info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Toplumsal Bunalım ve İnsan Arayışı / 25 Ocak 1999
25/10/2025 SOSYAL HAYAT 31

    Neler Okuyacaksınız

Toplumda Artan Cinnet Oranı, Bir Şeylerin Çürüdüğünü ya da Gözden Kaçtığını Gösteriyor

Şimdi efendim tabi Ramazan gibi mübarek bir ayı yaşayarak geride bıraktığımız bu günlerde gönül isterdi ki çok daha tatlı fevkalade olaylara şahit olalım. 
Biz de gazetelerde efendim bu tip haberleri öğrenince, okuyunca üzüldük. Toplumda cinnet geçirme oranı hakikaten yükseldi. Şimdi tabi bu oranın yükselmesi bir şeylerin çürüdüğünü veya gözden kaçtığını esasen gösteriyor. Hep beraber bunu teşhis edip, ne olabileceğini ortaya koyup tedavisine gitmekten başka milletimizin de çıkar yolu yoktur. Bunu böyle bilelim. Ama genel olarak denilecek söz ciddi bir bunalımın eşiğinde olduğumuzu kabul etmemiz lazım. Zaten Ramazan-ı Şerif'te yapılan medyatik tartışmalar bunun böyle olacağını bize az çok haber veriyordu. Asırlar boyu İslam'a hizmet eden, yaşayan bir milletin evlatlarına yeni bir din bulma gayreti içerisine giren bazı sözde arkadaşlarımız, milletin bu halinde benim kanaati şahsiyem o ki payları çoktur. “Himmete muhtaç olan dede âleme himmet ede.” İnsanların dinlerini başka dine tebdil etme gibi bir olayın içerisine psikolojik olarak girmeleri bile çok ciddi bir sancıyı doğurur. Siz bunu ilim adına topluma teklif ediyorsunuz. Teklif ettiğiniz bu dinin müntesipleri zaten her gün bu bunalımla, bu cinnetle iç içe yaşıyor. Yani ne getirmiş ki toplumuna sana da onu taşıyacak. Kısaca çok sebepleri var herhalde detaylı görüşeceğimiz bir konudur. İnşallah meseleyi çözmeye çalışırız. 

Ruh ile Allah Arasında Bir Alışveriş Olmayınca, Korkunç Bir Boşluk Doğar 

Benim kanaatim ki, hakikatte öyledir. Bütün bunalımların temelinde yatan bir manevi sebep vardır. Bu manevi sebebi bulup ortaya çıkarmak lazım. İnanan insanların inancında dahi sıhhat derecesi sakat olduğu zaman, onlarda da birtakım bunalımların zuhur ettiğini görüyoruz. O halde sadece “inandım” demek de kâfi gelmiyor. Neye nasıl inandı, niçin inandı bu da mühim. Şimdi bizim her zaman ifade etmeye çalıştığımız bir husus var. O da Cenâb-ı Hakk'ın nefha-i ilahisinden insan denilen varlığın vücut bulmasıdır. O varlık yani o manevi cevher sahibi olan Allah'la birlikte birliktelik kurmak ister, beraber olmak ister. Elbette o beraberliğin de halli, vücut bulması, din kulvarındaki ahkam-ı ilahinin yaşanmasıyla mümkündür. Zaten dinlerin geliş maksadı da budur. Bir manada insanların geldiği Rabbine dolaylı yoldan dönüşlerinin nasıl mümkün olacağını anlatmasıdır. Dinlerin asıl maksadı bu. 
Şimdi her zaman söylüyoruz, Allah rızasını kazanmak, yani bunun temelinde yatan espri; Allah'a vasıl olmaktır, vuslat etmektir, Allah'la beraber olmaktır, Allah'la dost olmaktır. Şimdi evliya tabiri Kur ’ani bir tabirdir, ifadedir. Allah'ın “arkadaşı, dostu” demektir. Bunu bizzat Cenâb-ı Hak Kur'an'ında kendisi beyan ediyor. Yani “benim dostlarım, benim arkadaşlarım.” Şimdi Allah'ın dostluğuna elbette ki dostluğun şartlarını koyan da kendisi, zatıdır. Yani “nasıl varılacak bir insan, onun dostu, arkadaşı, nasıl olacak?” diye sorduğumuz zaman, elbette ki onun dediklerini, onun emrettiklerini, bu konuda yanlış diye nehyettiklerini dikkate almak lazım. Yoksa sen kendi kendine “ben Allah'ın iyi bir dostu olacağım, ona has bir kul olacağım” demiş olsan ve fakat onun işaret ettiği, onun gösterdiği, onun emrettiği, yolun dışında olsan, burada da dost olamazsın. Kendi kendine hayal kuruyorsun, o da senin dinin oluyor. Eğer kitap göndermemiş olsaydı, peygamber göndermemiş olsaydı, o zaman haklı olabilirdin. Ya zaten bize hiçbir işaret, bir alamet, bir elçi göndermedi, binaenaleyh “biz aklımızın kestiği gibi bu işi halledelim”, deme hakkına sahip olurdun. Değil. İnsanlığı hiçbir zaman boşlukta bırakmamış Cenâb-ı Hak ve hatta “biz peygamber göndermediğimiz kavimlere de azap etmeyiz” buyurmuştur. Kaldı ki Cenâb-ı Hak okuyup bildiğimiz kadarıyla bizim tanıdığımız şu dünyadaki buradan başka dünya da yok, hangi topluma gidersek gidelim mutlaka bir peygamberin izine rastlanıyor. Şimdi demek istediğim şu; yani eğer biz onun arkadaşı, dostu olmak istiyorsak, onun ne dediğine çok iyi dikkat etmemiz lazım. O da onun gönderdiği peygamberlerinin müjdeleriyle, yollarıyla, kitaplarıyla anlaşılabilir. E biz bunu bence belki “inanç olarak inanıyoruz” demiş isek de, pratikte yaşanır hayatımızda arka planlara attık. Yani bu nedir? Yani böyle işte bir arkadaş konuşuyor, çok güzel konuşuyor ama ne söyledi? Veya bunun dediğinin arka planı nedir, ön planı nedir? Böyle bir murakabe ve muhasebe de maalesef çok uzak kaldık. Sen uzak, ondan uzak kalırsan bir başka ifadeyle, işin sözüyle devamlı meşgul olup yaşantısından uzak kalırsan haliyle, hasta bir insanın ilaçları görmesine, dermanlar, ilaçlar önüne eczacı dolaplarında mevcut olan bütün ilaçları koymuşsun önüne, hiçbirinden istifade ettiği yok. Evet, karşıda, vitrinde, bütün tedavi edici unsurlar ama hiçbirini alıp kullanamıyorsun, kullanmıyorsun. Bu da ne kadar fayda görürsün? İstediğin kadar onu zikret. Veya bizim geçmişte büyüklerin ifadesiyle, “bal kavanozunu istediğin kadar dıştan yala.” Kavanozu dıştan yalıyorsun, ne eline geçecek? Hiçbir şey. Veya akşama kadar “bal” de ama bir lokma tatma. Bizim galiba, dini hayatımızda biz bu badireleri, bu olumsuzlukları yaşıyoruz. Onun için kitab-ı kerim olan Kur'ânî çok iyi anlamak, elbette her birimiz hoca olması mümkün değil. Ama anlayan insanlarla sohbet etmek, bilen insanlardan “nasıl Allah'la dost olunur, arkadaş olunur?” diye onlara sual tevcih etmek. Aldığımız cevapları karınca kaderince hayatımıza geçirmek. İşte biz bu dönemdeyiz. Bunu yapmadığımız müddetçe, biz Allah ile ilgimizi, alakamızı, irtibatımızı kurmamız hiç ama hiç mümkün değildir. Hiç kuramazsın. O zaman da ne olur? Allah'a ihtiyacı olan sen, ben, bu boşluğu dolduramadığınız zaman, bu boşluğu dolduracak birtakım değerler ararsınız. Kendi kendinize değerler ihdas edersiniz. Bu bazen din olarak ortaya çıkar. Bazen din değiştirmek olarak ortaya çıkar. Sebep? Hastalık ne? Hastalık, emredileni yerine getirmemek veya bilmemek. Cehalet olur, gaflet olur, ihanet olur. Yani bütün bunlar seni Allah'tan uzak tutar. Allah'a kavuşamazsın. Allah'a kavuşamayan insan çok ciddi bir boşlukta olur. Maneviyat sirkülasyonu olmayınca, yani ruh ile Allah arasında bir alışveriş olmayınca, korkunç bir boşluk doğar. Hani gözü aç olan insanın yiyip yiyip doymamasına benzer bu hadise. Bu sefer ne yapıyorsun? O boşluğu, üzerine düşen vazifeyi ifa edip dolduracağın yerde bunu yapmıyorsun, bu sefer farklı kulvarlara giriyorsun. 

Bir Millet Manevi Kimliğini Kaybettiği Zaman Millet Olma Hasletini Kaybeder

Son zamanlarda Türkiye'de “dinleri kardeş etme”, şunu yapma bunu yapma gibi saçmalıkların temelinde olan insanların üzerine düşen vazifeleri yapmamaktan kaynaklanıyor. Allah'ın “haram kıldığı, yasak kıldığı, batıl” dediği şeyi sen hak gibi göstermeye çalışıyorsun. Ne hakla? Bu yetkiyi sana kim vermiş? Bize bizzat Cenâb-ı Hak efendime söyleyeyim tahrif edilmiş. Ahkâmın kendi zatıyla, kendi zat-ı barisiyle ilgisi olmadığını beyan etti. Peygamber Aleyhisselam Efendimiz ’in “tahrif edilmiş” diye tanıttığı, e bunların dinlerini sen kalkıp “üç tane din” bilmem şu bu filan gibi saçma bir hastalığın içine girmek. İntihar eden hiç olmasa kurtardı. Bunların hali intihardan da fena. Ve bunlar işi garip tarafı bunu din adına yapıyorlar. Düşünebiliyor musun Türkiye'nin düştüğü bu boşluğu, bu vahameti. Bu sadece bir manevi kimliğin kaybolması değil. 
Çok enteresan bir incelik var. Siz maddi birtakım öğelerinizi kaybedebilirsiniz. Ama bunları ayıktığınız zaman tahsiliniz mümkündür. Elde etmeniz mümkündür. Ama bir milletin manevi kimliği vardır. Bunu kaybettiği zaman millet olma hasletini kaybeder. Ve bulması da bunlara kavuşması da zor belki de imkânsızdır. Tarih bu ibretlerle doludur, bu derslerle doludur. Şimdi maalesef biz bu kaderi yaşıyoruz. Bu intihar eden kardeşlerimize Allah rahmet eylesin. Bunların haline bakıp da inşallah ayıkırız. “Ya ne yapıyoruz? Yani bir cinnet dönemine girdik. Nedir bu halimiz” deyip de hastalığı teşhise çalışırız.  o zaman tabii teşhis olduktan sonra da tedavisi inşallah mümkün olacaktır. Bu konuda çok konuşmak mümkün ama bu kadar öz   zannediyorum.  


Türkiye'de Çok Ciddi Bir Manevi Bunalım Var

E bir defa “ekonomiktir” demek kadar da bence yanlış teşhis olamaz.  İnsanı doymayan karnı değil, midesi değil ki. Ruhu. Yani sizin kalbiniz boş. Kalbim boş. Efendim mideye ne koyarsan koy. İzah edebildim mi? Esasen müsaade ederseniz ben komünizmin şaşalı dönemlerini çok iyi hatırlıyorum. Türkiye'de problemler gündem edilirken, Türkiye'nin tek meselesi iktisattır. Hala da o hastalık devam ediyor. Yok kardeşim. Türkiye'de çok ciddi bir manevi bunalım var. Siz iktisatla insanların efendime söyleyeyim sadece bir yönünü tatmin edersiniz. Eğer manevi kimliklerini onlara bulduramazsanız, aşırı derecede boğma derecesinde onları iktisadi rahatla kavuşturmuş olsanız bile tatmin edemezsiniz. Yani vatan, o insanlar “karnım aç” belki diyor sözde ama hakikatte karnı aç değil onun. Kalbi aç. Tabii. Dikkat ederseniz batıda bunun örnekleri çok fazladır. Mesela batı dünyasında intihar vakaları alabildiğine, alabildiğine fazla. Birtakım ilmi araştırmalar yapıp takdim eden arkadaşlarımız mesela refah seviyesi çok üstün olmasına rağmen Amerika'da intihar vakası alabildiğine başını almış gidiyor. İsviçre'de keza öyle, İngiltere'de öyle. İddiaya yani “insanların bunalımında etken ekonomidir” diyenlerin iddiasına bakacak olursam bu dünyalarda hiçbir intihar vakasının olmaması, cinnet vakasının olmaması gerekir. Ama maalesef alabildiğine her gün biz mesela üç beş günde bunlar oldu diye aman biz telaşa düştük. Yok canım orada saniye başında bunlar oluyor. Allah muhafaza etsin. Yani biz taşıdığımız değerlerin hiçbir zaman kıymetini bilemiyoruz. Bunlara dönüp efendim bu değerleri korumak, seferberliğini millet olarak ilan etmemiz lazım. Yani milleti ayakta tutan birtakım değerler var. 


Aile Yapımızda Çok Ciddi Tahribatlar Var

Şimdi aile yapımız gevşemeden ziyade çok ciddi tahribatlar var. Ölçüler kaybolmak istenince haliyle sallantılar başlıyor. Bir başka ifadeyle depremler başlıyor. E bu depremler ailelerin inşallah istikamet bulmasına sebep olacak. Yani ailelerimiz aslında çok fevkalade kurumlarımız. Yani aile özelliğini kaybeden bizde öyle kurumların çok azdan az olacağı, olduğu kanaatindeyim. Tanıdığımız, gördüğümüz kadarıyla, Türkiye'nin her bölgesinde ve yerinde dostlarımız, arkadaşlarımız var. İfsat edilmiş, baştan çıkmış, istikametini kaybetmiş öyle bir aile görmek hakikaten zor. Yok, Elhamdülillah. Yani milletimizin yapı taşı aile o sağlam halini, o fevkalade mimarisini devam ettiriyor. Şimdi aile içerisinde bu bunalım değil. İçinde gibi görünüyorsa da olay dıştan alınan bir mikropla ailenin içine taşınıyor. Anlatabildim mi? Şimdi istisnai birtakım haller çıkar. Bunlar delil olamazlar. Bir söz vardır “İstisnalar kaideyi bozmaz.” Bu kuraldır. Bu istisnai durumlardır. Ama bunun da olmaması lazım. Gönül istiyor ki istisna da olsa o birkaç ailenin de böyle bu tip birtakım vahim olaylarla iç içe olması doğru değil. Olmaması lazım. Gönüllerimiz bunu istiyor. O da neden kaynaklanıyor? Şimdi topluma zerk edilmiş birtakım mikroplar var. Siz giriyorsunuz bunları taşımaya başlıyorsunuz. Sadece maddi mikropları yok. Manevi mikroplar da var. İşte bu az evvel bahsettiğimiz düşünceler. Gazeteler bunları pompalıyor, televizyon programları bunları pompalıyor. Mesela Ramazan-ı Şerif'te insanın gönlü isterdi ki “ya biz nasıl daha mükemmel bir mümin, kul olacağız? Allah bizden ne yaparsak daha fazla razı olur?” Bunların mütalaa, müzakereleri yapılması lazım gelirken, hayda bunları adamlar terk ediyor. Efendim işte “nasıl yorumlayalım? Biz bu dini nasıl yorumlayalım?” Beyefendi o kadar büyüdü ki artık geçmişteki ulema onun yanında bir kibrit çöpü mesabesinde kaldı. Yani kendisine de bakarsan hiçbir şeyde bildiği yok. Bizde bir tabir vardır, “Echel-i cühela.” Efendime söyleyeyim yani hiçbir şeyde bildiği yok, çok samimi konuşuyorum. Bu meslekte biraz mürekkep yaladığımız için biliyorum ben sağını, solunu. Yani bunlar hava atmaktan başka bir hünerleri yok. Yani sonra “nasıl hangi cüretle sen bu teklifleri getirebiliyorsun canım?” “İslam'ı yaşadın, zararını nereden gördün ki” diyorsun “canım şurası zararlı çıktı da biz bunu değiştirelim, bunu bunun yerine getirelim.” Yani neresinde izah edebildim mi? Yani şunu demek istiyorum: Ramazan-ı Şerif'te medya kurum ve kuruluşları üzerine düşeni açık konuşayım yapmamıştır. Yani mükemmel bir insan ki aynı zamanda mükemmel bir vatandaştır, mükemmel bir kuldur. Ya bunlar eş anlamlıdır bir manada. Sen o mükemmel kula kavuştuğun zaman, mükemmel vatandaş; mükemmel vatandaşa kavuştuğun zaman, ülkenin tamamında fevkalade bir huzur, sükûn, mutluluk olacak. Başlıyoruz karıştırmaya ondan sonra karıştırdıktan sonra da “vay şurası karıştı.” Az evvel karıştıran sensin kardeşim ya. Bu mahiyette konuşmayı yapmamış olsa idim, biz bu sohbetimizde bir teşhis için konuşuyoruz yanlış anlamayın. Olayın aslı budur. İnşallah gelecek sohbetlerimizde teşhisin tedavisine gideceğiz. Bunlar olmaz. Milleti karamsarlığa sevk etmenin hiç kimsenin hakkı değildir. Bu millet büyük bir millet. Özellikle Türk milleti İslam olduktan sonra yani yaptığı hizmetler insanlığa, İslam'a, dünyaya bunu izah etmek mümkün değil ya. Ki aradan efendime söyleyeyim zıp diye bir tanesi çıkmış. Bütün tarihi inkâr ediyor. Onu inkâr, bunu inkâr efendim. Haliyle tabii bunların bir mikrop şeklinde topluma tezahürü zuhur ediyor. Bunlar istesek de istemesek de etkilenen ve bunalıma düşen insanlarla faktör ortaya çıkıyor. 


Genç İnsan Arayış İçinde Olan İnsandır 

Şimdi efendim genç insan arayış içinde olan insandır. Dikkat ederseniz sizin gençlik yıllarınızda öyleydi. Yani içiniz içinize sığmaz. Devamlı bir arayış peşindesiniz. Bir sahada değil bütün sahalarda böyledir. Şimdi zaten anlatmak istediğim de benim bu. Bu arayan insanların neyi aradığını bulup onların ara göstermiyoruz biz. Bu vazifeyi basın yapacak, medya kurum ve kuruluşları, televizyonlar yapacak. Milli eğitim yapacak, aile yapacak. Ve dikkat ederseniz bu arayışın cevabı hiçbir tarafta yok. Ya bu arayışa cevap diyanet de vermiyor. Aranan Allah olmasına rağmen kimse kalkıp da “gelin ey kardeşler bizim aradığımız yüce Rabbimizdir, şuna böyle gidilir” diyen yok. Yani bir cadde gösteren, bir yol gösteren maalesef yok. Kim ne derse desin. Ha var, bunlar azdan az. Şimdi bu, bu badireler içerisinde çok ciddi bunalım dönemi yaşayan gençliğin Allah'a gidecek kulvarda, yolda ne yapacağını bilmemiş olması elbette onu birtakım yanlışlara sevk edecektir. İçindeki bu boşluğu tatmine çalışacak bu genç. Ha kim daha iyi işinin, yolunun, davasının propagandasını yapıyor maalesef ona alet olacaktır, oluyor. İşte “şeytana tapma” hadisesi bundan bir tanesidir. Adamlar güçlü şekilde organize olmuşlar. Ciddi finansları var. İstediği insana el atabiliyorlar. Propagandasını yapabiliyorlar. Senin, benim evladımı maalesef yanlış olan, hak olmayan bu yola çekiyorlar. Bunun hatası yine bizim. Bunu derken “bizlerin elimizde imkânı yok” manasına gelmiyor. Ciddi imkânlarımız var. Ama biz bu imkânlarımızı hangi kulvarda seferber edeceğiz bunu bilmiyoruz. Bu kulvarda hizmet eden medyayı destekleyeceğiz, gazeteleri destekleyeceğiz, kurumları destekleyeceğiz, kuruluşları destekleyeceğiz, ki insanımıza sahip çıkılsın. Sahip çıkılan insanımız da bu tip bunalımlara yanlış yollara düşmesin. “Düşmesin efendim. Niye düşmüş ki?” Kardeşim içi boş. Kalbi doyacak bunun.  Bunun doyma tarzı da taattir, ibadettir; aşkullahtır, feyzullahtır, muhabbetullahtır, havfullahtır. Bu bir kanun-i ilahi bunun önüne geçemesin. Değil mi? Bunu yapmak lazım. 

Aksaklıkların Temelinde Ölçü Noksanlığı ve Eğitimin Olmaması Yatıyor

Olayın bir başka versiyonu da aslında birtakım noksanlıklardan kaynaklanıyor. Aklına danış. Ben hiç unutmam bizim “Muhammed” isminde bir arkadaşımız vardı. Abisi terziydi. Vatandaş gelirdi derdi ki “Osman Efendi işte birtakım elbise diktireceğiz.” Müşteriye de “bak işte sen şuradan kumaş beğen.” “Osman Efendi biz anlamıyoruz. Sen çok iyi anlarsın.” “Anlıyoruz anlıyoruz ama Osman Efendi anlamıyoruz.” Yani neticede biz insanımızın bazı konularda şunu iyi bilmemiz lazım ki ilim ve kültür seviyesi müsait olmadığı için bu konularda kavrayışının noksan olması çok tabidir. Veya ölçülerinin farklı olması çok tabidir. Akıllar, akıl sahibi insanların hükümleri yetişme tarzlarına göredir. Eğitim tarzlarına göredir. Akıl mikyaslarla hükmünü verir. Sen akla ne kazandırdın ki “aklına danış” diyorsun ona? Akla verirsin metreyi, metreyle ölçer. Kilogramı, kilogramla ölçer. Değil mi? Ne verdin eline ki? Şimdi sonra maneviyatı aklın ölçebilmesi için hangi mikyas verdin o gencin eline ki “al sen bununla beraber şu manevi pozisyonu ölç, biç” hiçbir şey verdiği yok ona. Nasıl ölçecek? Söyle bana. Nasıl ölçecek? Yani sen nesin ki o ne olacak? Biz bu haldeyiz yani hiçbir şey bu konuda bir ölçü sahibi değiliz. Kaldı ki insanlar ölçüsüz hayatta muvaffak olmaları da mümkün değil. Yani ölçü çok mühim  . Şimdi bu ölçüsüz insanın önüne en kıymetli değerleri koyuyorsun. “Ne aklın kesiyorsa onu kabul et” diyorsun ona. O kadar saçmalık olur mu ya? Değil mi? Bu yanlış. Onun için eğitimimizde ciddi seferberlikler yapmak, “terbiye” diye bizim atalarımızdan kalma bir tabir vardır. Terbiye. Yani insanın Ahlak-i hamideye sahip olması durumu ancak terbiyeyle mümkün. Terbiyeli insanın aklını kullanmadaki ölçüsü farklıdır. Onun zıttı kâmili olan insanı kullanma ölçüsü çok daha farklıdır. Aynı aklı ikisi de kullanır. Ama biri şarka gider, birisi garba gider; biri güneye gider, biri kuzeye gider. Aynı akıldır. Niye gitmiştir oraya ahlakı? Bir defa aklı yönlendiren ahlaktır. Değer hükümlerini ona gösteren ahlaktır. Daha doğrusu ahlak aklın şoförüdür. Sen ne verdin buna? Yani nasıl yetiştirdin bunu ki, teslim ediyorsun ona, o şoföre o aklı. O da haydi alıyor uçurumdan aşağı atıyor. Binaenaleyh bu çok yanlış. Çok ciddi bir terbiyeyle mürebbilerimizin yetişmekte olan gençliğimizi ele alıp ahlak ve milli ve manevi değerler sahibi yapması lazım. Ülkeyi sevdirmesi lazım. Ülkenin birliğine, beraberliğine o genci, duygularıyla beraber hazırlaması lazım. Yani vatan kavramı, millet kavramı, devlet kavramı bunlar bir oluş içinde çocuğun yetişme tarzından itibaren olması lazım. Bunu işte aile verecek, bunu çevre verecek, bunu cemiyet verecek, bunu millet verecek, bunu okul verecek. Bunların olması lazım.  Maalesef bunlar yeteri kadar yok. Şu andaki aksaklıkların temelinde bu ölçü noksanlığı, eğitimin olmaması bence yatıyor. 

İnsanın Tevekkül ve Kader Ölçüleriyle Beraber Yetiştirilmesi Lazım

Tevekkül ve kanaatin dirençte çok ciddi boyutu var. Zaten eğitilecek olan insanın bu ölçülerle beraber yetiştirilmesi lazım. Tevekkül nedir, kader nedir?  Bunları insan bilecek ki bir olay karşısında kalkıp feveran etmeyecek, isyan etmeyecek, yeise düşmeyecek. Kaderimdir bu. Şimdi insanoğlu elinden geldiği kadar yapması gerekeni yapar. Ama bütün buna rağmen yapması gerekeni yaptığı halde istediği neticeyi  elde edememesi, ya bundan ötesi ölüm değil ya. Bilmem anlatabiliyor muyum? Sonuna da rıza göstermesi gerekiyor. Neticeye de rıza göstermesi gerekiyor. Zaten Cenâb-ı Hakk'ın biz kullarını denediğini biz unuttuk. Her olayda Allah bizi deniyor. Ahmet de deniyor, Mehmet de deniyor, şununla deniyor, bununla deniyor. Bu deney işin içerisinde güzellikler de var, çirkinlikler de var. Faydalı şeyler de var, kötü şeyler de var, zararlı şey de. Bütün bunları kul mantığı içerisinde biz ele alıp da efendim faydalı mevzularda karlı çıkacağımız hususlarda Allah'a şükredebilirsek, zararlı çıkacağımız konularda sabredebilirsek, işte işi şuuruna vakıf olup kulluk kulvarında adım atmış oluruz. O zaman da o insan netice ne olursa olsun İbrahim Hakk'ı Hazretlerinin dediği gibi;
“Hoştur bana senden gelen,
Ya hilat-ü yahut kefen,
Lütfunda hoş, kahrın da hoş” der.
 Ama şimdi hiç öyle bir şey dememiz mümkün değil. Niye? Bu yetişmeden topyekûn millet olarak mahrumuz. Faturasını da maalesef bu şekilde ödüyoruz. 

Nefsimize, Ailemize, Çevremize, Milletimize ve Rabbimize Karşı Vazifelerimiz Vardır

Burada tabii bütün kurumlara vazife düşüyor. Fert olarak bize vazife düşüyor. İki, aileye vazife düşüyor. Üç, medya kurum ve kuruluşlarına vazife düşüyor. Dört, devlete vazife düşüyor. Çevreye vazife düşüyor, cemiyete vazife düşüyor. Bütün bunların içerisinde birey olarak bize de çok ciddi vazife düşüyor. Bütün bunlar vazifesini yapmış olmasına rağmen, biz birey olarak vazifemizi yapamazsak; iki şey birbirini tamamlamamış olur. Yani bizim dışımızdaki etkenler bu konuda vazifesini yapacak. Biz de üzerimize düşeni yapacağız ki tencere yuvarlanıp kapağını bulacak. Ama toplum vazifesini yapıyor. Sen yapmıyorsan bunu da bir anlamı yok. Onun için fert olarak bize de çok ciddi vazifeler düşüyor. Nedir bu? Bu benim kanaatim. Nefsimize karşı olan vazifelerimiz. Az evvel söylediğim gibi, kulluk noktasında bu düğümlenir. Yani nasıl iyi bir kul olabiliriz; mükemmel bir insan olabiliriz, bir vatandaş olabiliriz... Genişletebilirsiniz bunu. Neticesi bunun Allah'ın rızasını kazanmaya bağlıdır. Yani buna bu formüldür.  Nefsimize karşı olan vazifelerimizi bu bağlantı içerisinde biz, bağlam içerisinde kendimize karşı olan bütün sorumluluklarımızı eda etmeliyiz. Bu nedir? Efendim yemek içmekten temizliğine kadar, okumasından düşünmesine kadar, hayal kurmasına kadar; hep bunun meşru şartlarını arayıp, okuyup, öğrenerek üzerimize düşen vazifeyi kendi kendimize olan, karşı olan borcumuzu ödememiz lazım. Biz asıl kendi kendimize borçluyuz. Efendim Hazreti Mevlâna bir gün hamama gitmiş. Şöyle bakmış vücuduna. “Bu vücudun bende çok hakkı var. O zayıf ve naif olan bu vücut ona ben iyi bakamadım” demek suretiyle bir böyle az da olsa ifade etmeye çalışıyor bunu.
 İki, efendim bizim yaratılış maksadımız kulluk olduğuna göre bizi yaradan Rabbimize karşı da vazifelerimiz var. Sadece nefis planında değil. Zaten nefsimize karşı olan vazifelerimiz bir manada, Allah'a karşı olan vazifelerimizle beraber at başı yürümesi gerekir. Bunu da bir proje olarak insanın önüne koyması lazım. “Öyle ya ben geldim gidiyorum ya. Bugün var, yarın yokuz.” “Peki bizi bu âleme gönderen Rabbimize karşı ne yaptık biz? Hangi teşekkürleri yaptık? Bu kadar nimetler verdi bize. El verdi, ayak verdi, göz verdi, kulak verdi, vermediği bir şey yok. Ama buna mukabil ben ne yaptım? Hangi teşekkürü yaptım?” İşte bu teşekkürü formülü Allah'a karşı olan kullukta, kulluk vazifemizde yatıyor. Bunu yaptık veya yapacağız. Ailemiz geliyor, devreye giriyor. Ailemize karşı olan vazifelerimiz nelerdir? Öyle ya anamız var, babamız var, karımız var, çocuklarımız var. Ha bu bireylerin birbirlerine karşı, öyle ya sen neticede bir insansın. Sosyal bir varlıksın.  Herkesi birbirine bağlayan birtakım unsurlar var. Bunları yerine getirebilmek… Bunları yapacağız. Bu da yetmiyor. Çevremize karşı bir vazifemiz var. İş arkadaşlarımıza karşı, kurum arkadaşlarımıza, cemiyete karşı, milletimize karşı, değil mi? Bir sen millet nimeti içerisinde, millet bütünlüğü içerisinde bir varlıksın. O halde o millete çok şey borçlusun. Dağda hudayinabit yetişen bir ağaç değilsin. Çok affedersin, bir hayvan da değilsin sen. Bir toplumun bir parçasısın. O toplumun birtakım değerlerini taşıyorsun. O değerleri bozmaman, onları koruman, o insanlarla bir ve beraber hak ve hukukuna tecavüz etmiş, işte bu onlara karşı olan vazifemizdir. Millete karşı olan ve neticede bütün insanlığa karşı insan olarak bizim bir vazifemiz var. Bence bütün bunları araştırıp, proje olarak insanın önüne koyması lazım. Ve her gün, her gün değilse yirmi dört saatte bir ona bakması lazım. Affedersiniz, haftada bir ona bakması lazım. Ona göre de hayatını yönlendirmesi lazım diyorum. İyi bir insan, güzel bir ahlak sahibi, bir vatandaş, Cenâb-ı Hakk'ın sevip, seçtiği bir kul her zaman olmak istiyorsak tabii.

Medyaya Toplumu Yönlendirme ve Eğitme Bakımından Çok Ciddi Vazifeler Düşüyor

Valla medya aslında çok ciddi vazifesi olan bir kurum. Yani bir defa seçeceği haberlere dahi dikkat etmesi lazım. İnsanımızı hayra, güzele, doğruya, millete ve vatana, devlete yardımcı olabilecek, hizmet edebilecek bir mantığı ortaya koyması lazım. Haberini dinlediğin zaman bunu orada sezmen gerekir, yaşaman gerekir. Programlarına efendime söyleyeyim takip ettiğin zaman, filmlerini takip ettiğin zaman. Şimdi hatırıma geldi bak cinnetten.. E ben bazı televizyon şeylerinde kanallarında öyle diziler seyrediyorum ki, hayda onu seyreden adam neden cinnet geçirmesin. Sanki “gel oğlum cinnet et” diyor. Yani hazırlıyoruz onları. Bunu iyi bilmemiz lazım. Yani topluma hizmet edecek, onları bir noktaya taşıyacak bir anlayış, hizmet anlayışına hepimizin eğilmesi lazım. Medya kurum ve kuruluşları olarak. Yani ne bileyim reyting peşinde koşarak kalkıp da birtakım olumsuzlukları gündem etmenin de alemi yok. Hayır, onu bir haber olarak gene geç. Ama ballandıra ballandıra vermenin de bir anlamı yok. Değil mi? Mesele, mesele halkı bu konuda haberdar etmekse bir usulü vardır. Değil mi? Sağından çek, solundan çek, önünden çek, arkasından… Ne bu ya? Verdiğin şeyden de bir şey olsa. Bir trafik kazası oluyor, bir öteden veriyor, bu beriden veriyor. E nefret ettirme milleti kardeşim yani. Değil mi? Sadece o değil. Daha farklı olaylar da var, onlara girmek istemiyorum. Evet, yani medya toplumu yönlendirme ve eğitme bakımından çok ciddi vazifeler düşüyor. Özellikle günümüzde televizyonlara. İletişim aracı. Bir anda istediğini iletiyor. Ve her eve misafir oluyor. E çık git diyemiyorsun ona. E o zaman insaflı olmak lazım. Değil mi? Evet.   
Vallahi aydınlara düşen vazife bence çok daha mühim. Aydınlar bu konuda her gün proje üretmeleri gerekir. İki, ürettikleri projeyi de hayatlarına geçirmeleri gerekir. Tabii kendi hayatlarına geçirmeleri gerekir. Evimize teşrif ettiniz. Teşekkür ediyorum. Bizi takip eden kardeşlerimize saygı, hürmet ve muhabbetlerimi arz ediyorum. Allah'a emanet olsunlar. 
 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir