
Neler Okuyacaksınız
Fetih Bir Gönül Kazanma Hareketidir
Evvela bu güzel programı hazırladığınız için sizleri tebrik ediyorum.
Saniyen İstanbul'un fethini sadece milletimize değil, bütün İslam alemine hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyorum.
Fetih bir medeniyet hareketidir, insani davranıştır, insan davranışıdır. Fethin manasına indiğimiz zaman bundan başka bir şey görmek de mümkün değildir. Şöyle ki eğer fetih herhangi bir toprağı işgal edip almak olmuş olsaydı bunun adına o zaman bir başka şey koymak gerekirdi. Yani toprak fethedilmez. Peki ne fethedilir? Üzerinde yaşayan insanların örfü, adeti, geleneği gönlü fethedilir. Yani fetih bir gönül kazanma, gönül çalma, gönüllere muhabbet verme hareketi, yoludur.İstanbul'un fethine baktığımız zaman bundan başka bir şey görmüyoruz.Herhalde ilerleyen zaman içerisinde bu dediğim manada birtakım soruların ortaya çıkacağı muhakkaktır.
Şimdi fetih; açmak, fetaha kelimesinden kök itibariyle geliyor. Fetaha açma fiili. Ne açılıyor? Karanlık açılıyor. Ne açılıyor? Cehalet açılıyor. Adeta cahiliyetin insanlık semasını sardığı bir dönemde insanları nuri ufuklara, nurani semaya kavuşturmanın adıdır. Doğruyu, gerçeği, hak ve hakikati görmenin adıdır. Bununla da kalmıyor, o insanların dış tabiatlarında değil, iç tabiatlarında o güzelliği, o nuru hâkim kılıyorsunuz. İşte fetih budur.
İnsanın nurani hakikatlerle karşılaşması ve o nurani hakikatleri zatına mal etmesi olayıdır. Kalbine mal etmesidir. Onunla beraber haşir neşir olmasıdır, bir başka ifadeyle. Onun için tabii insan evvelki haliyle, yeni karşılaştığı hal arasında çok ciddi bir inkılap geçiriyor. Yaşadığı, tattığı, gördüğü, duyduğu her şeyi veya her şeye çok başka bir nazarla bakmaya teveccüh etmeye başlıyor.
Bu münasebette evvela onun kendi şahsında bir inkılap oluyor. Fetihteki espri zaten budur. Yani insanın kendi nefsinde olan, kendi şahsında olan değişim. Bir başka ifadeyle fetihle insan evvela kendini kazanıyor. Neden? Daha evvel onun nefsi emmarisiyle kendine hâkim olan bir görüş bu siyasi, iktisadi, içtimai, hukuki, ahlaki topyekün bir dünyevi görüştür. İnsan o fetihin muazzaz ve mübarek davranış stiliyle, biçimiyle İslam'la karşı karşıya gelince kendine ait, zatına ait, o bütün cehaleti o nurani tesirle, efendim ışıkla, muhabbetle, nurla birden zail ediyor, yok ediyor. Yepyeni bir dünya görüşüne malik oluyor. O bakımdan fetihte kesinlikle bir zorlama hareketi yoktur.
Yani evet her fütuhatta mutlak surette bir beldeye giren askerlerdir. Ama ondan önce oralar çok enteresan bir tavır ve eda ile beraber alınmıştır.
Yani o insanlar kazanılmıştır. Sizden hiç olmayan bir yere sizin girmeniz hiç mümkün değildir. 1980 öncesinden hatırlarsanız Türkiye'de birtakım ideolojik akımların faaliyetleri vardı. Bunların bütün hesabı bizim gençliğimizdi, insanımızdı. Bilhassa eğitim çağındaki evlatlarımızdı. Ve düşündükleri, hissettikleri, duydukları düşünceleri bu çocuklarımıza zerk etme, onları o yönde yönlendirme faaliyetleri ve de hareketleri vardı.
Şimdi işte fetih bunun ters manası. İslam adına bu tip hareketlerin yapılması o insanların kazanılmasıdır. Bunun arkasından kazanılan insanın işgal ettiği toprağa bizatihi giderek bayrağını çekmenin son adına da fütuhat diyoruz, fetih diyoruz. Tabii önce gönüller alınıyor, sonra da o gönüllerin iman ehli olan insanın tabii kalbi aleminde yaşadığı ictimai, iktisadi, ahlaki, hukuki bir dünya var. Onu yaşadığı dünya içerisinde bulamadığı için veya onu o kaos sarıp kavurduğu için, özlemiyle beraber İslam'ı bekliyor.
Bu bir özlemdir, bir hasrettir. O insanların İslam'a karşı aşkı ve de muhabbetidir. Yani bu anlamda şunu demek istiyoruz, Bizanslı'nın kendisidir İslam'ı isteyen, kendisidir Osmanlı'yı davet eden. Aksi takdirde Osmanlı'nın o topraklara gitmesi ve de girmesi dini bir hak olmaktan ziyade bir işgal hareketi olacaktı. Neden diyecekseniz ayet-i kerimede Cenab-ı Hak,
‘’Lâ ikrâhe fî-ddîn’’ ‘’Dinde zorlama yoktur. ‘’ (Bakara Suresi, 256. Ayet)
E durum bu olunca kalkıp da Fatih ne hakla İstanbul'a girebilirdi ki ? O halde belki şu ana kadar anlatılmayan bir yanı var fütuhatın.
İstanbul'a Fatih'i davet eden binlerce, onbinlerce Bizanslı: ‘’Gel adeta bizi kurtar şu zulümattan.’’ demiş. Ve de Osmanlı'ya bu aşkla bu muhabbetle teslim olmuştur. Bunu nereden biliyorsunuz derseniz, tabii insanların kendi iç dünyalarındaki ifadeleri kendi halleriyle beraber izah ederler. Şu olay bunun en açık ve bariz delilidir. Cennet Mekân Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri İstanbul'a girdiği zaman hepsi bu Ermenilerin din adamları, Hahamlar, Keşişler, Papazlar adeta bir karamsarlık içerisindeyken efendim Fatih Cennet Mekan: ‘’İstediğiniz şekilde ibadetinizde, efendime söyleyeyim dininizi yaşamanızda, vicdani kanaatlerinizde, malınızın korunmasında, namuslarınızın, iffetinizin, hayanızın devamında biz sizin garantörünüzüz. Hiç bundan merak etmeyin istediğiniz şekilde hayatınıza devam edebilirsiniz.’’ dediği zaman, işte o zaman ne dese beğenirsiniz bu din adamları. ‘’Biz efendim kardinal külahlarını görmektense, bütün bu Hristiyan uleması, halkı vesairesi görmektense külahını görmektense Osmanlı'nın sarığını tercih ederiz.’’ demek suretiyle İslam'ı seçmiş ve de Müslüman olmuşlardır. İşte fetih budur.
Tabii şimdi alışveriştir yani, bu olay büyük bir alışveriştir. Şimdi İslam'ın bu inceliğini, bu nezafet ve nezaketini bilmeyen insanımız bugün maalesef ve de maatteessüf Müslümanların adeta içtimai hayatı hakim olacağından endişeyle ‘’Aaa onların şu tarafına bakın, bu tarafına...’’ demek suretiyle dikkatleri menfi bir istikamette o tarafa yönlendirmek istiyorlar. Halbuki Müslümanın her halini kontrol ve murakabe ettiğiniz zaman göreceksiniz ki bütün hallerinde davranışlarında kendi öz hayatlarında, nefsi hayatlarında, ailevi münasebetlerinde, etraflarındaki insanlarla olan diyaloglarında fevkalade bir nezaket ve nezafet, rahatlık, muhabbet, saygı ve sevgi hakimdir. Yani hiçbir zaman böyle kaba idrake hitap eden bir nevi hakimiyetle insanların üzerine gitmezler. Hep gönüllerle beraber birbirine adeta aşıkın maşukuna olan sevdası gibi yaklaşırlar, hayatlarını bu tarzda, bu anlayışta devam ettirirler. İşte Osmanlı’nın İstanbul'a girişi bu anlayışın neticesinde asker ve kılıç onun imzası olmuştur. Tabi bu hayat tarzı Batı'nın tamamına etki edecektir, ona tesir edecektir değil mi? Böyle de olmuştur. Olması da çok yerindedir. Bu sebeple bakın Batı dünyası fevkalade nitelikte değişmiştir. Orta Çağ yaşıyordu. Şayet zoraki bir hareket olmuş olsaydı aklımız var, Orta Çağ’ın kalıntılarının, efendime söyleyeyim köhnemiş zihniyetinin Batı aleminden bir anda kalkması mümkün olabilir miydi? Öyle bir insani davranış geldi ki, ferde ait olan bu davranış bir anda toplumun tamamına, bütün müesseselerine, kurumlarına sirayet etti. Ve Batı, İslami bu geleneği, bu göreneği kendi hayat tarzına intikal ettirmeye başladı. Birden bir de baktık ki Batı Orta Çağ’ın insanı değil, Yeni Çağ’ın insanı olma noktasına ilerlemeye ve o anlayışı, o medeniyeti kavramaya başlamıştır. Tabi zaman sirkülasyonu içerisinde bir anda insanın mümkün müdür ki bir noktaya gelmesi temin edilebilsin? Yeni doğan çocuğu sen yürütebilir misin, konuşturabilir misin? Konuşabilmesi, yürüyebilmesi için bir zamanın onun üzerinden geçmesi lazım. Tıpkı bunun gibi Batı'nın da işte bu medeniyet sirkülasyonuna kendini hazırlayabilmesi için bir zaman geçmiştir. Ve böylece bu zaman aşımıyla diyelim, zamanın geçişiyle Batı dünyası Osmanlı şahsında bir İslam medeniyetinin beşiği haline gelme durumunda kalmıştır. Osmanlı bunu yapmış, Fatih Sultan Cennet Mekan Hazretleri de bu yeniliği bütün insanlığa, bu medeniyeti bütün insanlığa tattırmanın doruk noktasındaki zevkini yaşamıştır.
Yani yok olmakta olan insaniyet İslami davranışta, İslami alışkanlıklarla hayat buluyor. İslam'ın örfüyle, adetiyle, geleneğiyle, ne bileyim düşünce tarzıyla.. Bütün kurallarıyla beraber Batı dünyası onlarla dirilmeye başlıyor. Batı bir değişim yaşıyor. Yani kabul etse de etmese de siz şimdi gördüğünüz mutlak surette bir güzelliğin etkisinde kalacaksınız. Değil mi? O neyse bu da odur. O değişikliği İstanbul'un şahsında gören Batı dünyası artık onu kopya etme durumunda zaman içerisinde kalmıştır. Bu mecburiyeti bizatihi yaşamıştır. Evet.
Her Devirde İnsanlara Hakikatleri Takdim Edecek Kâmil İnsanlara İhtiyaç Vardır
Şimdi elbette ki insanların yaşayışları üzerinde Allah'ın iradesinin tecelli edebilmesi için onun iradesinin bir hesabı olması lazım. Daha doğrusu beşeriyeti Cenab-ı Vacibu'l Vücud Hazretleri hakikatlerle beraber karşı karşıya getirebilmek, onlara ayıktırabilmek için o hakikatleri onlara takdim edecek güzel tarzda ve de üslupta mükemmel, kâmil anlamda insanlara ihtiyaç vardır. Bu geçmiş dönem ve devirlerde peygamberler olmuş, efendim en son peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin gelmesi suretiyle de artık bu kapı kapanmıştır. E mümkün müdür ki bu peygamberlik kapısı kapandıktan sonra insanlar böyle cahiliyet adetleriyle hayatlarına devam etsin ve de bu adetler üzerine hayatlarını bitirsinler. Allah'ın rahmeti burada da imdada yetişiyor, o peygamberlere varis olan işte böyle Fatih Sultan Cennet mekân hazretleri gibi büyük zevat Allah'ın lütfu o ki toplumlara hakim oluyor, onlara liderlik yapıyor, o nurani hakikatleri yaşatıyor ve bunların üzerine kaderi ilahinin bir hesabı tahakkuk ediyor. Yani buna ben kendi ifademle ‘’kaderin hesabı’’ diyorum. Her insanın üzerinde esasen onun hesabı vardır. Şimdi biz onun hesabını kendi lehimize olup olmadığını bilmediğimizden dolayı teslim olmuyor ve de kendi kanaatlerimize, nefsani hareketlerimize dünya sahnesinde hayatımızı yorumladığımız ve yaşadığımız için de maalesef hep yanlışlara düşüyoruz. Eğer o kadere malumunuz ‘’Hayrıhi ve şerrihi min Allâhû Teâlâ” yani ‘’Hayır ve şer Allah'tandır’’ kaidesince itikadı, itikad esasında biz kendimizi o Hakk’a teslim edip de onun iradesi istikametinde hayatımızı tamamladığımız zaman çok tatlı bir hayat tarzı, evvela nefsimizde yaşayarak kendimizi kazanacağız. Sonra bizim gibi bireylerden vücuda gelmiş mükemmel, fevkalade bir toplum hayatı görmüş olacağız. İşte bu hesap, kabul edilse de edilmese de Ulu Sultan, Büyük Hakan dedemiz Fatih Sultan Cennet Mekân Hazretlerine nasip olmuş bir kaderdir.
Zaten Cenab-ı Fahri Alem Efendimiz Kâle Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem : “Le Tufte Hannel Kostantiniyyetu Fele Ni’mel Emiru Emiruha Vele Ni’mel Ceyşu Zalikel Ceyş” ‘’Muhakkak İstanbul feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan, ne güzel kumandan, onun askerleri ne güzel askerdir.’’ Allah'ın sevgilisi bunu asırlar önce hadisi şeriflerinde beyan ediyor. Yani Fatih'i müjdeliyor. Demek ki kader Fatih denilen bir zatı bütün insanlığa ikram ediyor. Değil mi? Zuhur ediyor. Başka olması da mümkün değil. Bir bu.
İkincisi, tabi ikincisi de Fatih her ne kadar bu büyük davanın başta kumandanı ve de esası ise onun da hareketinin tamamlanması için tek başına bu işi yapması mümkün değildir. Allah ona bir de ne ikram etmiştir? Etrafını, etbaını hem de ordusunu ikram etmiştir değil mi? Bak hadisi şeriflerde Fahri Alem Efendimiz hem onu methediyor hem de kimi methediyor? Arkadaşlarını methediyor: ‘’ Onun askerleri, ne güzel asker’’ değil mi? Arkadaşları dostları... Demek ki kaderin hesabı sadece Fatih Sultan Cennet Mekan Hazretleri üzerinde değil. Ya, onun ordusu üzerinde de bir hesap var. Allah'ın iradesi o orduyla adeta tamamlanıyor. Ne büyük bir mutluluk. O bakımdan sadece bu hadise bizi hayatımızın millet olarak sonuna kadar mutlu etmesine kafidir. Zira Allah'ın seçilmiş, sevilmiş kulu olduğumuza, kulları olduğumuza dair en büyük bence bir delil bu ya. Bu kadar büyük bir şey olur mu? Cenab-ı Hakk'ın seçtiği, sevdiği bir zümre...
Milletimize Fethin Asıl Mirası Gönülleri Fetheden Ağzı Dualı Alperenlerdir
Tarihi itibariyle Türk milletin hayatına baktığımız zaman, Mâverâünnehir
bölgesinde İslam'a evet dedikten sonra enteresandır; Samarra'ya, ki bugün Irak'ın hudutları dahilindedir bu şehir, geliyorlar, İslam'ın ordusu, asakiri bizim dedelerimiz, Elhamdülillah, oluyor ordu komutanları. Teçhizat, mühimmat hep onların elinde. İslam'ın ordusu bizimdi Elhamdülillah. Şimdi işte o neslin devamıdır Fatih Sultan Cennet Mekân Hazretleri. Demek kader bu millet üzerine büyük bir hesap yaptı. Şimdi geçenlerde hatırlar iseniz bir sohbetimizde onu söyledim. Herkes bu hesabı biliyor da ne hikmetse bu asırda, bu zamanda biz bu hesabı bilip kendimize bakmıyoruz. Ama ben öyle zannediyorum ki bu güzel gelişmeler, bu güzel telakkiler ve de algılamalar, anlayışlar bu hali tekrar gündem edecek. Bizi tarihte olduğu gibi eski yerimize inşallah geçirecektir.
Mesela bakınız biz tarihte neler yapmadık ki Elhamdülillah. Fatih Sultan Cennet Mekân'dan evvel bizim dedemiz Alparslan Cennet Mekân, bugünkü Karabağ civarından Anadolu'ya giriyor. Yani Azerbaycan orası da bizim. Oradaki insanlar da bizim dostlarımız, kardeşlerimiz. Kökümüz oradan, o taraflardan. Oradan Anadolu'ya geliyoruz. Benim çok sevdiğim şu anda devlet bakanı olan Ayvaz Gökdemir Hocamız, O 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’ni anlatırken, bize hiç unutmam, “10.000 tane ağzı dualı olan dervişan ile birlikte Anadolu'ya girdiler.” Fütuhat budur. Bak az evvel fethi anlatırken ne demiştik, yani alelade bir toprak parçasının işgali değil. Ağzı dualı insanlar işte Alperenler. Gönülleri fetheden asıl komutanlar bunlar, Anadolu'ya giriyor. Yani bizim mirasımız bu. Asıl mirasımız, fütuhat mirasımız bunlar. Fatih Sultan Cennet Mekân'ın Hazretleri’nin etrafında da bunlar vardı. Dervişan grubu ‘’Allah’’ diyerek hem kendi kalp dünyalarındaki ıslahatı ve hem de dış tabiatta mevcut olan karanlığın def'ini temin ediyorlardı. Fütuhat bu mana üzerine kuruluyor. Hazreti Fatih, Ulubatlı Hasan'ın surlara bayrak çekişiyle İstanbul'un fethine müessir oluyor Elhamdülillah.
Ya bu konuda çok konuşulacak sözler var ama şimdilik hatırımıza bunlar geldi, ilerleyen zaman içerisinde inşallah bu mevzulara tekrar değiniriz.
Yani o ağzı dualı olan insanlar bizim Alperenler dediğimiz, Erenler dediğimiz, Dervişan dediğimiz insanlardır. Bunların enteresan vazifeleri de vardır. Bir yerin fütuhatına giderken ellerinde kılıç vardır. Hattı zatında o kılıçlarla beraber oralar fethedildi zannedilir ama hakikatte onların gönülleri oradaki insanları kendilerine çeker, cezbeder fütuhat çok basit ve de kolay olur. Ondan sonra bakınız onların görevi bitmiyor. Oranın ticari, varsa sınavı, -tabi şimdiki dille konuşuyoruz biz- hukuki, ahlaki, ailevi olaylarında toplumun düzenini bozan, nizamını alt üst eden şu veya bu hareket tarzı içerisinde ahlaki hamidesini kaybeden insanları tek tek alırlar. Kendi gönül dünyaları içerisinde ıslah edip, kâmil insanlar haline getirirler. Mevcut olan irade, yani siyasi irade, o daha evvel yoldan çıkmışlar onların elinden kazandıktan sonra askerlikte değerlendirir, asakir hayatını onlarla beraber tamamlar, hukuk dünyasını onunla tamamlar, ticaret hayatını onunla tamamlar…
Bunlar kısaca her biri adeta bir eğitim, bir öğretim mektebi, müessesesi veya üniversitesidir. Ben bir cümle daha ifade edeceğim. Günümüzün de, günümüzdeki fütuhatların da bence vücuda gelebilmesi işte bu ağzı dualı, Alperen dediğimiz zevatın günümüzdeki ahlaki zemimeyi gönüllerden silecek çalışmalarıyla Biiznillâhi Teâlâ mümkün olacağı kanaatindeyim. Hep beraber, bu olursa işte insanımızın siyasi iradesiyle halkı ve de devleti birbirini tamamlar, kucaklaşır. Ağlanacak yerde hep beraber ağlanır, gülünecek yerde hep beraber gülünür, oynanacak yerde hep beraber gülünür. ‘’Allah Allah’’ diyerek serhat boylarına gidilir. Evet efendim.
Bu mevzuların tekrarında fayda var.Hatırıma gelir, unutabiliriz. Şu anda geldi. Fatih Sultan Cennet Mekan Hazretlerinin zaten zatı, bu şahıslardan biri olma keyfiyetidir.Bakınız onun yetişmesi çok özel ve çok üstün yetenekli hallerle beraberdir. O böyle sıradan yetişmemiş. Hem akli yönden hem de kalbi yönden geliştirilmiş, yetiştirilmiş bir insandır. Mesela Molla Gürani, mesela Akşemsettin, bu iki büyük zatın adeta birisi aklının yolunu, yordamını tayin ediyor, diğeri de gönlünün yolunu, yordamını, istikametini tayin ediyordu. Fatih, bu iki büyük mürşid tarafından akıl dünyasını tekamül ettiren ve gönül dünyasını hakka ulaştıran bu iki büyük zat tarafından adeta her gün seyir halindeydi. Büyük bir karakter, büyük bir şahsiyet her gün tekamül ederek işte o noktaya geliyordu. Sadece o değil, onun etrafında işte az evvel bahsettiğimiz asakiri de böyleydi efendim.
İstanbul’un Fethinden Önce Yapılacak Olan İşlerin Tamamı En Mükemmel Şekilde Yapılmıştır
Bunların tamamı zaten birbirini tamamlayan unsurlardır. Yani bunların olabilmesi için bu dediğimiz işlerin bunun, bir mektebinin olması lazım. Onun için fütuhattan evvel bir de bakıyoruz ki Tekke ve Zaviyeler faaliyettedirler. O güzel ordu, Fatih Sultan Cennet Mekan Hazretleri döneminde ve de onun babası 2. Murat Hazretleri’nin döneminde daha evvel de efendim yetişmekteydiler bunlar. Orada, yani o dönemlerde, tarihi gelişimde görüyoruz ki, öyle düzenli büyük bir ordu yok. Herkes kendi hayatını yaşıyor. Adeta serbest ekonominin fevkalade bir nitelikte uygulandığı bir piyasa, bir dünya. Yani devletin dahi müdahale etmediği bir dünya, böyle bir dünya. Bunların yetişeceği bir yer işte o tekkeler, zaviyeler ve de medreseler.. Bunlar çok ciddi bir şekilde… Tabi benim anlattığım Fatih Sultan Cennet Mekan Hazretleri'nin şahsına münhasır olayı değil.
Etbaının ve etrafının bu hali. Elbette Fatih Cennet Mekan'a baktığımız zaman o da bu eğitimin dışında değildir ki. Hatta anlatılır, Cennet Mekan Hazretleri babası 2. Murat, Hocasına getirdiği zaman -şu anda tam hatırımda değil- Molla Gürani olması gerekiyor. ‘’Eti senin kemiği benim’’ diyor. Ayrılıyor, biraz sonra babasına geliyor: ‘’Bu ne biçim hoca?’’ diyor. ‘’Beni perişan etti.’’diyor. Hiç ona iltimas geçmiyor. Bu öyle hünkâr. Hünkâra torpil olacak öyle bir şey yok. ‘’Ben ona’’ diyor ‘’Nasıl sana şey yapmaz?’’ diyor. ‘’Ona gelip göstereyim de görsün!’’ diyor. Tabi 2. Murat Cennet Mekan Hazretleri olayı biliyor ve de haber gönderiyor: ‘’Geleceğim sakın bana müsamaha etmesin.’’ Hoca Efendi'ye haber gönderince, o da hazırlıklı bekliyor. Gidiyor: ‘’Benim çocuğa sen nasıl şöyle yapacaksın?’’ derken hayda üstünden aşağı alıyor onu, ‘’Sen kim oluyorsun?’’ dercesine, Fatih Cennet Mekan'a, 2. Murat Hazretleri’nin üzerine yürüyor. Hemen kaçıyor. ‘’Oğlum’’ diyor ‘’Bu adam deli ya beni bile dinlemiyor.’’ diyor. ‘’Okumaktan başka çare yok.’’ diyor.
Şimdi onun için bakın bizim örfümüz ne kadar tatlı, ne kadar mükemmel bir örf. Hocaya gidip öğrenciyi teslim ettiğimiz zaman ‘’Eti senin kemiği benim’’. Şimdi eti hocanın, kemiği babanın olan bir çocuk isyan edebilir mi? Anarşi çıkartabilir mi? Hocasına kafa tutabilir mi? İnsanları birbirine katabilir mi? ‘’Efendim geçmişte ne varmış?’’ Hey senin diline eşek arısı soksun. Ne yok ki değil mi?
Şimdi şunu arz etmek istiyorum işte eğitim budur, öğretim budur. Bu anlayış içerisinde Cennet Mekan Hazretleri, sadece bununla kalmıyor. Bakınız Edirne Fetih'te fütuhattan evvel Edirne fethediliyor. Ondan sonra Bursa, fethediliyor Edirne fethediliyor. Bakınız Anadolu Hisarı, Rumeli Hisarı bütün bunlar yapılıyor. Adeta efendim İstanbul bir kuşatma altına. Kucaklama altına ve de onu fethedecek olan asakir eğitiliyor, yetiştiriliyor, manen moralize ediliyor, madden teçhizatla donatılıyor.
O tarihlerde ne enteresan bir olay. Bakınız Fatih Sultan Cennet Mekan, top döküyor. Top döktürüyor. Hem de bakınız: ‘’İlim, hikmetli ilim müminin yitik malıdır.’’ Allah'ın Sevgili öyle buyuruyor, Peygamberimiz. Hazreti Fatih Macardan ustalar getiriyor. Macar ustaları onlara topları döktürüyor. Kendisi bütün bunların hesabını, hendesesini de kendisi yapıyor. İyi de bir fizikçi Fatih Sultan Cennet Mekan Hazretleri. Kısaca fütuhattan evvel yapılacak olan işler planlı ve programlı gerek fikir, akıl, eğitim ve de çevre cemiyet yönünden bunları tasnif edersek, tamamı en mükemmel en mütekamil bir şekilde yapılmış ve de hazırlanmıştır diyebiliriz efendim.
Müslümanlar Bir Yeri Fethettiğinde Maksatları İnsanları İslam'ın Şerefiyle Şereflendirmektir
Şimdi Osmanlı ve topyekün Müslüman olarak İslam ordusu olarak ele alırsak bir yere girdiği zaman orada maksat insanları hak ve hakikatle karşı karşıya getirmek ve onları İslam'ın şerefiyle şereflendirmektir. Bütün bunlar da olurken ferdin iradesine tamamen işi terk etmektir. Yani zorla kalkıp da, ‘’Sen illa Müslüman olacaksın!’’ şeklinde bir davranış, bir tavır kesinlikle yoktur ve de yasaktır. Az evvel okuduğum ayet-i kerime de bu manayı bize beyan ediyor: Esteuzu Billah ‘’Lâ ikrâhe fî-ddîn’’ ‘’Dinde zorlama yoktur.‘’ (Bakara Suresi, 256. Ayet) Zaten böyle bir zorlamayla yapılan imanın da etkisi yok. Cenab-ı halik böyle bir inanışı da adeta kabul etmiyor ve de istemiyor. Yani insan kendi hür yaşayışı ve telakkisi ile imanı tercih etmeli, tevcih etmelidir. Fütuhatla o insanın önüne bu imkan geliyor. Yani daha evvel küfrün zulümatı altında inim inim inlerken eğer Müslüman olmuş olsa muazzam bir baskı ve zulüm olacak kendisine. Bakınız İslam'ı yaşamayan toplumlara gidip baktığınız zaman ‘’Niçin Müslüman oluyorsun?’’ diye onlara zulmediliyor. Efendime söyleyeyim Müslümanlıklarına müsaade edilmiyor. Tarihin birçok dönem ve devirlerinde bu hakikatleri insanlık yaşamıştır. Bakınız şu anda bizim Tarsus'ta Ashâb-ı Kehf’in sığındığı bir mağara vardır. Sekiz insanın iman etmesine devrin hükümdarı müsaade etmiyor. ‘’Nasıl siz olur da benim tasarrufumun dışında bir ilah kabul edebilirsiniz, ona inanabilirsiniz, hatta ona ibadet edebilirsiniz?’’ demek suretiyle onları kendi uhdesinde tutmaya çalışırken işte kaçmaya muvaffak oluyorlar. Tarsus'ta Ashâb-ı Kehf’in sığındığı o mağaraya gidiyor o zevat. Ve malumunuz burada ben bir misal olarak bunu verdim. Sadece bu değil ki yani inanan insanlar tarihin her döneminde büyük bir işkence, bir zulümle karşılaşmıştır. Şimdi insanların inanca meyli çok ama çok yoğun ve şeydir, şiddetlidir. Yani mutlaka Allah'ı aramaktadır insanoğlu. İstesek de Cenab-ı Hakk'ı arıyoruz, istemesek de Allah'ı arıyoruz. Bu arayışa işte fütuhat imkan ve zemin hazırlıyor. Siz bir yere girdiğiniz zaman o insan iradesiyle beraber İslam'a girdiğinde işte ona bir başkası da ‘’Niçin sen böyle inanıyorsun?’’ deme hakkına sahip olamıyor. Kafir yine küfrünü yaşıyor. Ona bir şey deme zaten hakkını Allah insanlara. İşte fütuhatın asıl şeysi buradadır.
Binaenaleyh bu olduğu için, nüktesi bu olduğu için de orada Bizans'a girildiği zaman hiç kimsenin namusuna, malına, dinine, vicdanına dokunulmamıştır ve din ve vicdan hürriyeti tamamen verilmiştir.
İki, namus hürriyeti tamamen verilmiştir. Adamlar istediği gibi hayatlarını yaşamışlardır. Hiç kimse müdahale etme imkanına sahip olamamıştır. Efendim mal, ki bugün insanlık ancak bugün bu noktada bu seviyeye gelebilmiş. Mülkiyet hakkı ta o zaman, o zamanda değil. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin devr-i saadetlerinde herkesin canı ve malı mukaddestir. Hani can emniyeti, mal emniyeti zaten devlet demek de bu demektir. Bütün bunları sana verecek ve de koruyacak. İşte Fatih Sultan Cennet Mekân Hazretleri İstanbul'u fethettiği zaman bu hakları verdi. ‘’Sakın ha canınıza malınıza bir zarar gelecek diye düşünmeyin. Biz bunların tamamını teminat altına almakla biz mükellefiz. İstediğiniz şekilde yaşayabilir, ibadetinizi yapabilirsiniz, itikad ölçünüze göre.’’ Bilmem anlatabiliyor muyum? Yani bu şekilde muazzam bir hak ve hürriyet ile Bizans'ın efkâr-ı umûmiyesi karşı karşıya gelmiş ve bunu da son noktasına kadar yaşama şartlarını bulmuşlardır. Öyle olmamış olsaydı o günden bugüne kadar ta 1453'ten 1995 yılına kadar azınlık dediğimiz insanlar dinleriyle beraber devam edebilirler miydi? Yani Hristiyan olarak, Musevi olarak, Rumların, Ermenilerin, Yahudi arkadaşlarımızın İstanbul Bölgesi’nde veya daha başka yerlerde hayatlarını devam etme, tekemmül etme imkanları olabilir miydi? Hiçbir şey olamazdı. Halbuki onlar en güzel şekilde yaşamaktadırlar. Nitekim şu anda gidin bakın, belki yaşadıkları yerde en nadide, mükemmel yerlere de bu arkadaşlarımız yerleşmiş ve oturmuş durumdadırlar. Hiç kimse de ‘’Niçin burada oturuyorsunuz?’’ diye bunları sormamıştır. Sorma hakkımız yoktur da ondan. Anlatabiliyor muyum?
Tabii kendine güvendiği için zaten o kadar imkan ona tanıyor. Bu münasebetten olması gerekiyor ki İstanbul'un fütuhatından evvel bir sürü orada Rum'du, Ermeni’ydi, Yahudi’ydi yaşamasına rağmen bir çoğu %80'ine yakını dinini terk etmiş İslamiyet'i seçmiştir. Aksi takdirde bugün İstanbul'un %50'si en azından o dinlere müntesip insanların olması lazımdır. Halbuki bugünkü nüfusun içerisinde yok denecek kadar az bir nüfusa maliktir. Bu neden geliyor, bu adeta insan haklarını verme hususunda biz dünyaya meydana okumuşuzdur. Ne demek yani?
İslam Dünyasında Fütuhatın Gerekçesi Orada İnancını Yaşayan İnsanlara Engel Olmalarıdır
Bosna-Hersek Dışişleri Bakanı Dr. Irfan Ljubijankić, 28 Mayıs 1995 tarihinde, Bihać'tan Zagreb'e hükümet işleri için seyahat ederken, helikopterinin Sırp isyancılar tarafından Hırvatistan'ın Cetingrad kenti yakınlarında vurulması sonucu hayatını kaybetmiştir.
Efendim, ölen kardeşimize Cenab-ı Hak rahmet eylesin. Esasen bu bize şunu demek istiyor : ‘’Gidin siz Batı'yı da fethedin.’’
Yani ‘’Onlara da hak ve hakikatı gösterin.’’ Zaten fütuhatın gerekçesi de, işte orada inancını yaşayan insanlara mani olmalarıdır. Yaşadıkları için oraya insanların gitmesine... Yani neden bir yer fethediliyor? Oradaki yaşayan insanın inancına sen müsaade etmiyorsun. İnsan hakları dediğimiz, eğer haklar onların yaşayışına müsaade etmek olursa, o zaman kimsenin burnu kanamaz. Herkes kendi hayatını yaşar. Düşünebiliyor musunuz, siz Batı'da herkes hayatını yaşarken, maalesef Müslüman kendi hayatını yaşayamıyor. ‘’Ama efendim orada şu haklar veriliyor, baksana insanlar nereye getiriliyor.’’ Bırak o hikayeyi. Batı dünyasını iyi bilen arkadaşlarımız çok iyi görüyorlar ki, Batı dünyasında çöpçüyü yaşatıyorlar. Çömlekçiyi yaşatıyorlar Müslüman olarak. Sokağını sen adamın temizliyorsun, niye seni dürtsün ki? Evini temizliyorsun, çok affedersin, tuvaletini temizliyorsun veya imar ediyorsun, niye seni dürtsün? Benim bir hatıram, hatırıma geldi. 1976 senesinde Almanya'da Duisburg'dayım. Orada İslam Kültür Derneği Başkanı olan İbrahim Sakal isminde, Giresunlu bir arkadaşla bir yere gittik. Baktım ki, niçin yapıldığını anlayamadığım 4 veya 5 kilometre uzunluğunda bir köprü. Dedim ya: ‘’Bu Almanlar böyle akılsız iş yapmazlar ama şu köprünün yapılışındaki hikmet nedir?’’ Bana dedi ki: ‘’ Hocam, biz buraya geldiğimiz zaman şu gördüğünüz mıntıka adeta bataklıktı. İki, şu Duisburg'da gördüğün fabrikaların %50'sini Türk işçisi yapmıştır.’’ Benim hayretime mucip olan taraf, biz burada bunları yaptık da niçin ülkemizde yapmadık, buna üzülüyorum. Annem rahmetlik oldu, cenazesinde bulunamadım. Şimdi babam ağır hastaymış bulunamayacağım, bundan çok üzülüyorum.’’
Şimdi şunu arz etmek istiyorum, niçin İbrahim Sakal'a Almanya hayır desin ki? Sen onun hamallık yapıp fabrikasını kurdun orada, sana hayır der mi? Ama efendim, Yunan'la bir savaş olduğu zaman müttefikimiz olan Almanlar, ki çok zamandan beri bizim dostumuz ve de kardeşimiz görünür, bu pozisyondur. Bir de bakıyorsunuz, Yunan'ın yanında Kıbrıs'ın yanında yer alıyor, öyle değil mi? 1974'te çıkarma esnasında hatırlarsanız, Yunanların yanında yer alan devletlerden bir tanesi de Alman’lardır. Hatta bugün müttefikimiz olan Amerika’dır. Yaa, hep de çıkarmadan evvel bize ‘’Dostumuzsunuz, haklısınız, bu Yunanlılar, Rumlar çok yanlış yapıyorlar.’’ demelerine rağmen. Şu anda müttefikimiz pozisyonunda olan Hollandalıların PKK ile yaptığı içli dışlı hareketler, efkâr-ı umûmiyenin malumudur. Fazla meseleyi detayla müdellel hale getirmeye gerek yok. İnsanımız ariftir, tarifini de gerek yok. Görüyoruz bütün bunları. Yani bunun için işte fütuhata gerek var.Niçin inanana sen bu şeyi vermiyorsun, bu hakkı vermiyorsun? Kendi vatandaşına, kendi ırkdaşına, kendi dindaşına, evet efendim.
Fethin Evrensel Mesajı İnsanların İslam’la Buluşma Zeminini Hazırlamamızdır
Tabii Fethin bu konudaki evrensel mesajı benim kanaatim. İnsanın kendisini İslam'la buluşma zeminini ona hazırlamamızdır. Bu da çeşitli sebeplerle olur, kurumlarla olur, vasıtalarla olur. Mesela ticari münasebette bu olur. Ticaret münasebetiyle siz Uzak Doğu'ya gidersiniz, Batı Alemi’ne gidersiniz. Teşrikî mesai esnasında zatınızı görür. Sizden olan insanları görür. İslami şahsiyeti, karakteri, ticari ahlakınızı en müesser ve mükemmel şekilde ortaya koyduğunuz için insandır bu, etkilenmemesi mümkün değil. Allah kabul etsin bizim yaptığımız ticari münasebetlerde çok samimi konuşuyorum. Bizden etkilenmeyen insan çok az. Herkes diyor keşke sizler gibi olsa. Bunu biz adeta teşrikî mesai kurduğumuz her insana söyletiyoruz. Yani bizim etrafımızdaki arkadaşlarımız. Kısaca ticari yolla biz bunu yaptırabiliriz. Eğitim, öğretim yoluyla yaptırabiliriz. Kültür birliği, oradaki arkadaşlarımızı geçmişte tekke ve zaviyelerin yetiştirdiği insanları bugün o mekanlarda kendi şartlarında güzel bir şekilde organize etmek suretiyle yapmamız mümkündür veya bugün ülkemizde onu, o fertleri mükemmel bir tarzda yetiştirerek Batı buna misyoner diyor bizim dilimizde irşat ve ikaz yolu diyoruz. Mürşidlerle birlikte o dünyalara açılır. Onların gönüllerini İslam'a ısındırır ve böylece aradaki buz dağlarını eritir, bütün dünyayı başka siyasi arkadaşlarımızın da ifade ettiği gibi, ne diyorlar ona, hani dünya adeta dümdüz bir arada olabilir inşallah diyelim. Hatırıma gelmedi o kelime.
Yani dünyadaki insanları adeta kucaklaştıracak, bütünleştirecek kesin bir kültür tavrı ve hareketini Müslümanca, İslam adına sergileriz inşallah. Yetişen bireylerle beraber.
Şimdi şu ana kadar verdiğimiz cevapların içerisinde ifade etmeye çalıştığımız hususiyet İslam'la insanları karşılaştırmak, onları efendime söyleyeyim dost ve arkadaş yapmaktır. Bu mana olduğuna göre bu artık eskimez, her gün, her an fütuhat devam eder. Yani insanımızı her gün yeni yeni, güzel İslami hakikatlerle karşı karşıya getirirsek onların imanını İslam'a karşı taze tutar ve İslam adına kazanırız diyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız