
Neler Okuyacaksınız
Toplumdaki Huzursuzluğun Temelinde Tatminsizlik Yatıyor
Toplumun hemen hemen her kesitinde, her kurumunda, her sınıfında ve yaş bireyinde sahip olduğu yere karşı orasını benimsememe veya aşırı derecede benimseme, kendisini kabul etme veya etmeme, başkasını kabul etme veya etmeme efendim gibi sıkıntılardan, görülüşte kaynaklanan, hakikatte ise temelinde daha farklı hastalıkların yattığı bunalım ve buhranları görüyoruz. 1 Mayıs olayları bunlardan bir tanesidir. İşçi bayramıdır, neticede yıllar evvel hakkını arayan işçilerin ortaya koymuş olduğu kutlu ve mutlu bir gündür. Ama bugün bunu sahnelenmesine, sergilenmesine baktığınız zaman sanki yeniden bir anarşinin hortlayacağı, meydana geleceği izlenimini veriyor. Hattı zatında belki hakkını arayan işçilerimiz de böyle bir tablo ortaya çıksın istemez, istemesi de mümkün değil. Gaye insanın istediği şeyi elde etmesidir. Yoksa o gaye vasıl olurken, varırken yaptığı kavgası, gürültüsü değildir. Bunu her sınıfa teşmil edebiliriz. Bütün kurumlarımızda bu kavga var. Tamamında bu kavga var. Bir bakıyorsunuz ki bilmem ne mahallesi olay, bölgesi olay. Olayın iç yüzüne indiğiniz zaman hakkını aramakta olan insanların birtakım feryatları gibi görünüyor ise de hattı zatında bu şekilde tezgahlanan, gösterilen bu feryat bir hak arama olayı değil. Bir bitkinlik, bir yılgınlık, bir kaçış benim kanaatime göre, olay burada kaynaklanıyor. Ülkemizin içerisindeki siyasi konulardan, ticari konulara kadar, hukuki mevzuata kadar benim kanaatim hep aynı temel espriden veya hastalıktan kaynaklanan bir feryat var. Bunun da olması kanaat-ı şahsiyem çok tabi ve de normal. “Neden” diyeceksiniz? Şimdi insanımızı biz çeşitli yollarla tatmin etmeye çalışıyoruz. Her ne kadar siyasi iktidarlar bizim istediğimizi vermiyor, veremiyor diyorsak da; enflasyon başını almış gidiyor diyorsak da, hepimiz şunu çok iyi görüyoruz: Az çok iktisadi kurumlarımızdan hukuki kurumlarımıza kadar, eğitim kurumlarımızdan siyasi kurumlarımıza kadar, bütün bunlar hep insanın mutluluğu için, insanımızın bir noktaya taşınması için seferberlik ilan etmişler adeta. Ama bazısı fonksiyonunu tam olarak icra edebiliyor , bazısı edemiyor. Yani şunu demek istiyorum. Bu kaynaklar, bu huzursuzluklar yok olsun; millet bir noktaya taşınsın, mutlu olsun mantığıyla, gerekçesiyle bütün kurumlarımız adeta seferber olmuş. Seferber olmuş ama yine bu insanımız doymuyor, tatmin olmuyor, feryadını bırakmıyor. “Burada acaba bir şeyler mi var” diyoruz?
Türkiye ve Dünya’nın Asıl Problemi İnsan Problemidir
Yani bugün 70-100 yıl evveline baktığımız zaman hakikaten Osmanlı'nın “Hasta Adam” denildiği dönemde dahi insanlar mustarip değildi. Belki açtı, susuzdu, fakirdi, bitkindi ama mustarip değildi, mutluydu, huzurluydu. Ben çocukluk yaşlarımdan itibaren şu olayı hatırlarım. Biz çocukken eğlendiğimiz zaman, işte kendi aramızda oyunlar oynadığımız zaman, yaşlıların da bizim aramıza girip bizimle eğlendiklerini çok iyi hatırlıyorum. Zaman geçtikçe bu eğlenme ihtiyacı öyle bir sahaya kaymış ki artık insan yaptığıyla da eğlenemiyor. Yani ne yaparsa yapsın kendini tutamıyor. Öyle bir noktaya gelmiş durumda. Asıl anlatmak istediğimizi bir araya getirirsek ortaya şöyle bir netice çıkıyor. Bugün de bizim noksanımız şu veya bu kurumda, şu veya bu ihtiyaçların giderilmesinde değil. Biz hastalığı teşhis itibarıyla yanlış yapıyoruz. Nereye bağlıyoruz olayı, hastalığı? Enflasyonun düşmesine. Enflasyon düşerse, işçimizin, memurumuzun cebine fazla para girerse biz huzuru, mutluluğu yakalayacağız. Dikkat ederseniz, ana espri bugün bu. Hâkimiyet bu esas üzerine kurulmuş. Yani toplumdaki birey hâkimiyeti, kurum hâkimiyeti, daha doğrusu düzeni, adaleti sanki paramız olursa biz mutlu olacağız, olmazsa olmayacağız. Bugün öyle hakikaten parasızlık işin kaynağı olmuş olsaydı, bunu derken parasızlık bazı olayların kaynağı değil midir? Elbette ki kaynağıdır. Ama bugün görülen en temel problemlerimizin iktisadi durumumuzda uzaktan ve de yakından alakası yok. Bunu niçin söylüyorum? “Neden” diyeceksiniz?
Batı dünyasına baktığımız zaman hakikaten iktisaden derdi hiç olmayan insanların iktisadi bakımdan doyum noktasının kusma noktasına geldiği halde, çok ciddi problemlerinin, çok ciddi meselelerinin ve hastalıklarının olduğunu görüyoruz. Mutmain olmadıklarını görüyoruz, isyan halinde olduklarını görüyoruz. Sadece Batı dünyası mı? Batı'nın en uzak noktasındaki Amerika’sında bile bu hali yaşıyoruz. Bir olayı anlatacağım. Amerika'da bir akşam geziniyoruz. Arkadaşlar beni bir zenci mahallesine getirdiler. “Hocam” dediler, “burada gezmek yürek ister.” “Neden” dedim? “Burada dediler insan avcıları çoktur, kelle avcıları.” “Yapma yav.” “Biz biliyorduk ki Amerika cennet.” “Yok dediler…” Bu dışarıya yansıyan şekliyle öyle ama buranın iç tabiatına siz geldiğiniz zaman hiçte o denildiği gibi değildir. Kısaca şunu demek istiyorum. Paranın en bol olduğu yerde dahi bu isyanlar, bu kavgalar, bu feryatlar var.
bu temele indiğiniz zaman hiç de maddenin olmadığını görüyorsunuz olayda. Yani olayın esprisinde mesela orada olmayanın olana karşı bir husumeti şeklinde değil. Olanın doymadığı, olmayanın arayış peşinde olduğu şeklinde görüntüsüdür bu. Siz insana düşünün ki günde 10 milyon lira maaş veriyorsunuz, yevmiye veriyorsunuz, aylığı bunun 300 milyon lira ediyor, 300 milyon lira verdiğiniz işçi aldığı maaşta tatmin olmuyor, doymuyor. O halde diyorsun ki yani 300 milyon lira maaş alan bir insanın 500-600 milyon istemesi mantığa aykırı bir olay değil. Yani istemeyeceğini garanti et. O halde diyoruz insanoğlu maddeyle bizim anladığımız manada tatmin olması mümkün olmuyor. Madde onu tatmin etmiyor. Bir noktaya kadar ihtiyacı, doğru. Ama onun üstünde, onun fevkinde bazı ihtiyaçları var ki iktisadi saiklerle o ihtiyaçlarınızı gidermeniz mümkün değil. İşte bugün Türkiye'nin hatta dünyanın asıl problemi bence burada kaynaklanıyor. Bu nedir? Bence bu insan problemidir. Dünyada bugün kabul etsek de etmesek de ülkemizde de olmak üzere büyük bir insan açlığı var. İnsan olma, insan gibi yaşama, insan gibi duyma, insan gibi hissetme, algılama işte bu noksanlık var. Tabi bu da gelişi güzel bir tarzda ve de şekilde alelade bir kulvarda yürümekle tatmin olacak bir cihet değil.
Batı’nın Kurum Merkezli Mantığına Karşılık, İslam’da İnsan Merkezli Yaklaşım Vardır
Elbette onların hiç etkisi yoktur demek yanlış olur. Mutlak surette kurumların ve kuruluşların da ilgisi var. Ancak olaya biz biraz daha akademik mantıkta yaklaşırsak şöyle bir neticeyle de karşı karşıya gelebiliriz. Şimdi Batı'nın çözüm tarzıyla İslam şark âleminin, Türk İslam âleminin çözüm tarzı tamamen birbirinden farklıdır. Batı'nın toplumlara, kurumlara bakış tarzıyla bizimki çok farklıdır. Şimdi mesela Sokrat ve Eflatun, Batı'nın iki büyük insanı, bugün Batı'nın hayat felsefesi bu iki insanın görüşlerine dayalıdır . Şimdi biri Eflatun’a afedersiniz Sokrat'a baktığınız zaman bir insan ele alınır, bir insan modeli çizilir bu anlatılır. Eflatun’a da baktığınız zaman bir insan modelinden bahsedilir. Adaletli insan, ihlaslı yani samimi insan, verimli insan, bizim anladığımız manada kâmil insan, erdemli insan. Fakat burada insanı anlatırken, insanı Batı'nın tanımaması münasebetiyle hep onun önünde bir kurum vardır. Mesela Eflatun da “devlettir” bu kurumun adı. Evet, yani şimdi o bir hayat demokrasiyi de güzel ele almış, bir hayat tarzı, daha doğrusu bir devlet tarzı kendi mantığından ortaya koymuş. Tabii bu mantıkta onun tutarlı tarafları var, belki de hiçbir noksanı yok. O devletin ayakta durabilmesi, o kurumun yürüyebilmesi için, Sokrat da aşağı yukarı bunu ona anlattı. İfade edebildim mi? Böyle giderken, noksan nedir?
Şimdi noksan burada şu bize göre, bizim mantığımıza göre hiçbir kurum ve kuruluş ele alınmaz. Bu örfümüzden, âdetimizden ve inancımızdan kaynaklanıyor. Sadece mücerret olarak insan ele alınır, müşahhas olarak insan ele alınır. İnsandaki gerek maddi, gerekse manevi yönlerin tatmini söz konusudur. Bu nasıl doyacak? Nasıl hitama erecek? Nasıl mutlu olacak? Nasıl huzura kavuşacak?
Dini kulvarda olayı ele aldığınızda durum aynıdır, milli kulvarda da insanı ele aldığınız zaman da yine aynıdır. Bizde dinle milliyet adeta barışmış, bir araya geçmiştir. Şimdi Batı’da böyle değildir. Batı dediğim gibi bu iki insandan hareketle mutluluğun kaynağını aramıştır. Nasıl mutlu olunacak? Eflatun demiştir ki, “şöyle bir devlet biz çizersek, şöyle bir devlet kurumlaştırırsak, bu devletin insanı da şu şu şu şartlara haiz olması lazım.” Bahsettikleri doğru ama “o şartlar, o devletin müsaade ettiği kadarıyla o insan insandır. Bu espri çok farklı bir espridir. Siz ne kadar adilsiniz, o devlet kulvarında devlet kullarının müsaade ettiği kadarıyla adilsiniz. Ne kadar hürsünüz, onun müsaade ettiği kadarıyla hürsünüz. Yanlış anlamayın, Marx ve Engels de ondan mülhem kendi dünyasındaki komünizmi kurdular. Komünizmde hürriyet yok değil, adalet yok değil ama o devletin mantalitesi içerisinde bir devlet bir hürriyet var. Demokrasi de onun düşüncesidir, yani onlardan kaynaklanmadır. Şimdi bilmem özünü o işin ortaya koyabildim mi?
Yani burada bir kurum var, siz bu kurumda neticeye varma, yani o kurumu ayakta tutmak istiyorsunuz. O halde bu kuruma nasıl bir insan gerek? İşte Sokrat'ın ve Eflatun hareket tarzı budur, kurum ayakta. Hâlbuki İslam da bizim milliyetimizde, bizim örfümüzde, âdetimizde insan nasıl ayakta duracaktır espri?
Devlet ve Millet Olarak Kendi Geleneğimizi, Örfümüzü, Adetimizi Sahiplenmemiz Lazım
Bizim mantığımız, bizim örfümüz, âdetimiz, geleneğimiz budur. Onun için Osmanlı'ya indiğiniz zaman çok fazla kurum göremezsiniz. İşi teferruata boğmaz. Ama şimdi faraza, tabii şimdi öyle bir şey oldu ki silgiyi almak için de bir kuruma müracaat edeceksin. Bu kadar saçmalık olur mu ya? Hayatı şekillere, efendim kurumlara bölmüşüz, kendimizi adeta makineleştirmişiz, kurumlaştırmışız. Ve biz o kurumun bir parçası haline gelmişiz. Değil, her şey bizden bir parçadır. İşte Osmanlı bunu çok iyi hayata yansıttı, koydu. Bakın hiç kurumu olmamasına rağmen, müsaade ederseniz buraya bir iki cümleyle girmek istiyorum. Osmanlı insanı çok mutluydu, çok ama çok mutlu. Devlet, millet tamamen barışıktı. Devlet, millet diye ayrı bir kavram yoktu. Niye? Millet devlet, devlette milletti. Bir bakıyorsun Osmanlı döneminde halk asker, asker devlet. Yani kimse şöyle böyle eğitim yapıp da askerlik de öyle bir şey değil. Herkes asker. Zaten biz Orta Asya Bozkır’larından Anadolu'ya geldiğimiz ana kadar yaşadığımız bir statüko vardır, bir hayat vardır. Bu milletin askerliğidir. Biz asker bir milletiz, farklı bir milletiz yani. Siyasi irade bunu her zaman görmesi lazım, görmezse ipin ucunu kaçırır. Bu millet asker millettir. İşte şu bu deyip de bunun sınırlarını taşırmamak lazım. O asker milletin örfünde, âdetinde, geleneğinde yaşadığı hayatı ona takdim edeceksin. Farklı bir kulvarda onu tatmin etmeye kalkarsan, huzur ve mutlu etmeye kalkarsan hiçbir şey ona veremezsin. O zaman örfüne ters düşersin, âdetine ters, geleneğine ters… Yani “biz Batılı olacağız.” Ne kadar Batılı olabilirsin? Örfünü müsaade ettiği kadar, adetlerini müsaade ettiği kadar, geleneklerini müsaade ettiği kadar, maneviyatını müsaade ettiği kadar. Aksi takdirde, o senin insan modelin Batı’nın kurum modeliyle çakışır, kavga başlar. Ve günümüzün kavgası budur. Yani kabul ediyor, etmiyor. Niye bu kadar işi teferruata boyuyorsun baba? Önünde, bunun Osmanlı döneminde çok ciddi müşahhas bir örneği var. Herkes mutlakta gayrimüslimler, azınlıklar hepsi mutlu. Sonra geldik biz bunu Batı’nın kurum düşüncesine adapte etmeye başladık bu sefer içimizdekiler de isyana başladılar. Yani azınlıklar da “ben ben” demeye başladılar. Ondan evvel öyle bir davaları da yoktu. Yani onları tahrik eden de biziz. Yanlış anlama. Biz kendi kendimize itimat etmedik. Kendi kendimizin geleneğini, örfünü, âdetini tam sahiplenemedik. Bunu sahiplenmek lazım. Dün bu olmadı, bugün olması lazım. Ne kadar uzatırsak arayı, biz içimizdeki bunalımı o derece uzatırız. Kavgayı o derece büyütürüz.
Toplumun Huzuru İçin İnsanı Dünyaya Geliş Gayesi Çerçevesinde Ele Almamız ve Yetiştirmemiz Şarttır
Şimdi efendim, yine başa dönüp başta konuşmak istediğimizi bir temeli oturtmamızda fayda var. Bütün bunları gördük yani bu kurum kuruluşlar, şunlar bunlar insanımıza verdik. Haktı, hukuktu, şuydu, buydu. Batılı anlamda belki tamamını veremedik ama tam veren Batı da huzur içinde değil, mutluluk içinde değil. Yani versek en son geleceğimiz netice onlarınkidir, onlar da mutlu… Şimdi biz de zengin olmakla, tekniğe sahip olmakla, huzurlu olmak çok karışık. Yani zannediyoruz ki zengin olanların sıkıntısı yok. Adamın belası seninkinden bin defa daha fazla. Onun bilinci içerisinde değiliz. Bizim efendim burada ihmal ettiğimiz bir varlık var, o da nedir? İnsandır. O halde insanı dünyaya geliş mantığı içerisinde, gayesi içerisinde ele almamız lazım. Onu o gaye istikametinde yetiştirmemiz lazım. O mükellef bir varlıktır. O noktaya onu oturtmadıktan sonra onun arayışı bitmeyecektir.
Tabii şimdi belli bir gaye için yaratılan insan şuurunun altında bu gayenin ne olduğunu biliyor. Belki sana bana bunu anlatamıyor. Batı'nın sancısı da bu ve devamlı onu arıyor. Onu ararken de biz önüne işte bu kurumlarla çıkıyoruz. Bir ay, iki ay, bir iki üç sene yanıltıyoruz veya eğliyoruz . Hayır bu değil üçüncüsüne geçiyor, dördüncüsüne geçiyor… Hiçbiri onu tatmin etmiyor. İnsanın aradığı mutlak huzura giden bir kulvar, bir yol var. O bizim dediğimiz gibi örf, âdet, gelenek, maneviyatımızda meknuz. O belli işte, asıl kurumlaşan bizde budur. Kalacak olan kurum budur. Şimdi efendim o da nedir? Maneviyat kurumumuzdur, örf kurum, âdet kurumumuzdur. Bunun ismi şu veya bu olabilir, fark etmez. Şimdi o neyi esas olarak ele alıyordu? Onun esas olarak ele aldığı şey meslek değildir; insandır, insanlıktır, adam olmaktır bir manada. Birisi nasıl adam olacak? Nasıl insan olacak? Önce insan olmak. Hani, ama insan olmak ama nasıl insan olmak? Onun örfüne, onun âdetine, onun geleneğine ve maneviyatına; o bütünlükte kendisini bulacak ve zenginleştirecek bir insan kimliği. Bu nerede hâkim olması lazım? Eğitimde hâkim olması lazım. Bu nerede hâkim olması lazım? Basında hâkim olması lazım. Bu nerede hâkim olması lazım? Televizyonlarımızda. Yani bunu anlatmamız lazım. Şimdi böyle bir model maalesef olmadığı gibi adeta bunun imhası için her türlü şartları da hazır. Adeta bunu yok etmeye biz gayret ediyoruz. İşte bu insan olma kimliğini tespit edeceğiz. Ben şu anda şu şu şundan ibarettir dersem belki ifrat veya fazla bir iddia olur. Akademik kimlikli arkadaşlarımız çalışsınlar, bu insan olma kimliğini ortaya koysunlar. Koyalım bunu yani. Sonra bizim mazimizde geçmişimizde var. Selçuklu döneminde var, Osmanlı döneminde var, Emevi döneminde var, Peygamber döneminde var her şeyden evvel.
Bu insan, bunu yetiştireceğiz. Bu insan insan olmak da yani, “aç tavuk kendini darı ambarında görür” hesabı. Yani yalnız başına da bir şey yapamaz, insan ama mesleği de olacak. İşte insanlığıyla birlikte ona mesleğini vereceğiz. Geçmişte bu faaliyeti bu vazifeyi aile kurumları yapıyordu. Bizim toplumumuz çok mükemmel eğitime eğitim imkânları ve de anlayışı fevkalade olan bir kurumdu, aile. Onun ardından işte okullar, efendim ki “tekke” dediğimiz yerler o insanı eğitiyor. Şimdi bunun emsali bugün hukuki zemine oturtarak işi eğitim, manevi eğitim ekolleri oluşturmamız lazım. Bu insanı yetiştirdiğimizde buna ne meslek vereceksin? Mühendis yapacaksın, doktor yapacaksın, orada yapacaksın onu. Yani kurumun bilgisiyle eğitimi birleştirmemiz lazım. O zaman bak devlet-millet kardeşliği, beraberliği olur. Kimse kimseyle kavga etmez. Ama şimdi insan farklı, kurum farklı. Ne yapıyoruz? Çatıştırıyoruz bunları. Doğu-Batı Sentezi bu şekilde kendiliğinden ortaya çıkar. Ve istenilen huzur, istenilen mutluluk, toplum düzeyi, düzeni kendiliğinden meydana gelir. Yani siz kuralla bir yerin hâkimiyetini mümkün değil elde tutamazsınız. Tutarsınız görünüşte. Ya isyan adamın kalbinde, içinde. Yani orada çekmiş bayrağı. Sen buna ne kadar hâkim olacaksın ki? Hepsinin başına birer tane polis, bekçi, jandarma koyman da mümkün değil. Öyle bir toplumda huzur da olmaz, mutlulukta… Herkes birbirinden endişe eder.
Allah aşkına bugün halimiz bu değil mi? Kimse kimseyi itimat etmiyor. Niye ben sana, sen bana itimat etmeyeceksin ki? A kurumu B kurumuna, B kurumu C kurumuna itimat etmiyor. Değil, yanlış. Hâlbuki bizim dinimiz teslimiyeti gerektiriyor, itimadı gerektiriyor . Müslümanım dediğin zaman her şey orada bitiyor. Müslüman Müslümana affedersin oyun yapıyor. İşte bu insan anlayışı, bu iman, bu öz kaybolmuş bizde. Bunu ihya etmeye, bunu diriltmeye ve o insanın üzerine de toplumda ihtiyacımız olan meslek bilgilerini yüklemeye mecburuz ve de memuruz. Bunu yaptığımız zaman göreceğiz ki hiç tahmin etmediğimiz kalkınma, hiç tahmin etmediğimiz birlik, beraberlik, kardeşlik, dostluklar gündem edilecek ki ülkenin ihtiyacı bugün tamamen bunadır; birliğedir, beraberliğedir, dostluğadır, kardeşliğedir. Allah bunu en kısa zamanda bize nasip eylesin. Ve bu birlik ve beraberlik ruhu içerisinde millete ve memlekete hizmeti ihsan eylesin diyor, bizi takip eden kıymetli dinleyenlerimize saygı, sevgi ve hürmetlerimi arz ediyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız