardı. 2. sene bir gömlek daha oldu. 3. sene bir gömlek daha. 5. sene gömlek adeti çoğaldı. Gömlek adetleri çoğalınca, 1 doların karşısında ne olmuş oldu? 5 tane gömlek olması gerekti.  Halbuki emek o derece, 1 dolar ile devreye girmiyor. Yani, üretimle tüketim arasında korkunç bir dengesizlik oluyor. Deflasyon dediğimiz olay budur. Tüccarın elindeki, esnafın elindeki mamul bu sefer eksi fiyatına satılmak mecburiyetinde kalıyor, işsizlik dönemi başlıyor; yani, alım gücü yok. Alım gücünün olması için… Evet, belki borcun yok ama alım gücün de yok. Alım gücünün olması için; arz edilen mamulü alacak cebindeki paranın olması lazım. Buna karşılık emisyon genişlemediği için ki Japonya'da, Uzak Doğu ülkelerinde bugün bu kader yaşanıyor ve deflasyon kaçınılmaz oluyor.

Paranın Belli Ellerde Değil Bütün Ellerde Dolaşması Sağlanmalıdır

Şimdi Almanya'da, olmaması mümkün değil. Bakan, doğru söylemiş. Şimdi kendi parası, özel parası markı bastığı zaman emisyonu istediği açıda, istediği kadar genişletebiliyor. Ama euroyu istediği kadar, istediği gibi kullanamıyor ve genişletemiyor. Bu sefer para darlığına düştü Almanya. Yani, ortak pazar diyelim buna, Avrupa Birliği ülkelerinin tamamı para darlığına düşüyor. Bir; elindeki parayı dağıtıyor, kural gereği. İki; ihtiyaç olan parayı basamıyor. Böylece durağan döneme girmek mecburiyetinde kalıyor.  Bana göre sadece daralmayacak. Belki de Avrupa'nın çöküşü… Bu emisyonu şayet tespit edip genişletme miktarı kadar genişletme esprisini yakalayamazlarsa Avrupa'nın sonu da olabilir bu, birliğin de sonu olabilir.  Yani emisyon aslında bir noktada rahmettir, vücutta dolanan kana benzer bu. Biz, o bakımdan paranın belli ellerde değil bütün ellerde dolaşmasına ve bu dolaşacak paranın da bizim insanımızın kabiliyetini devreye koyabilecek miktarda olmasına azami derecede değer vermemizin sebeplerinden bir tanesi de budur. Yani herkes tüketime hazır bir pozisyonda olabilsin, diyoruz.

Bizim Türk Lirasını Değerlendirmemiz Lazım

Şimdi bizim Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak euroya geçişimizden ne üretim kabiliyetimiz artıyor ne de emek kabiliyetimiz artıyor. Yani, siz euroya değil dolara, hangisine geçerseniz geçin zaten bugün piyasada doların, euronun girmediği cep kalmadı. Herkesin elinde ve cebinde euro var, dolar var. Mesele bu değil. Yani mesele euroya geçiş değil, mesele dolara geçiş değil. Mesele, elinizdeki parayı emeğe ve üretime karşılık tutmanızdır. Artı, siz emek ve üretimi devreye koyduğunuz euro mukabili kârın karşılığında hiçbir zaman istediğiniz zaman, istediğiniz miktarda devlet olarak euroyu elinizde bulamayacaksınız. Arttıramazsınız, bu mümkün değil. Bu kabiliyetiniz tamamen elinizden alınıyor. Ama bunu kendi milli paranızla çok rahatlıkla yapabilirsiniz, ekonomiyi dengeli bir vaziyete sokabilirsiniz. Burada yapılmak istenen benim kanaatim, birleşik kaplar gibi o kabiliyetten istifade edip iş imkanlarını Türkiye’ye taşımak gibi bir niyet olabilir. Ama bu tek başına bir yeterli sebep değildir. Yani siz Türk lirası ile değil de euro veyahut da dolarla iş yaptığınız zaman, sermayeniz artmıyor ki burada siyasilerin yanıldıkları nokta bu.  Yani sermayeniz artma gibi bir kabiliyete sahip olsaydı, doğruydu. Tamam, ben 100 milyarlık Türk lirası karşılığı 100 milyar euro alacağım; böyle bir hesap olsa, tamam. Bizim… Yani, rakamlar konuşsa, tamam derdik. Öyle bir şey yok. Ama seni yine bir Türk lirası 1.500, 1.600 lira veyahut 2.000 lira neyse, ölçün hiçbir zaman batının haklarını sana transferi gerektirmiyor. Batının hakkının sana transferini gerektirmiyor. 
Kısaca, bu ölçü ile biz hiçbir şey yapamayız. Bilakis daha fazla elimizi, kolumuzu bağlamış oluruz. Yani bence euroya veyahut da farklı bir paraya geçmek yerine, Türk lirasını değerlendirmek. Nasıl değerlendirmek? Şu anda olduğu gibi spekülatif oyunlarla beraber değil. Ya? Gerçekten Türk lirasını değerlendirmemiz lazım. Gerçekten Türk lirasını değerlendirebilmek için, Türk lirası ile birlikte Türk milletinin emeğini ve üretimini devreye koymanız lazım. Bu emek ve üretimi civar ülkelerde, memleketlerde, devletlerde bu mamulü pazarlamanız lazım. Bu mamulü pazarladığınız zaman, onlara çok ciddi rakibi olmayan mamuller ile birlikte kendi paranızı kabul ettirmeniz lazım. Yani kendi paranızın o ülkelerde… Bir ara mesela Irak'ta, Türk lirası geçerli bir akçeydi; Suriye'de geçerli bir akçe idi. Yani civar ülkelerde bu, geçerli akçeydi. Şimdi bunu daha da güçlendirerek… Mesela bunun içerisine siz Azerbaycan'ı katabilirsiniz, Türk Cumhuriyetlerini katabilirsiniz, Ortadoğu’yu katabilirsiniz. Yani onlara gerek üretim yoluyla gerek gıda mamulleri yolu ile gerek tekstil yoluyla kendi paranızı empoze edebilirsiniz. Yani paranız dünyada piyasa gördüğü zaman, otomatikman mamulleriniz de pazar buldu demektir. Bunu Türkiye'nin yapması lazım. Yani şimdi İslam dünyasında ortak bir paraya geçildiğini kabul edelim. İslam dünyası şu anda tamamen yaptığı işi dövizle yapıyor, yani dolarla yapıyor. Hangi ülkeye giderseniz gidin; sanki milli parası yok, orada döviz hakimiyeti var. Bu ise paranın belli ellerde bloke edilmesine mani olacak bir eylem tarzı değil. Yani buna mani olamıyorsunuz. Aslında o ülkelerde parayı istiklaline Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kavuşturması… Bu şekil bir para tarzına bizim gelmemiz lazım. Bu şekil para tarzıyla piyasalara bizim hakim olmamız lazım.  O takdirde bizim kendi iç piyasamızda rahatlığımız mümkün olabilsin ve de istediğimiz manada ithalatımızı, ihracatımızı yapma imkan ve fırsatını, kabiliyetini elde edebilelim, diyoruz efendim.

Türkiye'de Yabancı Sermayenin Türk Ekonomisine Katkısı Kesinlikle Olmuyor

Şimdi, Türkiye'de yabancı sermayenin Türk ekonomisine katkısı kesinlikle olmuyor. Yani, sermaye piyasasına oyuncuların sabahleyin girip akşamleyin çıkması, bu ekonominin güçlenmesi manasına gelmiyor. Bir günde milyar dolarları senin kendi iç piyasandaki sermaye piyasasından kağıt yoluyla vuruyor adam, akşamüstü çıkıp gidiyor. Bu aslında Türk ekonomisinin bir anda çökmesi demek olan bir eylemle de karşı karşıya gelmesine vesile olabilir. Bu sebeple, kazanılmış olan paraların bir anda yurt dışına çıkması, aynı zamanda devletin vergi gelirlerinden de mahrum olması manasına gelir. Halbuki o kadar milyar dolardan, Türkiye'nin şu kadar vergi alması gerekiyordu. Bir defa bundan mahrum oluyorsunuz, böyle bir kabiliyet elinizde olmuyor.
İkincisi, yani yatırım yapmak kastıyla Türkiye’ye yabancı sermaye girmiş olsa, tamam. Yani herhangi bir yerden geliyor yabancı sermaye milyar dolarlar harcıyor, fabrikalarını kuruyor ve bu fabrikalarda üretim yapıyor. Bu üretim vasıtasıyla da bizim işçimiz vs. buradan geçimini temin ediyor. Ha böyle bir üretime can kurban, buna kimse karşı değildir; ne biz karşı olabiliriz ne de bir başkası karşı olabilir. Dikkat ederseniz yabancı ülkeler… Mesela Arjantin'de karşı çıkılan olay; yabancı sermayenin gelip kalıcı bir yatırım yapılmasına karşı çıkılmış değildir. Ya? Yani sermaye piyasasına sabahleyin girip akşamleyin çıkılan paraya, sermaye akışına karşıdır. Adam giriyor piyasadan kağıtları topluyor; parasını, karını %50 - %60 bazen aldıkları zaman oluyor. Hayda, soyup seni gidiyor. Yani, kumara karşı çıkıyor; bugün, Arjantin'in karşı çıktığı bu. Yabancı sermayenin akışı, piyasalara girişi… Bu, bu değil ki. Bu, piyasaya girmiyor. Kumar masasına oturuyor, orada güzel oyunun kurallarını bildiği için de seni, beni kandırıyor, cebimizde ne var ne yok topluyor; akşamüstü çıkıp gidiyor. Olacak olan bu hukuka, bu kanuna göre de budur. Yani piyasaya girilecek, efendime söyleyeyim bizim yerli oyuncularımızı soyacaklar. Sonra, bu kazançtan da pek hayır gelmez. Alın teri yok bunda. Bilmem anlatabiliyor muyum? 
Dolayısıyla ben şahsen böyle bir sermaye girdisine, para girdisine, sermaye girdisi demiyorum; bu bir oyundur. Bunu oyun olarak vasfedersek, bizi takip edenlere çok daha iyi olurlar. Ben oyunun her türlüsüne karşıyım, diyebilirim efendim.  
Kesinlikle doğrudan yatırım olarak gelmiyor. Doğrudan yatırım olarak geldiği zaman niye karşı olayım ben ki? Senin çocuğun, benim oğlum çalışacak. Anlatabildim mi? Üretim yapılacak. Böyle bir şey yok. Benim mamullerimde böyle bir şey yok ki. Biz, buna karşıyız. Arjantin'in de karşı olduğu budur. 

Şu Andaki Ekonomik Şartlar İçin En Geçerli Olan Sabit Kurdur

Şimdi ben şu anda dalgalı kura kesinlikle karşı çıkıyorum. Neden karşı çıkıyorum? Bakınız dolar 1.700 liradan 1.400 liraya düştü; 1.430 lira zannıma göre şu anda dolar. Bakınız 1.430 liraya düşen dolar, Türk piyasasına girdiğiniz zaman bu tip şeylerde, inişlerde-çıkışlarda satıcı, tüccar; kedi, fareyi kollar gibi doların inişini, çıkışını kollayacak. Yani ben şu anda ihracata mı ağırlık vereyim veyahut da ithalata mı ağırlık vereyim? Şimdi dolar düştüğü zaman otomatikman Türk piyasasında iş adamının yapacağı iş, ithalata ağırlık vermesidir,  döviz düştüğü zaman diyelim. Niye? Çünkü kendisine göre dövizi ucuz parayla alıyor, yani az bir para ile alıyor; yurt içerisinde ucuz paraya aldığı mamulü pazarlama imkanı buluyor. 
Şimdi iki; eğer ihracata yönelik bir yol takip ederse, o zaman esnaf aradan çıkma durumunda kalıyor. Neden? Şimdi dün dolar 1.700 liraydı, döviz, euro 1.800 lira neyse idi; bugün faraza 1.600 liraya, 1.400 küsur liraya düşüyor. Şimdi ihracat yaptığında aldığı para mukabili yapacağı üretimi Türk lirasıyla yapıyor. Mesela bu adam tekstil mamulleri üreten bir iş adamımızdır. Ürettiği mamul yine aynı paraya üretiliyor. Faraza… Maliye ti değişmiyor. Neden değişmiyor? Enerji gideri bu insanın sabit, aynı gider var. İki; hammadde giderleri sabit, aynı gider var. Üç; kredi faizleri sabit, aynı gider var. İşçi giderleri sabit, aynı giderler var. Yani bunu Türk lirası verdiği için, kabul edelim ki 3 ay evvel bir gömlek 90 milyona mal ediliyordu, 3 ay sonra da 90 milyona mal ediliyor.  Kaldı ki enflasyon olduğu için biraz daha….  Olab ilir. Biz bu ihtimali koymadan konuşuyoruz. Şimdi halbuki bu insan aldığı, ihracattan aldığı 100.000 dolar, gene 100.000 dolar. O günkü parayla, 3 ay evvelki parayla bu Türk lirası olarak 170 milyar ederken; bugünkü parayla 145 milyar ediyor.  Bu aradaki fark, tüccarın zararıdır. 
Şimdi bu böyle olacağına, yani az evvel söylediğim gibi kedi-fare gibi iş adamımız kollayacağına; kendini hiçbir zaman böyle bir zorunluluk içerisinde kabul etmeyip üretimini ve de pazarlamasını yapsa daha iyi olmaz mı? Yani her an karı standart olsa; artı, zarar ihtimali olmayacak bir seviyede işi takip etse olmaz mı? Çok  daha mükemmel olur. O bakımdan sabit kur, onun için çok verimlidir. Ne efendim şu ihracatı yapıp da ben işte şu rizikoya katlanayım diyecek ne de şu ithalatı yapıp da böyle bir yağmalama kar mantığını kafasına koyacak ve bu insan eğer ne nispette ithalat yapması ne nispette ihracat yapması gerekiyorsa, standart olarak bunu yapacak ve karı da devamlı surette aynı olacak ve mutmain olacak bundan. Devamlı bir korku içerisinde yaşamayacak. Bakın biz geçen söylemiştik programımızda, ben konuşuyorum arkadaşlar diyor ki “İhracat yapan insanların çoğu şu anda durdu”. Niye durdu, yani ihracat yapamıyor? Bu farktan dolayı durdu. Az bir fark yok arada. Efendim zaten insanın kazandığı, tüccarın kazandığı; o aradaki farktır. Bu fark ortadan gidince, o tüccar bir noktada iflas etmeye mecbur hale getiriliyor, zorunlu hale sokuluyor. İşte bütün bunların ortadan kalkabilmesi için, bugünün şartları için konuşuyoruz. Kurun sabit olması lazım. Ama Türk ekonomisi, üreticisi çok güçlenir, öyle bir noktaya gelir ki bu sefer biz bunu talep ederiz; o ayrı konu. Bugünkü şartlar için konuşulması gereken konu bu değildir. Sabit kur, şu andaki ekonomik şartlar için en geçerli olandır. Türkiye'nin acilen buna dönmesi lazımdır.

Kapitalist Sistem de Komünist Sistem de İnsanı Köleleştiriyor

Şimdi, kapitalist ekonomiye göre kaçınılmazdır; komünist ekonomide de kaçınılmazdır. Şimdi onlar, gelir dağılımı... Mesela komünizm neden ortaya çıktı? Gelir dağılımının dengesizliğinden ortaya çıktı. Gelir tam olarak dağılmadığı, herkes fırsat eşitliğini yakalayamadığı için, bu sefer sınıf farkları toplumda meydana geldi dediler ve komünizme isyan, affedersiniz kapitalizme isyan ettiler. Komünist bir devlet rejimini dava ettiler, “Bunu kuracağız” dediler. Şimdi komünizm kuruldu. Baktık ki komünizmde de korkunç bir sınıf farkı var; idare edenler, idare edilenler. Yani, komünist partisinde olanla işçiler aynı seviyede, eşit haklara malik değiller. Sadece adları değişti. 
Şimdi, kapitalist toplumda bazı sınıfların imtiyazı, komünist devlette devletin eline geçti. Devle tin eline geçti. Çünkü orada insan; devlet için vardı, sistem için vardı. Halbuki kapitalist sistemde devlet için olmayan, sistem için olmayan insan; belli menfaat grupları için vardır. Her ikisi de insanı köleleştiriyor. Bizim anlatmak istediğimiz, ortaya koymak istediğimiz düzende, sistemde insan hiç kimsenin esiri olmayacak. Bu kabiliyetini devreye koyabilecek imkanlara sahip olması lazım. Bu kabiliyetini devreye koyabilecek imkanlara sahip olduğu zaman da bu insanın hem üretici hem tüketici olma kabiliyeti ortaya çıkacak ki bu zamanda sınıf farklarının olması mümkün olmayacak. Anlatabildim mi? Fırsat eşitliği.  Bunun için bakınız bizim örfümüzde var, adetlerimizde var. Öyle sınıflar var ki hiçbir zaman devleti kendi aktif gücüyle, parası ile beraber desteklemedi. Ne yaptı? Devlet bizatihi ona kendisi yardım etti. Artı, bu insan zekât da vermedi; zekat aldı. Anlatabiliyor muyum? 

Bizim İktidarımız Döneminde Fakirliğe Son

Şimdi, böyle devletin desteklediği toplumun bireylerinin zekatla destekleyip ayağa kaldırdığı insanı şimdi düşünün. Böyle insanların olduğu toplumda dengesizlik olabilir mi? Toplumda tüketim dengesizliği olabilir mi? Üretim dengesizliği olabilir mi? Niye? Çünkü arz ve talep yürüyebilmesi için her iki tarafın da fonksiyonunu icra eder halde olması lazım. İşte bizim düşündüğümüz ekonomik toplum modelinde yani düşen insan olmayacak. O bakımdan diyoruz ki, bizim iktidarımız döneminde fakirliğe son. Adam istese de fakir olamayacak, zengin olacak. Zengin olduğu için de… İnsanın, insanoğlunun ihtirasları da, ihtiyaçları da sona ermez. Az evvel söyledik ya; bu sona ermeyecek duygulara sahip olan, onun menşei, merkezi olan insan herhalde hem tüketim halinde hem üretim halinde fırsat eşitliğine malik olursa; o zaman ekonomi rayındadır, yolundadır. Bunu da yapacak olan irade bizdedir, diyoruz efendim.
Şimdi kul boğulmayınca, Hızır da yetişmez. Bunlar böyle olacak ki biz tam doğruyu, gerçeği bilelim, ona talip olabilelim. Eğer bu sıkıntılar olmamış olsa, bu düşüncelerin gündem edilmesine ihtiyaç kalmazdı. Şimdi bu fikirlerin ortaya çıkması için bu ortamın da olması gerekiyordu. O bakımdan bunda da bir rahmet var. 

Türk Toplumu Tarımda Tahdit ile Büyük Bir Darbe Yiyor

Şimdi IMF bize standart boyutlu bir kulvar çizdi. Sana diyor ki, “şeker pancarını ekemezsin”. Şekere ihtiyacım var. “Benden alacaksın”, diyor. “Biz bunu üretiyoruz, ucuza mal ediyoruz, bizden alacaksınız” diyor ve IMF kredileri ile beraber bugün maalesef… Mesela 100 dönüm arazi sahibi insanın, 2 milyar yıllık geliri var. 100 dönüm arazi için bu zekât bile değil, affedersiniz sadaka bile değil arazi sahibi için.  Bu 2 milyar dolarla bu insanı böyle durduruyorlar ve bu insan arazisini ekemiyor, biçemiyor. Fındık için böyle bir tahdit var. Tütün için böyle bir tahdit var. Buğday için böyle bir tahdit var ve biz birkaç yıl sonra Allah korusun; üretimden vazgeçecek, tarım mamullerini yabancı ülkelerden ithal edecek duruma geliyoruz. Yani şu anda gelmiş durumdayız. Bu yönüyle Türk toplumu büyük bir darbe yiyor, darbe alıyor. 

Vatandaşın Birey Bazında Elde Edemediği Gelir, Devletin de Elde Edemediği Gelir Demektir

İkincisi; şimdi devletlerin de gelir sahibi olabilmesi için, geçimini temin edebilmesi için vatandaşından istediği nispette vergisini de alabilmesi; o kabiliyette, o vatandaşının bulunması lazım. Yani biz bütün kesimlerde insanları devlet…  İnsanımızı kendi ihtiyaçları nispetinde yönlendirmiyoruz. Yönlendirmediğimiz için de bunların gelirlerini devreye koyamıyoruz.  Dolayısıyla ferdin, birey bazında elde edemediği gelir, aynı zamanda devletin elde edemediği gelir olarak topluma… Ola rak ortaya çıkıyor ve o zaman toplumun yönetiminden mükellef olan siyasetçi de bu sefer ekonomiyi düzeltebilmek için devamlı borçlara giriyor. Mesela geçen yılbaşında 55 milyar dolar olan hazine borcumuz, bu yılın şu anına kadar 61 milyar dolara çıktı. Şimdi 55 milyar dolar, 61 milyar dolara çıkıyor. Kabul etsek de, etmesek de 6 milyar dolarlık bir hazinenin dışa borçlanması var. Kamu bankalarının, özel bankaların, belediyelerin efendime söyleyeyim aldığı krediler diyelim, borç miktarı da şu anda 135 milyar dolara çıktı. Toplamı 135 milyar dolara çıktı. 

Türkiye’nin Hem Borcu Artıyor Hem İş Yapma İmkanlarımız Çoğalmıyor

Şimdi, geçen yılın başında buna baktığımız zaman 125 milyar dolardı. Nereden bakarsan bak, bizim borç açığımız tamamen 10 milyar doların üzerinde, 11 milyar dolara bali olmuş. Bir de bunun iç borçlanması var. İç borçlanma da 30 katrilyon artmış. Bunu dolara tevdi ederseniz, şu anda doların kıymetini 1.430 liradan kabul edersek, hesap yapın aşağı yukarı 20 milyar dolara yakın da bir iç borçlanma var. İkisini topladığımız zaman, şu anda 30 milyar doların üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iç ve dış borçlanması artmış vaziyette. Süre içerisinde, 6 aylık. Yıl sonuna bunu siz taşıdığınız da bu, 60 milyar dolar daha bizim iç ve dış borçları olan borcumuzun artışı söz konusu.  Geçen yıl bunu topladığımızda, 250 milyar dolarla iç ve dış borç sona ererken; bu yılın şu anına kadar 280 milyar dolara çıktığını görüyorsunuz. Bu duruma göre, 300'ü aşacak. 
Peki ben soruyorum; bu borçlanmaya karşılık sizin iş yapma kapasiteniz, imkanlarınız mı çoğaldı? Soruyorum, şimdi soruyorum; cevap verelim. Yani biz, evet iş yapıyorduk ama işimiz… Em ek devreye girmedi. Yani, iş yapma imkanlarımız çoğalmadı. Elimize kar daha fazla mı geçiyor? Daha fazla da geçmiyor. Zaten daha fazla kar geçse, bu kadar borç artmaz. Değil mi? Eksiye gitmesi lazım. E peki ne arttı Türkiye'de o zaman? İsrafın önüne geçelim derken belki de farkında olmadan siyasi iktidar, israfları arttırdı. Niye bu kadar fazla borçlanıyorsun ki? Sen borçlandığı zaman ya evini güzel yaparsın ya iyi bir dükkân açarsın, bir iş yeri yaparsın değil mi? Araba alırsın, ne bileyim şunu yaparsın, bunu yaparsın. Şimdi biz devlet olarak ne yaptık da borçlarımız bu nispette şu kadar 6 ay zarfında arttı? Bunu söyler misin bana? Yol mu yaptık, fabrikalar mı ortaya koyduk, ne bileyim kamu hizmetleri mi sergiledik? Gösterelim. Yani elimizi de vicdanımız koyalım, kimseyi de sıkıştırmayalım, iftira etmeyelim. Ne yaptık arttı da bu kadar biz borçlandık? Bakıyoruz, sıfıra sıfır elde var sıfır. Borç  artı,  hizmet yok. Dolayısıyla ben Türkiye ekonomisinin şu anda sağlıklı gitmediğini, dibe doğru gittiğini maalesef hissediyor ve de görüyorum. Onun için burada biz bilhassa siyasilere ekonomik gidişlerine çok ciddi murakabe, muhasebe mantalitesi getirmeleri lazım. Nasıl daha evvel Türkiye'yi soyanları biz hesaba çekiyoruz, çekeceğiz düşüncesini, inancını vermeye çalışıyorlarsa; bunu kendi iç bünyelerinde de bu iç muhasebeyi yapmaları lazım, diyorum ve ona göre de bir siyasi mantalite, mantık çizmelerinde fayda vardır, diye ifade etmek istiyorum. 

IMF ile Olan Yolculuğumuz Kültürümüzden, Medeniyetimizden ve Siyasetimizden Bizi Kopartmak İçin Atılmış Bir Yemdir

Şimdi, aslında IMF ile olan yolculuğumuz kültürümüzden, medeniyetimizden, siyasetimizden bizi kopartmak için önümüze atılmış, affedersiniz bir yemdir. Bununla beraber bizi kültür ve medeniyetimizden, kimliğimizden kopartmak istiyorlar. Bu globalizmin Türkiye’ye dayattığı, olmazsa olmaz şartlarından bir tanesidir. Türkiye'nin acilen bu politikayı terk etmesi ve de kendi benliğine dönecek hem siyaseti hem ekonomiyi devreye koyması lazım geliyor, diyorum. Bizi takip edenlere de saygı ve hürmetlerimi arz ediyorum efendim.

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir