
Neler Okuyacaksınız
“Ruh, Allah'ın Bir Emridir”
Evet, esasen insanoğlunun bu noktadan hareketle bu alemin, tabiatın sahipsiz olamayacağını çok rahatlıkla bulması ve de bilmesi lazım. Gerçek anlamda hakikaten hayat nedir, canlılık nedir? Geçmişte sualler hemen hemen bütün peygamberlere ve Peygamberimize sorulmuştur. Ama ‘Hayat nedir?’ şeklinde veya tarzında değil de ‘Ruh nedir?’. ‘veyes-eluneke “ani-rruh kuli-rruhu min emri rabbi vema utitum mine-l’ilmi illa kalila’, ‘Sana ruhtan soruyorlar. De ki “Ruh, Allah'ın bir emridir. Bu konuda size az bir ilim verilmiştir’. (İsra suresi, 85. Ayet) Dolayısıyla insanın ilmi az olduğu o konuda, ruh konusunda konuşması zor, belki de imkansızdır. Ancak İslam'ın özünü yaşamakta olan ve her an Allah'ın kontrolünde bulunan peygamberler müstesna. Malumunuz “El ulema verese-tül-enbiya” “alimler de peygamberlerin varisleri olmaları” münasebetiyle birçoğu İslam ulemasından ruh kelimesinin mahiyetini izah etmişler ve de ne olduğunu anlatmışlardır. Ama gerçek anlamda bunların dışında, hele alelade bir mesele olduğunu ve bunun izahı kolay olduğunu düşünmek de yanlıştır. Çok ciddi, çok ilmi bir meseledir.
Şimdi, bizim modern psikoloji ilminde, tabii batı kökenli bir ilim tarzı olduğu için; ‘organizmanın, olaylar karşısındaki tepkisi’ şeklinde ruhu tarif ederler ki bu son derece yanlış olan bir tariftir. Organizmanın tepkisi tarzıdır; belki bu, ruhun ne bileyim kendisini izhar ediş biçimi olabilir, ortaya koyuş biçimi olabilir. Ama ruhun kendisi, bu tarif olamaz. Halbuki Ayet-i Kerime’de malumunuz ‘Allah'ın bir emridir’ buyruluyor. O bakımdan da bunun izahı zor, bizim için imkânsız. Bu konuda da insanlara çok ilim verilmemiş. Cenab-ı Hak işte o cevheri, insanoğluna takdim ediyor. Ama asıl bundan önce Allah, mahlukat aleminde ölümü halk ediyor. Sonra da o ölü olan cesede, bir başka ifadeyle aleme hayat veriyor. Nitekim Mülk Suresi’nde ‘tebarakellezi bi yedihil mulku ve huve alakulli şey’in kadirun’ buyruluyor. “Ellezi halakal mevte vel hayate…” Önce Allah ‘ben ölümü yarattım, sonra hayatı yarattım’ buyuruyor. Demek ki Cenab-ı Halik, eşyayı; bu tabiatta, bu alemde mevcut olan varlığın iskeletini halk ediyor. Sonra da o iskelete hayat veriyor.
Bu nasıl olmuştur, ne şekildedir? Bunu %100 bir manada tarif ederek anlatmak zor, imkansızdır. Biyoloji ilmine sorarsın, sana bir tarz çizer; fizik ilmine sorarsın, ayrı bir tarz anlatır; kimya ilmine sorarsan, daha farklı bir tarzdan işe yaklaşır. Kısaca bunu, şunu demek istiyorum burada; yani biz alemin varoluşu ile ilgili her ne kadar ciddi teoriler ortaya koysak da mahiyet itibariyle nasıl ve de şekilde olduğunu anlatmamız belki de hakikatlerden çok uzak olabilir. Ama var olan bir gerçek şudur ki ayetin sınırladığı, beyan ettiği olayın nasıl ve niceliği değil de var olanın hayat sahibi olmadığı, Allah'ın tecellisi ile sonradan bunun hayat kazandığı realitesi ve de gerçeğidir. Anlatabildim mi?
Bu kâinat da böyle, insanın yaratılışına baktığınızda böyle. İnsan önce bir nutfe, kopmuş su damlası, sonra kan pıhtısı, daha sonra hayat. Değil mi? Ruh üfürülüyor ona, hayat sahibi oluyor. İnsanın bile varlığı böyle; önce ölü olarak başlıyor, sonra hayat sahibi olma sıfatları ona yükleniyor. Ama burada mühim olan, alemin hayat sahibi olması tarzından ziyade, insanın hayat sahibi olma tarzının ortaya çıkışıdır. Mahlukata, Allah'ın tecellisi ile bu alem var oluyor; bu kâinata tecellisi ile bu alem var oluyor; insana olan nefai, bari tecellisi ile insan hayat buluyor. Yani insanın hayat bulması, Allah'ın nef’asının tecellisi ile oluyor. ‘Ben Adem'e kendi ruhumdan, yani nef’amdan ona ruhumda nefa ettim, üfledim’ ayeti ile insan böyle bir ruh buluyor. (Hicr Suresi, 29. Ayet)
“Nefsini Bilen Rabb’ini Bilir”
Şimdi, burada insanın kendini tanıması zor bir hadise. Mademki Cenab-ı Hak’tan bir nefa-i ilahi sende var; zor bir hadise. O zaman insanın Allah'ı tanıması, kendini tanımasıyla; kendini tanımasıyla Allah'ı tanıması eş anlamlı olabilir, diye bir netice, kanaat da ortaya çıkıyor; ki bu doğrudur. “Men arefe nefsehû fekad arefe rabbehû” buyuruyor Peygamberimiz ‘Nefsini tanıyan, bilen; Rabbini tanır ve de bilir’. Zaten işi o değil mi, özü o değil mi? ‘Sana ben nef’a ettim’ ayetindeki murat, bu değil mi? Yani, insan. Bunun için müfessirlerin, bilhassa mutasavvıf zümresinin bu ayete bakış tarzı; ruh mahluk da değildir, Halik da değildir. Ama nedir ruh? Nefa-i ilahidir ve Hakk’ın gölgesidir. Evet, o gölgenin insan bünyesinde olması insana hayat bahşediyor, can dediğimiz şeyi veriyor. Yani ruhun bedendeki tasarrufu can oluyor, hayat oluyor. Tıpkı elektrik ampulüne enerjinin gelip devreyi tamamlayarak ışık şekline dönüşmesi gibi. Ama enerji kesildi mi, bir de bakıyorsun ampul sönüyor. İşte o ruh dediğimiz, nef’a dediğimiz şey bedenden çekildiği zaman; can denilen olay, ışık yok oluyor. Yani can dediğimiz şey; ruhun görünür tarzıdır, bedendeki hareketin görünür tarzıdır. Geriye çekilişi işte ölümdür. Yoksa, yokluk anlamında değil. İnsanın aslı da işte o bizim cesedin ötesinde Yunus'un da buyurduğu ‘Ben var benden içeri’ dediği şey ve bugün, bu ana kadar da bütün insanlık hep bunu merak etmiş ‘ya ben neyim, nereden geldim, nereye gidiyorum, nasılım, niceyim?’ gibi soruların işte cevabı hep burada düğümleniyor. Bunu da en güzel tarzda ve şekilde cevaplandıran, az evvel mevzuya girerken beyan ettiğim vechile, peygamberler ve onların yolunda giden risalet alimleridir. Nübüvvetin nuruyla kalpleri tenvir olmuş, velayet çeşmesinden içmiş ulemadır. Onlar işte bu ruhu yakinen tanıyan, bilen insan olma durumuna geliyor. Kısaca, kendisini tanıyor.
Zaten insanın yaratılışıyla ilgili dikkat edersek ayetlerde çok şeyler var, dönemler var. Hatırıma gelmedi Ayet-i Kerime ama mealen ben söyleyeyim, affedersiniz şimdi geldi. Evelem yerel insanu enna halaknahu min nutfetin fe iza huve hasimun mubin. ‘Sizi’ diyor ‘bir su damlasından, nutfeden yaratan Allah'ın varlığından hala mı şüphe edeceksiniz? Seni ondan yarattı’. (Yasin Suresi, 77. Ayet) Şimdi bir su damlası, tıp bunu söylüyor, insanın aslı bu; konuşuyor, gülüyor, sohbet ediyor, düşünüyor, icatlar, keşifler yapıyor. Bu işe kadir olabilir mi? Ona bir şey, bu gücü kuvveti veren, ilahi bir kudreti işte o perdenin arkasındaki asıl faili insanın görmesi şartı ve de esası vardır. Allah bunu görenlerden, bilenlerden, yaşayanlardan, onunla olanlardan eylesin.
Allah, Kimin Daha Güzel Amel Ettiğini Bilmek İçin Ölüm ve Hayatı Yarattı
Şimdi hikmet, o işte yani, niçin Allah bunu yaratmış? Kimin daha güzel amel ettiğini bilmek için. ‘liyebluvekum eyyukum ahsenu amela’, ‘daha güzel kim amel yapacak?’ Allah bunu hepiniz göresiniz diye… (Mülk Suresi, 2. Ayet)
Şimdi günümüzde hatırlarsanız işte alim olalım, şunu yapalı, bunu yapalım. Allah'ın muradı, hamallık yapmak değil. Evet, ilim çok şey.’ Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olabilir mi?’ Ayet-i Kerime’de (Zümer Suresi, 9. Ayet). Ama onun da muradı, onun da maksadı nedir? Daha güzel amel yapmak. Bilen insan… Bilginin özü ve aslı Allah'ı tanımaktır, Allah'ı bilmektir. Eğer seni ilmin, bilgin Allah'a taşıyorsa; o bilginin, o ilmin fonksiyonu vardır, onun kıymeti vardır. Aksi takdirde o ilim, ilim değildir ki. Seni Allah'tan uzaklaştıran ilimden ilim mi olur ki? Allah'ın önünde put diye görülen ve senin Allah'a gitmene mani olan bilginin, ilmin ilim olması hiç ama hiç mümkün değil. İlim odur ki, öyle bir buraktır, ki ona insan bindiği zaman; yani, insan düşündüğü zaman Cenab-ı Hakk’a onu taşıyan. Anlatabildik mi?
İşte böyle bir taşıma olursa, o taşımanın neticesinde tanıdığın Allah'a da kul olursun; ubudiyette, ibadette bulunursun. İşte ‘bu ibadeti, bu ameli, bu güzelliği, bu tarzı kim daha iyi ortaya koysun diye ben hayat ve ölümü yarattım’ diyor Allah ’bunun için’ diyor. (Mülk Suresi, 2. Ayet)
Burada, bu ayetin ruhunda esasen ne var? Esasen bu ayetin ruhunda, insanların… Dikkat edin ‘ben sizi imtihan ediyorum ey kullarım’ fermanı, ilanı yatıyor. ‘Haberiniz olsun, ben sizi imtihan ediyorum’. Bak, ‘ellezi halakal mevte.’ “Halaka” “yarattı.” Neyi? “Ölümü yarattı”; ‘el mevt’ ölüm. Daha? ‘vel hayate’, hayatı da. Ne için? ‘li yebluvekum eyyukum ahsenu amela’, ‘daha güzel hanginiz, hangi ameli yapıyorsunuz diye ben sizi yarattım, hayat verdim, ölüm verdim. Dikkat edin, imtihan ediyorum sizi aldığınız nefesle, verdiğiniz nefesle’ demektir bu, denenmektesiniz.
Bir öğrenci sınıfa girer; hoca 1,2,3,4 soru sorar. O ne? Bu da, o. Hiç fark yok. Yazılı kâğıdı enteresandır, efendime söyleyeyim süre içerisinde tamamlanması lazım; 45 dakikalık, 1 buçuk saatlik süre içerisinde tamamlanması lazımdır. Tamamladın; tamam, sen notu alırsın. Zil çalar, vakit dolar. Elinden hoca efendi gelir, kağıdını alır. “Ya Hocam, ben 3 soruyu da biliyordum ama vaktim yetmedi” deme hakkın da yok. Sana o soruyu soran hocan, ne kadar zamanda cevabını da vereceğini biliyor senin. Anlatabildim mi? Bilmiş olsan bile, sorular kâğıda geçmediği müddetçe senin imtihanın başarılı olmaz. Hayat, bu işte.
Burada şunu demek istiyorum; insan olarak, biz yazılı imtihanında olan bir öğrenci gibiyiz. Sorular soruldu, mükellefiyetler teklif edildi; namaz kılın, oruç tutun, zekât verin, hacca gidin. “Hocam süremiz ne kadar?”
Akıl bali olduğun an. Bu; gece saat 12.00 de olabilir, gündüz saat 12.00 de olabilir. Ne demek istediğim anlaşılıyor değil mi? “Efendim sonu ne zaman?” Sonu da Hz. Azrail Aleyhisselam'ın gelip “Kardeşim, emri hak vaki oldu. Yola çıkacağız” dediği zamandır. Yani rıhlet zamanı, ölüm zamanıdır. Ha bu ara, senin imtihan. Burada seni Cenab-ı Hak hayırla dener, güzellikle dener, servetle dener, sıhhatle dener, şöhretle dener, malla dener, mevki ile dener, rütbeyle dener. Hepsi bu zaman içerisinde senin denenmen için sana sorulan sorulardır. İşte mümin odur ki, insan odur ki zengin olduğu zaman ne yapacak; onun cevabı işte öğrenilecek ‘Ben ne yapmam lazım ki bu imtihanı kazanayım? Sıhhatli olduğum zaman ne yapmam gerekir ki bu imtihanı kazanayım? Allah bana rütbe verdi; bakan yaptı beni, başbakan yaptı veya general yaptı. Ben ne yapayım bu rütbeyle ki bu imtihanı güzel kazanayım? Boş vakit verdi. Ne yapayım bu vakitlerde ki bu imtihanı kazanayım?’. Hayır bunu vermedi, hiçbirini vermedi. Ne verdi? Fakirlik verdi, zillet verdi, dedikodu verdi, fitne verdi. Elinde ya bu kâinat. Allah kullarını istediği gibi dener, seni ilgilendirmez. ‘Beni şöyle deneseydi’ bazen deriz ‘ya bana şunu verseydi’. Oğlum sen Halik değil mahluksun. Bu alemin padişahı böyle istiyor.
Şimdi kim kazançlı? Asıl espriye geleceğim de, ‘eyyukum ahsenu amela’nın sırrını burada anlamış olacağız. Kim daha güzel amel işledi? İşte budur. Bunun anlaşılması için bunu söylüyorum. Hastalık verdi; o anda ne yapacağız? Zillet verdi, dedikodu; arkandan konuşturur kullarını. Hz. Musa'nın aleyhinde bir sürü, peygamberlerin aleyhinde bir sürü kullar konuştu. Hatta Musa Kelimullah Efendimiz “Yarabbi güzel ama her şeyine tahammülüm var ama bir şey verdin bana ki buna tahammülüm yok. Kulların arkamdan dedikodu yapıyor. Kalplerine ilham et de bu kulların aleyhimde konuşmasın”. Fitne, dedikodu… Aman, kıyamet kopuyor Hz. Musa'nın aleyhinde. Cenab-ı Hak, Hz. Musa'ya vahyediyor “Ya Musa, öyle şey istiyorsun benden ki… Bu kullarım bana bile hatır etmiyor yahu. Sana hatır eder mi?”. Elbette yani, Allah seni böyle de dener. Bu, bir denemedir. Anlatabildim mi? Denemedir.
Şükür ve Sabrın Her İkisi Halinde de Kul İbadettedir, Kazançlıdır
Şimdi burada bize düşen… Az evvel hayırlardan bahsettik; şimdi bu şerlerden bahsediyoruz, zilletin sınıflarından. Bunlar da Allah'ın kullarını denemesidir. Sen zannetme ki Allah'ın arkasından dedikodu yaptığı kulları kötüdür, yaptırdığı kulları kötüdür. Onu öyle deniyor ‘bakalım bu kulum ne yapacak? Bana isyan mı edecek burada?’. İşte bizim her halimiz ibadettir nasıl olursa. Eğer o hayırları verdiği zaman kul şükrederse, hamd ederse, ‘Ya Rabbi ne büyüksün, ne kadar güzel nimetler ihsan ettin’ derse; bu şerleri, belaları, musibetleri, fitneleri, dedikoduları verdiği zaman, hastalıkları verdiği zaman sabredersen ve gereğini yerine getirirsen; şükür ve sabırdan, her ikisi halinden de kul ibadettedir, kazançlıdır. Ama servet verir, azıtırsın; sıhhat verir, azıtırsın; mevki verir, azıtırsın, isyan edersin… Ondan hiçbir şey… Amelin kötüdür işte. ‘eyyukum ahsenu amela’, senin amelin kötü oğlum. Sen kaybettin. Daha? Hastalık verir sana, dedikodu yaptırır sana. “Niye bunları bana verdin?” hesap sormaya kalkarsan, gene kaybedersin. Ne güzel diyor İbrahim Ethem Hazretleri ‘Hoştur bana senden gelen ya hilâl yahut kefen. Lütfun da hoş, kahrın da hoş’. İşte bu nükteyi yakalamaktır işte bu mana. ‘Daha güzel kim amel işledi, bunu bilmek için ben ölümle dirimi, hayatı yarattım’ diyor Allah. İmtihan demektir bu. Anlatabildik mi? Bu kadar kafidir zannederim.
Allah’a Rıza Gösteren Kuldan Allah da Razı Olur
Tabi, Allah’ın senin üzerindeki Allah olma iradesini tecelli etmesine kulun razı olması ‘Elbette yaparsın Yarabbi, sen Allah’sın; ben mahlukum. Sen hakimsin, ben mahkumum. Tasarruf senindir, benim değildir. Ben senin elinde hiçbir şeyim’, bu itaat tavrıyla Allah'a teslim olması, rıza göstermesi. Raziyeten marziye o zaman da Allah o kulundan razı olur. Anlatabildim mi?
Bütün mesele, kulunun Allah'tan razı olmasına bağlıdır. Onun için ‘Gel gelelim senden iyisi yoktur ki ne halde olursan, eğer Allah'a her halinde teşekkür edersen; her halükarda evet onun tasarrufudur, hiç kimse ona müdahale edemez’ dersen bu demek değildir ki tedbirden vazgeçesin. Yalnız burayı da açalım, tedbire de başvuracağız. Bunu derken, Allah sakın ha ‘tedbirden vazgeçin’ demiyor. Bizzat tedbire başvurmak da ilahi kaderin insan üzerindeki tecellisidir. O tedbiri de efendime söyleyeyim nazikane bir şartta ve de tarzda elde etmek, onun ardından koşmak… O da insanın bir başka veçhesi. Müminin rahmeti, merhameti budur. Kardeşine bir şey olur, hanımına bir şey olur, çocuğuna bir şey olur; Allah seni onunla dener. Aman şu olmasın, masraf olmasın, nasıl olmasa bunun sonu şöyle olacak, böyle olacak diyemezsin. Milyarda bir, binde biri imkân da varsa, seferber edeceksin. Bu tarzdır. Yoksa hiçbir şey yapmadan da kafayı eğmek de değil ha, yanlış anlama. Her kapıya başvuracaksın, çalacaksın. Hakk’ın her yerde şifası var. ‘Geldim ben Yarabbi, bunu ben vasıta olarak… Hayat da sende, ölüm de sende’ demektir bu. Ama vesile onu koydun, vesile onu koydun. Nerede, neyi koyduğunu kim, nereden bilir.
Tıp fakültesinin başhekimi muhterem hocamızı geçenlerde ziyaret ediyorum, enteresan bir söz söyledi “Hastaya, hastanın yakını annesi, babası işte ona yaklaştığı zaman, onu muhabbetle kucakladığı zaman; ondan ona bazı şeyler geçiyor” diyor “Bunu anlayamıyoruz” diyor. “Geçiyor” diyor yani “bir güç geçiyor, bir kuvvet geçiyor; onu diriltiyor adeta”. Yani ‘ne sebep, hangi sebep?’ diyemiyorsun değil mi? Çok yerden… Bunları da terk etmeyeceğiz. Anlatabildim mi?
Allah Her An Bir Oluştadır
Kün ‘ol’ dedi, “fe yekün” hemen ardından oldu. Yani Cenab-ı Hak bir şey halk ederken, onun için zorluk yok. Zorluk benim için var, senin için var, mahlukat için var. Allah için öyle bir şey yok. Kün fenin takibine hemen oldu. Fe yekün hemen ardından o oldu ve oluyor. ‘Hüve fi şen’, her an Allah bir oluştadır, yani bir yaratıştadır her an. Neyde? Bütün alemde; insan üzerinde, canlı varlıklar üzerinde, cansız varlıklar üzerinde Allah her an bir tecellidedir, bir oluştadır. O tecellilerin ardı arkası kesilmez ve bitmez. Zaten biterse kıyamet dediğimiz olay vuku bulur. Onun için dikkat ederseniz, bakın aynı cins tohum bir meyveyi, aynı bahçeye dikersiniz; aynı cins olmasına rağmen ayrı ayrı şekiller… Yani genel olarak, kompozisyon olarak bir olmasına rağmen farklı farklı neticeler elde edersiniz veya bir başka tarzda söyleyeyim aynı anadan, aynı babadan dünyaya gelme çocuklar; her birinin dünyası, her birinin alemi farklı farklıdır. Niye? İşte her an oluşun farklı farklı oluşundandır. ‘Hüve fi şen’ o her an bir oluştadır, o Allah. O oluş insana da yansıyor, meyveye de yansıyor, çiçeğe de yansıyor, toprağa da, semaya da, her şeye de yansıyor. Tecelliler farklı farklı olması münasebetiyle… Bak insanların parmak izleri de farklı. Halbuki bir olsaydı kalıptan çıkma gibi, senin baş parmağının izi de benimki de aynı olurdu. Değil mi efendim? Bu sanatkâr çok güçlü bir sanatkâr. Allah kadar güçlü bir sanatkâr yok, mühendis yok, mimar yok, profesör… Çok mükemmel, büyük bir alim. İşte budur, fe yekün’deki burak budur. Farklı farklı oluşunu kavramının anlamı, o tecillilerin devamlı oluşunu anlamaya bağlıdır. Ne kadar Allah'ı fazla bir mümin tanırsa, eşyayı da o kadar fazla tanır.
Allah Diriden Ölüyü, Ölüden de Diriyi Çıkartır
Şimdi Ayet-i Kerime’de estauzubillah ‘yuhricu-l hayye mine-lmeyyiti veyuhricu-lmeyyite mine-l hayyi…’. (Rum Suresi, 19. Ayet)
Ne yapar? “Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkartır Allah.” Bunu nasıl tefsir edersen et. Öyle bir nesil var ki bu nesil dinsiz, komünist; Allah, hiçbir şey kabul etmiyor. Ölü yani, manen ölü. Hep insan madden ölü olmaz. Ama bir bakarsın ki o imansız bir nesilden Allah; imanlı bir nesil halk eder, dünyaya getirir. Hayır madde olarak bir bakarsın ki ‘ölü daneden’ “Ve ayetül lehümül erdul meyteh…” “Ölü arzdan” “ahyeynaha ve ahracna minha habben feminhü ye´külun” “diri hububatlar yaratırım ben” diyor Allah. (Yasin Suresi, 33. Ayet)
Ölü arz. Değil mi? Onları yaratıyor. Ne için? Yiyip içesiniz diye. Daha? Bak, yumurta ölü; ama civciv, diri. Onun içinden çıkıyor. Bütün bunların insanoğluna ders olarak Kur'an'da anlatılması; ibret olsun, insan tefekkür etsin, ‘bu alem sahipsiz değildir’ deyip de Allah'ı bulsun, tanısın diyedir. Ona gitmeyi aklına, nefsine kabul ettirsin ve ondan sonra ubudiyetle onun yoluna girsin diyedir. Yani Cenab-ı Hak, kullarına verdiği ders budur. Ne için, nereden çıkartıyorsun bunu Hocam? ‘eyyukum ahsenu amela’ daha güzel amel yapasınız hükmü var ya, işte hepsi bu raya bağlı. Niye bu kadar bilgiyi veriyor bize Allah? Ey kullarım dağa taşa bakın; ormanlara, ağaçlara, kuşlara, derelere, tepelere, denizlere bakın. Bunlar sahipsiz mi? Bunun bir sahibi var. O halde buna yürüyelim. Nasıl yürüyeceğiz? Güzel amel ile. Anlatabiliyor muyum? Oturarak palavra atmak değil. Tabi, güzel amel. Güzel amelin içerisinde ibadet var. Güzel amelin içerisinde hayır var. Güzel amelin içerisinde hasenat var. Güzel ameli içerisinde okul yaptırmak var, hastane yaptırmak var, çeşme yaptırmak var, yol yaptırmak var, fakire, fukaraya yardım etmek var, hastanın elinden tutmak var, yorgunun elinden tutmak var, yaşlının elinden tutmak var, insanları kucaklamak var. Yani, sadece bir tarz değil. Yani, ibadetin sınıflarını… Kul ile Allah arasında olan bir ibadet tarzı var.
İki; insanlara hizmet bakımından olan ibadet tarzı var. Bunun bedenle yapılanı var, fiille affedersiniz, mal ile yapılan var. Hülasa var, varoğlu var. Bunları kim daha fazla yaparsa kazanan o. Bunu bilmek için diyor, ben bu hayatı, ölümlü hayatı yarattım. İşte ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarmanın manası budur. Bunu düşün, anla ve bana kul ol. Bu espri, bunun temelinde yatıyor. Anlatabildim mi?
Güzel Amel Demek, Güzel İşler Demektir
Mutlak surette bunlar güzel ameldir, güzel amelin sınıflarıdır bunlar. Yani, güzel işler demektir. Güzel amel demek, güzel işler demektir. Bu; Allah'a karşı güzel işlerimiz var, kullara karşı güzel işlerimiz var. Zaten kulun Allah'a yürümesi, o kulları da memnun etmesine bağlı. O da güzel iş sınıfından. O kulları memnun ediyorsun, işini görüyorsun, aşını görüyorsun; dua ediyor. Onun duası, seni Allah'a miraç ettiriyor. Ne kadar büyük silah dua. Haberimiz var mı? Yani kısaca bunu ne kadar genişletirseniz genişletin.
Onun için hayvanlara mümin rahmetle bakar, nazar eder. Onları güzel bir şekilde bakar. Hayatta merkepti, katırdı, attı zulmetmez ona. Aleyhisselam Efendimizin devr-i saadetlerinde siz bir katıra, bir ata, bir merkebe istediğiniz kadar yük vuramazdınız. Ondan sonraki dönemlerde de böyle. Onun canı var. Dili yok ama canı var. Zahmet edemezsin. Onun da hukuku var, ona uyacaksın. Hatta bizim itikadımızda, hayvanlar da bizden hakkını alacak eğer onlara zulüm edildiyse. Bundan sonra toprak olurlar ‘küntü turaba’. Ama olmadan evvel, onlar da hesaplaşacak insanla. Bizim itikadımızın temelinde bu var. Geçmişte, Türk İslam medeniyetini hayatta bahşeden büyüklerimiz, işte hayvanların hukukuna, kuşların hukukuna… Bu kuş kuleleri bundandır. Değil mi? Bu inançtan kaynaklanarak hayata mal edilmiş, bütün mahlukatın hukuku korunmuştur. Kaldı ki bütün mahlukatın canlı, cansız hukukunu koruyan İslam; insanın hayat hakkına, can emniyetine, mal emniyetine, namus emniyetine, vatan emniyetine, mukaddesatına değer vermez mi? Başlı başına onlara fevkalade yüce bir değer vererek koruma ve kollama altına almış, başkasının sınırlarına tecavüz etmeden ve de dokunmadan alabildiğine hür ve serbest bırakmıştır. Evet, diyebiliriz.
Kulun Kalbi Nazargah-ı İlahidir
Ubudiyet ile insan kalp alemine… Yani biz asıl ‘Allah'ı bulacaksan, aradığın sendedir’ diyor ‘taşrada değil. Ne orada, burada arıyorsun? Büyükler, arifler. Neredeymiş o Allah? İnsanda, sendedir. Hakiki Beytullah da sendedir, Allah'ın evi. Bu ne demektir? Allah senin kalbine nazar ediyor ‘yere, göğe sığmam; mümin kulumun kalbine sığarım’ nazargah-ı ilahidir kulun kalbi.
Şimdi ibadet; Allah'ı zikir, hayır, hasenat Allah'ın tecellilerini o kalbe adeta sağanak yağmurları halinde davet eder. Allah tecelli ettikçe insanoğlunun kalbine, insanoğlunun kalbinde bambaşka alemler meydana gelir. O alemi tanıdıkça, onun yaratıcısı olan Allah'ı tanırsın. Rabbil alemin, alemlerin rabbi olan Allah'a hamd olsun. Ne kadar tanıdın onu? Bir yumurta kadar. İşte senin de hamdın o kadar olur. Ne kadar tanıdın? Allah sevgilisinin alemi kadar. Tabii hiç kimse Rasulullah'ın tanıdığı alemi tanıyamaz. Çünkü 70.000 tecelli ile her gün Allah, onun kalbine tecelli ediyor; o muazzam, sonsuz kainatı Allah'ın sevgilisi kalbinde müşahede ediyor. Onun alemi çok büyük. E tabi o çok büyük alemin de Rabbi çok büyüktür. Rabbil alemi. Onun için herkesin Rabbi, o kalbe tecelli edendir. Anlatabildim mi? Gerçek anlamda tabii alemlerin rabbi derken, Kur'an'da ifadesini bulan o Rab’dır; o alem ne ise, onun Rabbi’dir manası. Onun için geçmişte bir sohbet ederken şunu derdik devamlı “Rab öyle bir Allah'tır ki bizim hayalimizdeki rablar bir araya gelse, Kur'an'da beyan edilen ayetteki o Rabbi hayalde bile aciz kalırlar” işte o rabbil alemin. Neyse ki hakikati odur. Onu tanımayı Allah nasip eylesin. Alemlerin Rabbi kastıyla, ifadesiyle bunu anlatmaya çalışıyoruz.
İmanımız, İbadetimiz ne kadar yerinde ve de zamanında güçlü olursa, o Rabbi çok daha büyük ve güçlü tanırız. Tanıdığımız müddetçe huzurunda edep ederiz, edep ehli oluruz, haya ehli oluruz, korkarız, titreriz, severiz, aşık oluruz. Anlatabildim mi? Bunlar hep iç içe girmiştir. Kaba, hoyrat davrandığımız zaman anla ki biz Rabbimizi tanımıyoruz, onun karşısında terbiyeli değiliz. Senden, benden önce Allah var baba. Senden sana yakın; benden bana yakın. Değil mi? O Rabba karşı edepli, terbiyeli olmak lazım. Onu bilip tanıyan, onunla dost olan, arkadaş olan, komşu olan, hak ile hak olandan etsin Allah. Evet, efendim.
Hz. Mevlana: “Yerde ve Gökte Ne Varsa Hepsi Allah'ı Zikreder”
Varlığın arayışı efendim, Allah'ın tecellisinden mülham olarak vücuda geldiklerinden; o tecellinin varlığı ile birlikte Allah’a hasrettirler, aşıktırlar. Onun için Hz. Mevlana’nın Sure-i Yasin'de ‘ve-şşemsu terci limustekarrin leha zalike takdiru-l’azizi-lalim velkamera kaddernahu menazile hatta ade kel urcuni-lkadim la-şşemsu yenbegi leha en tudrike-lkamera vela-lleylu sabiku-nnehar ve kullun fi felekin yesbehun’ ayetin meal olarak son kısmı, zaten burası bizim anlatmak istediğimizi beyan buyuruyor; yıldızlar, ay, güneş hepsi gökyüzünde yüzerler. (Yasin Suresi, 38. Ayet)
Mevlâna Hazretleri diyor ki bu yüzüş… Dikkat ederseniz, gökteki yıldızların dönüşünü Hz. Mevlana semada taklit ediyor. “Bu dönüş” diyor “yıldızların bu dönüşü ve yüzüşü Allah'ı arayıştır”, “Allah’a koşuştur”, ‘yesbehun’ yüzüş. Allah'a zikretmektir ‘yusebbihu li Allah’i ma fi-ssemavati vema fi-l-ard’, ‘yerde ve gökte ne varsa hepsi Allah'ı zikreder’ Hazret doğru buyurmuş, doğru demiş. Doğru olan söze ne denir? Ancak teslim olunur. Allah rahmet eylesin, diyelim. Şefaatlerinden mahrum etmesin.
Kulluğun En Büyük Alamet ve İşareti Namazdır
İzleyicilerime tavsiyem; bizi mutlulukla, saadetle takip ediyorlar. Evvela milletimizin huzur-u saadeti, mutluluğu için Allah'a dua edelim. Kulluk kapısından ayrılmayalım. Efendim, kulluğun alamet ve işareti, en büyük Alamet ve işareti namazdır. Çünkü namazda bütün mahlukatın ibadeti gizli. Bakınız, Mevlid-i Şerif'te
“Kimi kıyamda Kimi kılmış rüku,
kimi Hakk'a secde kılmış ba huşu.
Kimi için aşk-ı Hakk almış durur,
Valehü hayran ü mest kalmış durur.” buyuruyor Süleyman Çelebi. Yani kimisi kıyamda, kimisi rükuda, kimi secdede; hepsi Allah'ı anar. İşte namaz hali. Melaike-i Kiram, namazı kılıyor ama bir taife kıyam halinde, birisi rükû halinde, bir taife de secde halinde. Biz bütün meleklerin ibadetlerini ne yapıyoruz? Namazda cem ediyoruz. Mahlukatın ibadetlerini de namazda cemediyoruz. Hayvanların, bitkilerin; namaz onu cem ediyor ve işin en enteresan noktası, secdede de ‘ben yokum, sen varsın’ diyerek miraç ediyoruz; ‘esselatü miracül müminin’, ‘müminin miracıdır’.
Müminler, İnsanları Birbirine Bağlayan Harçtır
Ben bizi izleyen kardeşlerime hassaten bu miracı her gün 5 defa Rabbimin huzuruna vararak yapmalarını tavsiye ediyorum. Birbirimizi sevelim, kusurlarımızı, noksanlarımızı görmeyelim. Kusur ararsak, hata ararsak inanalım ki dost bulamayız. Kusurlu olursak, hatalı olursak, yani kendi özümüzde bunları görürsek; bulamayacağımız da dost olmaz, kabul edemeyeceğimiz de arkadaş olmaz. Herkesle dost, arkadaş oluruz. Yani ‘ben ona yakışır mıyım?’ diye kendimize soralım, diyelim. O şekilde dost olmaya… Herkes ‘ben ona yakışır mıyım yahu?’ diye suçu kendinde, noksanlığı kendinde görürse acaba dost olmayacak kim olabilir ki? Ama ‘o, bana yakışır mı?’ dersen, o zaman ayrılıklar olur. Bak, bir bakış açısı. Dürbüne ters baktın mı uzaklarda, düz baktın mı yakınlarda herkesi görürsün. Bu gözlükleri takalım. Alemi ve özellikle milletimizi böyle kucaklayalım, sevelim. Bu nazik günlerde sabırlı olalım, tahriklere kapılmayalım, birleştirici unsur olmaya gayret edelim. Bizden zaten bu beklenir; Müslüman’dan, mümin-i kamilden. Harçtır. Nasıl taşlar birbirine bağlanırsa harç ile müminler de insanları birbirine bağlar. Bu olalım, diyor; kardeşlerimize saygılarımı sunuyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız