
Neler Okuyacaksınız
Sevgi, Merhamet ve Af İslam’ın Özünde Meknuz Olan Temel Değerlerdir
Şimdi bu haftaki sohbetimize başlamadan bizi takip eden kardeşlerimize evvela saygı ve hürmetlerimizi arz edelim. Ve böyle bir talebin neden ortaya çıktığını bilmemizde çok ciddi faydalar var.
Efendim sevgi, merhamet ve af zaten İslam'ın içeriğinde meknuz olan değerlerdir. Sevgi Cenâb-ı Hakk'a mahsustur. Onun Peygamberi Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesselam Efendimizin insan nev'ine onun kadar bu mübarek duyguyu yansıtan ikinci bir insan görülmemiştir, rastlanmamıştır. Efendim af ise keza onun hemen hemen sünnetidir. Şöyle ki kendisini zehirlemek için, kendisine Yahudi bir kadın tarafından verilen zehri aldığı halde sevgili Peygamberimiz bu olay “kendi nefsine yapılmış bir tecavüzdür” diye onu affediyor. Ama diğer taraftan hırsızlık yapan bir kadına bu af uymuyor. Affa onu koymuyor. “Bu kamuya yapılmış bir haksızlıktır” mantığıyla ona haddin uygulanmasını emrediyor. Şimdi bunlar birer terim ve deyimdir. Ben buradan müsaadenizle insanın yapısına, biraz değinmek istiyorum.
İnsanın iç tabiatını, devamlı surette bazı duygular istila etmiştir. Daha doğrusu o duygulardan vücut bulmuştur insan. Merhamet, sevgi, af, şefkat, hülasa bunlar olduğu gibi insanın o bu duyguların zıttı kâmili olan kıskançlık, efendim, gurur etmek, insanın kendisini büyük görmesi, başkasını hiçe sayması, iftira etmesi, dedikodu çıkartması, fitne yapması. Bunlar da ahlakın bir başka yönüdür. Bu güzel yönleri olduğu gibi bu diğer saydığımız yönleri de vardır. Şimdi insanın nefsi bu bütünün kendisidir. Yani siz iyi duyguları bundan alıp da kötülere atmaya kalksanız veya kötülere alsanız da iyilere atmaya kalksanız, böyle bir varlığı vücuda getirmeniz biraz zor olur. Onun için bir insan bir anda çok mükemmel bir varlık olmaya da namzettir. Hayır, onun aksi olan varlık olmaya da namzettir. Yani deni bir varlık olmaya da namzettir. Yani onun iç tabiatındaki bu eğilimi aslında ıslah etmek, onu bir noktaya taşımak lazım.
Siz kabul edelim ki ondaki kıskançlık duygusunu nötr etmedikten sonra veya hayra tebdil etmedikten sonra, bu şekilde onu değiştirmedikten sonra; ne bileyim ondaki gücü, kuvveti, bu gazabı; gazap duygusu da var insanda. Eğer bunu siz ıslah etmedikten sonra, onu terbiye etmedikten sonra, ne olur o zaman? Gazap insanların üzerine zulüm şeklinde tecelli eder, zulmeder. Kıskançlığı, hasedi vesairesi artar. Dolayısıyla o insanı sizin belli bir noktada sevgiyi çok benimsemesine rağmen, sevgi mahsulü bir mahlûk olarak elde tutamazsınız. Anlatabildim mi? Ve buna siz devamlı suretle sevgiyle muamele etseniz, bunu devamlı suretle sevseniz, devamlı yaptıklarını affetseniz, o zaman toplum denilen meydanda dengesizlikler vücuda gelir. Neden? Çünkü o kıskançlığı nedeniyle yaptığı birtakım haksızlıklar oluyor. Bu haksızlıklarda hak sahipleri var. Hak sahiplerinin hakkı gidiyor.
Mesela bir insanın malını çalıyor kıskandığı için, mevkisini çalıyor vesairesini. Şimdi “tamam bunu da affedelim.” Eğer böyle düşünmeye devam ederseniz, sürekli olarak böyle bir dengenin toplumda vücut bulması mümkün değil. Onun için insanın kendi iç tabiatında evvela onu insan eden, bu duyguları ıslah ettikten sonra, yani bu zemime tarafını ıslah ettikten sonra, hayırlı tarafını öne geçireceğiz. Ve o takdirde sevginin, merhametin, affın, şefkatin, rifkatin bir manası ve bir önemi olabilsin. Aksi takdirde olamaz. Olması da mümkün değil.
Af ve Merhametin Zirve Örneği Peygamber Efendimizdir
Şimdi günümüzde dedikodusu yapılan bu sözlere gelince; bence bunlar, meseleleri ya çok profesyonelce bildiği halde hakkı gizlemek, sanki bunlar İslam'da yokmuş gibi, birtakım tavırlara bürünerek, hakkı gizlemek için yapılan birtakım misyonerlik faaliyetidir. Veyahut da cahilane birtakım davranışlardır, denilebilir. Şimdi eğer mesele afsa, Peygamber Aleyhissalatu Vesselam Efendimiz, bunun doruk noktadaki, temsilcisidir. Düşünebiliyor musunuz? Onu zehirleyeni affediyor. Yani, hayatını ortadan kaldırmak isteyen insanı, Allah'ın sevgilisi, affediyor. Kendi şahsına karşı yapılan bu hareketi affediyor. Hatta efendim, Uhud'da olması lazım. Cenâb-ı Peygamber Efendimiz ‘in mübarek dişleri şehit oluyor. Hz. Fatıma annemiz de savaşta Rasulullah'ın yanında, ''Ya Rabbi, bu kavmi sen helak eyle'' diyeceği zaman, Allah'ın sevgilisi mübarek eliyle dudaklarını tutuyor, ''Kızım sus'' diyor “Fatıma.” ''Ben âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir peygamberim.'' ''Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn'' (Enbiya Suresi, 107. Ayet) ''Ben âlemlere rahmet olsun diye gönderildim. Bu insanların helak olmasını nasıl isteyebilirim?'' Ve şu duayı yapıyor, ''Allahümmehdi kavmî fe innehum lâ ya'lemûn'' ''Ya Rabbi, bu kavim seni beni tanımadığı için isyan ediyor, kabul etmiyor, reddediyor. Sen hidayet nasip eyle ki tanısın.'' Şimdi, bundan daha üstün bir merhamet düşünebiliyor musun? Bir şefkat, bir af düşünebiliyor musun?
O halde, bunlar bizim özümüzde meknuz, var yani. Biz bunları, kendi dinimizde olanları ortaya çıkartıp, insanlara takdim etmemiz lazım. Beşeriyete bunu sunmamız lazım. Bize Müslüman olarak düşen vazife de budur. Aksi takdirde, mümin olarak biz vazifemizi ikmal edemeyiz. Ve bundan mesuliyetimiz son derece fazla olur. Bakınız, Allah'ın sevgilisi, Mescid-i Nebiye adamın bir tanesi, Arabi'nin bir tanesi geliyor. Adam cahil, hiçbir şeyden haberi yok. Affedersiniz, mescidin hemen içerisinde, duvara bevletmeye, yani işemeye başlıyor. Sahabe dövecek onu, Allah'ın sevgilisi hemen müdahale, “bırakın onu” diyor. Ve çok affedersiniz, adam işini bitirdikten sonra, Peygamberimiz güzellikle alıyor adamı, ikna ediyor. “Bunlar burada yapılmaz” diyor. “Bu işler filan, işte onun tuvaleti vardır” vesaire. Şimdi, bu kadar hoşgörü sahibi bir insan, senin ibadet ettiğin yere bevletme. Düşünebiliyor musun bunu? Yine bir gün sahabesiyle birlikte Allah'ın sevgilisi gidiyor. Ölmüş bir kelb, köpek. Çok da kötü kokuyor, çürümeye başlamış hayvan. Sahabe, “aman” diyor, “ne kadar kötü kokuyor.” Allah'ın sevgilisi, o hayvanda dişlerini görüyor. “Ne kadar güzel dişleri var.” Şimdi, her olayda güzelliği temaşa etmek, seyretmek, zaten bu bizim dinimizin özünde ve de ruhunda mevcut. Onu hayata uygulayan insanın kendisinde mevcut. Yani Peygamberimiz de mevcut. Sahabesine bakıyorsunuz, aynı haller, aynı davranışlar. O halde bunu başka yerlerde aramanın kanaatime göre bir manası yok. Kanaatime göre değil, hakikaten çok yanlış bir davranış biçimidir. Binaenaleyh sevgi de, merhamet de af da bizim dinimizin kuralıdır ve de kaidesidir. Yani affın bizatihi Cenâb-ı Hakk'ın sıfatı olduğu, zaten rahmet ve merhamet sıfatı Allah'a aittir. “Elhamdülillahirrabbilalemin Errahmanirrahim.” “Rahman ve Rahim'dir Allah.” Yani Cenâb-ı Hakk'a ait bir sıfattır. Binaenaleyh biz de olanları başka yerlerde niçin arıyoruz? Yeter ki biz o değerleri tanıyalım, bilelim ve insanlığa takdim etmesini bilelim diyorum inşallah.
Hz. İsa, İnsanları Cenâb-ı Peygamber Efendimiz'e Davet Ediyor
Çünkü Hz. İsa Ruhullah Efendimiz de Cenâb-ı Peygamber Efendimiz'e insanları davet ediyor. “Ben, benden sonra ismi Ahmet olan peygamberi müjdeleyeceğim” diyor. Dolayısıyla Hz. İsa'ya ümmet olmanın da şartı, Hz. Muhammed Aleyhisselam Efendimiz'i kabul ve ona ümmet olmaktan geçiyor. Bakınız o ayet şöyle Kehf suresinde, “Senin bağışı bol olan Rabbin merhamet sahibidir. Şayet yaptıkları yüzünden onları hemen muaheze edecek olsaydı onlara azabı çok çabuk verirdi.” (Kehf Suresi, 58. Ayet) Yani yaptıklarının karşılığında Allah onlara ceza verseydi hemen verecekti. Dolayısıyla insanlar helak olacaktı. “Fakat kendilerine tanınmış belli bir sure vardır ki artık bundan kaçıp kurtulacakları bir sığınak bulamayacaklardır.” (Kehf Suresi, 58. Ayet) Yani Cenâb-ı Hak merhametinden kullarına bir zaman tanıyor. “Ayıkın” diyor, “yanlış yaptınız kendinize gelin, sakın ha isyan etmeyin.” Bu ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak bu yanlış yapan kavme, insanlara bunu tembih ediyor.
İnsanın Doğru ile Yanlışı Ayırt Etmesi Lazım
Diğer taraftan bir insanın tabii do ğru ile yanlışı da ayırt etmesi lazım. Bu dediğimiz konularda bizim söz sahibi olabilmemiz için biliyorsunuz Kur'an'ın bir de Furkan yönü var. Ne demektir Furkan? Batılı haktan ayıran, hakkı batıldan ayıran. Onun için bir müminin taat ve ibadette takva ile bu sıfatı kazanacağı hakikati vardır. O konuyla ilgili. Esteuzubillah, “İn tettekullahe yec'al lekum furkanen” (Enfal Suresi, 29. Ayet) “Eğer gerçekten Allah'a yakın olur, takvaya ererseniz”, takva çok mühim, “Allah size hakkı batıldan, doğruyu eğriden ayıracak bir Furkan, bir hikmet nasip eder.”
Şimdi, evet, böyle debdebeli laflar, süslü kelimelerle insanlara birtakım şeyler anlatılabilir. Ama bunun doğru mudur, yanlış mıdır olduğunu ne ile anlayacağız? Takva sahibi olduğumuz zaman Allah bize o yapılanların hangi mahiyette olduğunu ayıracak ölçü veriyor. Furkan sahibi yapıyor bizi. Onun için bir Müslümanın İslam'da da yani İslam'ın kademelerinde de terakki etmesi lazım. Nasıl olması lazım? Takva sahibi olması lazım. “İnandım” diyen Müslüman, Müslümandır. Tamam, kurtarmıştır. Ama kendisini de ciddi yanlışlardan koruması, tehlikelerden koruması gerekiyor. Bu tehlikelerden koruması için ne olması lazım? Furkan sahibi olması lazım. Yani hikmet sahibi olması lazım. Batılı yanlıştan ayırması, Allah'ın muradını kavraması lazım. Bunu kavramadığı zaman, kavrayamadığı zaman, adam gelir sana, süslü tabakla zehiri ikram eder ve öldürür seni. Allah Allah, ne kadar mükemmel bir şeydir, “tamamdır” dersin, yersin, ölüp gidersin. Binaenaleyh bunu çok iyi görmek gerekiyor. Peki, o zaman ne yapacağız?
Takva ehli olmaya çalışacağız. Takva ehli Allah'tan korkmaktır. Allah'ı sevmektir. “Onun muhabbetini kaybedeceğim” endişesini insanın kendi derununda, ruhunda, nefsinde yaşaması demektir. Bunu yaşadığımız zaman Cenâb-ı Hak bizim kalp gözümüzü açıyor, basiretimizi açıyor. Doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırt etme ölçülerini tek tek yakalıyoruz. Böylece Allah korusun yanlışa düşmekten, o iç tabiatımızın Cenâb-ı Hak tarafından ihsan ettiği ölçüyle kendi kendimizi koruyoruz. Ama “sadece ben bu işi anlarım, akıl yoluyla bu işi kavrarım, hallederim” demek suretiyle taat ve ibadetten uzak olur isek, çok ciddi badirelere düşer ve Allah korusun, o badirelere düştüğümüz zaman da asıl olan itikadımızı, imanımızı dahi kaybederiz. “Kazanacağım” derken bu sefer hüsrana gidersin. Döner geriye bakarsın, dün itibar ettiğin İslami değerlere, Allah'ın güzel kurallarına, kaidelerine o baktığın noktada itiraz edersin, reddedersin. Hâlbuki dün sen o kuralların yanındaydın. Bugün ise karşısına geçtin. Sorgulama cihetine geçtin. Niye?
İşte yaşamadın, yaşamadığın içinde hikmetini kavrayamadın, Allah'ın maksadını anlayamadın. Efendim büyük bir musibettir bu aslında. Yani musibet, bela budur. İnsanın iman gibi çok büyük bir lütuftan mahrum olmasıdır. Bela budur. Yoksa Cenâb-ı Hak bizi hayırla, şerle deniyor. Hastalık veriyor, zenginlik veriyor, mal veriyor, evlat veriyor, rütbe veriyor. Bunlar denenmemiz için. Bakalım kullarım bu hallerde ne yapıyor? Lütuf hallerinde, yani hayır hallerinde bize düşen vazife Cenâb-ı Hakk'a çok ama çok şükretmek, diğer musibet hallerinde de Allah'a sabretmektir; yani isyan etmemektir. Bunlar çekilir. Ama asıl bela, asıl bela, Cenâb-ı Hak ile olan gönül beraberliğini kaybettikten sonra onun ayetleri olan Kur'an'a karşı tarafa geçip itiraz mevkiine geçmek ve alternatif üretmektir. Asıl bela bence budur. Onun için hikmet sahibi olmaya, onun için de takva ehli olmaya gayret etmeye, çalışalım ki Allah bize bu ilahi duygu ihsan etsin ve akıbetimizi de hayr eylesin diyorum efendim.
Sevgi, Merhamet ve Affın Kaynağı Dinimiz İslam’dır
Şimdi sevginin, merhametin, affın kaynağı dinimiz İslam'dır. Zaten, Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesselam Efendimiz ‘in asıl adı “Rahmet Peygamber”idir. Hatırlarsanız bendeniz Rasulullah'a ait, onun hayatını izah eden eserimizin adına da “Rahmeten Lil Âlemin” adını koydum. O benim aslında tespitim değil, ya Allah'ın peygamberini tanıtmasıdır. Ayet-i kerimede, “Vemâ erselnâke illâ rahmeten lil’âlemîn” (Enbiya Suresi, 107. Ayet) “Muhammedim seni ancak rahmet olsun diye gönderdim.” Yani merhamet senin vasıtanla, benim merhametim senin vasıtanla şu insanlık âlemine yayıltsın. Olay budur. Şimdi merhametin kaynağı olduğuna göre sevginin de kaynağı odur. Şefkatin de kaynağı odur. Affın da kaynağı odur. Ancak tabi günümüzde çeşitli olaylar bazı kasıtlı şahıslar tarafından istismar edilerek farklı yönlere, farklı durumlara kanalize edilmeye çalışılıyor. Mühim olan budur. Yani biz kendi derunumuzda meknuz olan kıymetleri arayıp ortaya koymamız lazım gelirken, sanki bunlar bizde yokmuş gibi, başka başka yerlerde, başka başka yollarda aramaya koyulmamız ve seferber olmamızın temelinde yatan espri iman zafiyetidir. Bunları sen aradın, bulamadın mı ki başka yerlerde, başka yollarda bunları arıyorsun? Anlatabildim mi?
Allah Adına Sentez Yapacak İradeyi Allah Sana Ver medi
Onun için bakın Cenâb-ı Hak bizi a yıktırıyor. “Sakın böyle bir yanlış yapmayın. Yaparsanız helak olursunuz” dercesine Allah bizi ayıktırıyor. Ayet-i kerime mealen Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Onlar İslam'dan başka bir din seçerlerse” çok enteresan, “Kur'an'ın dininden başka bir din seçerlerse” “Hz. Muhammed'in”, açıklıyorum bunu, “Muhammed'in dininden başka bir din seçerlerse” devam ediyor Allah. “O din onlardan kabul olunmaz.” “O dini ben kabul etmeyeyim” diyor Allah (Ali İmran Suresi, 85. Ayet).
O halde sen üç tane, beş tane dini nereden çıkarttın oğlum? O zaman senin dinin o, Allah'ın dini olmaz. Kalkıp da Allah adına sentez, tez yapacak gücü Allah sana vermedi, iradeyi sana vermedi. “Ey kulum benim adıma avukatlık yap da şunları bir araya getir.” Kim dedi sana bunu ya? “Hâkimlik yap”, vazifesini verdi mi Allah sana? Haşa. O Allah'ın noksanlığı olur.
Sonra bakınız, daha enteresanı var. “Onlar ki Kur'an'ın bazı ayetlerini kabul ederler, bazılarını da reddederler.” Şimdi dinlerin koalisyonunu kurduk. Ne yapacağız? Dinlerin koalisyonunda bazılarını alacağız, öyle ya bazılarını çıkartacağız. Hepsini bir araya getirmemiz mümkün değil. Şimdi çıkardığımız zaman, yani İslam'dan çıkardığımız zaman, işimize geleni aldığımız zaman, gelmeyeni çıkardığımız zaman, kendi kafamıza bazı ilaveleri yaptığımız zaman, Allah buyuruyor ki “onlar Kur'an'dan bazı ayetleri kabul eder, bazılarını reddederler, kabul etmezler.” “Onlar kimdir biliyor musunuz?” diyor Allah. “Kâfirlerin ta kendisidir.” (Bakara Suresi, 85. Ayet)
Şimdi Kur'an’i ifade ile yola devam edersek bunlar bana ait değil. Bu tespitler, bu hükümler Allah'a ait. Peki, asıl olan o mudur, bu mudur, şu mudur? Allah'a göre,” İnne-ddîne ‘inda Allâhi-l-islâm” (Ali İmran Suresi, 19. Ayet) “Benim indimde tek din İslam'dır” bitti. Şimdi mülkün sahibi diyor ki “senin kurtuluşun için dört dörtlük Müslüman olacaksın.” Biz de şimdi kendi nefsimize başvuruyoruz. Başlıyoruz Allah'ın dediğiyle, Allah'ın dediğini yargılamaya. Bu olur mu, olmaz mı? “Evladım sana olur mu, olmaz mı ayrımını yap” demediler. “Teslim ol, kurtul” dediler. Emiri o. Sen teslim olursun kurtulursun. Şimdi hiç kimse de bu konuda zorlanmaz. Allah kullarını da muhtar bıraktı. Yani “sen” diyor “eğer hakikaten helakten kurtulmak istiyorsan mutlaka bu yolu seçmen lazım.” “Hayır, yok tanımıyorum dersen onda da hürsün. Hiç kimse de sana azap edemez.” “Niçin bunu böyle yapıyorsun diyemez.” “La ikrahe fid dini” “Dinde de zorlama yok.” (Bakara Suresi, 256. Ayet) Ama irade-i ilahiyenin, rızay-ı barinin kulundan istediği de; bu doğruyu görmesi, hakkı seçmesi ve onunla beraber olmasıdır. Onun için diyorum ki bu tip şeylere millet olarak, sonra inancımız bizim harcımızdır. Milli değerlerimizin korunmasında en büyük amildir.
Bir Milletin Dini, Dili, Tarihi ve Örfü Onun Manevi Harcıdır
Bak bir milletin dili, tarihi, örfü, âdeti, geleneği, maneviyatı yani dini o milletin manevi harcıdır. Şimdi siz bunları kaybettiğiniz zaman lime lime dökülürsünüz. “Ya yok bize bir şey olmaz.” Tarihte hiçbir milletin akıbeti bu değerleri kaybettikten sonra hayır olmadı, ki seninki olsun. Böyle nice devletler hatta imparatorluklar, efendim bir anda çöküp gitmiştir. Büyük Türk milletinin ayakta durması için Allah'a dua edelim. Bu değerlerimize tam manasıyla sahip çıkalım. Ha bunu derken, hangi dine mensup olursa olsun, herkesle, her zeminde ve her zaman hayırla geçinelim. Yani biz akaitlerde bu işlerin olmadığını ifadeye çalışıyoruz. Anlatmaya gayret ediyoruz. Yoksa beşeri münasebetlerde bizim ticari, sınai, ahlaki, hukuki her insan, her nevi inanç sahibi insanlarla davranışlarımız var. Sen bu dünyanın içindesin. Cenâb-ı Peygamber Efendimizin Yahudi hizmetçisi var, Musevi'ydi. Değil mi? Hristiyan komşuları vardı. Değil mi? E biz de onun ümmetiyiz. Elbette bunlar bizim efendim sosyal münasebetlerimizde, ticari münasebetlerimizde, hukuki münasebetlerimizde beraber olacağız. Zaten o münasebetlerde, o davranış biçiminde koyduğumuz tarz, doğruluk ve de dürüstlük onları celp etmesi, cezbetmesi lazım. Bize düşen Müslüman olarak vazife de budur. Gelişi güzel değil. Sen aynı zamanda Allah'ın ve Peygamberinin nesi oluyorsun orada? Küçük anlamda bir temsilcisisin. Halifem “Halifem” diyor sana. (Bakara Suresi, 30. Ayet) Eğer sen üzerine düşeni bir hakkın eda etmezsen, o zaman çok ciddi bir sorumluluğu üstlenmiş oluyorsun. Binaenaleyh, zaten itikadımızda demek istediğim gibi bu teşrik-i mesai var, efendim sosyal münasebetler var, ticari münasebetlerimiz var. Bunu inkâr eden yok. Akaitlerin, itikatların birleşmesidir yanlış olan. Bizim ifade etmeye çalıştığımız bu. Yani kalkıp da sen yeni bir akait, yeni bir ibadet kuralı ortaya koyamazsın. Evet, bunu demek istiyoruz. Ve bizi takip eden kardeşl nerimize hayırlar diliyoruz. Allah milletimize zeval vermesin, milletimizi hayra karşı eylesin diyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız