
Neler Okuyacaksınız
Dinler Değişmez, Şer'i Kurallar Değişir
Efendim şunu çok iyi bilmemiz lazım; İslam'daki fıkhi mezhepler olsun tasavvufi meşrepler, bir başka ifadesiyle tarikatlar olsun kesinlikle hiçbir harici fonksiyonun, fikrin, düşüncenin tesiri altında kalmamıştır. Bunu bir defa başta belirleyelim. Bu soruları tevcih eden arkadaşlarımız bir şeyi gözden kaçırıyorlar. Esasen ilahi dinler Hz. Âdem Safiyullah Efendimizle başlıyor ve kıyamete kadar din baki kalacak, kim ne derse desin. Onun hakikatlerini yok etmek isteyen çıkmayacak mı? Elbette olacak ama her dönem ve devirde, her peygamberin mutlaka ümmeti ve o dini, şeriatı, hakikati yaşayan bir zümre olmuştur.
Şimdi dinde mutlak surette mutabık olan bazı hususlar vardır. Daha doğrusu asıl olan umdeler, kurallar Hz. Âdem Safiyullah Efendimizden Peygamberimiz Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimize kadar aynıdır. Bunun Hz. Adem'le, ondan sonraki peygamberlerin dönemindeki ile veya bugünkü dönemle uzaktan yakından değişmesinin alakası ve de ilgisi yoktur. Bunlar nedir? İtikadi kurallardır, kaideler; akaidin kaideleridir. Yani, Hz. Âdem Efendimizin haber verdiği Allah ile Peygamber Aleyhisselam'ın haber verdiği Allah arasında hiç fark yoktur. Hz. Nuh da aynı Allah'ı bildirdi, Hz. Musa da, Hz. İsa da.
Şimdi ben burada bir nükte ile cevap vereceğim. Şimdi, Hz. Musa'nın bildirdiği Allah'ı Museviler biliyor ise Hz. İsa'nın bildirdiği Allah'ı sıfatları ile birlikte İseviler biliyorsa; Müslüman o düşünceden, o inançtan vaz mı geçecek? Buradaki nükte şudur efendim; amel-i kaide ve kurallarda benzerlikler olabilir. Mesela Cenab-ı Hak İncil'de de namazı emretmiştir, Kur'an'da da namazı emretmiştir. Yani Hz. Musa'nın kavmi de namaz kılmıştır, Hz. İsa'nın kavmi de namaz kılmıştır, biz de namaz kılıyoruz. Şimdi ama kılınan namazlar arasında şekli bakımdan birtakım farklılıklar, ayrıntılar vardır. Mesela Musevilerin namazı kıyamdır. İsevilik’te bir de buna dua ilave edilir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Şimdi Musevilerin namazında, İsevilerin namazında kıyam ve dua var diye, biz namazımızdaki kıyam ile duayı terk mi edeceğiz? Olayın esprisi burada. Efendim ee? “Onda da bu var, bizde de bu var. O halde o bunu etkiledi”, yanlış.
Ahlaki kural ve kaideler de böyle. Şimdi, her peygamberi Allah sabırdan, kanaatten, tevekkülden, tefekkürden, izandan ve imandan vahyetti ve her peygamber kendi hayatına o vahyedilen iç tabiatı, iç olgunluğu, erdemliği geçirdi. Böyle bir kalbi dünya oluştu, ona inandı Musevi veya İsevi. Daha öncesine git, Hz. Nuh Aleyhisselam’a; insanlığın ikinci atası, dedesi. O da kendi hayatına geçirdi.
Şimdi kabul edelim ki bizim sabır anlayışımız, Hz. Nuh'un dönemindeki insanların sabır anlayışı ile aynıdır. Kaldırıp atacak mıyız bunu? O da Allah'ın ona vahyettiği dinin bir uygulama tarzıdır, öteki de. Yani şunu arz etmek istiyorum; ahlaki kaide, kurallar ve davranışlar da mutlak surette birbirinden ilahiyi vahye dayandığı için, menşei o olduğu için benzeyecektir. Hareket tarzımız benzeyecektir. O bakımdan hemen şuna gelip diyelim ki, bu kaide ve kuralların şu etki ile bu etki ile olmuş olduğunu düşünmek esasen… Bendeniz, felsefe tarihi profesörüyüm. Yani, bu arkadaşlarımızın düşündüğünü bizim düşünce mantığımız çok daha septik bir şekilde işi ele alır; tam şüpheci bir mantıkla. Fakat inanır mısınız, bugün ilim adına bunu dile getirmenin ben mantığını doğru, dürüst anlayamıyorum. Buna ilim denmez. Buna fitne denir, dedikodu denir. Öyle şey mi olur?
Hülasa demek istiyorum ki bunların benzerlikleri esasen, bu hallerin din kaynaklı olmuş olmasından ileri geliyor; birisi İncil kaynaklıdır, birisi Tevrat kaynaklıdır, birisi Kur'an kaynaklıdır. Ama farklılıkları şuradadır, Kur'an'ın çizdiği anatomi ile İncil'in çizdiği anatomi farklıdır. Tabi . Ayrıntılarda birbirinden yani birbirine benzeyebilirler; sabrı benzeyebilir, tevekkülü benzeyebilir, tefekkürü benzeyebilir. Fakat Kur'an'ın çizdiği bir insan modeli var. Onlar geçmişte tahrifata uğradıkları için de aslında Kur'an onun devamıdır, yanlış anlamayın. Dinler değişmez, şer'i kurallar değişir. Hepsi aynıdır. O değiştiği için birtakım aksaklıklar, yanlışlıklar, şunlar, bunlar oldu. O bakımdan onlarla biz amel etmiyoruz. Onun için bunlarla amel etmek menedilmiştir. İzah edebildim mi? Durum bu olunca, onlarla benzemiş olması; onları taklit etmemizden değil, bizatihi Hakk'ın bir zamanlar onlar tarafından da yaşanmış olmasından kaynaklanıyor, diye cevap verebiliriz.
Örfi. Mesela, Hz. İbrahim'in dinine Hanif dininden kalma adetler var, örfler var. Onlar da İslam. Hz. İbrahim'e gelen dinin adı da İslam.
İslam’da Dini Kurallar Eleştirilmez, Müzakere, Mütalaa Edilir
Şimdi bizde son dönemlerde batı mantığının, mantalitesinin hakimiyetini görüyoruz. Her ne kadar bu arkadaşlarımız İslam adına avukatlığa soyunmuşlarsa da aslında bu tavrın kendisi, batının tavrıdır; yargılamak. Sen neyi yargılıyorsun? Kur'an ayetlerini yargılıyor. Neyi yargılıyorsun? Peygamberi, sünneti. Daha neyine yargılıyorsun? Peygamber'i gören sahabeyi. Hoppala. Çok yanlış bir şey. Bu, batıda bu septisizm vardır, mecburdur olmaya. Neden? Çünkü batı, din hayatında çok badireler geçirdi. Düşünebiliyor musunuz, yani insan haklarının hiçbiri verilmediği bir ülkedir batı. Daha yeni yeni 1950'lerden sonra İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi neşrediliyor. 1950 baba, ne diyorsun sen? Rahmetlik Menderes'in döneminde oluyor bunlar. Yani ben cumhuriyet… İnsanlık tarihi geliyor batıda benim zamanımda ancak başlıyor hak denilen şeyi insana verme.
Burada şu espriyi anlatmak istiyorum. Yani bu arkadaşlarımız her şeyde gecikmiş, geri kalmış. Batının ilim metodu ile beraber mantığı ile beraber kalkıyor bizim meselelerimizi çözmeye. İşte hattı zatında bu düğümü, daha doğrusu bu espriyi, bu mikyası arkadaşlar kaçırdığı için hakikatleri idrakte aciz kalıyorlar.
Peki ne yapılması lazım? İslam dininde bir defa görüşler eleştirilmez. Bu yanlış. Ya? Müzakere edilir, mütalaa edilir. Artı, Kur'an'ın ve Allah sevgilisinin hayatı, hikmetleri ile izah edilmeye çalışılır. Şimdi ayette Cenab-ı Hakk'ın bir muradı vardır, Murad-ı ilahi diyoruz buna; Allah ne istiyor, kuluna neyi beyan ediyor? İşte ulama, o beyanı ele alır. Nasıl ele alır? Allah sevgilisinin hayatından örneklerle ele alır. “Peygamber bunu böyle anladı, sahabe böyle hayatına geçti, o halde bunun hikmeti budur” diyerek hikmet cihetini ele alır. Eğer münakaşa olursa ne olur? Ben seni, sen beni inkâr olur. Bu İslam'ın temelinde bir defa bu yok. Ha bir zamanlar kelam ilmi ile ihtisas sahasında ilerlemek isteyen ve batı felsefesinin etkisinde kalan feylesof ile kelamcılar arasındaki görüş; işi akıl cephesi ile halledecek, müzakere-mütalaa edecek, ondan sonra münakaşa edecek. Burada esasen şöyle bir espri vardır; ‘hiç inanmamış bir insana İslam’ı nasıl anlatırım?’dan yola çıkılarak bu görüşler…. Onları da eleştirmeyelim, tenkit etmeyelim… Bu görüşler gündeme gelmiştir. Yoksa efendime söyleyeyim İslam'ı anlama bakımından, İslam'ı yaşama bakımından münakaşa kesinlikle yanlıştır. İslam'dan insanı soğutur. Ne var? Mütalaa vardır, müzakere vardır. Daha? İşin hikmetini, ilmin hikmetini, hükmün hikmetini kavrama vardır. Allah'ın maksadın anlama vardır. Bu anlaşılır ise o zaman tasavvuftaki teslimiyetin, tasavvuftaki efendime söyleyeyim birbirine olan sevginin, hürmetin, saygının ne demek olduğunu çok daha güzel ve rahat hazmetmiş oluruz.
Bakın, batı dünyası ilahi vahyin kuralları içerisinde bir hayatı hayatına geçirmiyor. Ya? Filozofların, feylesofların devamlı surette birbirini eleştirdikleri, inkâr ettikleri hayat anlayışını hayatına geçiriyor. Şimdi o bununla beraber müsavi kabul edilebilir mi? Yanlışlık burada. O, hayatını inkara dayamış; benim doğru olabilmem için senin yanlış olman lazım. İslam'da tamamen tevhid vardır, birbirini bütünleme vardır, noksanını tamamlama vardır. Tevhid akidesi ondan denmiştir.
Meşrebi Sufiye Müntesipleri Cenab-ı Hakk'ın Muradını Hayatına Geçirmeye Çalışıyor
Bak ne dedik? Olayın, hükmün mahiyetini, Cenab-ı Hakk'ın kastını anlama; Resulullah'ın hareketinin mahiyetini kavrama, o inceliği, o nükteyi yaşama olayı, hikmet cihetine eğilmedir. Şimdi meşrebi sufiyede bütün müntesibler Cenab-ı Hakk'ın oradaki muradını ifade etmeye, hayatına geçirmeye çalışıyor. Bir tanesi işin sabır yönünü ele almıştır; olaya o tarzda bakmıştır, yani ağırlığı o tarafa vermiştir. Bir tanesi kanaat yönünü ele almıştır; bakışı açısından ona ağırlık vermiştir. Birisi tevekkül yönünden olaya bakmıştır. Yani bir misal verecek olursak bakınız; bir insan geliyor, böyle size hakaret ediyor. Size hakaret ettiği zaman Müslüman bir tip var karşısında. Orada Müslüman’ın yapacağı iki hal var, dikkat buyurun. Bu iki halden bir tanesi ya onu böyle susarak karşılamak, mütevazi bir tavırda ona cevap vermek veyahut da şecaatte yüzüne bir şamar şaklatmak. Şimdi bunların ikisi de İslami bir haldir ve de tavırdır. İşte tasavvuf burada gündem ediliyor. Ama bir tanesinde tasavvufa göre ne vardır? Riya vardır. Bir tanesinde de hakikat vardır. Bu hikmetin bir ciheti. Nasıl?
Geliyor şimdi eğer bir insan sizin manevi hayatınıza hakaret ediyorsa; orada mütevazi olmanız riyadır tasavvuf nazarında, tasavvuf gözüyle. Ona “Aman efendim böyle deme, etme” demek riyadır, yani gösteriştir. Bakın tasavvufta aslında vurma, kırma yoktur. Orada dine hakaret, Allah'a hakaret olduğu için yüzüne bir tane şaklatırsın; orada mutasavvıflar, şecaati yerine getiriyor. “Orada şecaattir” diyor “sana düşen vazife, riya yapmak değil, şecaat ile cevap vermektir”. Eğer biz bugün bu saldırıların karşısında mütevazi bir tarzda durmuyorsak, şecaatimizden durmuyoruz, yanlış anlamayın. Burada tevazu bence riyadır. Bilmem anlatabildim mi? Kısaca bu yorumlar; Ahmet de, Mehmet de ne? Hepsi Kur'an ve sünnet kaynaklı olduğu için bence haktır ve de hakikattir. Hepsi elhamdülillah bizi Allah'a getirmekte yeterli ve de yetkilidir. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Meşrebi sufiyenin tamamına canımız kurban olsun.
Tasavvuf İslam’ın Kalbi Boyutudur
Şimdi, ahlaki yorum denilirse biraz fakir olur bu yorum; işin, kalbi boyutudur. Kalbi boyutta itikadın sağlam temeller oturması vardır. Yani, inancın hakikatine kavuşmasıdır. Bir manada marifetullahtır. Allah'ı müşahededir. Marifet ehli insan olmaktır. Haa o arada bir ahlaki boyutu da var işin. Allah'ı tanıyan insanla, yani marifet ehli olan insanla hiç tanımayanın hal ve ahlakı bir olur mu? O işin ahlaki boyutu ama hakikati ise Cenab-ı Hakk'a arif olmaktır, arif-i billah denir buna. O halde onu biraz daha genişletmemiz faydalıdır kanaatindeyim bu dediğim tarzda.
Bütün Sahabenin Hayatı Tarikattır
Şimdi isim olarak yoktu, hal olarak vardı. Bütün sahabenin hayatı tarikattır. Yani buna biz o zaman tarikat demiyoruz. Hatırlarsanız geçen bir sohbetimde ben olayı izah ederken şu noktaya getirmiş idim; İslam’ın özünde Cenab-ı Hakk’ı tanıma, bilme vardır, ona kul olma vardır. Nasıl kul olacağım? İşte mutasavvıflar bu ‘nasıl kul olacağım?’ sorusuna, çok ciddi yaşayarak cevap vermişlerdir. Sahabenin içerisinde başta 4 halife ve 124.000 sahabenin maksadı, Allah'a Cenab-ı Hakk'ın istediği anlamda kul olmasıdır. Züht ve takvadadır bunun doruk noktası. İzah edebildim mi?
Şimdi bu hali Cenab-ı Peygamber Efendimizden sonra bakınız İmam-ı Ali Efendimiz ve de Hz. Ebubekir Sıddık Efendilerimiz İslam dünyasının tamamına yaşatıyorlar.
Şimdi Hasan El Basri, Maruf Ali El Kerhi, Şeyh Şibli, Hz. Peygamber Efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hüseyin, Şia mezhebinde olan 12 imamın tamamı, başta İmam Ali efendimiz olmak üzere Seriyy-i Sakati Cüneyd-i Bağdadi Ma’ruf-ı Kerhi. Dikkat edersek bakın aşağı doğru geliyoruz. Nereye kadar? Bu hali münferit olarak veya 10-15 kişi bir arada yaşamaktan öteye bir mektep dönemi. Tarikat adı, o mektep dönemidir.
Tarikat, Bir Mektebin Adıdır, Günümüzde Tarikatın Karşılığı Olan Bir Mektep Yoktur
Tarikat, bir mektebin adıdır. Medrese, bir mektebin adıdır. Nasıl bugün ilahiyat, imam hatip mektepleri varsa; geçmişte de medrese vardı bunun karşılığında. Şu anda tarikatın karşılığı olan mektep yok, eğitim okulu yok. O ne? İslam'ın bir akıl ile öğrenilerek hayata kalbi boyuta geçen tarafı var. İşte onun için buna ahlak diyorlar. Yani Allah'ı bilme, Allah'ı tanıma tarafı var. Onu hayata geçirirken nefsin tezkiyesi gerekiyor, nefsin terbiyesi gerekiyor, ruhun yücelmesi gerekiyor. Bunu bir mektepte, bazı kurallar altında insanın yaparak Cenab-ı Hakk'a vasıl olmasının adına tarikat deniyor. Hicri 4. ve 5. asırlar karşımıza bu çıkıyor. Ama bu hal, münferit olarak az evvel saydığım eşhas tarafından hayata geçilmiştir. İzah edebildim mi? Bilhassa Türkler bu sahada, İslam tarihinde çok başarılı olmuşlardır. İmam-ı Ali Efendimizin şahadetinden sonra, Allah şefaatinden mahrum eylemesin, bakın İslam anlayışı, Ehl-i Beyt’in anlayışı çok farklıdır. Bir Emevi İslam anlayışı var, bir Ehl-i Beyt İslam anlayışı var.
Tasavvufi Mantıkta İrşat, İkaz ve Nasihat Vardır
Şimdi burada belki sorarsınız sormazsınız, burası çok mühim. Bugün tasavvufu İslam hayatından çıkarmak isteyenler; onu çıkardıktan sonra nasıl bir İslam mantığıyla mantalitesi ile yorumuyla karşı karşıya geleceklerini farkındalar mı? Değ iller. Zira o mantık, o mantalite İmam-ı Azam’ı hapiste şehit etmiştir. O mantık, o mantalite Hz. Osman'ı şehit etmiştir. O mantık Hz. Ali’yi şehit etmiştir. O mantık Hz. Hasan'ı şehit etmiştir. O mantık Hz. Hüseyin'i şehit etmiştir. Aşere-i Mübeşşere’den Allah onu dünya hayatında “Ey kulum sen cennetliksin” dedi, dikkat buyurun ve bu insan Cenab’-ı Peygamber Efendimizin damadı, mübarek kızının, annemizin beyi. Allah şefaatlerinden mahrum eylemesin. Hz. Ali mesela.
Şimdi din adına kalkıyor, bunu şehit ediyor. Şimdi eğer siz Ehl-i Beyt’in, İmam-ı Ali Efendimizin o aşk, vech, muhabbet hayatını İslam'dan çekerseniz; onu şehit eden kafanın anlayışıyla bir İslam dünyası vücuda getirirsiniz ki o zaman her birimizin belinde efendime söyleyeyim bir silah olacak, her gün cihat edeceğiz. Halbuki tasavvufi mantıkta bu yoktur. Ne vardır? Bak günümüze indirgiyorum olayı; tasavvufi mantıkta, anlayışta, mantalitede irşat var, ikaz var, nasihat var. Kime cihat vardır? Kafire, küffara. Yahu 1000 yıl İslam'ı yaşamış olan bu ülkenin efendime söyleyeyim bazı nedenlerden dolayı İslam mahrumiyeti ile karşı karşıya kalmış insanının kellesini sen nasıl vuracaksın? Ona acıyacaksın, bağrına basacaksın, Allah'a dua edeceksin, seveceksin, gönül bağlarını kuracaksın, dirilteceksin. Tasavvuf da bunu söylüyor. Şimdi eğer bunu kaldırırsak vallahi silahla gezmek gerekir. Bilmem anlatabildim mi?
İslam, fevkalade bir şekilde yayılıyor. Düşünün ki ambar fethedildi. İran, İran düştü, Roma'ya kadar uzanıldı. Fevkalade geniş bir zemin. Tabii siz o zemindeki insanlarla karşılaşınca, bu kadar geniş zemin içerisindeki insanlarla karşı karşıya gelince; onların tarihiyle karşılaşıyorsunuz, kültürü ile karşılaşıyorsunuz, örfi ile karşılaşıyorsunuz, adeti ile karşılaşıyorsunuz, dini ile karşılaşıyorsunuz. Bu sefer dini algılayış, yaşayış ne oluyor? Etki altında kalıyor, onların etkisi altında, dikkat buyurun. Yani tasavvuf, tarikat bu etkilerden korunmak için gelmiştir. Ha o zaman çıktı büyükler, mesela Ahmet El Bedeviler, İbrahim Dusukiler, Şan Nakşibendler, Abdulkadir Geylaniler dediler ki ‘model, o değil’. Peygamber modeli şudur; o, onların akıbetini… Yani o, insanların etkisinden kurtarmak içindir tasavvuf, tarikat.
İslam'da malumunuz hem bedeni temizlik vardır hem kalbi temizlik vardır. İnsanın elbisesini yıkayacaksın. Ama hakikatte onun nefsini, affedersiniz ahlaki zemimede temizlemezseniz; o insan ne kadar temiz görüntülü olursa olsun, hakikatte kirlidir. İşte bunun anlaşılmadığı, Müslüman mümin insan modelinin kaybolduğu o dönemde; o modellerin ortaya konulması gerekirdi. Bu modellerin onun için ortaya konulması tarikatlar vasıtasıyla olmuştur. Bu sebepten de zuhur vacip olmuştur; tarikatların zuhuru.
Rabıta, İnsanın Deryayı Ehadiyetle İrtibat Kurmasıdır
Maneviyat boyutu, işin hakikati de odur. O maneviyat boyutuna insanın, o dünyada olan insanlarla manevi bağ kurarak oraya gitmesidir. Şimdi düşünebiliyor musunuz; burayı aydınlatan şu lambalar, elektrik nereden geliyor? Belki de Keban Barajı'ndan geliyor. Ankara nerede, Keban-Elâzığ nerede? O tarafta değil mi? Şu kadar kilometreden bakıyorsunuz; direkten direğe, direkten direğe geldi. İşte bu ilgiyi, bu bağ kuramazsınız; bu elektriği buraya alamazsınız. İster havadan kur ister yerden kur, nereden kurarsan kur. İşte o maneviyat, deryayı ehadiyet ile insan irtibatını kurması lazım. O irtibatın kurulması için de manevi direkler gerekiyor, hatlar gerekiyor. O da kimdir? ‘Sana Allah'ı hatırlatandır’ bu Hadis-i Şerif.
Bakın, arkadaşlarımızın tenakuza düştükleri bir nokta da şurada; o insanı hatırlamak, haşa onu ruhbanlaştırmak değildir. Cenab-ı Peygamberimiz buyuruyor ki “Allah'ın öyle bahadır kulları vardır ki onları gördüğünüz zaman size Allah'a hatırlatırlar”. Yine bir başka hadiste “Size Allah'ı hatırlatan insanlarla beraber arkadaşlık yapın”. Allah'ı hatırlattı mı, ben gönül aleminde nereye gittim? Onun yaşadığı deryayı ehadiyete gittim baba. Gönül gönüle karşı.
Gül Kokanlar ile Beraber Olacaksın
Şimdi, ıtriyatçı dükkanına gittiğiniz zaman üzeriniz ne kokar? Itriyat kokar. Ama seyisle beraber hana, ahıra girdiğin zaman ne kokarsın? Merkep kokarsın kardeşim ya, inek kokarsın, ne varsa ahırda ondan kokarsın. Şimdi insanların tamamı, mutlak surette bir koku taşır. Maneviyat ehli insanların tamamı da Cenab-ı Hakk'ın nur-i ilahisi kalplerini süslediği için, onun verdiği efendime söyleyeyim etkileri taşırlar. Kim ne derse desin.
Burada, Sadi'nin olması lazım, Gülzari Medinesi'nde efendim ariflerden bir tanesi hamama gitmiş. Bakmış ki padişah başını kil toprakla yıkıyor. “Aaa” demiş “ne enteresan şey ya”. Sormuş hal diliyle “Ey toprak, senin arkadaşların ayak altında ezilir. Sen ise geldin padişahın başına taç oldun, sürülürsün. Hikmet nedir?”. “Bu hikmet benden değil, bu kıymet benden değil. Ben bir zamanlar gül ağacının altındaydım. Gülün yaprakları üzerime düştü, kokusu bana sirayet etti. Hükümdar oradan geçerken bu kokuyu neşvetti, aldı. Şimdi de geldi beni başına sürüyor”. Baba şimdi, gül kokanlar ile beraber olacaksın. Bak toprak gül kokuyor, insanlar da kokulu olmaz mı, gül kokulu? O insanlarla beraber olduğumuz zaman, onları hatırladığımız zaman direkt olarak kimi hatırlamış oluruz? Cenab-ı Hakk’ı hatırlamış oluruz, İslam'ı hatırlamış oluruz, peygamberi hatırlamış oluruz.
Ayet-i Kerime esteuzubillah ‘vettebi sebile men enabe ileyye’. (Lokman Suresi, 15. Ayet) ‘vettebi’, “tâbi ol, onunla ol.” Ne? ‘sebile’, yol. Öyle bir yol ki ‘men enabe’ öyle kimsenin yolu ki bu; birçok defa gitmiş gelmiş, birçok defa gitmiş gelmiş insanın yoluna gir, onunla ol, ona tâbi ol. Kime gitmiş gelmiş? İleriye, Cenab-ı Hakk'a gitmiş gelmiş. Emir bu, Allah'ın emri ya baba. Var mı Kur'an'da? Bu nedir peki onu söyle bana? Mademki o insanlarla olmak caiz değildir, bu ayet kiminle beraber olmamızı gerektiriyor onu söylesinler.
Sonra efendim bir insanı düşünmek, hakikatte sana Cenab-ı Hakk’ı hatırlatıyorsa çok ciddi bir ubudiyettir. Beytullah'a gidiyorsun, karşı duruyorsun; peki taşa mı tapıyorsun sen, söyle bana? Allahu Ekber, karşında duran Beytullah. Taşa mı tapıyorsun, haşa? Yooo. Ya? Oraya tecelli eden Cenab-ı Hakk'ın nuruna secde ediyorsun.
Allah'ın Nazar Ettiği Mekân, Kulunun Kalbidir
Ayrıca Allah'ın nazar ettiği mekân, kulunun kalbidir. Kul, kalbine tecelli eden Allah'a secde ediyor. Ama o bir ölçüdür. “Oraya dönün” demiştir Cenab-ı Hak. Hem nuru oradadır hem tecellisi buradadır. İfade edebildim mi? Oraya dönmekle biz tevhidi temin ediyoruz, birliği yaşıyoruz, aynı zamanda Allah'ın tecellilerine mazhar oluyoruz. Peki taştan yapılmış bir Beyt’e dönüyorsun, teveccüh ediyorsun. Dahası var efendim, Mukaddes Vadi’de Hz. Musa'ya Cenab-ı Hak “Ya Musa, Mukaddes Vadi-i Tura’dasın. Nalınlarını çıkar”. Hz. Musa dönüp geriye bakıyor, Allah Allah… Bu nida ağaçtan geliyor. Allah, ağaçtan tecelli ediyor. Şimdi buyur efendim, ya nasıl oldu? Baba, Kur'an'da işte; git, bak. Değil insanı Allah, ağacı burada ne hale getirdi.
Daha başka Ayet-i Kerime? “Ya Rabbi, bana cemalini göster”. ‘len terani’, “Beni göremezsin ya Musa”. “Yarabbi, ne olur göster cemalini”. “ve lakininzur ilel cebeli” “Öyleyse dağa bak” diyor, Hz. Musa’ya. Hz. Musa Kelimullah Efendimiz dağ baktığı zaman ne görsün? Allah'ın nuru dağa tecelli etmiş, dağa raks ediyor la ilahe illallah. Birden bayılıp yere düşüyor. Şimdi Cenab-ı Hak ağaca tecelli ediyor, dağa tecelli ediyor. (Araf Suresi, 143. Ayet)
Âdem Aleyhisselam'a Secde Eden Melekler Kurtuldu
Şimdi biraz daha inceliğine inelim işin. Estauzubillah ‘ve-iz kulna lilmela-iketi-scudu li-ademe’. (Bakara Suresi, 34. Ayet) Cenab-ı Hak, meleklere “Adem'e secde edin”. Kime secde edin diyor? Âdem Aleyhisselam'a. Kime söylüyor? Meleklere. ‘fesecedu’, ‘Bütün melekler secde ettiler’. ‘İlla iblis’, ‘O, secde etmedi’. Bakın şimdi; Allah'ın emrettiği, Âdem Aleyhisselam'a secde eden melekler kurtuldu. Mantık olarak secde etmeyen iblisin kurtulmaması mümkün mü? Öyle ya, mantık olarak Allah'tan gayrına secde edilmez. Ama ayet ne diyor bak ‘illa iblis’ ancak İblis secde etmedi. ‘eba vestekbera vekane mine-lkafirin’ kibirlendi, gururlandı; o kimdir canım? “O topraktan, ben ateştenim” dedi ve kafirlerden oldu. Allah'a secde eden melek, affedersiniz Adem'e secde eden melek kurtuluyor. Ama Adem'e secde etmeyen iblis kurtulmuyor.
Peki kulluk kime, secde kime yapılır? Allah'a. Ayet orada baba. Bu, o gün için mi indi, söyle Allah aşkına? Buradaki incelik şu; Allah emrettiği için emre ittiba orada meleğin vazifesi. O emre tabi oluyor, secde ediyor. Biz de emre tabii oluyoruz, Beytullah'ın karşısında secde ediyoruz. Muhterem kardeşim şimdi, Allah'ın tecelli ettiği gönül sahibi insanı, hüsnü teveccüh ile sizin hatırlamanız nasıl küfür olabilir? Ona sırt dönmek, ona arka çevirmek, ona buğz etmek… Hz. Adem'e secde etmeyen iblisin ahlakından farkı var mıdır Allah aşkına? Bence bugün aslında yargılanması gereken olay budur. Hani öyle Allah'ın tecelli ettiği mübarek zevatı bulsak da vallahil azim… Şimdi bu espriyi kaybettik biz. Neden? Dönüyorum başa. Biz öyle bir mantığa sahibi olduk ki İslam'a oryantalist bir mantıkla, batı müsteşrikleri bakıyor. Onların aldık gözlüğünü, bakıyoruz şimdi. Geçen günü bir arkadaşımız, acıdım da ona; Fatiha'yı onların sözleri ile tefsir ediyor. O, doğru; ben, Abdulkadir Geylani'nin sözlerini teveccüh edip hayatıma geçiyorum, bu yanlış. Yarabbi bu kardeşime o kadar akıl ver, o kadar akıl ver ki ne kadar deli olduğunu hele şimdi anlayabilirsin. Duam bu olsun inşallah. Caizdir. Bana göre de esastır. Hatırlamak, gönül köprüsü kurup Allah'a miraç etmek. Taşıyacak seni. Değil mi efendim? Onun muhabbeti, onun sevgisi, onun dostluğu. ‘Allah'ın öyle bahadır kulları var ki’ hadis ‘onlar, Allah'ı kullarına kulları da Allah'a sevdirir’. Bunu niye hatırlamayacaksın? Ya baba sen karıyı hatırlarsın, çocuğu hatırlarsın, serveti hatırlarsın, koltuğu hatırlarsın. Hem de hayatın hep buların kazanılması için zikzaklar ile dolu. Bunlar caiz, ama bir insanı Allah dostudur diye hatırlarsan caiz değil. Bu mantık mı?
Allah ve Melekleri Peygambere Salat Ederler
Estauzubillah bu ayet tabii Cenab-ı Hak ‘ene beşerun mislukum’ (Kehf Suresi, 110. Ayet). Allah, Muhammed Mustafa'sı için “Ben de sizin gibi bir beşerim”. Şimdi efendim bazı sahabeler geliyor Allah peygamberine, sevgilisine bakıyorlar ki Rasulullah yattı, uyudu. Allah Allah… Az sonra baktı, karısıyla sohbet ediyor. Yani affedersiniz, tuvalete çıkıyor. Yani şimdi o peygamber ya, ondan bu hallerin zuhur etmemesi gerektiğine inanıyor. Ha işte bu yönünü izahla Allah, onun ayetinde ‘ben de sizin gibi bir insanım’ buyuruyor; benim de bu tarafım var, yani beşer olarak. Ama gel o ruhani cihetine… Bakınız Allah orada ne buyuruyor, estauzubillah ‘innallahe ve melaiketehu yusallune alen nebi’ (Ahzab Suresi, 56. Ayet). Çok enteresan ‘innallahe’, ‘muhakkak ki Allah’ başkası değil Allah ‘ve melaiketehu’, ‘ve de melekleri’ ne yapar? ‘yusellune alen nebi’, ‘Muhammed'ine selatü selam okur’. Kim okuyor? Allah okuyor. Ne diyor Allah? ‘Allahümme salli ala muhammedin ve ala ali muhammed’, peygamberi ile övünüyor Allah. ‘eyyühellezine amenu’, ‘Ey iman edenler’, ‘salli aleyhi ve sellimu teslima’, ‘siz de sela, selam okuyun’. Onun için bir mümin, Hz. Fahri Alem Efendimize salat, selam okursa bilsin ki hem vallahi hem billahi hadisle kâhin bu; Allah'ın sevgilisine ruhu iade ediliyor, o anda ona cevap veriyor. Zaten senin salat ve selam okuman, Muhammed ümmeti olduğunu ispat eden yegâne vesikadır. Yani ne demek istiyorsun? ‘Ya Rasulallah, ben beşer olarak, insan olarak acizim. Huzur-u mahşerde nefsini müdafaa edecek mecal yoktur bende. Al, vekaletimi verdim sana. Sen benim resulümsün, peygamberimsin’. Bir manada salat ve selam budur; veriyorsun. O da senin vekaletini alıyor, Allah'ın izniyle yarın huzur-u mahşerde indallahda sana şefaat edecek. Allah bu kullardan eylesin bizi.
Bakınız, nasıl olur canım ruhu gidip gelir mi? Ayet-i Kerime’den ‘vela tekulu limen yuktelu fi sebilillahi emvat’ (Bakara Suresi, 154. Ayet), ‘Sakın ha Allah yolunda ölenlere ölü demeyin, onlar diridir. Ama nasıl olduğunu siz anlayamazsınız’. Sen-ben Allah yolunda öleceğiz, biz diri olacağız da bütün alem onun için yaratılacak ve ‘vema erselnake illa rahmeten lil alemin’ (Enbiya Suresi, 107. Ayet), ‘Muhammed'im aleme esen rahmet olarak seni gönderdim’ Allah buyuruyor. Ona öldü diyeceksin. Dilin kurusun senin be. “İlim efendim ben”. İlim kim sen kim ya? Sen yapsan yapsan Menahem Begin’in, Moşe Dayan’ın avukatlığını yaparsın oğlum. Git kafana akıl koy. Kusura bakmayın. Bu kadar kâfi zannederim.
‘Ben Yere Göğe Sığmam, Mümin Kulumun Kalbine Nazar Ederim’
Şimdi efendim iman etme, etmeme olayı kalbi bir olaydır. Siz kalbinize dünyayı doldurursanız, Allah’ı unutursunuz. Allah'ı unuttun mu, imanını kaybedersin. Uzlet edeceksin. Nerede? Kalbinde. Ne ile? Dünyayı çıkartarak orayı fakirleştireceksin. Anlatabildim mi?
Züht işte, yalnızlık hayatı; insanın kalbinde hiçbir şeyin olmamasıdır, dünyanın çıkmasıdır, fakir olmasıdır. Kalpten çıkmasıdır bu. Ne ile zengin olacak kalp? Allah'ın nazarıyla. ‘Ben yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine nazar ederim’ buyuruyor, oraya sığarım. E baba sen oraya dünyayı koydun; saltanat sevgisi, para sevgisi, mevki sevgisi, ne bileyim çocuk sevgisi, karı sevgisi… çoğaltabilirsin bunu. Şimdi öyle bir zenginleşti orası ki Cenab-ı Hak nereye girecek oraya ya, oradan nerede yeri var onun. İşte onların oradan çıkartılması, sahibine terk edilmesidir züht, takva ve fakirlik. Dünyadan ayrılmaktır, anlamı budur efendim. Dünyadan kalbe ayıracaksın ama elin de boş durmayacak.
Şimdi ben bir arkadaşımızı hem de profesör “Adam” diyor “şirket kuruyor” diyor “ne bileyim züht hayatını tercih eden adam şirket niye kuruyor?”. Hay senin aklına ne diyeyim ben. O kuracak o şirketi, o zengin olacak. Kalpte olmadığı için cebinde olacak; bana verecek, sana verecek, fakir fukaraya verecek. Ohhh işte Müslümanlar bir beraber olacak, milletimiz tevhid içinde olacak. Senin benim elimde oldu mu, olduk Firavun! Allah korusun. Ha dünya seninle benim elime geçti mi, lan tapıyoruz ona. O insanların elinde olursa şirketler, ne bileyim daha üstüne git vesaireler, paralar, şunlar, bunlar… Onlar sana, bana harçlık olur; fakire, fukaraya yardım olur. Anlatabildim mi? Bu arkadaşlar maalesef şu veya bu sıfat altında gerile gerile de konuşuyorlar. Şahsen onlara bir şey demek veya eleştirmek de hakkımız belki o anda değil ama ya insanın böyle şey İslam adına konuştukları için çıldırası geliyor. Niye bunu okumadın? Hem de kendisi bir zamanlar bilmem neyin müntesiplerindenmiş. Ne kadar nasipsizlik bu, Allah hidayet versin.
Tasavvuf Mümin-i Kâmil Modelini Yetiştiriyor
Şimdi toplumda içtimai, iktisadi, hukuki, ahlaki boyutlar tamam olması lazım ki bir bütün halinde hayatın tamamı rahatlıkla yürüyebilsin; siyaset, iktisat, hukuk. Tasavvuf o bütün kurum ve kuruluşları yaşayacak olan insan modelini yetiştiriyor, mümin-i kâmil modelini yetiştiriyor. O model, hayatın tamamını en güzel tarzda ve de şekilde yaşıyor. Zaten o kurumlar yıkılmaya başlandığında, bozulmaya, dejenere edilmeye başlandığında Osmanlı da gidiyor, Osmanlı yok oluyor. O kurumları ayakta tutan insanı yetiştiren kurum, meşreb-i sufiye ‘tarikat-ı aliyedir’ de ondan, diyebiliriz efendim.
Bir misal vereyim dilerseniz. Bizim Ahmet Akgündüz Bey, profesör kardeşimiz; takdirle her zaman sevdiğim, karşıladığım bir arkadaşımızdır Allah razı olsun; çok zeki, cins kafa bir arkadaşımız. Yaptığı araştırmalarda şunu görmüş, Erzurum'la Erzincan arasında birtakım olaylar. Artık o günkü efendim Şia akımının vücuda getirdiği olaylar. Devrin siyasi iradesi bu olayların önüne geçebilmek için dervişhanın oraya gitmesini lüzumlu görüyor ve gönderiyor, olaylara mâni oluyorlar. Bu realitedir. Evet efendim, bunu diyebiliriz.
Efendim tasavvufun ve İslam'ın modeli aynı şeydir, farklı şeyler değildir. Allah'a miraç etmeyen; hayatında gaye edinen, sabır, kanaat, tevekkül, tefekkür, izan, iman sahibi canlı Kur'an’dır, diyebiliriz efendim.
Tabi içinde olan, iç tabiatında mevcut olan ahlaki zemimeyi de atmış bir insan tipidir.
Ben muhterem seyircilerime saygı ve hürmetlerimi arz ediyorum. Efendim yalan-yanlış sözleri dinleyerek de gönüllerini incitmelerini tavsiye etmiyorum. Hepsine sevgilerimi, saygılarımı tekrar arz ediyorum.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız