info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Osmanlı Devleti/ 8 Şubat 1999

    Neler Okuyacaksınız

Tarih, Bir Milletin Milli Hafızasıdır

Evvela böyle bir programı organize etmeniz münasebetiyle fevkalade bir hizmet içerisinde olmanız dolayısı ile tebrik ederim, teşekkür ediyorum. Zira bizim kökümüz, aslımız, nereden geldiğimiz yerin belli olması, nasıl bir millet olduğumuzun ifade edilmesi; ne şekilde bir millet olacağımızın da göstergesi olacak. Binaenaleyh geçmişimizi tanımamız, bilmemiz hakikaten çok bizim için kazanç, büyük bir kazanç olacak. Zaten tarih, bir milletin aynı zamanda milli hafızasıdır. Hafıza, bir insan şahsında ne derece ehemmiyetliyse; tarih bilgisi ve de şuuru, milletlerin hayatında o derece etkilidir. Siz, hafızası olmayan bir insana rahatlıkla ‘deli’ diyebilirsiniz. Onun için de tarihi olmayan bir millete çeşitli isimler vermeniz normaldir ve de tabiidir. 
Ben evvela bu tasniften, bu şeyden girdim. Zira bir zamanlar biz neredeyse tarihimize küfreder derecede bir husumet beslemeye başlamış idik. Halbuki genç cumhuriyetimizin diri ve ileriye dönük, ilelebet bir devlet olabilmesi için kökünün de sağlam olması lazım. O da elbette ki bu yüce milletin geçmişine bağlı olan kurduğu devletlere, bu kurumlara bağlıdır. Yani geçmişinde yüzünü ak edecek önemli vesikalar olsun ki gelecekte yapabileceğinin teminatı olabilsin. Değil mi? 
Binaenaleyh şimdi cumhuriyetimizin çok sağlam olduğunu iddia ediyor arkadaşlarımız, doğru. Ben bunu temellerine oturtarak iddia ediyorum; zira Osmanlı'yı da kuran bu millettir, cumhuriyeti de kuran bu millettir. Osmanlı ne kadar güçlüyse, cumhuriyet de o kadar güçlüdür. Aynı halk var ortada. Başka, farklı bir kavim yok. Yani o milletin kabiliyeti aynı zamanda cumhuriyetle birlikte devam ediyor. Onun için birtakım rahatsızlıklarımızın sosyal davranışlarda ortaya çıkması, arkadaşlarımızı karamsarlığa düşürmesin. Kısa bir manevra ile hafif bir silkinişle biz bu badireleri çok rahat atabilecek kabiliyette bir yapıya sahibiz. Buradan girmek istiyorum. 

Türkler, İslam'da Çok Büyük Bir Yeri Olan Millettir 

Şimdi, Osmanlı'nın temeli esasen bir uç beylik olması, 400-500 tane aile topluluğundan vücut bulmasına rağmen; çok büyük idealleri, gayesi olan insanlar. Esasen insanların sahip olduğu gayeler ve de idealler ne kadar büyük olursa, onlar o kadar büyük olur. Şimdi bir çocuğa sorduğunuz zaman “Ne olacaksın?”. Eğer çocuk “Ben bakkal olacağım” derse siz bunu toptancı, tüccar yapamazsınız. Onun kafasındaki hedef, iyi bir mahalle bakkalı olmak. Ama bir çocuğa sorduğunuz zaman “Evladım ne olacaksın?”. “Ben cumhurbaşkanı olacağım” dediği zaman bilin ki mutlaka o, ileride bir vekil olacak. 
Şimdi buradan işe girersek, Osmanlı’nın hedefi çok büyük. Nedir bu hedef? Allah'ın rızasını yeryüzünde tahsil etmek, Cenab-ı Hakk'ın rızasını. Bu kadar büyük bir gaye olmaz. Çok basit bir cümle gibi görünüyor ama bunun altında olmayan şey yok, bunun içerisine girmeyen hedef yok. Her şey bu cümlenin içine girdi. Dünyada başarılı olmak için, Allah'ın rızasını kazanıyorsunuz. Ahiret hayatını kazanmanız için, Allah'ın rızasını kazanmak istiyorsunuz. Ne bileyim ticarette muvaffak olmanızı Allah'ın rızasına bağlıyorsunuz. Yani ‘Allah, benden razı olsun’ diye siz ticaret yapıyorsunuz. ‘Allah benden razı olsun’ diye komşuluk yapıyorsunuz. ‘Allah benden razı olsun’ diye eğitim yapıyorsunuz. ‘Allah benden razı olsun’ diye öğretim yapıyorsunuz. Bunu çoğaltabilirsiniz. O halde sizin yaptığınız iş, işlerin en mükemmeli, en iyisidir. ‘Allah benden razı olsun’ diye bir devlet kuruyorsanız, o halde sizin kurduğunuz devletin emsali olmayacak. İşte Osmanlı, bu nüktedir. 
Ben bir haftadan beri programları seyrediyorum. Tabii arkadaşlarımız haklı olarak Osmanlı’nın bir tarafını gündem ediyorlar. Onun adaleti vardır, can ve mal emniyeti hakikaten fevkalade güvenlidir, doğru. Hayvanlara bile hak tanınmıştır, doğru. Dünyada hiç yapılmayacak işleri yapmıştır, o da doğru. Doğru ama bunların hepsi şuna benziyor, Mevlâna’nın güzel bir hikayesi vardır; karanlık bir yerde fili tutmuş 5-6 şahıs. Kimi hortumunu, kimi karnını tutmuş, kimi ayağını tutmuş ve sormuşlar “Fili tarif eder misiniz?”. Karnını tutan, eliyle beraber karnına temas eden “Fil, bir duvar”. Ayağını tutan “Fil, bir sütün”. Hortumunu tutan “Fil, bir boru”. Neyse, hepsi bir şeyler söylemiş. Amma velakin fil… Bunların evet, hepsi var fiilde. Fil o değil, fil başka bir varlık. Ben acizane bu programları çok mükemmel görmekle birlikte, fevkalade programlar olduğunu kabul etmekle birlikte; filden parçaları sayıyoruz biz. Ama Osmanlı’nın… 
Osmanlı, Allah'ın rızasını tahsil edebilmek için yola çıkmış Hak Erleridir.  Olay bundan ibarettir. Yani, Allah'a kul olma sevdalılarıdır. Alp Eren dediğimiz ruhu Türkler, Müslüman olduktan sonra… Türkler, İslam'da çok büyük bir yeri olan millettir. Yani, Türk deyip geçmeyin. Ben onun için diyorum ki Türkleri iyi araştırın, tanıyın; vallahi de billahi bu milletten olduğumuzun şükrünü ifa için günlerce başınızı secdeden kaldıramazsınız. Bu kadar büyüklük olur mu ya? Müslüman oluyor bu millet. Kalkıyor, nerede bir akrabası var; Orta Asya’nın bilmem Taşkent’de, Buhara'da, Semerkant'ta, Belh’te. Hayda… Bilmem nereden, nereye günlerce, aylarca yol yürüyor. Bir de işte ona anlatıyor ve bu mantıkla Türkler, İslam’ı kabul ediyor. Buna, ‘Alp Eren mantığı’ denir, ‘dervişan mantığı’ denir.  Zorlama ile kimse ‘la ilahe illallah’ dememiştir.  Zaten damarında delikanlılık var. Ona, o şekilde de dedirtemezsin. Her gün seninle harp yapar ama onu… Ama Allah'ın eri oldular; cengâver bir millet. Bu Çinlilerin anası ağlardı. Her gün kapılarına bir akın, her gün bir akın; “Bu” dediler “ya bunların elinden biz kurtulamayız”. Koskocaman bir set yaptılar, binlerce kilometre. Buradan şuraya geleceğim; o cengaverlik  ruhu, Müslüman olduktan sonra ilahi kelimetullaha, yani Allah'ın dinine hizmete tebdil olundu. 

Osman Gazi ve Şeyh Edebali’yi Ziyareti

Şimdi bu aşk  haline geldi, meşk haline geldi. Osman Bey'de gördüğümüz bu aşktır, Allah'ın dinine hizmettir ve olayın temeli enteresandır, maneviyata dayalıdır. Şimdi Osman Bey, delikanlı yaşlarında böyle hızlı yaşayan bir mübarek zat; akşam nerede, sabah orada o tip bir hayatı var. Hatta o çağlarda Ertuğrul Gazi onu evlendirmek istiyor, yuva kurmak istiyor. O da tabii gecesi, gündüzü belli olmadığı için babasına da ‘evet’ diyemiyor. Bunlar hikâyenin bir farklı yönü. Neticede hayatını değiştirmeye, adam olmaya karar veriyor. Ama gözü de efendime söyleyeyim, Şeyh Edebali'nin kızında, çok mübarek bir annemiz. Ama Edebali bakıyor ki bunun kanı gerçekten deli; delikanlı diyoruz ya, gerçekten delikanlı bir adam. Delikanlı, ölçüsü yok. Ölçü sahibi olması için epeyce bekliyor. Ertuğrul Gazi'ye sabretmesini, bunun kemale ermesini, bu noktada yapacağı evliliğin sıradan bir evlilik olacağını, onun için yavaş yavaş bu tohumun çatlayıp kemalat noktasına geldikten sonra izdivacın mümkün olabileceği imajlarını, mesajlarını gönderiyor. Tabii her ikisi de büyük zat, Allah şefaatlerinden mahrum eylemesin. Bu esnada Osman Gazi, Rahmetullahi Aleyh Şeyh Edebali’nin, yani kayınpederinin, Osmanlı'yı kuran mürşid-i kamilin evine gidiyor, misafir oluyor. Allah Allah, girdiği odada bir de ne görsün? Kur'an-ı Kerim vardır. Kur'an'ı görünce, asker gibi hazır ol vaziyetinde sabaha kadar ayakta duruyor. Sabah namazına kaldırmak üzere Şeyh Edebali Hazretleri kapısını çalıyor. Bir de ne görsün? Osman Bey yatmamış, ayaktadır.  Kur'an'a olan hürmetinden dolayı yatıp uyuyamayacağını ifade edince gözleri doluyor. Ne büyük sevgi. Kur'an'a bizim milletimizin bakışı çok farklıdır. “Göbeğimizden aşağı biz Kur'an'ı tutmayız” diyorum da arkadaşların bazıları mübalağa zannediyor. Beytullah'a gidiyoruz, yerlere atıyorlar. Aman, aman, aman…. Neymiş? Onun yazısı beşeriymiş. Senin dilini eşek arısı soksun. Ama yazılan ne? Allah'ın kelamı. İfade edebildim mi? 
Yani Türk milleti mana ile maddeyi bir anda kavrayıp, hemen o tohumda Cenab-ı Hakk'ın kelamını seyredebiliyor. Onun için bunu ebedi hayatına yansıtıyor; öyle bir millet. Osmangazi Hazretleri’nde de bunu görüyoruz ve gördüğü enteresan bir rüya vardır. İkinci bir defa yine Şeyh’in evine misafir oluyor. Kalbinden Şeyh Edebali'nin bir ay ile bir yıldız çıkıyor. O bir aya dönüşüyor. O ay, onun göğsüne, Osmangazi Hazretleri’nin göğsüne zuhur ediyor, iniyor ve onun karnından, Osman Bey'in karnından, inşallah yanlış hatırlamıyorum, bir çınar ağacı zuhur ediyor. Öyle bir çınar ki; yerle gök arasında acayip bir çınar. Büyük mana dolu bir zuhurat bu. Sabahleyin kayınpederi olacak zat Ertuğrul, affedersiniz Şeyh Edebali Hazretleri’ne bu maneviyatı anlatınca; “Anlaşıldı” diyor “Kızımızı da size vermemiz emrolundu, işaret edildi”. Bunun üzerine evlilik yapıyorlar, izdivaç ediyorlar ve efendime söyleyeyim, burada bu birinci olayla ikinci maneviyat olayı bir bütünlük arz ediyor. Osmanlı'nın ruhu burada ve Şeyh Edeba li Hazretleri’nin de enteresan bir hitabesi, bir vasiyeti vardır. Dilerseniz arkadaşlarımız okusun, hep beraber dinleyelim. Onun üzerine sohbetimize devam edelim.

Şeyh Edebali’nin Osman Gaziye Vasiyeti

Ey oğuI, artık Bey’sin!
Bundan sonra öfke bize, uysaIIık sana. GücenikIik bize gönüI aImak sana.
SuçIamak bize, katIanmak sana.
 AcizIik bize hoşgörmek sana, anIaşmazIıkIar bize, adaIet sana, haksızIık bize, bağışIamak sana. 
Ey oğuI, sabretmesini biI, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma ve insanı yaşat ki devIet yaşasın. 
Ey oğuI,işin ağır, işin çetin, gücün kıIa bağIı. AIIah yardımcın oIsun.

Mana dolu  büyük bir vasiyet. Şimdi farkındaysanız, idare eden ile edilenin sıfatları burada, vasıfları. İdare edende ne vardır, idare edilende ne vardır? İdare edilen halk, nakıstır. Ondan zuhur edecek olan ahlaki zemimeye ait hallerdir, fiillerdir. Ama sen kemalat sahibisin, olmak mecburiyetindesin. Onun için ahlaki hamide ile beraber adaletle hükmedeceksin. Özü bu. 

Osmanlı’nın Özü İnsana Bağlıdır

İki; dikkat et , bakın bu ifade çok enteresan ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’. Yani Osmanlı'nın özü, insana bağlıdır, mantalitesi. Biz ‘iman’ ve ‘insan’ diyoruz ya, işte bunu demek istiyoruz.  İnsan üzerine bina edilmiş; yani, bir mantalite vardır, orada kurumlar hakimdir. Osmanlı'da evet, çok ciddi kurumlar göreceğiz, vardır, doğrudur. Ama o kurumları ayakta tutan, onları kuran insandır. İnsan için bütün bu kurumlar vardır; kurumlar için insan yoktur. Batı mantalitesi ile şark, yani İslam mantalitesi arasındaki en ince ve en keskin çizgi budur.  Şimdi bazıları işte ‘şundan etkilendi’. Hadi,  sen ne anlarsın tarihten. Sen kim, tarihçilik kim? İyi bir gözlemci olmak lazım. Bu kadar korkunç bir yanlış olmaz. Osmanlı bütün mantığını, bütün kurumlarını o imanlı insana göre organize etti. İfade edebildim mi? Ama o kurumlar arasında benzerlik olabilir. Şimdi, namazda kıraat var; efendim bilmem ne ibadetinde de kıraat var. Ondan mı esinlendi? Bu kadar saçma bir iddia olabilir mi? O kendi mantığı içerisinde bir bütündür. Yani o organizasyon, efendime söyleyeyim o anatomi İslam'dır, Müslümanlıktır. İşte onu da İslam, insanın şahsında ortaya koyar. Osmanlı bir medeniyettir, insanlık medeniyetidir.  Çok defa diyoruz, medeniyet ile teknik farklı şeyler. Yani, insanın medeni olmasıyla tekniğe sahip olması daha farklı şeyler. Medenilik, insanın merhametli olma… İşte Osman Gazi, affedersiniz Şeyh Edebali'nin vasiyetinde ‘sabırlı olacaksın, adil olacaksın, zulüm etmeyeceksin, insan olacaksın’. İşte, medeniyet bu. Ha bunun eline şimdi verdin kılıcı; o, Allah için cihat eder, Allah için kurbanlık koyunu keser, Allah için ticaret yapar. Ama bu medenilik vasfı yoktur; elinde olan bütün araç ve gereçler, zulüm aleti olur. Bugün eğer adaletten mahrum, hep çifte standartlar uygulanıyor ise temelindeki nükte bu, işte bu. 
Mesela bakıyorsunuz Osmanlı’da ahilik var. Allah Allah… En fevkalade bir ticaret kurumu ahilikler, maliye kurumu diyebiliriz. Artı, enderun mektebi var; en fevkalade bir eğitim tarzı. Medresesi var, tekkesi var, zaviyesi var, kışlası var. Hülasa bunları çoğaltabiliriz; ormancılığı var, denizciliği var, hayvancılığı var, tarımcılığı var. Evet, devlette olması gereken bütün bu kurumlar, kuruluşlar mevcut.  Ama onları ayakta tutabilecek işte insan, medeni insan vasfı, o insan Allah'ın rızasını kazanmaya endekslendiği için bütün kurumlarda, hangisi olursa olsun hep Allah'ın rızasını kazanmaya matuf bir tarz sergilendiği için Osmanlı kısa zamanda büyüdü, yükseldi. Bu anlayış, bu yaşayış hayattan çekildiği nispette kurumlar da yavaş yavaş çökmeye başlar. İzah edebildim mi? 

Osmanlı’nın İnsan Modeli, Kur’an’ın İnsan Modelidir

Şimdi tabii Osmanlı’nın zaten temeli eğitimdir. Her şeyinde eğitim hakimdir. Her bir insanın bilgili olması ile eğitilmiş olması farklı farklı şeylerdir. Osmanlı'daki temel mantık, evvela insanı kazanmaktır. İnsanı kazanabilmek için de onu eğitmeniniz lazım. Osmanlı'nın insan modeli; Kur'an'ın insan modelidir, yani sünnetullahtır, sünneti peygamberidir. Peygamber hayatı ne ise Osmanlı bunu hayata koymak istedi. İnsan olmak, gerçek Müslüman olmakla eş anlamlıdır Osmanlı’da. Onun için tekkedeki maksat, her insanı bir peygamber varisi yapabilmektir; küçük bir peygamber modeli veya bir sahabe modeli ortaya koyabilmektir. Adam hiç okuması, yazması yok. Allah, Allah… Medreselerde okuyamamıştır, baya avamdandır. Tekke eğitimi alarak, tekkede eğitim alarak bir de bakıyorsunuz dünyanın en medeni insanı haline geliyor. Orada ona verilen ruh; nasıl olacak bir insan mükemmel olacak, nasıl olacak hata yapmayacak, kusur işlemeyecek, isyankar olmayacak vs. Yani, ‘insan-ı kamil olmak’ diyoruz ya, işte tekke eğitiminde bu. O bakımdan Osmanlı hanedanlarının tamamı, padişahlarının tamamı…  Tekke  eğitiminden geçmeyen bir Allah'ın kulu yok. Padişahtan tut, çöpçüsüne kadar hepsi buradan geçiyor.  Orada verilmek istenilen ruh; mükemmel insan, medeni insan ruhu.  Yani, insan olabilmenin bütün hasletleri orada kazandırılıyor. Medrese, bu kazanılmış insana bilgi yüklüyor, eğitim. Mesela enderun, ileride belki gelecek. 
Mesela enderun, bakınız çok enteresan, ahilik de bir eğitim yuvasıdır ama aynı zamanda öğretim yuvasıdır da. Ahilikte önce insanlık öğretilir; yani, tekke eğitimiyle beraber onu insan ederler. Daha doğrusu mükemmel bir Müslüman olur, ondan sonra nasıl ticaret yapacağının kural ve kaideleri buna öğretilir. Şimdi ne oluyor? İnsanlık, artı meslek; bu mühendislik olur, bu tıp olabilir, bu ormancılık olabilir, bu hayvancılık olabilir, bu tarım olabilir, meslek… Neyse bu siyaset olabilir, bu kamu görevlisi, görevine ait bir yönetim tarzı olabilir neyse. Ama önce bu eğitimi mutlaka her Osmanlı vatandaşı almıştır. Tamamına verilmiştir. Zaten dikkat ederseniz onlar, Yeniçeri dediğimiz ocak; aynı zamanda bir şeydir, eğitim merkezi, ocağıdır, tekkedir yani. Yeniçeri ağları, irşad ehli zatlardı. Dikkat ederseniz, Osmanlı'nın duraklamaya geçmesi, onun bozulmasından sonra. Yani o eğitim artık deforme edildi, ondan sonra da as niyetini kaybetti. O insanlar yetişmedi. İnsan olmayınca sen ne kadar adına Yeniçeri Ocağı dersen de, başladılar ‘şeriat isteriz’ diye hükümdara karşı çıkmaya. İzah edebildim mi? Yani bu eğitimin olmadığı kurum yok, kuruluşu yok, diyebiliriz özetle.

Devşirme Olayı Osmanlı’nın Büyüklüğünü İzah Eden En Güzel Yönlerden Bir Tanesidir 

Şimdi bana sorarsanız Osmanlı'nın büyüklüğünü izah eden, ispat eden en güzel yönlerinden bir tanesi de devşirme olayıdır. Şimdi bir yer fethediliyor, fetihle birlikte birçok insan Osmanlı idaresine, tasarrufuna geçiyor. Bu şu veya bu ırktan, Ermeni kardeşlerimiz olabilir, Rum kardeşlerimiz olabilir, Yahudi kardeşlerimiz olabilir, Germen olabilir vs. Arap olabilir. Her ırktan insan var ve bunların dikkat ederseniz çoğu gayrimüslim. Yani Orta Doğu'ya yapılan seferlerin dışında fethedilen yerler, tamamı gayrimüslim olan kardeşlerimizdir. 
Şimdi Osmanlı, buluğ çağını geçmiş insana ancak İslam'ı tebliğ edebiliyor; onu İslam eğitimi ile yetiştirmeye hakkı yok. Öyle nazik, nezaket ehli kurallara bağlı ki hiçbir zaman onun idare tarzına karışmıyor, vicdanına karışmıyor, dinine karışmıyor. Zaten Osmanlı'daki adalet, Osmanlı'daki asalet bu yönleriyle ortadadır. Mesela bir yeri fethediyor; oranın insanının can emniyeti, mal emniyeti, namus emniyeti, din ve vicdan emniyeti, hürriyeti teminat altına alınıyor. Nasıl? Korumak suretiyle. Ona mukabil de sadece bir cizye takdir edilir; onun karşılığında hizmet verilir. Her türlü hizmetler oraya gider. 
Şimdi, akıl baliğ olduktan sonra insana siz ‘bu dinden olacaksın’ şeklinde zorlama yapamayacağınıza göre ve yapmadığınıza göre… O insanların da aynı zamanda Allah'ın rahmetine ihtiyacı var. Müslüman olmayan hiçbir insanın rahmet-i ilahiye kavuştuğunu iddia etmesi mümkün olamaz. Çünkü Allah indinde din, İslam’dır. Bu maksatla beraber fütuhat olur. Ne yapıyor o zaman Osmanlı? ‘Bunların babaları, bu görüşlerinde mademki ısrar ediyorlar; biz bunların evlatlarını Allah'ın rahmeti ile karşı karşıya, iç içe getirelim’ diyor. Devşirme dediğimiz, gayrimüslim olan insanların çocuklarını alıyor, eğitiyorlar.  Böyle bir şey  yok zaten. Devşirmeye dikkat ederseniz hep çocuklardır, tamamen çocuklardır. Öyle bir şey olsa bir tane Hristiyan kalmazdı, bir tane Musevi kalmazdı. Bilakis hepsinin inancına saygı gösterilmiştir; kiliseleri, havraları yapılmıştır; hiçbirine dokunulmamıştır. İzah edebiliyor muyum? Ve tam bir garantörlük altında o da. Yani, öyle bir şey de değil. Çocuklar yetiştiriliyor, İslam terbiyesi ile İslam öğretiliyor. Çocuk içinden gelerek İslam’ı seçiyor, kabul ediyor. Zaten İslam'ın gereğinde bunu yapmak mükellefiyetinde. Sürdüğünüz koyunlardan, idare ettiğin insanlardan sen mesulsün. Yani, Allah'a kulluk değil miydi baştakinin vazifesi? O da, bu çocukların hayatından Allah beni sorumlu tutacak, diyor. Tabii şimdi Hristiyan olup azınlık dediğimiz sınıfta kaldığı takdirde yönetimde bulunamayacak, askerlik yapamayacak, efendime söyleyeyim herhangi bir kamu kurumunda vazife alamayacak. Bundan da mahrum oluyor bu durumda. Ama alıp onu yetiştirdiği zaman askeriyede dahi bir noktaya… Sarayda vezir oluyor, baş vezir oluyor. Ne? Vali oluyor, sadrazam oluyor. Ne istersen oluyorsun. E bakıyor ki bu gayrimüslimler “Hay” diyor “bunlardan Allah razı olsun ya. Adamlar çocuklarımızı tutuyor”. Dolayısıyla o çocuklar da kendi tabasını tutuyor. 
İsyanı önlemekten ziyade, dikkat ederseniz; başlıyor halk, kendiliğinden İslam'ı tercih etmeye, İslam’ı seçmeye. Niye? “Allah, Allah… Ya bizim çocuklarımız adam oldu. Padişahtan sonra ikinci adam oldu. Orduda genelkurmaydan sonra birinci adam oldu”. İfade edebiliyor muyum? Her yere geliyor. Halk bu sefer kendi iradesiyle İslam'ı seçiyor. Seçmeyen de kendi yolunda, kulvarında devam ediyor ve kendi yolunda kalanlar ise isyan etmiyorlar. Bakın insanoğlunun isyan çağı, gençlik çağıdır. Osmanlı'daki ferasetin bir başka farklılığı da burada ortaya çıkıyor. O insanları enderunda eğittikten sonra hem ilahi kelimetullaha hizmet eder mahiyette birer fert, birer kişilik, şahsiyet kazanıyorlar hem de o insanların arasına girip isyandan uzak kalmış oluyorlar, yani girmiyorlar onların arasına. Şayet Müslüman olmamış olsalardı, böyle bir eğitimin içinde bulunmamış olsalardı; kendi mahallerinde, kendi bölgelerinde, kendi kulvarında kurumlaşacaklardı, isyana gideceklerdi, tefrika yapacaklardı. Dikkat ederseniz o kadar uzun bir zaman içerisinde ne Rum kardeşlerimiz ne Ermeni kardeşlerimiz ne Musevi kardeşlerimiz isyan etmemiştir. Bunun temeli buraya bağlıdır. O bakımdan bu büyük bir tespittir, teşhistir, büyük bir hadisedir ve bu yoldan Osmanlı'yı eleştiren insan bence ne tarihi ne medeniyeti ne de insanlığı biliyor diyemem. O bilse bilse cahilliği bilir, diyebiliriz.

Osmanlı’da Ahilik Sistemi

Dilerseniz ahilikle işe girelim de burada çok ciddi şeyler var, bunları bir ortaya koyalım. Ahilik aslında Kırşehir'de, merhum Ahi Evren Dede Hazretleri’nin… O bir dabba (derici), aynı zamanda mürşid-i kamildi. Onun adına genelde loncalar vardı, ticaret loncaları vardı; bunun sınıfları vardı. Mesela diyelim ki manav loncası, mesela bezzazlar loncası, şimdi manifaturacılar diyoruz buna, aktarlar loncası çoğaltabiliriz bunu. Yani, o zaman çok loncalar vardı. Ticaretin içerisinde çeşitli kurumlar vardı. Bunlar aynen tekke eğitimi gibi, bu şahıslar usta-çırak münasebetinde; usta fevkalade bir terbiye ile bir noktaya geliyor, hangi loncada olursa onun kurallarına göre yetişiyor meslek olarak. Kulluğu da medrese, affedersiniz tekke usulü öğreniyor. Yani mürit-mürşit ilişkisini, usta-çırak ilişkisini burada görüyorsunuz; yetişiyor. 
Şimdi dikkat ederseniz burada dabbalar var; yani bu dericiler, manavlar var, bezzazlar var, bakkallar var, baharatçılar var, var oğlu var. Yaptıkları işler nedir bunların? Enteresandır; işsizler var toplumda, bunlara iş bulmak. İki; vatandaş içerisinde serveti yok, kabiliyeti olan çok insan var. Bunlara işyeri açarlar. Ondan sonra piyasada narh derler, devletin kurumlarının tespit ettiği; bunu hiç kimse aşamaz. Piyasayı belirlerler, diri tutarlar. Mesela, a mahallesinde bir tane bakkal, bir malı 5 kuruşa, diğer mahalledeki 5,5 kuruşa veremez. Bunlar hep kontrol edilir.  Yardıma muhtaç olanlara yardım ederler. Bir tacir iş yaparken olur ya, o zaman gerçi enflasyon filan yoktu ama iflas etmiştir. Hemen toplanır lonca, ilgili lonca; bunu oradan kurtarır, ‘iflas etti’ dedirtmezler. Artı, öğrenciler okuturlar. Toplumda ne kadar fakir, fukara var; bunları okuturlar. Ondan sonra bu insanlar ticaret esnasında herhangi bir esnaf hırsızlık yapamaz, irtikapçılık yapamaz. Yaptığı zaman, ihraç edilir. Yani öyle bir şey ki, oto kontrol. Bir tanesi diyelim bardak irtikabı, bir yere sakladı bunu; yarın pahalı satmak için öyle bir durum oldu, stoklama yaptı. Yapamaz bunu. Yaptığı zaman o adam esnaflıktan hem ayıplanarak ihraç edilir. Artı, meslek erbabı yetiştirilir. En önemlisi; meslek erbabı yetiştirilir. Usta-çırak ilişkisinde her usta, kendi mesleğini çok iyi yapan meslek erbapları yetiştirirler. Böylece ülkenin mali hayatı hem denetimde hem kontrolde, murakabede, muhasebede olmak suretiyle ahenkli bir şekilde yürür. Yani, ahiliğin gördüğü fonksiyon bu boyut. Dikkat ederseniz çok misal verirler, biz de çeşitli eserlerde okuduk. Adamım bir tanesi gitmiş sabahleyin a mağazasından bir mal almış. İkinci mal almaya gittiğinde “Hayır, kardeşim siftah daha etmemiştir. Git, ondan bu malı al” diye tavsiyede bulunmuş. İşte bu terbiyenin verildiği, ne bileyim insan olma haysiyetinin yaşandığı bir ticaret, bir iktisadi kurumun adıdır ahilik, diyebiliriz efendim. İstirham ederim.

Osmanlı’nın Genişlemesi İşgal Değil, Fütuhattır

Şimdi, eğer Osmanlı nefsi için bir yere gidip aldıysa, bir toprağa gidip aldıysa, oradaki insanlara zulmetiyse elbette ki işgal yapmıştır. Ama üç kıtada hakimiyeti olan Osmanlı idaresine baktığımız zaman, böyle hiçbir örnek göremiyoruz. Osmanlı'da gaye, Allah rızasını tahsil etmek ve Allah'a kulluk olması münasebetiyle, Müslüman olmayan insanların helakte olduğunu görüyoruz ve bu toplumdaki İslam dışı toplumlarda insanların can emniyetlerinin, mal emniyetlerinin, namus emniyetlerinin, din ve vicdan emniyetlerinin olmadığını müşahede ediyorlar. Dolayısıyla bu insanların bütün bu hakları, insan olması münasebetiyle kendi hakları olması gereklidir inancından hareketle bir de Cenab-ı Hakk'ın nuru ile onları karşı karşıya getiriyorlar ve bunun için gidiyorlar. Osmanlı gidiyor, bu tebliği yapıyor ve Osmanlı bir yere gitmeden evvel de oraya tekkelerde yetişen terbiyeli, medeni insanları irşad ehli olarak, ikaz ehli olarak o bölgelere gönderiyor. Onlara Allah'ın dini anlatılıyor, tebliğ ediliyor. 
Dikkat ederseniz Osmanlı çok büyük dirençle gittiği yerlerde karşılaşmıyor. Çok ciddi dirençlerle karşılaşsa, o kadar kısa zaman içerisinde bu kadar geniş kıtalara hükmetme mümkün olabilir miydi? Ne oldu? Giden dervişan oraya bir defa… Mesela Balkanlar'da olduğu gibi, irşad ehli insanlar gitmiştir; oraları İslam'a davet etmiştir. Kalpler İslam'a ısındırılmıştır. Ardından, o dini temsil eden fütuhat gücü geliyor, adeta tebliğin bir başka tarzı ile beraber teslim alıyorlar. Böyle bırakmıyor. Ne yapıyor? Kendi anlayışından, adalet görüşünden bir temsilci, bir vali koyuyor. Ardından İstanbul'da ve Anadolu'nun çeşitli bölgelerinden yetişmiş, irşad ehli, ikaz ehli kabileleri, köyleri gönderiyor, mahalleleri gönderiyor. Kosova'da bugün Müslüman varsa, bu sebeple vardır. Bosna'da varsa, bu sebeple vardır. Sancak’ta varsa, bu sebeple vardır.  Kısaca, Yunanistan'da Müslüman varsa, bu nedenle var. Gidiyor oraya yerleştiriliyor ve bunlar İslam’ı çok fevkalade bir nitelikte, nispette temsil ediyor. Onları gören halk “Aa ne kadar güzel din”. Ediyorlar  ve Müslüman oluyorlar. Bu tarz. İzah edebildim mi?
Şimdi sen söyle bana , bunun adı işgal midir fütuhat mıdır? Fütuhattır; Osmanlı, bunu yapmıştır. Aksi takdirde öyle işgal olsa; bir gücü, bir insan ne kadar kabul eder? Gücü ona yetene kadar kabul eder. Aha biz oradan çıktık. Değil mi? Kaç sene oldu? 100 seneye yaklaştı biz Balkanlardan çıkalı. Hala, hala  ne diyorlar? ‘Anayurt’ diyorlar ya. Dün akşam bizim şeyde seyrettim, kanalda seyrettim, Mesaj, Meltem'de; Bosna'dan gelen bir büyük yaşlı ağabeyimiz “Anayurda geldiğimde ağladım” diyor. ‘Anayurt’ diyor. Şimdi, bu ruhu veren, bu şekilde onu diri tutan bir anlayış, bir medeniyet görüşü işgalci sayılıyorsa yani fütuhat neyin adına denir o zaman? Değil mi? Onlar bizi şu andaki dünya güçleriyle karıştırıyorlar. Yaptıkları iş gittikleri yerde insan öldürmek, insan avına çıkmak olduğu için onlarla karıştırıyorlar. Çok yanlış, öyle değil. Değil mi? 

Osmanlı’da Vakıf Müessesesi

Şimdi tabii bu geniş zemin üzerinde yapılacak çok hizmetler var. Kamu kurumlarının bunu yapması zor, belki de imkânsız. Dünyada eşi, emsali olmayan bir kurum ihdas ediliyor; vakıf müessesesi. Şimdi vakıflar meccanen, yani para almadan; bilakis, Allah'ın rızasını… Yani Osmanlı idaresinde sadece yönetim veya saltanatı elinde bulunduran aile efradı kişiler Allah'ın rızasını kazanmak maksadı ile hayatı yaşamıyor; çöpçüsünden çiftçisine kadar herkes Allah'ın rızasını tahsil etmek istiyor. İşte bu anlayış, hizmetin yapılmasını gerekli kılıyor ve vakıfları kuruyorlar; vakıf kurumları ortaya geliyor.
Bakın şimdi vakıflar ne yapıyorlar? Bir; camiler yapıyorlar. İki; köprüler yapıyor. Kervansaraylar yapıyorlar, çeşmeler yapıyorlar, medreseler yapıyorlar, tekkeler yapıyorlar, yollar yapıyorlar; yani, Bayındırlık Bakanlığı’nın yapması gerektiği hizmetleri yapıyorlar, bayındırlığın. Eğitim-öğretim yapıyorlar, yaptırıyorlar; hayvanlara ait konutlar vs. Şimdi dikkat ederseniz bunlar bir yerde kamu yönetiminin yapması gerekli olduğu hizmetler. Bunları halk kendiliğinden, Allah rızası için sırtlanıyor ve böylece zenginle fakir arasındaki köprüler çok fevkalade kuruluyor, uçurumlar kalkıyor ve de bu fakirdi, bu zengindi ayrımı yapılmadan birlik, bütünlük oluşuyor; beraberce bir hayat yaşanıyor; saygı, sevgi, itaat, hürmet, muhabbet hepsi o toplumda, o kurumda kendiliğinden zuhur ediyor. Bunu diyebiliriz efendim.
Şimdi, Osmanlı'nın mimarisinde yapılan araştırmalarda çok enteresandır; mesela kasap mimarisi, mimarlığı, 2. çeşme mimarileri, 3. tekke mimarisi. Her mahallede mutlaka bir tekkenin olduğunu görürsünüz. Peki bu neyi yansıtıyor? Bu şunu yansıtıyor; tekke, mademki insan yetiştiren bir kurumdu, o halde her mahallenin ayakta kalabilmesi için her sınıftaki vatandaşın bir tekke eğitiminden geçmesinin zaruri ve şart olduğunu ima ediyor, diyebiliriz efendim. 

Osmanlı Medeniyeti İnanca ve İnsana Bağlı Bir Medeniyettir 

Şimdi bu arkadaş taassubi davranıyor, etkileşimi kabul etmiyor şeklinde yorum yapacaklar çıkabilir. Ama benim düşünceme temel bir görüşüm var. Bu görüşüme dayanan gözlemlerimiz var. Şimdi, Osmanlı medeniyeti inanca ve insana bağlı bir medeniyettir. O bakımdan insanın Allah'a kul olabilmede yapması gereken hizmetler, ihtiyacı olan şeyler ne ise onu kendisi bizzat kurumlaştırmış, hayata geçirmiştir. Ama bu kurumlaşma batınınkine benzer, eş anlam veren bir görüntü olabilir. Fakat ruh tamamen değişiktir, kulluk mantığıdır; ona göre de kurumlaşmadır, insanın ihtiyaçlarına göre onları hayata serpiştirmedir. 
Peki batınınki ile bunun arasındaki fark nedir? Batıda kurumlar vardır. Kurumlara göre insanlar hayata… Yani hayata geçirilir, bu kurum ne istiyorsa. Sistemler vardır; yani, sisteme göre insan yetiştirilir. Bizde öyle bir anlayış yoktur. Ha şimdi değiştiyse onu bilemem. Sisteme göre insanlar yetiştirilir. Halbuki Osmanlı'da çok farklı; insana göre, sistemler insana göre. Mesela Osmanlı’nın yaşadığı sistem, saltanattır. Saltanatın temelde İslam'la ilişkisi yoktur. Ama temel, insan olunca saltanatı İslamlaştırmıştır. İzah edebildim mi?  Onun için batı ile Osmanlı arasında mukayesesi mümkün olmayacak büyük bir duvar var. Bunu görmedin mi elbette dersin ki ‘ondan etkilendi’. Bu mümkün değil. Yani, temel anlayış çok farklı. Bu anlayıştan hareketle, yani insana göre kurumlaşma. Halbuki batıda sistemlere ve kurumlara göre insan. Bu farklı, bu daha çok farklı. Aralarında ticaret kurumları birbirine benziyor, o olabilir. Birbirinden bu, teknik sahada birkaç şeyden etkilenme. Proje, topun projesini efendim Fatih çizmiştir, bilmem nereden usta almıştır. E bu müsaade et de bu kadar hamallık da yapsın bu adam. Yani bu kadar da şerefe layık olsunlar. Ya hiç mi bu adamların nasibi olmayacak bu dünyada? İzah edebildim mi?
 Osmanlı ile batının genel olarak bu çizgi farkı, aynı zamanda inançtan kaynaklanıyor; yani, çok temel bir farklılık. Yani birinde kul olabilme, ‘Allah'a nasıl kul olacağım?’ bunun hesapları üzerine hayatı yaşama, yönlendirme; diğerinde ise ‘Nasıl yaşayacağım?’. Nasıl yaşayacağımın içerisinde, ezmek varsa, ezersin; ilahlaştırmak varsa, ilahlaştırırsın. Mesela Roma örfünde, adetinde kraliyet müntesiplerinin yılda bir haftası vardır. Esirleri, gladyatör denir onların esirlerine, 1 yıl beslerler. Niçin? Besleme nedeni; gösteri olacakmış, kutlama olacakmış. Gladyatörler birbiriyle çarpışacak, yani neticesi ölüm olan bir mücadeleye girecekler. Bu kadar vahşi bir zevk olabilir mi ya? O medeniyetten biz istifade ettik ve bizim bundan aldığımız da bak, bizim aldığımız da ne? Ne almışız? Eğer aldıysak. Biz de gelen kuşlara kuleler yaptırdık, saraylar yaptırdık. Allah aşkına bununla bunun arasında kim ilgi kurabilir? Yani bunu almamız mümkün mü? Birisi insanı öldürüyor, eziyor; birisi hayvan hayatını… Geçen burada bir akademisyen arkadaşımız programında çok enteresan, “Efendim” diyor “hayvanlar” diyor “ikindi vaktine kadar” diyor “çalıştırılır. Ondan sonra çalıştıramazsın. Artı, cuma günü tatilleridir”. Ya bu şimdi, bunu bile hayvanlara hak verme sadedinde hayatına gaye olarak geçirmiş bir millet; bu, kulluktur işte. Yani, böyle yaparsam Allah benden razı olur; bu, kulluktur. Ama ötekinde var mı böyle bir gaye?
Onun için bence… Şu taşlar, bak, bak o, bak şu yeşil, bu da… ‘Tamam, tamam bundan alınmıştır’ demek kadar efsanevi bir davranış ve de görüş ben görmüyorum, kabul etmiyorum; yanlıştır. Tamamen cehaletten kaynaklanıyor. Osmanlı'yı, anlayışını ve Türk milletini her şeyden evvel tanımamaktan, Müslüman’ı tanımamaktan ileri geliyor bu, diyor; o kardeşlerimizin de doğruyu, gerçeği bulmalarını Allah'tan niyaz ediyorum efendim. İstirham ederim.

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir