
- 12 Eylül 1980 Öncesi Birinin Camisi Ayrıldı, Birinin Mahallesi Ayrıldı
- Bu Milletin Solu-Sağı, Hepsi Aynı Allah'a İnanan İnsandır
- İslam Dinine Bizim Kadar Hizmet Eden İkinci Bir Millet Yok
- Bu Millete Nifak Sokmak İsteyenler Milletin Manevi Kimliğiyle Oynadılar
- Allah'tan Sonra Bir İnsanın Eğilmesi Gerektiği En Üstün Varlık Anadır
- Beytullah'ta Unutulmaz Bir Anı
Neler Okuyacaksınız
Şimdi efendim, evvela bizi takip eden kardeşlerime hürmet ve saygılarımı arz ediyorum.
12 Eylül 1980 Öncesi Birinin Camisi Ayrıldı, Birinin Mahallesi Ayrıldı
Benim temelde ölçü olarak kabul ettiğim kendi çevremdir, kendi cemiyetimdir, ilçemdir, ilimdir. Yani bizde, bizim yakınlarımızda; okula giderken gerek arkadaşlarımız arasındaki münasebetlerimiz, aileler arasındaki münasebetler, ne bileyim olay… Biraz daha boyutlarını geniş olarak düşünürseniz cemiyetler, dernekler olarak münasebetlerin hepsi belli esaslar üzerine bina edilmiş. Belli kurallara göre hayatı yaşama durumundasınız. Herkes aynı gelenekten, töreden beslenip büyüyen insanlar.
Mesela düşünebiliyor musunuz? Mahallede top koşturduğunuz arkadaşınız, bizde çocukken ‘kesme bayrak’ denirdi, oynadığınız arkadaşlarınız, ‘esir almalı’ dediğiniz bir başka oyun çeşidi, köşe kapmaca... İşte Ayşe Teyze'nin, Fatma Nine'nin, Emine Abla'nın hepsi çocukları… Böyle yani toplu olarak biz geliyoruz. Belli bir zaman sonra birimizin düşünce, tercih noktası, hayat şartlarını değerlendirme bakımından belli bir esasa oturuyor. Buradan hareketle sanki o bizim mahallede top koşturduğumuz, köşe kapmaca oynadığımız, beraber sohbet ettiğimiz, ne bileyim her gün beraber olduğumuz, aynı havayı teneffüs ettiğimiz insan değilmiş; bu gitmiş, yerine farklı bir insan gelmiş.
Mesela 1980’den önceki yılları O günlerde bu insanlar, bu dediğim insanlar; aynı okulda okuyan, aynı caddede yürüyen, aynı camide namaz kılan, ne bileyim aynı sohbet yerlerinde bir araya gelen arkadaşlar 80 öncesi. Öyle oldu ki bunun camisi ayrıldı, bunun mahallesi ayrıldı, bunun sokağı ayrıldı; bir noktaya taşındı.
Evet, şimdi işin bir başka tarafı; yine o insan, belki bazılarının sözcülüğünü o bulunduğu yerde yapıyor ama aslında duygusu, inancı, düşüncesi, temaları o senin çocuklukta tanıdığın arkadaş. Çok farklı bir dünyası oluşmamış ama birileri gelmiş, onun saflığından istifadeyle onu farklı kulvarlara çekmiş; o kulvarlardan birbirine hasım etmiş ve 80 öncesi Türk milleti bunun çok acı faturalarını ödedi. 5.000’in üzerinde evladını kaybetti. İşte o iç savaş olacaktı neredeyse; 12 Eylül hadisesi, olayı, Cumhuriyet’i Koruma-Kollama hadisesi.
Şimdi işte geldi, müdahale etti; şu, bu filan diyorlar. O günleri ben hadiselerin içinden gelen bir insan olarak çok iyi bildiğim için… İş yerine iki tane tabancayla girerdim; birisi ruhsatlı, birisi ruhsatsız. Yani gün yok ki… Mesela Trabzon'daydık biz, orada cinayet işlenmesin. Hele o 80’e yakın üç ay, affedersiniz, 80 yılının son üç ayı her Allah'ın günü bölgede, mesela Karadeniz Bölgesi’nde mutlaka birkaç kişi her gün ama Türkiye'de 30-60 arası her gün insan ölüyor. Kamplara bölünmüş, sağ-sol adı altında; enteresan.
Bu Milletin Solu-Sağı, Hepsi Aynı Allah'a İnanan İnsandır
Şimdi olayı niye ben bu kadar anlattım? O zaman, şu anda Atatürkçü Düşünce Derneği'nin Başkanı, çok sevdiğim Nuri Aydın arkadaşım; Allah rahmet eylesin, Cafer Hocamızın, eski Meydan Cami İmamı merhum Cafer Hocamızın oğlu. Onunla biz 80, 12 Eylül Harekatı'na kadar tanışmıyorduk. Ne o beni tanıyordu ne ben onu; ama o beni duyuyordu, ben de onu duyuyordum. O, sol gençliğin başında, çok uç noktada bir insan diye bilinen… İşte, “Nuri Aydın kimdir?” dendiği zaman hemen size tarif edilen bir şey vardır; "Nuri Aydın, dinden uzak; dini tanımaz, Allah'ı bilmez. İşte her gün eli silahlı…” yani külahlı tabirleri vardır, böyle bir insan modeli sizin önünüze korlar. Siz de hiç beklemediğiniz bir anda bir olay oluyor, ikiniz bir arada bulunuyorsunuz. Öyle ya ‘bu adamın işi, gücü işte adam öldürmekse; bizim burada çekeceğimiz var’ dersin. Ama bir bakıyorsun ki hiç olay o değil. Mesela pamuk gibi bir insan, ipek gibi bir kalbi var. Ben onunla beraber 12 Eylül'de hasbelkader Boztepe'de bir araya geldik. Tabii işte orada enteresan da bir hatıram var, onu da anlatayım. Sağdan, soldan arkadaşlar dediler ki "Bu koğuşa bir tane başkan lazım". Solcu arkadaşlar dedi sağcılara ki "Biz sizin önderliğinizi kabul etmiyoruz". Sağcılar da solculara. "E ne yapalım?”. “Burada Haydar Hoca var. Bu arkadaş adildir. Sonra hepimiz tanıyoruz onu, dürüst bir arkadaş. Bunu, burada başımıza seçelim". İşte beni demokratik yolla koğuş başkanı seçtiler. Her gün böyle çok güzel hatıralarımız, anılarımız geçiyor; işte şimdi anlatacağım.
Sol nedir? Sol; bilinen, anlatılan sol ‘Dini yoktur’ böyle anlatılır. Ama biz orada oturduk, sohbet ettik, baktık ki dışarıda aynı mahallede büyüdüğüm arkadaşım, aynı okulda okuduğum arkadaşım benim gibi olmasına rağmen aramıza öyle perdeler konmuş ki ‘bu bizden değil’ o şekilde tanınmış. İşte bizim Nuri de hasbelkader böyle tanıtıldı. Ama içerde onunla çok yakın beraberliğimiz oldu. O beni çok iyi tanıma imkânı buldu, ben onu çok iyi tanıma imkânı buldum. Sağlam bir insan, dürüst bir karakter.
Uzatmayalım. Bir gönül yakınlığı da oldu aramızda Nuri Bey'le. Bir gün, orası çok mühim; ben abdest alıyorum, Nuri yanıma geldi "Ya Hoca" dedi "bak, hiç direnmenize gerek yok" dedi "Biz, bu Türkiye'de komünist ihtilalini yapacağız". Bir defa dedi, ben şey etmedim. ‘Burada her şey söylenir’, o kabilden aldım. İkinci defa dedi. Üçüncü defa deyince, ben tam aynanın yanındayım " Nuri" dedim "bak, senden gavur olmaz. Yüzüne baksana" dedim “nur topu gibi adamsın". Ama gerçekte öyle ya.
Böyle, o ana kadar yani bunu şaka vari bana söyleyen arkadaş birden durakladı, sanki manen bir silkindi ve şu cümleyi söyledi "Ya Hoca" dedi "vallahi senin gibi bize böyle yakınlık olsaydı, bu kadar hadise kesinlikle cereyan etmeyecekti. Bu yakınlığı arıyorduk biz" dedi "yanlış anlamayın" filan.
Şimdi, bu arkadaş… Ben tabii koğuşta cemaat de yapıyorduk, namaz kılıyorduk arkadaşlarla birlikte. Bir sabah namazı vakti, baktım "Şol cennetin ırmakları akar, ‘Allah’ deyü deyü" çıkmış, İslam bülbülleri bunu okuyor. Ama çok da güzel bir ses, böyle yanık bir ses; içerinin de hasretini dışarıya vuruyor. Uyandım, Allah Allah… Baktım Nuri Aydın, sesin sahibi. "Lan Nuri, sen misin?" dedim.
"Evet, Hoca" dedi "biz de inanıyoruz" dedi "biz de inanıyoruz". Dedim "Benim bunda bir kuşkum yok ki, sana söyledim zaten."
Kısaca şunu demek istiyorum; yani bu milletin solu-sağı, hepsi aynı Allah'a inanan insandır. Bunda kimsenin kuşkusu olmasın.
İslam Dinine Bizim Kadar Hizmet Eden İkinci Bir Millet Yok
Bunu… Bir tane değil, bir sürü hatıram var. Mesela Giresun'dayım yine. Yine hem soldan hem sağdan arkadaşlar, inanın o kadar mutazarrır olmuşlar ki… Niye bu noktaya geldik? Yani, kim bizi bu hâle soktu? Herkes ıstırap içindeydi. Yani ülkenin birileri tarafından bu noktaya sürüklenmesi, hele hele bu yapı taşları çok sağlam olmasına rağmen; bu kadar kabiliyetli, ensaflı, mükemmel olmasına rağmen bu noktaya sürüklenmesi ne kolay hazmedilebilir ne kolay anlatılabilir. Dikkat ederseniz, 80 sonrası bendenizin başlattığım hareket; Birlik Hareketi. Niye? Çeşitli mekânlarda, sohbetlerde, toplantılarda, zamanlarda baktım ki hangi kesimden, kurumdan düşünce sahibi insanlar olursa olsun; Allah Allah, benden farkı yok.
Ha, fark nerede? Herkes inanç itibarıyla aynı. Ama kimi işte işin ucundan tutuyor böyle ama tutuyor, kimi böyle sarılmış tutuyor. Kısaca yani herkes bu milletin, bu devletin, bu vatanın evladı. Yani bu millet hakikaten, gerçekten de geçmişine baktığın zaman Türk milletinin; İslam dinine bizim kadar hizmet eden ikinci bir millet yok. Cenab-ı Peygamber Efendimizin kavmi de buna dahil. İslam'ın bayraktarlığını yapan bu millettir, dünyaya adaleti tanıtan bu millettir, insanlığı tanıtan bu millettir, insan haklarını doya doya yaşatan gene Türk milletidir. Şimdi bu kadar güçlü bir cesametli ağaçtan, zehirli bir fidan çıkacak; ben bunu kabul etmiyorum. Benim temel dayanağım budur ve bunda %500.000 haklıyım. Ama efendim, yok mu? İşte o var, bu var. Alparslan cennet mekân Anadolu'ya girerken; Romen Diyojen ordusuyla, ala rivayet savaş esnasında 40.000 cengâver, 10.000 de ağzı dualı derviş han varmış. Biliyor muydunuz bunu? Buna yakın. Yani bir taraftan cenk ediyor, bir taraftan da Allah'a niyaz ediyorlar; her şey iç içe. Ya bizim yeniçeri ocağı da budur, yanlış anlamayın.
Şimdi, yeniçeri ocağına bakın; çok ciddi bir manevi disiplin bulursunuz orada. Yani, biz o kesimin şusuna, busuna değil… Demek istediğim; maneviyata bulaşmamış, yoğrulmamış hiçbir kurum yok. O şeyle, 1071'de Anadolu'ya giriliyor. Anadolu'da bugün ifsat ettikleri… Mesela Ermeniler, tebaa-i sadıkadandı. Onlar bizimle o kadar hemhâl olmuşlar; birçoğu zaten Türklerin dinine, Müslümanlığa geçmiş, Müslüman olmuş. İşte Rum'u vardı, Süryani’si vardı, Arap'ı vardı, Keldani’si vardı. Anadolu coğrafyasında bunlar, Türklük şemsiyesi altında Arap olmasına rağmen, Boşnak olmasına rağmen, Süryani olmasına rağmen, Rum olmasına rağmen, Ermeni olmasına rağmen hiçbir zorlama olmadan hepsi "Ben Türk'üm" deme noktasına gelmiştir. Şimdi tabii bu mozaik o kadar güçlü örüldü ki Anadolu coğrafyasında yaşayan kim olursa olsun, bu benliğin mahsulüdür. Sen, ben, Nuri; adı ne olursa olsun, hepimiz aynıyız.
Bu Millete Nifak Sokmak İsteyenler Milletin Manevi Kimliğiyle Oynadılar
Şimdi, bu millete nifak sokma durumunda olanlar; önce bu milletin manevi kimliğiyle oynama, bu noktanın üzerine gitme hususunu teşhis ettiler. Niçin onu o noktadan girdiler? E bunları bu noktaya taşıyan, adam eden, Türk yapan; bu din. E burayı biz halledersek, öteki tarafı rahatlıkla hallederiz. Zaman zaman farkındaysanız biz, diyalogun karşısına çıkıyoruz. Yani "Ya Hocam, sen diyalogun karşısına… Adam Hristiyan, niye ya?". Bana ne ya, ne olursa olsun; beni, onun dini ilgilendirmez. Farkındaysanız bizim bütün programlarımıza katılan, saydığım, sevdiğim, sevgili kardeşim Sevgi Erener Hanım kardeşimiz, bir Hristiyan’dır. Diyalogumuz fevkaladedir. Etkinliklerine biz hem parti olarak iştirak ederiz; hiçbir ayrıcalığımız, gayrıcalığımız yoktur. İsterseniz telefonu şimdi elinize alın, kendisine sorun. Yani, şunu demek istiyorum; öyle filan budur, o, bu beni ilgilendirmez. Allah'la kendi arasında. Ama bizim üzerinde durduğumuz nokta, madem bu ülkede yaşıyoruz; bunun bölünmesine, parçalanmasına azami derecede herkes, benim kadar müsaade etmemesi lazım. Biz bunun üzerinde duruyoruz.
Şimdi adam giriyor sana, dininle şüpheli hâle getirdikten sonra attığı ikinci adım "E sen Rum, Ermeni, Süryani değil misin?" sorusu oluyor veya seni Hristiyan ettikten sonra "İyi bir Rum oldun" diyor "İyi bir Hristiyan oldun" diyor. Bunlar meczup. Ben afaki konuşmuyorum. Ha, ondan sonraki adımlar kolay. Benliğini sana, Müslüman Türk kimliğini sana unutturdu mu; ondan sonrası kolay. E peki ne ondan sonrası?
Ondan sonrası da “Bak” işte “sen Rum’sun, sen Ermeni’sin. Burası Türklere ait değil”. “Kime ait?”. “Bak, ‘Ben Rum'um’ diyorsun ya; sana ait, Ermeni'ye ait, Süryani'ye ait”. Yani böylece yapılmakta olan iş, yapılmakta olan eylem aslında; yani biz anlamıyoruz ayağına yatıp hakikatte çok iyi anladıkları hâlde ülkeyi bölmektir, parçalamaktır. Biz, buna karşıyız. Şahsen ben, buna karşıyım. Şu an da karşıyım, her anda da karşıyım. Biz bir milletiz. Bu milleti ayıran, bu milleti efendime söyleyeyim müteferrik gruplarla bölüp parçalamaya çalışanlar haindir. Kim, ne derse desin.
Bizim meşrep ayrılığımız olmayacak mı? Elbette olacak. Mezhep ayrılığımız olmayacak mı? Elbette olacak. Bu bir zenginlik. Nasıl senin iki gözün var, burnun var, iki kulağın var, ağzın var, bıyığın var, ellerin var, ayakların var; bunun gibidir. Yani, o toplum organlarıdır; işte toplumdaki dernekler, cemiyetler, sivil toplum kurumları, kuruluşları vs. Değil mi? Mezhebiydi, meşrebiydi; bunun hepsi bir tarafını temsil ediyor.
Allah'tan Sonra Bir İnsanın Eğilmesi Gerektiği En Üstün Varlık Anadır
Tabii bir insanın gözünde bana göre, büyük olarak Allah ve Resulünden sonra koyması gerektiği yer anasıdır, annesidir. Çünkü anne, cennete giden yolun onların ayaklarının altından geçtiğidir. Burada hadis, Hadis-i Şerif bu. Aslında çok büyük bir mesaj, cennete giden yolun ananın ayağının altından geçtiği. Bu ne demek?
Şimdi ‘ananın, ayağının altı öpülür’ hadis olması lazım. Kadınlara kocaları için de yani secde edilirse ancak bir kadın, beyine secde edebilir; yanılmıyorsam Hadis-i Şerif. Buradaki incelik, Allah'tan sonra bir insanın eğilmesi gerektiği en üstün varlık anadır. Çünkü ayak, insana göre en alçak mertebedir. Eğer cennete oradan giriyorsan, orayı öpeceksin; oraya kafanı secde gibi koyacaksın ki Hakk'a vasıl edebilesin, vuslat edebilesin.
Ben tabii rahmetlik anamın tek evladıydım erkek olarak. Bir arkadaştık annemle, babamla da keza öyle. Aramızda her türlü meseleyi konuşabilirdik, istişare edebilirdik ve onların çektiği mahrumiyet, çile; o şartları düşünmek bile büyük bir hadise. Bizim bölgede kadınlar çok çile çekerler, çilekeştirler. Sabahleyin erkenden bağına, bahçesine gider; tarlasına gider. Şimdi kalmadı gerçi ama o zamanlar tütün modası vardı. Tütünle geçim kaynağı temin edilirdi. Kadıncağız tütününü kırar yani dalından alır, gelir, onu işte dam deriz, oraya kor, ipe dizer, asar vs. Bütün bunları yapan ekseriyetle kadındır. Ha erkek ilgilenmez mi? İlgilenir ama o belli bir saati vardır, onun dışında işle meşgul olur ve ayrılır. Bütün yük ananın sırtındadır, kadının sırtındadır. O elleriyle beraber… O tütünün zifiri de o kadar acıdır ki, rengi de elden çıkmaz. Gelir, yıkar, yıkar, yıkar, temizler. Onunla; çocuğu varsa çocuğunu yedirir, emzirir, altını temizler, beyine hizmet eder, temizliğini yapar, çamaşırını yıkar, ne bileyim yemeğini yapar, önüne kor, yediden yetmişe çocuklarıyla alakadar olur. Bu, bizim oradaki kadınların bu hâli, belki de dünyada hiçbir bölgede yoktur. Yani bu derece ağırlıkta yoktur, bunu kastediyorum.
Şimdi, bu çileleri çeken insan olarak ben rahmetlik annemi çok mümtaz bir kişilik olarak gördüm. Böyle çalışkan olmasına rağmen bir de ayrı bir yönü vardı. Tam bir ubudiyete imzasını atmış, zerre kadar onda taviz vermeyen, her hâlinde adeta ibadetini yansıtan bir insandı. Gece mesela, hangi mevsimde giderseniz gidin, gece yarısına kadar istirahatını yapar, ondan sonra sabah işrak vaktine kadar postunun başında otururdu. Rahmetlik babam ona "Ya hanım" derdi "postu çürüteceksin" ve işrak vakti namazını kılar, 45-50 dakika bilemedin bir saat istirahat, ondan sonra yine bağına, bahçesine, işte ineği varsa ineğine, tavuğuna, böyle hayvanlarla yanına giderdi, konuşurdu.
Ben annemle anlaştığımdan daha iyi hayvanlar annemle anlaşırdı. Böyle bir yakınlık kurardı.
Şimdi şunu demek istiyorum; bu hâlde işin bir maddi boyutu var, bir de olayın eğitim boyutu var. Yetim büyümüş rahmetli; dedem, Sarıkamış'ta şehit oldu. Bu, marşlarla beni büyütmüştür. Şimdi, belki ben de onların müzikal olarak kaidelerini bilmem ama hepsinin metinlerini bilirim. Eski bu şeylerin, marşların hep o bana öğretmiştir. Çünkü kulağımın dibine hep bunları söylerdi ve eğitimimle birlikte, öğretimimle birlikte mükemmel bir şahsiyet olmam nasıl mümkün ise bunları bana hem nasihatle hem hâl ile anlatıyordu. Bunları yaşıyordum. Ben de bütün meselelerimi ona getirip onunla konuşuyordum ve onun dediklerine ram olduğum zaman, uyduğum zaman diyelim, hiç yanılmıyordum yaptığım işlerde.
Şimdi, böyle bir insandı. Bunu unutmak elbette hiç mümkün olamaz. Ona olan sevgim, ona olan saygım benim milletimin bütün hanımlarına yansımıştır. Aynı manada, aynı kulvarda, aynı yoğunlukta, aynı efendime söyleyeyim inançta milletimin annelerine, anneliğe namzet olan bütün hanımlara benim saygım ve sevgim, bu sonsuzdur. Bir söz değildir yani, bir hâldir. Onun için de malum siyasi hayata adımımızı attığımızda ben, rahmetlik anam hayatta olsaydı belki ilk defa en güzel hizmeti ona getirecektim. Ama şimdi annem yok, onun yerine varis olan bu milletin, sevdiği milletimin hanımları var. Onlara inşallah hizmet edeceğiz diyorum ve onun için de dikkat ederseniz, bütün konuşmalarımda ev hanımları diye başlıyorum. Başlamamızın temel esprisi budur. Onları tekrar saygı ve hürmetlerimle selamlıyorum.
Beytullah'ta Unutulmaz Bir Anı
Şimdi, rahmetliyle Abdülaziz kapısından girdik. Zannıma göre öğle namazıydı, öğle namazını kıldık; niyetimiz de ikindi veya akşama kadar Beytullah'ta kalmaktı. Ben de dedim "Anne, bak” dedim, orada müezzinlik mahfili gibi bir yer vardır, farkındaysanız, “şu direğin dibinde otur, hiçbir yere ayrılma. Ben bir abdest tazeleyeceğim, geleceğim" dedim. "Tamam" dedi. Tabii ben ayrıldım, gittim. Aradan işte yirmi dakika, bilemedin yirmi beşti ama yarım saat geçmedi; döndüm, annem yok. Allah Allah… Öteye koş, yok; beriye koş, yok. Tabii ciddi de bir heyecan aldı bizi. Herhâlde dedim, burada beraber kaldığımız arkadaşlarımızın hanımları annemi almıştır, eve götürmüşlerdir; epey aradıktan sonra bu karara vardım. Eve geldim kaldığımız; o zaman da Aziziye Mahallesi, Mekke'de bir yer var, orada kalıyoruz. Geldik ki sordum "Annem yok mu?” işte. "Yok”. “Yahu görmediniz mi onu?". "Yok". Allah Allah… Vay, hemen biz gerisin geriye tekrar Beytullah'a.
Beytullah’da nerede annemi bulacaksın? Şimdi ben oturdum böyle, o Kral Sarayı'nın hemen yani Safa ile Merve… Ali Kapısı dediğimiz Hz. Ali Kapısı'ndan çıktım, orada bir yerde oturuyorum. Derken, baktım birisi; bir kadın, yanındaki annem, onun yanında bir ağabeyi var. Ya odur, değildir. Beytullah'a doğru geliyorlar. Baktım ki annem; muazzam bir sevinme aldı bana. Tabii kucaklaştık
"Neredeydin ya?" dedim "ben seni” ama o saat de takriben gecenin yarım veya biri “sabah beri seni arıyorum" dedim "Niye orada durmadın, seni bıraktığım yerde?". "Ya, ben oradaydım" dedi. "Neredeydin? Ben seni aradım, aradım”. “Direklerin dibinde ikişer rekât namaz kılayım". "Ne namazı kılıyorsun?". "Şefaat etsinler bana diye. Her direğin altında iki rekât namaz". "Ya biter mi bu kadar direk?" dedim ya Allah aşkına. Uzatmayalım, kucaklaştık. Böylece, rahmetliyle birbirimize kavuştuk.
Bu vesileyle, anneler günümüz var; milletimizin de bu anneler gününü, güzel gününü kutluyorum, tebrik ediyorum. Allah böyle nice güzel günlere milletimizi nasip etsin diyorum. Son olarak bizi takip eden kardeşlerime saygılarımı, hürmetlerimi arz ediyorum. Allah'a emanet ediyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız