info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Milli Ekonomi Modeli - Trabzon / 2005
08/08/2025 SOSYAL HAYAT 14

    Neler Okuyacaksınız


Bizi takip eden kardeşlerime saygı ve muhabbetlerimi arz ediyorum. Ayrıca yarın akşam inşallah ilk teravih namazını da kılacağız. Şimdiden ramazanlarını aziz milletimin tebrik eder, hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Hak'tan niyaz ederim. 


Kapitalizm, Parayı Tekelleştiren Bir Sistemdir

Şimdi efendim, olay çok öyle bizim zannettiğimiz gibi veya bazılarının anlatmaya çalıştığı gibi çok zor bir mesele değil. Kapitalist dünya, parayı tekelleştiriyor, sermayeyi tekelleştiriyor. Şimdi, takdir edersiniz ki piyasada alışverişin olabilmesi için mutlaka vatandaşın alım gücünün olması lazım. Yani sizin imal ettiğiniz mamul, ne kadar mükemmel olursa olsun, arz ettiğinizde piyasaya, ihtiyacı olan kesimin mala talip olabilmesi için iktidarın olması gerekiyor, yani cebinde parasının olması gerekiyor. Şimdi, kapitalizm öyle bir sistem ki her türlü yolla -buna faizi de koyabilirsiniz- tekelleşmeyi, netice itibarıyla doğuran bir sistem tekelleşmek. Bir toplumda güçlenme olacak ama herkesin güçlenmesine gerek yok. Ya? Faraza, 70 milyonluk Türkiye'de 70 kişinin, bilemedin 700 kişinin güçlenmesi kâfidir. Anlayış bu. Böyle olunca da tedavülde bulunan paranın tamamına kapitalist zihniyet müşteridir. Hangi yolla olursa olsun onu kendi tekeline kor. Mesela Batı’ya gittiniz, gördünüz, Batı’da dev sanayi kurumları vardır, dev firmalar vardır ve binlerce, on binlerce insan da bu dev firmalarda çalışır. Şimdi, farkındaysanız orada güçlü bir sınıf vardır, çok ekalliyettir, yani çok azınlıktır; azdan da azdır. Bunlar zengindir, patrondur, dediğini yapandır ama bunların patron dediği insanların emrinde çalışan işçi sınıfı vardır. Bu işçi sınıfı da ağzıyla kuş kapsa belli bir efendim, maişetin üzerine çıkamaz.
Yani bu işçi sınıfıdır; karın tokluğuna çalışır, göz tokluğuna çalışır, onu bilmem ama bu işçi sınıfıdır. Bu işçi sınıfı geleneğini de Avrupa'da bozan Türklerdir. Onlar, efendim geleneklerinden kaynaklanan tasarruf etme özelliği ile beraber kazandığı paralarını biriktirdiler, bir sermaye oluşturdular ve işçi olarak gittiği yerde patron oldular. Bu Batı'da pek olan iş değildir. Yani bir insan fabrikada çalışacak, işte kazancını üst üste koyacak, 10 sene sonra bir işte iş yeri açacak. Bu hiç mümkün değil. Batı kültüründe böyle bir olay yok. Niye yok? Ha orada bir ağa var, bir efendi var, bir patron var; iki işçi var, yani köle var. 

Kapitalist Sistem, Modern Kölelik Sistemidir

Kapitalist sistem, modern kölelik sistemidir. Bu kölelik sistemini Batı'da delen de Türk milletidir. İnşallah dünyada bunun sonunu da Türk milleti getirecek. Şimdi demek istediğim şu: Bu sistemde kabul edelim ki 500 kişinin elinde olan mevduat 100 birim ise efendim 99'u, bu mevduatın 99'u, 500 kişinin elindedir. Biri de 70 milyonun elindedir. Bu derece korkunç, büyük bir adaletsizlik, dengesizlik vardır. Şimdi düşünebiliyor musunuz? Bu kadar alım gücünden mahrum olan piyasa neyle iş yapacak? Yani siz iş yapacaksınız ama neyle iş yapacaksınız? Parayla. Alım gücün ortada senin, yani alım gücünün üstüne çıkıp bir şey alman mümkün mü? Değil. İşte, kapitalist dünya, ürettiğini onun için sınırlı pazarlamak mecburiyetinde, bu sınırları aşamaz. Ha, burada dış dünyaya ihracatın efendim, temel esprisi aslında pazar arama problemi kendi içinde olmadığı içindir.
Yani kendi içinde alım gücü tükendiğinden dolayı yeterli alım gücüne sahip olmadığından dolayı dış dünyada kendine pazar arıyor. Halbuki sıhhatli, efendim, üretim iç dünyada kendisine pazar bulan üretimdir. Bulacak, ha fazlası, üretiyorsun fazlasını da dış dünyaya rahatlıkla satabilir. Burada şunu demek istiyorum, yani alım gücünü devreye koyacak olan, efendim işçinin, bireyin cebindeki paradır. Haa, bu mahduttur, sınırlıdır; Batıda bu sınırlıdır. Sınırlı olduğu için de üretim yapılıyor ama tüketim istenilen seviyede yapılamıyor. Bakın bugün dünya hemen hemen hangi sınıf işverenine bakarsanız bakın, hangi sınıf üreticisine, tüccarına bakarsanız bakın, kendisine pazar alanı arıyor. Neden arıyor? Tüketen sınıf kendi bölgesinde kalmadı da ondan. Onun için dışarıya çıkıyor, bulabilir miyim diye. Şimdi, bu bir sistemin tıkanıklığıdır, tıkanmasıdır. Böyle bir sistemin büyümesi mümkün değil. 


Kapitalizmde Patrona, Komünizmde Devlete Kölelik Vardır; Çözüm Bireyin Alım Gücünü Artıran Sosyal Devlet Anlayışıdır

Şimdi, gelelim sosyalizme veya komünizme. Kolektif yaşamayı bir kural hâline getiren Marks; iddiası, efendim, patronlar işçilerini soyuyor, yani işçi emeğinin karşılığını alamıyor ve patron işçinin emeğini kâr olarak cebine koyuyor, o hak, işçiye aittir. Böyle garip bir felsefesi var. O zaman dediler ki “Ne yapmak lazım? Madem bizi zengin sınıf soyuyor, biz bir araya gelelim, devlet denilen iradeye çalışalım. Bu irade de bize adil bir şekilde kazandığımızı taksim etsin.” Bu sefer de işte komünizm dediğimiz o bela, efendim, sekreteryası ile birlikte ne yaptı? Bunların başına bela oldu. Yani millet devlete çalıştı, devleti yöneten irade, efendim, halka çalışmadı. Kendine çalıştı. Yani iki tarafta da kölelik oldu. Biri patrona kölelik, diğeri devlete kölelik. Dolayısıyla yani orada da işçi sınıfı kazanacağım, diye işçi sınıfı her şeyini feda ederek kavuştuğu bu sistemde aradığını bulamadı, karnını doyuramadı, sırtını giydiremedi. E giyemeyince ne oldu? Pazar problemi! Yani talep yok, yani efendim istediğini alamıyor. Geziyor tozuyor ama cebinde parası yok ki alsın. Bu sebepten dolayı gerek komünizm gerekse kapitalizm, ferdi üreticiye pazar yapamadığından dolayı -ekonomi emme basma tulumba gibidir, yani üreteceksin ama ürettiğine talip pazarın olacak- bunu iki sistemde beceremedi. Dolayısıyla dünyada çok ciddi bir tıkanıklık var. Sürekli büyüme de bundan dolayı olmamıştır. O hâlde yapılması gereken ne? Bak biz diyoruz ki yapılması gereken -işte sosyal devlet dediğimiz ve sosyal devletin bireyleri destekleme dediğimiz anlayış- aslında pazar olma kabiliyetini herkese kazandırmak; bireyin, toplum bireylerinin tamamına kazandırmak. 
Yapabilme imkanını zaten insan olarak doğduğu için bu onun hakkıdır. İnsan hakları denilen şey -buna bizim, efendim, örfümüzde kul hakkı denir- Allah onu dünyaya göndermekle bu hakkı ona ihsan eyledi. Bunu sen, ben ona ihsan etmiyoruz. Bu insanın karnının doyması lazım, sırtının giydirilmesi lazım. Şunu demek istiyorum. Bizim sistemde yani bizim anlatmaya çalıştığımız modelimizde bireyler mutlaka istediğini yemeli, istediğini giyebilmeli. Onu da yapabilmesi için ne olması lazım? Cebinde alım gücünün olması lazım, değil mi? Öyle bir problemi olmaması lazım. İşte biz bu problemi çeşitli saiklerle gerek vergi mantığıyla gerek efendime söyleyeyim, sosyal devlet mantığıyla gerekse çalışana hak ettiğini fazlasıyla verme mantığıyla beraber bunları yerine getiriyoruz, eda ediyoruz. Böylece halkın toplumda tüketme gücü istenilen seviyeye geliyor, üreten de buna mukabil tüketen olduğu için üretiyor. O üretiyor, bu tüketiyor; o üretiyor, bu tüketiyor. Emme basma tulumba gibi. Böylece zaten ekonomide, ekonomide amaç nedir? Sürekli yukarıya çıkmak. İşte bu anlayış devamlı surette ekonomi hayatını efendim, tavan yaptırıyor, yükseltiyor. Budur yani bizim farkımız.


Gelir Dağılımında Adalet Olmazsa Para Tekelleşir

Şimdi, esasen hastalığın kaynağı da buradan geliyor. Gelir dağılımında adalet olmadığı için para yine tekelleşiyor. Şimdi, benim elimde faraza, diyelim ki 100 milyar olursa bunu benim pazara indirme kabiliyetimle işte, herhangi bir mahallede bir insanın elinde 10 milyar, 5 milyar olursa pazara indirme kabiliyeti daha farklı olur. Yani avam dediğimiz kesim orta tabakanın pazar olma kabiliyeti alabildiğine daha fazladır. Ama biraz hani daha standartların üzerinde gibi gördüğümüz kesimin pazar olma kabiliyeti daha azdır. Buradan şunu anlatmaya çalışıyorum. Eğer adil dağıtım olmazsa bu adamın cebinde olan para pazarda müşteri olmaz ama işçinin cebinde müşteri olur, memurda müşteri olur, tarım kesiminde müşteri olur. Onun için ifade buyurduğunuz gibi adil dağıtım, adil taksimat şarttır. Bunu yapmadığınız takdirde bunlar da hikâyedir. Bir adım atamazsınız.
Tabii, bu bütünün parçaları oluyor. Tabi tabi gayemiz tüketimi devreye koymak. Tüketimi devreye koymak derken her vatandaşın ihtiyacı olan geçimi önüne getirmek yani, böyle sıkıntısı çekmeyecek vatandaş. O tükettikçe üreten de üretecek. Yani böyle adil bir denge, büyüme söz konusu olacak. Evet. Sosyal devletin gereği zaten bizim modelimizde sosyal devlet bu modelin gereğidir. Yani bu modelin hayat bulması için bu sosyal devlet anlayışının hayata geçmesi lazım.

“Vergiyi Tabanın Tamamına Yayma” Anlayışı Milletin Alım Gücünü Aşağıya Çeker

Mesela ben bazı ekonomistleri dinliyorum, bu tabii kapitalist anlayıştır; “Vergiyi tabanın tamamına yaymak lazım, dolayısıyla devletin ihtiyacı olan parayı biz, herkesten alabiliriz.” Bu, görüntü itibarıyla yani yaptığımız hesaplar itibarıyla bize efendim hoş gelen, devlet adına hoş gelen ve fakat netice vermeyen anlayışlardır. Niye? Mesela siz toplumda her bireyden vergi almaya kalktığınız zaman aslında vergi vatandaşın sırtında bir yüktür. Evet, devlete veriyorsun ama vatandaşın alım gücünü, kabiliyetini yok ediyorsun. Bu kabiliyet yok olunca vatandaş pazar olma kabiliyetini kaybediyor. Şimdi mesela bir misalle bu düşüncemizi açalım: Yılda 50 milyar yaptığı ticarette kazanan bir arkadaşımızı düşünelim. Devlete %40 vergi verdiğini hesap edersek dört 5’in 20; 20 milyar bu arkadaşımız devlete vergi vermesi gerekecek. Şimdi, bizim mantığımıza göre bu 20 milyarı devletin alması devletin zararına olur, almaması devletin faydasına olur. Nasıl bir anlayış? Yani 50 milyar verecek, 50 milyar geliri olacak vatandaşın. Siz bundan 20 milyar vergi alacaksınız, aldığınız verginin devlete faydası olmayacak. Haa, bizim anlatacağımız sisteme göre daha az faydası var. Bizim sistemde ise olay şudur. Biz diyoruz ki 50 milyar kazanan vatandaşımızdan 20 milyar vergi alırsak bunun 20 milyar alım gücünü aşağıya çekeriz. Halbuki bu gücü biz onda bırakalım. 20 milyarın yılda toplumda tedavül miktarı aşağı yukarı 15’tir. Yani 15 defa… Yapılan yapılan hesaplamalara göre 15 defa para piyasada dolaşır. Biz 15 ile 20’yi çarparsak yılda bu para, aşağı yukarı 300 milyar civarında, efendime söyleyeyim, bir netice ortaya çıkartır, yani ciro yapmış olursunuz. Yüzde 30 kârla beraber, siz her ticareti yaptığınızı hesap ederseniz. 90 milyar. Tamam, 90 milyar parayı bu vatandaşımız kazanmış oluyor. Siz 90 milyar, bak 20 milyarı aldığımız zaman bu kazanç elde yok, ama bunu almadan vatandaşı devrede tuttuğumuz zaman alacağımız verginin yıl sonunda, 1 yıl sonunda getireceği kâr 90 milyar oluyor. Devletin şimdi bundan yüzde 40 üzerinden alacağı vergide dört 9’un 36, 36 milyar değil mi? Yani 1 yıl evvel 20 milyar, efendim 50 milyardan 20 milyar vergi alan devlet, sadece ondan aldığı vergiyi almamakla beraber 36 milyar bir yıl sonra kârlı çıkıyor. Bilmem anlatabiliyor muyum? 
Şimdi, onun için vergiyi herkesten değil, kazanandan alarak kazanmayan sınıfın alım gücünü devreye koymak ve onu talep eder vaziyette tutmak; böylece toplumun bireylerinde hem adil dağılımı ve hem de gerçekten kazanandan vergi alma yolunu devletin devreye koyması lazım ki o takdirde, yani herkes hayatından memnun olsun. Kazanan kazandığı için kaçırmadan vergisini versin, efendim, müşteri olan cebinde parası olduğu için müşteri olsun. Hülasa, devlet de memnun, alan da memnun, satan da memnun olsun diye biz bu düşünceyi efendim tabii ifade etmeye çalıştık.
Artı bunun bir de altyapısı, örfü var, adeti var. Sistemler milletlerin hayatlarıyla ciddi derecede alakalıdır. Yani hangi memleketin insanına giderseniz gidin, ticareti kendi örfüyle, adetleriyle, gelenekleriyle paraleldir. Onun için siz ticaret hayatını düşünürken onu kendi dünyanızın dışında düşünmeyeceksiniz. Kendi dünyanızda bunu düşünerek… Ekonomi zaten hayatın kendisidir. Onu hayatın dışına taşıyarak yabancı kuralları getirip monte etmeye çalışmak, işte Türkiye'nin düştüğü hâle düşmek olur. Başka bir şey olmaz. Bilmem fazla mı konuştum?
Tabii ekonomi bu bizim, bizim ifade etmeye çalıştığımız şey de tamamen ekonomiyi büyütür, ona yöneliktir zaten. Yani devlet burada karlıdır. Yani devletin karlı olduğu bir modeldir.  Burada vatandaş da kârlıdır, devlet de kârlıdır. Yani bunda devlet kâr edebilir ne vatandaş kâr edebilir. Bu birbirini tüketmedir aslında. Yani devlet vatandaşı vatandaş da birbirinden razı değil. Birbirini tüketiyorsunuz. Almanya yüzde 13’e çıktı. İş yapabilmek için evvela kapitale ihtiyacınız var. Bu imkanları siz önünüzde buluyorsunuz, bunu yapıyorsunuz. İş kuran insanın işçiye ihtiyacı var. Bununla beraber devreye giriyorsunuz, yani bu tam istihdamı temin eden en kestirme yoldur, yani bunda kuşkumuz olmasın.


Vatandaşın Cebinde Para Yoksa Enflasyon Düşmez, Deflasyon Yaşanır

Bunlar benim görebildiğim kadarıyla aslında saptırma. Yani enflasyon bugüne kadar işte rakamlarla gizlenmeye çalışıyordu, çalışılıyordu ve vatandaş zaten pazara gidemiyordu. Pazara gidip baktığın zaman her şey ateş pahası. Dolayısıyla bu olan, efendim, tüccarın insafsızlığı değil, olağan enflasyonun röntgenin tam görünmesidir, ortaya çıkmasıdır. Burada efendim, suizanda bulunarak hadi %5 arttırsın yani %30, %40 arttırması mümkün mü? Muhal bir hadise. Dolayısıyla olan bu. Tamamen mevcut olan enflasyonun piyasa değerleri üzerinde görülmesidir. Bundan evvel olan zaten stagflasyondur, yani Türkiye'de enflasyonun düştüğü iddiası tamamen ekonomik bir cehalettir. Ne enflasyon düşmesi? Enflasyonun düşmesi tabii seyrinde, vatandaşın alım gücü yerinde, müşteri olur efendim ve ucuz satılırsa enflasyon düştü denir buna. Eğer vatandaş müşteri olamıyorsa, bu kabiliyetini kaybetmişse, bir başka ifadeyle cebinde parası yoksa, mal da satılmıyorsa, ucuz diyorsa buna enflasyon düştü denmez. Ekonomi dilinde deflasyon denir. Ardından da malum stagflasyon gelir. Şimdi Türkiye bu süreçleri yaşıyor. 

Ekonomide Geldiğimiz Nokta Tüketim Problemidir, Üretim Problemi Değil

Biz zaten baştan beri hep bunu anlatmaya çalışıyoruz. Hatırlarsanız bir ara, işte, KOBİ'lere esnafa vergi verilecek, affedersiniz kredi verilecek denmişti. Çok az faizle kredi verilecek denmişti. İşte 100 milyar, 40 milyar birtakım rakamlar... Biz yine birtakım sohbetlerimizde, konuşmalarımızda hiç kimse bir tek kuruşluk kredi almasın dedik. Niye dedik? Sıfır faizle de olsa sizin yapacağınız üretim bir defa kendine pazar bulamayacak. Vatandaşın şu anda derdi tüketmek değil, tüketim kabiliyetini kaybetmek. Vatandaş bunu kaybetti. Haa, toplumda eğer üretim problemi olmuş olsaydı esnafın kredi alması üreticinin kredi alması çok doğru olurdu. Öyle değil ki… Gidelim seninle o zaman -arkadaşlara ben bunu anlatmıştım- hangi iş yerine giderseniz gidin, hangi pazara giderseniz gidin, istediğin elbiseyi alabiliyor musun, var mı? Var. Ayakkabıyı ala?.. Var. Gömlek? Var. Efendim, iç çamaşırı var, yiyecek var… Ha demek ki mal var ama müşteri yok. O zaman yapılacak olan iş nedir? Tüketici kesimi efendim, hükümetin bizzat desteklemesidir. Tüketici kimdir? İşçidir. Alım gücüne sahip olacak. E adam 800 TL, 900 TL maaş alır, 500 lirasını kiraya verirse veya 400 lirasını… Nasıl müşteri olsun bu ki veya 1 milyar… Dolayısıyla bunları biz geçim standartlarını yükselteceğiz. Ona, efendim, siyasi manevralarla, beni anlatsın, benim adımı söylesin mantığıyla değil, onu o şekilde düşünmeyeceğiz. Vatandaş rahat etsin. Kazancıyla hayatını rahatlıkla sürdürsün, düşüncesiyle, inancıyla o tüketen kesimin cebini dolduracağız. Yani onun, efendim, geliri 100’se 200, 300’se 600 yapacağız %100 bir rahatlığa kavuşacak, müşteri olma kabiliyeti artacak; ha o zaman senin kredi almana gerek kalmaz. Niye? O sana gelecek, elindeki kalmış mallarını alacak, sen onu paraya çevireceksin, istediğini yapacaksın. Olay bundan ibarettir. Yani Türkiye'nin ve dünyanın şu anda geldiği nokta tüketim problemidir, üretim problemi değil. Binaenaleyh, yapılacak olan iş, tüketiciyi güçlendirmektir.
Tüketim gücünün sıfırlanması manasına geliyor ki bu insanların hiçbiri, hiçbir yerde pazar olamaz, pazar olamaz yani kim ne derse desin, hayatın içindesiniz esnafla gidin konuşun yani hangi esnaf hayatından, efendim, iş şartlarından memnun? Kaldı ki Türkiye şartlarında bu mevsim en yoğun işlerin yapıldığı mevsimdir. Yani tüketicinin desteklenmesi şart.
Yani memuruydu, işçisiydi, emeklisiydi… Ne bileyim? Hatırınıza ne geliyorsa bunların tamamı desteklenmesi lazım.


Oruç Hem İbadettir Hem de Sağlık için Allah'ın Bir Emridir

Oruç, biliyorsunuz sağlık için hem ibadettir de insanların sağlığı için Allah'ın bir emridir. Nitekim hadis-i şerifte Peygamberimiz, “Oruç tutunuz ki sıhhat bulasınız.” (Hadis-i Şerif: Müslim, Sıyâm 166) buyuruyor ve de orucun tabii televizyonlardan hikmetleri, artı fazileti, ramazanın ne manaya geldiği, faziletleri anlatılacak. Bu ayda ben bu konuları halkımızın takip etmesini ve varsa noksanları gidermesini tavsiye ediyorum. Tabii bu ay, ibadetlerin çokça yapılmaya gayret edildiği, bilakis Kur'an-ı Kerim'in, efendim, tilavet edildiği, hatmedildiği, ayrıca mukabele ile beraber yani karşılıklı okumayla beraber okunduğu bir aydır. Sevabı çok fazladır. Her kim Kur'an'ı bu güzel ay içerisinde okur ise onun da ruz-i mahşerde Kur'an'ın şefaati olacaktır, okuyanın da şefaati olacaktır. Böyle bir yetkiye de her Müslüman sahip olması mümkün. Hangi Müslüman, efendim, arzu ederse böyle bir donanımı Allah ona ihsan eder. İşte, içinde bulunduğumuz mevsim münasebetiyle hem orucumuzu tutalım hem de böyle bir sıfat, böyle bir makam da elde etmeye çalışalım. Kullar olarak tabii bu, o zaman bu ayda af olunmayı, Allah'ın istediği manada kemale yükselmeyi, efendim, Peygamber’e arkadaş, dost olmayı, temizlenmeyi, ayrıca ne bileyim, orucu sadece ne bileyim şeyimize, midemizle birtakım kaba idrak ölçüleri içerisinde değil, bütün organlarımıza tutturmayı gaye hâline getirelim ki Allah da bizden bu yaptığımız güzel işlerimizi kabul edip mağfiret eylesin, diyorum ve bu ayın içerisinde malumunuz Kadir Gecesi -bin aydan hayırlı- Kadir Gecesi de var. Şimdiden, bizi takip edenlerin Kadir Gecelerini de tebrik ediyorum. Ramazanın 27’nci gecesi olduğunu her ne kadar, efendim, cumhura göre yani İslam ulemasının çoğunluğuna göre ifade buyurmuşlarsa da bence birinci geceden itibaren bu gece Kadir’dir, demek suretiyle gecelerimizi, işte değerlendirelim, diyorum. Saygılar sunuyorum efendim.


Ramazan İklimini Sürekli Hale Getirip Tabiatımıza Mal Etmeliyiz

Ramazan-ı şerifte -biz neticede Müslüman insanlarız- kazandığımız servetimizin de zekatını bu ayda verirsek ramazan dışı verdiğimiz zekatlardan daha efdaldir. Çünkü bu ayda ne yaparsanız yapın, yapılan ibadetlerin sınıfının efdaliyeti mevzubahis değil, hangi sınıf ibadet olursa olsun büyük efdaliyeti var. Bundan dolayı bu ayda malımızı temizle… Zekât malın temizlenmesidir; malımızı temizleyelim. Artı, dediğiniz gibi iftar sofraları hazırlayarak, işte bazısı üç kişi davet eder, bazısı beş kişi davet eder. Karınca kaderince herkes bunu yaparak komşuluğunu, arkadaşlığını pekiştirmesinde faydalar var. Bir de tabii, toplumda dar gelirli insanlarımız hayli miktarda fazla; onları da ramazan geleneği münasebetiyle -iftar sofralarımız Türk milletinin zengin olur- özellikle de bu arkadaşlarımızı davet ederek işte, “Ya filan yerde güzel bir iftar ettik.” ona hem söyletmek hem onun gönlünü kazanmak hem Cenab-ı Hakk'ın rızasını kazanmak gibi bir tutum içine bir hareket girmek lazım. Artı, bir de ramazan geceleri malayani, dedikodu, fitne, gıybet vesair gibi sözlerden, vesair davranışlardan kaçınmak, faydalı olan güzel şeyleri sohbet etmek, dini malumatlarımızı geliştirmek… Mesela ben çok iyi biliyorum; akıl baliğ olmuş arkadaşlarımız, yaşı 40-50'ye varmış arkadaşlarımız öyle noktada ki Müslüman arkadaşımız, yani iman ehli ama namaz kılmasını bilmiyor. 
Öğle namazı nasıl kılınır, ikindi nasıl kılınır… Bunları 3-5 kişi bir araya gelip bu bahaneyle öğrenmeleri lazım. Öğlenin sünneti nasıl kılınır, farzı kılınır, yatsı namazı… Mesela teravih -bak namaz dedik şimdi hatırıma geldi- teravih, sünnet-i müekkededir, yani Peygamberimizin her dönem kıldığı müekket sünnettir. Şimdi, bir aralar biliyorsun Türkiye'de her ne hikmetse bilen de konuşur bilmeyen de konuşur, sanki vatandaşa faydası varmış gibi yok teravih namazı 12 rekât kılınır, teravih namazı bilmem… Ula kardeşim ya vatandaş bunu 20 kılsa ne kaybeder, 30 kılsa ne? Yani 30 değil ama demek istediğim bunun çoğunda ne zarar var ki illa sen, işte 8 kılabilirsin şunu… Bu ona ruhsat tanımak değil, ibadet ruhunu öldürmek! İbadetin insana kazandırdığı bir zevki manevi vardır. Buna biz, feyiz deriz. İbadeti ne kadar fazla yaparsanız yapma algılamanız, işin içine girme zevkiniz o kadar fazla olur. Ne kadar azaltırsanız o kadar kaçarsınız, yani çok farklı bir şeydir bu. Yaptıkça iştahınız artar; feyziniz, muhabbetiniz… Şimdi, “âlim”, diyor adama kapıları kapatıyor, yok şu kadar az kılsın… Ne karışıyorsun adama ya, sen kim oluyorsun sonra? Bilmem anlatabiliyor muyum? Aklı sıra bir şeyler yapıyor, güya ruhsal. Yok vatandaş bakın ibadete yeni başlayan insanlara dikkat edin bütün yaptıklarını az görür. Niye? Çünkü onun gönül kapısı Cenabı Hakk'a açılmıştır. O, sahibinden sinyal alıyor. O, varlığı bütün bünyesinde yaşamaya başladı. Dolayısıyla işte, günde beş vakit namazmış yani o 5 vakte 5 daha katmaya çalışır. 
Şimdi, bu ramazanın getirdiği havayla herkes teravihe seve seve gidiyor. Şimdi, bunu sürekli hâle getirip tabiatımıza, huyumuza, ahlakımıza mâl etmemiz lazım gelmeyi ifade etmemiz gerekirken işte, bak başlar mesela işte şu kadar rekâttır, bu da kılınabilir… Sanki soran oldu ona ki “Şu kadar kılınabilir mi? Ben bu kılmak istiyorum, ne diyorsun?” filan… Şimdi efendim, yaşlıdır; elbette kılabilir 8 rekâtı. Bunlar Allah'ın zorlaması, hiçbir şeyde yok, hiçbir ibadette yok zaten. Ama gelmiş adam, efendim, ibadet edecek; bunun niye önünü kesmek istiyorsun? Hülasa, bizi takip eden kardeşlerimiz de olur olmaz -bu ramazan münasebeti- herkesi dinlemesin, efendim, diyorum. Daha fazla bir şey konuşmaya gerek yok. Hayırlı ramazanlar, tekrar diliyor, saygı ve muhabbetlerimi arz ediyorum efendim.

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir