Neler Okuyacaksınız
Euzu billahi mineşşeytanirracim bismillahirrahmanirrahim.
Çok muhterem kardeşlerim, bir buçuk, iki saatlik bir zaman içerisinde muhterem kardeşlerimizin yaptığı bu veciz konuşmaları sabır ve metanetle, çok ciddi bir dikkatle dinlediniz. Hemen şunu ifade edeyim ki, bu tavır, bu yakınlık beni şahsen çok duygulandırdı ve bu ilgi, bu alaka bizleri çok memnun etti. Onun için çok teşekkür ediyorum. Ülkemizin sıcak insanının, inanmış gencinin, yaşlı ihtiyarının, çocuklarının gönül dolusu selamlarını sizlere getiriyorum efendim.
Şimdi arkadaşlarım genel hatlarıyla meselelere teorik de yaklaşmış olsalar aktüaliteden, günlük hayattan ciddi misaller verdiler. Ben çok detaylı bir konuşma yapmak durumunda değilim. Çünkü böyle detaylı bir konuşma belki de birkaç saati alacağı için zaten yorulduğunuz kadar sizi yorduk. Efendim fazla meşgul etmeden öz, veciz bir sohbet yapmak istiyorum. Onun için bu sohbetimize de inşallah yorulmayacağız. Memnuniyetle sohbetimizi takip ederek buradan ayrılacağız.
Bu Kadar İmkâna Rağmen, İnsan Mutlu mu?
Olaya ben şöyle yaklaşmak istiyorum. Düşünün ki ilk insan Hz. Âdem. Dünyaya geldiği zaman tek başına idi. Allah onu bu âleme gönderdi. Ardından kimi halk etti? Hz. Havva Anamız. Şimdi iki insanla başlayan bir hayat şu anda milyarların üzerinde artık beş midir, altı mıdır tam nüfusunu da bilemiyorum bir sayıya ulaştı. Sadece insanlık sayı bakımından çoğalmadı. İnsanlık çok yönüyle, gerek çevresini, gerek cemiyetini, gerek etrafını yaşadığı tabiatını dünyasını fevkalade bir surette şekillendirdi. Yani insan farkındaysanız usta bir mimar olarak sanki yeryüzüne sen sanki değil hakikaten de öyle Allah onu bu maksatla gönderiyor. “Arzı işle, onu verimli hale getir. Kendi menfaatine değerlendir.” İşte Hazreti Âdem’le başlayan bu değerlendirme günümüze kadar çeşitli devreler, dönemler geçirdi. En sonunda yaşadığımız bu dünyayı biz önümüzde bulduk. İlk zamanlarda at sırtında, katır sırtında, merkep sırtında, deve sırtında giden insan; şimdi otomobillerde gidiyor, uçaklarda gidiyor, gemilerde yüzüyor, trenlerde vesaire, bunu çoğaltabilirsiniz. Ve teknoloji ilerledikçe insanların, insanlığın imkânları da o nispette ilerliyor. Bir bakıyorsunuz geçen yıl efendim Almanya’da imal edilen Mercedes, bu yıl beğenilmez oluyor. Daha üstün bir modelini efendim bu teknikle birlikte vücuda getiriyorlar. Veya Ford her neyse. Yani her kurum, kuruluş kendi kulvarında, kendi safında ileri gitmenin yarışı içerisine girmişler.
Sosyal bakımdan da sosyolojik bakımdan da insanlık madde işlediği gibi birtakım evrimlerden, devrimlerden geçiyor. Evet, Taş Devri’yle hayata başlayan insan; Feodal Dönem’i var, Klan Dönem’i var, efendim, Yakın Çağ Dönem’i var, bilmem Atom Çağı Dönem’i var, Bilgi Çağı Dönem’i var. Sosyolojik olarak da insanımız yeryüzündeki insan çok ciddi ilerlemeler kaydediyor. Bunu hep beraber gördük, okuduk, yaşadık ve yaşıyoruz. Fakat bütün bu gelişmelere rağmen yani bize deseler ki “siz 500 yıl evvelin insanının kullandığı araç ve gereçleri bugünün insanına taşısanız, bir başka ifadeyle bugünün bu kültür seviyesinde, olgu seviyesinde olan insanın eline 500 yıl evvelki efendim malzemeyi vermiş olsanız acaba bu insan bu malzemelerden mutlu olur muydu, memnun olur muydu, kabul eder miydi, etmez miydi?” El cevap “hayır etmezdi” derdik. Niye? Şu anda yanımızda bir telefon olsa Türkiye ile rahat konuşabiliyoruz ama 500 sene evvel bu mümkün değildi. Değil mi efendim? Amerika ile konuşabiliyoruz. Hatta bırak konuşmasını, eğer bizim konuşacağımız yeri gösterebilecek herhangi bir teknolojik yansıtıcı efendim varsa, bir uplink faraza varsa, biz orasını değil onlarla konuşmak, karşımızda da seyredeceğiz. Burada bir uplink olsa beraber biz buradan uyduya çıkacağız, onlar oradan uyduya çıkacağız. “Selamün aleyküm.” O da “Aleyküm selam” bize diyecek bize. Yani bugün teknoloji bu noktaya geldi. Bilmem noksan mı söylüyorum? Fazla da söylemiyorum. Noksan da söylemiyorum, değil mi? Şimdi bu kadar elimizde imkân var. İmkânları çoğaltabiliriz. Fakat bu imkânlara rağmen ben, bu imkânlara rağmen sen… Soruyorum, mutlu musunuz, mutlu muyuz? Eğer “Elhamdülillah” diyorsak inancımızın gereği olarak diyoruz. Ve fakat hakikatte işin içine girdiğimiz zaman bir kavga, bir gürültü, bir bunalım, bir buhran, bir alakasızlık, bir ilgisizlik… Allah Allah! Öyle bir anarşizm! Şimdi felsefede bir “anarşizm” diye ekol vardır, onu kastetmiyorum. Sosyal hayatımızda ve kendi iç tabiatımızda öyle muazzam bir anarşi var ki… Allah! Her birimiz, şahsen ben tanıdığım çevre, cemiyet için konuşuyorum, her birimiz adeta kendi kulvarında şampiyon: kavga yapmakta, anarşi çıkartmakta, adam aldatmakta, insan kaçırmakta, ne bileyim yani hile yapmakta… Buna çok şeyler ilave edebilirsiniz. Hatta bu o kadar ifrat bir dereceye varmış ki, bu işleri yapan sıradan insanlar da değil.
Bütün İnsanlığın Problemi Kendi İç Tabiatını İhmal Etmesine Bağlıdır
1980 öncesi ülkemiz çok ciddi badireler geçirmiştir. Bendeniz o tarihlerde Trabzon Lisesi’nde hocaydım, muallimdim. Allah o günleri bir daha bizlere göstermesin. Her gün 50, 60, 70 insanımız Allah’a ruhunu teslim ediyordu. İnanır mısınız, bir arkadaşımla sohbet ediyorum. “Ben hocam, silah taşımasını bilmem” dedi. Dedim “kullanmasını, affedersiniz, bilmem.” “Niçin” dedim “taşıyorsun silahı?” “Ya korkuyorum. Nereden, nasıl bir kurşun isabet edecek, öleceğim. Belki adam belimde silahı görür, korkar da çekmez bana; onun için taşıyorum. Yani kullanmasını bildiğim için değil.” “Hatta bir tane değil, iki tane silah. Biri sağda, biri solda.” O günlerden biz geldik. Allah bize barışı, mutluluğu, huzuru, saadeti tekrar ihsan etti. Ve fakat beşer çok enteresan. Hangi dönem ve devri yaşarsa yaşasın, hep yaşadığı anı biliyor, geçmişi hemen unutuyor. Allah da onu cahil olarak bu yönüyle Kur’an’da tanımlıyor: “Cehûlâ” diye tanımlıyor. Şimdi kardeşlerim, arz etmek istediğim manzara, arz etmek istediğim husus şu: Bu kadar ilerleyen biz ve fakat o kadar geri kaldık bazı noktalarda, bazı hususlarda ki… Nasıl bu geri kaldığımız konumda ileri gideceğiz? İşte bizim insanımızın ve bütün insanlığın problemi de bu noktada. Ben şahsen bunu insanın kendi iç tabiatını, kendini ihmal edişe bağlıyorum. Biz kendi kendimizi çok ihmal ettik. Etrafımızı onardık, evler yaptık, apartmanlar yaptık, saraylar yaptık, villalar yaptık; her şeyi yaptık. Ama gel gör ki ben beni, sen de seni ihmal ettin, ettik. Ve öyle oldu ki herkes kendinden kaçmaya başladı. Bir ara sohbet ediyoruz, arkadaşlara dedim ki: “Uzaya gidilmesinin sebebi aslında yeni bir keşif, icat yapmak için değil; kendinden kaçan insanın, bilmeden kendi kendini arama seferberliği. ‘Acaba oraya gidersem kendimi bulabilir miyim?’” He vallahi böyle. Yoksa sen huzuru, mutluluğu, saadeti bulsan ne yapacaksın Ay’da, ne yapacaksın Merih’te baba ya? Hah, söyleyin bana bakalım! Şimdi bunu bulamadığımız için “Acaba oraya gidersek ben bunu bulabilir miyim?” Bunun en güzeli Gagarin, Ay’a ilk defa biliyorsunuz Ruslar onu çıkarmıştı astronot olarak. “Yahu” dedi “Bu kadar gezdik dolaştık da” dedi, “ben şahsen orada Allah’ı göremedim.” Meğer adam Allah’ı aramaya gidiyormuş, dediğimde bu. Ama şimdi ben cevap vereyim. Rahmetli Necip Fazıl’ın dediği gibi: “E oğlum, sen kilometre değneği mi arıyorsun? Allah orada değil, burada.”
Kendini Bilmeyen İnsan, Meçhule Yürür
Şimdi her insanda Allah’tan bir nefha var. Nefha-i ilahi. Bende var, sende var. İnananda da var, inanmayanda da var. Cenâb-ı Hak, Hazreti Âdem’i yarattığında: “Ben ona kendi ruhumdan üfledim” buyuruyor. Şimdi hepimiz Âdem nesli olduğumuza göre o nefhayı taşıyoruz. Bu nefha için bakınız büyük ulema ne diyor, yani İslâm âlimleri. Dilerseniz biraz önden alayım, bunu daha rahat anlayalım. Kur’an’da Allah beyan ediyor: “Ve yes'eluneke anir ruh” (İsra Suresi, 85. Ayet) Rasûlullah’a geliniyor. “Ya Muhammed, ruh nedir bize anlat bakalım.” Peygamber Aleyhisselâm Efendimiz birden, “Allah Allah, nereden çıktı?” dercesine bakıyor insana, bilemiyor. Ardından Hazreti Cebrâil Aleyhisselâm geliyor, “Ve yes'eluneke anir ruh, kulir ruhu min emri rabbi ve ma utitum minel ilmi illa kalila” (İsra Suresi, 85. Ayet) “Muhammed’im, sana ruhtan soruyorlar. De ki: O Allah’ın emrindendir. Bu hususta size çok az bir ilim verilmiştir.” Çok az bir ilim… Şimdi dikkat ederseniz mesela ben ilk defa geliyorum üniversitenin bu konferans salonuna. Bana deseniz ki: “Burasını bir anlat. Kapıdan başlar, penceresine kadar, döşemesine, tavanına kadar her şeyi arifane, efendim bir sanat üslubuyla ortaya koyar. Bana da deseniz belki onun kadar anlatamam ama bir 15 dakikada ben anlatırım. Ben de masadan, sandalyeden, arkadaşlardan, sizlerden bahsederim; 15 dakika burasını tasvir ederim en azından. Ve fakat işte “iki saatten beri” dedik, hemen hemen o kadar oldu. Burada ben bulundum, 15 dakika burasını anlatabiliyorum. Siz sorsanız, deseniz ki “Ya güzel hoca, anladık ama bak burada dikkat de ettik, hepsi sana ‘hocam’ dedi.” Onun da esprisini izah edeyim: Bunların her birisi benim talebemdir. Ben yaşlıyım, böyle genç görünmeme bakmayın; okuttum bunları, onun için “hocam” diyorlar. “E bak, sen yaşlı başlı bir adamsın, hepimizden de kemalli görünüyorsun. Epey de saçın, sakalın da ağırdı, güzel ya... Bir de sen kendinden bahset bakalım bize” sorsanız faraza bana e işte biz orada frene basar, dururuz. Çok samimi konuşuyorum. 15 dakika burasını anlatan Haydar, 10 dakika kendisini anlatamaz. Şimdi ben soruyorum size: Bana, her biriniz kendinizi 10 dakika anlatın. Anlatabilir misiniz? İşte anlatamayız, anlatamıyoruz. Neden? Çünkü biz bize o kadar yabancı, o kadar uzak olduk ki... “Ben neyim, nereden geldim, nereye gideceğim, ne yapacağım, bendeki özellikler, bendeki vasıflar nedir?” diye sorduğum zaman, “E ben kendimi hiç test etmedim, denemedim ki ne olduğumu bileyim.” 21. asrın eşiğinde insanlık nedir, nereye gidiyor? Meçhule gidiyor; kendini bilmemeye... Ben onu görüyorum. Onun için Alexis Carrel diyor ki: “İnsan bu meçhul.” Eee, aslında ben de diyorum ki: “İnsan bu malum, bilinendir.” O tarafa girersek bu bir zevk meselesidir; bir sevda, bir sevgi yumağıdır. Hem çok zaman ister ama birkaç spot cümle ile oraya da geçelim dilerseniz, izah edelim onu.
Asıl Problem, Bütün Problemlerin Kaynağı Olan İnsandır
Asıl mesele bugün benim gördüğüm kadarıyla, eğer eğitimde bir derdimiz varsa, temel taşı olan eğitimin insan; problem burada. Ulaşımda bir endişe, bir sıkıntı, bir dert varsa onun da temel taşı insan; sıkıntı burada. Daha sanatta bir sıkıntı varsa onun da temel taşı insan; sıkıntı burada. Hatta dinlemede, konuşmada bir sıkıntı varsa onun da temel taşı insan; sıkıntı burada. Kısaca, benim ve senin olmadığın yerde hiçbir şey yok. Şimdi o halde problemlerin özü... Evet, genel problemler var: içtimai, iktisadi, hukuki, ahlaki sayabiliriz. Hele bugün Türkiye şartlarında enflasyon problemi aldı başına gidiyor. Hükümetlerimiz “Aa, nasıl olsa da bunlara bir çare bulsak” diyoruz, diyorlar. Gel gör ki çare de bulamıyoruz. Ben diyorum ki, evet bunlar problem, doğru ama asıl problem, bütün bu problemlerin kaynağı olan insan! İnsandır. İnsanın bir maksadı ve de bir gayesi var. O maksada, o gayeye göre yönlendirebildiğimiz takdirde onu istediğimiz neticeyi insandan elde etmemiz mümkün. Hayır, yapamadık; elde edemedik... Bir insanı evvela kendi yararına kazanmak lazım. Bizim milletimizin çok necip bir tarihi var. “Türk milleti” deyip geçmeyelim. Cenâb-ı Hak eğer bir millete bazı özellikler, bazı üstünlükler vermişse bunu severek de kabul ederim; bu bizde var.
Medenilik, İnsanın İnsan Olması, İnsanca Yaşamasıdır
Şimdi muhterem arkadaşlarım, insanımız... Buraya gelmişken hatırıma işte “medeniyet.” Biz bugün bir kavramı karıştırıyoruz. Ne bu kavram? Teknik medenilik! Teknolojide ileri giden toplumları biz “medeni” zannediyoruz. Hâlbuki medenilik çok daha farklı bir şeydir. Medenilik, insanın insan olmasıdır; insanca yaşamasıdır; insanca davranmasıdır; insanca etrafına muamele etmesidir; insanca kendi haklarını korumasıdır: can, mal, namus, vatan, din ve vicdan emniyet ve hürriyetlerini korumasıdır, medeniyet budur. Teknikte çok ileri gidersin, teknolojide ama hiç de medeni olmayabilirsin. Şimdi robotlar çıktı; çok şey yapabilme kabiliyetine malik. Canım, buna sen medeni diyemezsin ki! Bu makine, o da senin eserin. Hülasa, bugün insanın problemi, insanlığın problemi “medeni olmakta” düğümlendi. İslam literatüründe buna “kul olma” denir. Kul olmak, esasen Allah’ın da insanları yaratmaktaki maksadı; zatına kul yapmak içindir. “Ve ma halaktul cinne vel inse illa li ya'budun.”(Zariyat Suresi, 56. Ayet) Onu tanımak, onu bilmek. Şimdi siz Allah’a kalbinizi endekslerseniz, sizde adalet tamamdır; çalışma tamamdır; sabır, kanaat, tevekkül, tefekkür, izan, iman, namus, fetanet... Hülasa, bunu çoğaltabilirsiniz. Fakat oradan koparırsanız ayette diyor Cenâb-ı Hak “Belhum adal.” Adal, hayvandan da aşağı. Şimdi ondan uzaklaştın mı? İki yön var insanda: bunun bir tanesi hayvani, bir tanesi rahmani. O hayvani duyguların tamamen esiri oluyorsunuz.
Hürriyet; İnsanın Hem Kendisine Hem de Başkasına Zarar Vermeden Yaşamasıdır
Şimdi buraya gelmişken “hürriyet” kelimesiyle de bir ifadede bulunmak istiyorum. Aslında hürriyet, insanın istediğini yapabilmesi, istediği gibi yaşaması manasına ifade ediliyor ise de benim kanaatim bu anlayış yanlıştır. “Neden?”, diyeceksiniz. Eğer istediğinizi yapabilmenin adına siz “hürriyet” diyorsanız, öyle şeyler var ki başkasına zarar vermeden evet yapıyorsun ama başkasına zarar vermediğin halde siz kendi kendinize zarar veriyorsunuz. Kendinize zarar verdiğiniz bu eylem, bu iş, bu davranış hürriyet olmaz. Benim kanaatim, benim ölçüm. Peki, o zaman ne olması lazım? Hem kendimize, hem de başkasına zarar vermeden insanın yaşama hali, yaşamasıdır; istediğini yapabilmesidir. Bunun olması için de insanda iki ana duygu kulvarı var. Bunun bir tanesi az evvel ifade etmeye çalıştığım; din literatüründe beyan edilen hayvani, şeytani, nefsani duygular; yani Ahlak-i zemime. Diğeri de rahmani, meleki, efendim duygular: Ahlak-i hamide. Bu iki tabiat, bizim içimizde mevcut. Her insanda, Almanya’da yaşayan insanda da var, Türkiye’sinde var, Avrupa’sında, Amerika’sında, Afrika’da hepimizde bu mevcut. Akıl insanda bir direksiyon vazifesi görür. Asıl işi yapan bu duygulardır. Eğer sizin aklınızı idarede hayvani duygular öne çıktıysa, nefsani, şeytani duygular öne çıktıysa, ne kadar ilminiz, ne kadar kültürünüz olursa olsun siz o duyguların esirisiniz. Vücut klasörünüz o akıl istikametinde amel edecek, hareket edecek. Seksen öncesi anarşizm ülkemizde cahil insanlar tarafından, avamdan gelmedi. Ya? Akademik boyutta işlerde bulunan, okuyan gençliğimizden, aydınımızdan geldi. Niye, cahil miydi? Yok. Ama içimizde öyle duygular var ki, direksiyonun başına onu geçirdik. Maksat vurmak, kırmak, yakmak: koskocaman bir cemiyet, bir millet birbirine girdi.
İyi İnsan Olmak İçin İyi Bir Dindar Olmak Lazım
Çocukluk yaşlarımda bir film seyretmiştim. O zaman İmam Hatip Okulu zannıma göre ikinci sınıftaydım. O zaman filmin manasını çözemedim; ne anlatmak istiyor bu filmi yapan şahıs? Konu şu: “Bostan Gangsterleri” diye bir film. Ama çok enteresan, buna benzer belki siz de çok film seyrettiniz. Şu anda ben o zamanın idrakiyle bir ‘banka’ diyeyim; ama daha sonra anladım ki bu soyulan yer bankada olmayabilir; ya, bir market, süpermarket de olabilir. Neyse, böyle bir yer soyulacak, hırsızlık yapılıp soyulacak. Şimdi kadro o kadar enteresan ki: kadroda polis var, kadroda hukukçu var; yani hırsızlık yapacak olan kadroda doktor var, her türlü, her tip adam var. Meğer senaryo o kadar gelişmiş ki, şayet bir insan o iş esnasında yaralanırsa doktor hemen müdahale edecek artık; şoförü var vesaire. Kaçırmak gerekiyorsa onu alıp kaçıracak; hülasa, yakalandı hâkim devreye girecek; hepsi mevcut. Bende o zaman derdim ki: “Okuyan adam kötülük yapmaz.” Aileden öyle bir terbiye aldık. Öyle biz anamızdan, babamızdan... Allah Allah ya! Karşımda şimdi hırsız hâkim, efendim karşımdaki hırsız polis, karşımdaki hırsız doktor; birden dünyam allak, bullak oldu. Bir hayat boyu beni o film meşgul etti. Meğer adam şunu anlatıyor bana: Hani bizde bir atasözü: “Oğlum, ben sana vali olamadın demedim; adam olamazsın” dedim. Onu anlatıyor. Şimdi arkadaşlar, meslek erbabı olabilmek için mesela burada üniversite var; okuruz, bir meslek sahibi oluruz. Fakat iyi bir insan olamayız, mükemmel bir insan olamayız. İşte dünya bu iki değeri dengede tutacak: hem iyi bir insan, hem de iyi bir meslek adamı. İyi bir insan olabilmek için bu okullara ihtiyacımız var; çalışacağımız iş yerlerine, sanayi kurumlarına vesaire; bunlara ihtiyaç var, doğru, yetişeceğiz. İyi insan olmak için de iyi bir dindar olmak lazım. Çünkü insanı insan yapan esasen dinlerin beşeriyete gönderiliş maksadı da bu: mükemmel bir insan olmaktır. Allah’ı tanıyan, Allah’ı bilen, aidiyetini Allah’a ait bir mantıkla hayatını yaşayan bir varlık olmaktır; yani iyi bir kul olmaktır. O kul mükemmel olduğu zaman sen onu mühendis düşün, doktor düşün, çöpçü düşün, savcı düşün, işçi düşün: onun olduğu her yer mükemmeldir, güllüktür, gülistandır. Bence dünya geldi bu noktaya; bunu bulmaya hepimiz bu anlayışa yani bu meslek kültürüne, bilgisine ve de insan olma olgusuna, yaşayışına, dini temasına, duygusuna buna muhtacız. Dünya bunu arıyor. Hep beraber burada, bilhassa Avrupa’da çalışan arkadaşlarımız, efendim kıymetli basın müntesiplerimiz ve sizler; biz milli tarihimizden aldığımız bilgiyle, tecrübeyle onu hayatımıza geçireceğiz. Yani o insan olma onu hayatımıza geçireceğiz. Sonra burada yaşadığımız o mükemmel hayatı... Bak, bir ezan sesinden diyor arkadaşımız: “Çok insan Müslüman oldu.” Bir ezan sesinden etkilenen bu insanlık senin hareketinden de etkilensin; yani seni gören dünya, tabiri caizse, cennete dönsün. Ama sen iç kulvarını hele bir cennete döndür de ondan sonra. Senin, benim içim cehennem olursa; kavga, gürültü, fırtına burada koparsa, barış burada olmazsa, habire bir kavga olursa, anarşi bu dışa yansıyor. O zaman sen beni, ben seni eleştiriyoruz. E bakacak şimdi bu kardeşlerimiz, bu insanlar: “Ya bunların faydası kendine yok ki, bana olsun.”
Yani bir ezan insanı etkilerse, “bir teşekkür etme, bir ikram etme, bir merhaba deme, bir nasılsınız, ne bileyim bir yakınlık gösterme; insanca, insan olma, medeni olma tavrı ve davranışı, buradaki gerek Alman kardeşlerimizi, gerek başka uyruklardan olan insanları etkileyecek ve o insan olma özlemini, sevgisini onların gönlüne yerleştirecektir”, diyor. Hep beraber bu vazifeyi yapmaya ben sizi davet ediyorum. Bizdeki alperenler, Yusuf Has Hacibler, Kaşgarlı Mahmutlar, Ahmet Yeseviler, Mevlanalar, Yunuslar, Hacı Bektaşlar kendi dönem ve devirlerinde bunu yaptı. Şimdi dünya, yeni Mevlanaları, yeni Hacı Bektaşları, yeni Yusuf Has Hacibleri, yani sizleri bekliyor, ben bekliyorum en azından; Almanya bekliyor en azından; dünya bekliyor en azından. Bekliyoruz ve yarın hep beraber böyle bir insan olmayı yaşayışımızda yani nefsimizde evvela garanti altına alıp, mutluluğu kendi içimizde, ailemizde, çevremizde, cemiyetimizde inşallah temin ediyor diyoruz. Ve sizleri sevgiyle, saygıyla, muhabbetle selamlıyoruz. Allah’a hepinizi emanet ediyorum. Allah hepinizden razı olsun diyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız
