
- Milletlerin Asıl Mikyası İnançlarıdır ve Dünyada Esasen Çarpışan İnançlardır
- Rusya, Ortodoks Dünyasının Merkezi Olma Durumuna Gelmek İstiyor
- Yahudiler Kendi İnançları İstikametinde Hayatlarını Yönlendiriyorlar
- Türkiye Cumhuriyeti Olarak Ortak Tarihimiz Olan Dünyayla Beraber Olmalıyız
- Siyasi İrademizin Birleştirici, Bütünleştirici Bir Politika Uygulaması Gerekir
- Mesele Mükemmel Kanunlar Değil, Kanunları Uygulayan Mükemmel İnsanı Yetiştirmektir
- Milli Eğitim Bakanının Yerinde Olsam Yapacağım İlk Hareket, Allah Sevdasını Milletin Gönlüne Yerleştirmek Olur
- Peygamber Efendimiz Alemlere Rahmet Olarak Gönderilmiştir
- Mütevazı Olmak Dinimizin Gereğidir
- Ahlak-i Zemimeden Kurtulmanın Yegâne Yolu İbadettir
- Adalet, Haklıya Hakkını, Haksıza da Haddini Bildirmektir
Neler Okuyacaksınız
Milletlerin Asıl Mikyası İnançlarıdır ve Dünyada Esasen Çarpışan İnançlardır
Şimdi evvela şu noktayı çok iyi tespit etmemiz lazım. Cenâb-ı Hak inanmayan insanlar için efendim bir terim, deyim, beyan buyurmuş. İnanan insanlar için de bir terim, beyan buyurmuş. Bunun bir tanesi “Ehl-i iman”dır, bir tanesi de “Ehl-i küfür”dür. Kendisini kabul edenlere Ehl-i iman ki bunların tamamının kardeş olduğunu Cenâb-ı Peygamber Efendimiz veda hutbesinde, “İnnemâ-lmu minûne ihvetun.” “Müslümanlar birbirinin kardeşidir,” buyuruyor (Hucurât Suresi,10. Ayet). Şimdi Müslümanlar birbirinin kardeşi olduğuna göre, ferdi olaylardan sosyal olaylara kadar, iktisadi, ahlaki, hukuki bütün meseleleri içerisine alan hadiselerde bunların birbirine bağlanmaması zor belki de imkânsızdır. Şuurlu veya şuursuz insanlar, hadiselerde birbirine entegrasyondur. İnananlar için bu böyle. İnanmayan için zaten Cenâb-ı Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde buyuruyor ki, “küfür bir millettir.”
Şimdi inananlar bir millet, inanmayanlar da diğer bir millet olduğuna göre, bunlar arasında vuku bulan hadiseler, içtimai, iktisadi, hukuki, siyasi, hangi vaazda, hangi ortamda olursa olsun bunların tamamını bizim siyasilerimiz harp mantığında görmedikten sonra Türkiye'nin çıkarlarını elde etmeleri zor belki de imkânsız olacaktır. Şimdi siz herhangi bir hadiseyi mutlaka bir mikyasla ölçüyorsunuz. Elinizde bir mikyas, ölçü vardır. Ona vuruyorsunuz, ölçüyorsunuz. Nasıl bakkala gittiğinizde, efendim bana 3 kilogram buğday, 2 kilogram mısır, 5 kilogram şeker, neyse ver dediğiniz zaman bakkalın elinde bu araç olmazsa o 5 kilo, 3 kilo veremiyor değil mi?
Mutlaka o istenilen şeyi verebilmesi için sizin istediğiniz miktardaki malzemeyi, emtia verecek bir ölçüsünün olması lazım. O da nedir işte? Terazidir, kantardır, şudur budur. Milletlerin de böyle kendine mahsus kantarları var, ölçüleri var. Milletlerin asıl kantarı, ölçüsü, mikyası benim kanaatim odur ki inançlarıdır ve de itikatlarıdır. Ben günlük olayları olsun, siyasi olayları olsun, dünya bazında cereyan eden bütün hadiseleri bu mikyaslar dâhilinde değerlendiriyorum. Onun neticesinde istinbat ettiğim hükümleri vicdanen tekrar ele alıyorum, bakıyorum. Tarihle günümüz arasında cereyan etmiş bu hadiselerin benzerliğini mukayese ediyorum. Tarihte bu olmuş olsaydı veya olduysa nasıl geçmiştir diye soru sorduğumda bakıyorum ki şu anda verdiğim kararla geçmişte, zuhur etmiş olan karar birbirinin aynı. Benim kanaatim bundan hadiselerin tıpa tıp aynı olması bundan dolayıdır. Zaten bunu böyle bilmemiz lazım. Dünyada esasen çarpışan inançlardır, ideolojilerdir.
Rusya, Ortodoks Dünyasının Merkezi Olma Durumuna Gelmek İstiyor
Peki, iktisadi çıkarlar nedir? İktisadi çıkarlar, ekonomik çıkarlar basamaktır. Hattı zatında insanların kavga ettiği inançlarıdır. Bak senelerce dinsizlik uğruna bütün dünyayı kasıp kavuran komünist Rusya şu anda Ortodoksların başını çekmeye başlamıştır. Çok enteresan bir gelişme. Ortodoks dünyasının merkezi olma durumundadır. Bilmiyorum Amerika bunu tespit etti mi, edemedi mi? Göreceksiniz ileride bu dediğimiz hususu tespit edecek. Çok akıllı bir politika uyguluyor şu anda Rusya. Ortodoks dünyasının merkezi olma durumuna gelmek istiyor.
Ondan sonra topyekûn kanaatime göre Hristiyan dünyasının merkezi olma durumunu efendim iddia edecek. Bu nedenle bütün Avrupa'nın başı olduğunu, onları kendi şemsiyesi altında Batı'nın bir araya gelme düşüncesini, fikrini ortaya atacaktır. Birincisi bu, ikincisi bu olacak. Şuraya yazın bakın. Yani görülen köy kılavuz istemez. Hadise budur. Yani tek Avrupa fikrine bundan gidecek Rusya. Nereden görüyorsun şu anda ki Ortodoks insanları bir araya getirme, devletleri bir araya getirme gayretinden görüyoruz. Bundan sonra Ortodoks'tan sonra bu birleşme hevesinden sonra nereye geçilir? Ortodoks'un da içinde olduğu dine geçilir. O da nedir? Hristiyanlıktır. Dolayısıyla diyecek “Batılı kardeşlerim siz de Hristiyan, biz de Hristiyan nedir sağa sola çekiyoruz. Şu ABD nedir bizim karşımızda?” Göreceksiniz bundan sonra ABD'nin karşısına çıkacak olan Rusya çok daha güçlü çıkacaktır. Tabii Avrupa'nın içerisinde efendim birtakım iddialar var. Bu başı çekme sevdasında olanlar var. Bu nedenle bu geride bir zaman daha geriye atılabilir veya bu zor bir dönem geçirebilir, bunlar ayrı konular. Ama bu istekler bu arzular pek yakın zaman içerisinde bizim gündemimize gelecektir bunu göreceğiz. Buradan bunu söylerken bizim varmamız gereken bir netice olması lazım.
Yahudiler Kendi İnançları İstikametinde Hayatlarını Yönlendiriyorlar
Şimdi her millet kendi inancı istikametinde kendisine bir yer bulma sevdasını taşırken biz niçin kendi inancımız istikametinde olan bir dünyayla beraber olmak istemiyoruz? Asıl varacağımız merkez odur. Şimdi bakınız İsrail efendim Lübnan'ı ve Irak'ı gözden, yani Orta Doğu'dan çıkarmak istiyor. Biz zannediyoruz ki Lübnan ve Irak ortadan çıktığı zaman biz İsrail'le çok yakın bir ikili ilişkileri olan devlet olacağız. Yok. İsrail'in bence dünyada inanç olarak yaşamak istediği hadise Tevrat'ın kurallarına dünya hayatına geçirmesidir. Yahudiler böyle bir millettir. Bu nedenle onları telin etmek yerine tebrik etmek lazım. Hiçbir millet şu anda bunlar kadar açık ve seçik inançlarını ortaya koyamıyor. Ancak bu Yahudi milletidir ki kendi inancı istikametinde hayatlarını yönlendiriyorlar. Hayatlarına yön veriyorlar. Bunu hepimiz görüyoruz. Ne hikmetse bunu gördüğümüz halde bu teşhisi yapıp söylemekten kaçıyoruz.
Bu sebepten olacak ki Yahudiler kendileri için vaat edilmiş olan Arz-ı mevud dediğimiz mevki Irak'ın da içerisinde bulunduğu, Anadolu'nun da içerisinde bulunduğu bu bölgeye gelip yerleşmektir. Sevdaları budur. Yani o bakımdan onun önünde en büyük engel nedir? Irak'tır. Onun devreden çıkması lazım. Engel nedir? Lübnan. Onun devreden çıkması lazım. Suriye engeldir. Onun devreden çıkması lazım. Bu hesap üzerine hayatını tayin ve tanzim ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti Olarak Ortak Tarihimiz Olan Dünyayla Beraber Olmalıyız
Bize gelince biz ne yapmamız lazım? Bizim de yapmamız gereken husus, iç birtakım hesaplaşmalardan, dedikodulardan, fitneden şundan bundan kurtulup çok büyük hesaplar üzerine hesaplarımızı bina etmemiz gerekiyor. Biz idealleri büyük olan bir milletiz. Japon sınırlarından Viyana kapılarına kadar Allah'ın lütfuyla biz at oynattık. Bu kadar büyük bir zemin üzerinde. 20 milyon kilometre kare üzerinde efendime söyleyeyim bir zemini olan, bir vatan sathı olan bir ecdadımız var, geçmişimiz var, tarihimiz var.
Milletimizin üzerinde gerçekten hesapları olan çok güçler var. Ama avuçlarını yalasınlar muvaffak olamayacaklar. Çünkü biz hakikaten çok büyük bir milletiz. Biz düştü zannedildiği an en büyük silkinişle kalkabilecek iktidara malikiz. Bu bizim örfümüzde vardır, âdetimizde vardır, geleneğimizde vardır, yapımızda vardır. Kısaca her şeyimizde bu silkiniş vardır yani. O bakımdan onlar dediğim gibi avuçlarını Allah'ın lütfuyla yalayacaktır. Bize kimse bir şey yapamayacaktır. Buna benim inancım, kanaatim tamdır. Ancak gönlümüz şunu istiyor, bu efendim grip hastalıklarını geçirmeden etrafımızı görüp efendim milletlerin uyguladığı bu siyasi ortam içerisinde biz de kendimize bir yer bulmamız lazım.
Bizim yerimiz ne olmalıdır? Dilersen buna bir iki dakika olsun cevap verelim. Bizim yerimiz bence, biz Orta Asya'dan çıkmış bir milletiz. Bir zamanlar bizim ecdadımız Müslüman olduktan sonra, Mâverâünnehir’de İslam'a evet dedikten sonra İslam'ın sancağını taşımıştır. Çok enteresandır. Efendim sahabeden sonra malumunuz Abbasi'ler döneminde olsun, ondan sonraki Emeviler döneminde olsun vesaire bütün bu dönemlerde Türkler Müslüman olduktan sonra Türk askerini Mücahit asker olarak Arap kardeşlerimiz her yerde denemiştir ve bunun muvaffakiyetini gözleriyle müşahede etmişlerdir. Cesur, cengâver bir milletiz. Biz Müslüman olduktan sonra bu cengâverlik ruhu bizde ilahi Kelimetullah'a tebdil oldu. O güne kadar atının sırtında nefsi için koşan ecdat, ondan sonra Allah rızası için koştu, canını seve seve verdi. Düşün bir millet ki ölüme seve seve gidiyor. Bunun adına ne denir? Ölümü yenmek denir. Ve diyebilirim ki tarihte ilk defa ölümü yenen millet biziz. İlk sahabedir, ikincisi de biziz. Ölümü yenen milletin mağlubiyetten şundan bundan derdi endişesi olur mu? Elbette olmaz.
Kısaca böyle bir tarihimiz var, mazimiz var. Şimdi onun kalıntıları şu anda Orta Asya efendim bilhassa Sovyetler Birliği'nin inkırazından sonra ortaya çıkan Türk birlikleri var. Ve bunlar her biri bizim yakınımızdır, dostumuzdur. Her sohbetimizde bunu gündem etsek ancak bu yakın dostlarımızla biz kaynaşmamız şarttır, farzdır. Boynumuzun üzerine farzdır bunlar.
Bir zamanlar Horasan'dan gelen Erenler, yani o topraklardan gelen Erenler, dervişan grubu Anadolu'yu karış karış kapı kapı gezerek Müslüman etmişlerdir. Allah onlardan razı olsun. Şu topraklar üzerinde yaşayan herkes onların irşat efendim mantığıyla, irşat nefesiyle hidayet bulmuşlar, Allah'a vuslat eylemişlerdir. Onun için bu memleket Erenler memleketidir, evliya diyarıdır. Kime borçluyuz bunları? İşte o Buhara'dan gelen, Berk'ten gelen, Horasan'dan gelen zevata borçluyuz. Dedelerimiz onlar.
Bir defasında Umre ‘ye gitmiş, Irak'ta Türklerin askerlik yaptığı Semerkant'ta bir iftar etmiştik. Allah nasip etti gördük. Sanki orada, efendime söyleyeyim, geçmişimizin izlerini yaşamış gibi olduk. İnanın geçmişimizin orada askerlik yapması, İslam'ın muhafızlığı olması, Müslümanları koruması, Türk komutanlarının orayı idare etmesini böyle yaşadıkça orada olduğumuz müddet içerisinde çok samimi konuşuyorum. Heyecandan heyecana geçerek oradaki ziyaretleri ziyaret eyledik, ziyaret yerlerini. Yani çok zengin bir tarihimiz var. Bizim hayatımıza, İslam hayatımızın adeta damarındaki kanı olmuştur. Değil mi efendim?
Şimdi geleceğim nokta, işte o dünyayı bizim şahsımızda, Türk milletinin, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'ni şahsında bir araya getirme, plan ve programlarını, projelerini oluşturmamız, vücuda getirmemiz gerekir. Bence siyasilerimize şu anda empoze etmemiz gereken en büyük hususiyet budur. Bunu onlara kabul ettirmemiz gerekir. Amentü'nün şartı gibi. Ondan sonra, bu iki efendim ezeli dostu bir araya getirdikten sonra, her zaman bizim inanç vadisinde kardeşimiz olan Arap dünyasıyla, İslam dünyasıyla bir bünye bir gövde olmamız gerekir. Sen ondan sonra bak, Bosnaymış bilmem Filistin’miş, hiç kimse kılını kıpırdatamaz. Ama şu anda düşün ki İslam âlemi, Orta Doğu bin baş olmuş, gel bu tarafa Türk dünyası bin tane baş olmuş, bizim içimize bir sürü fitne sokmuşlar, elbette ki muarız güçler bu ortamda, bu zeminde istedikleri gibi at koşturacaklardır. Şimdi bu uyanıklık gerekiyor bize.
Siyasi İrademizin Birleştirici, Bütünleştirici Bir Politika Uygulaması Gerekir
Fitne deyip de geçmeyelim. Fitne çok büyük bir Allah muhafaza eylesin hastalık. Beni Mustalik Gazvesin’den dönerken malumunuz, Hz. Ayşe validemiz, Safvan bin Muattal'ın atının arkasında Medine-i Münevvere'ye geliyor. Ve Hz. Ayşe validemizin namusu hakkında münafıklar söz ediyorlar. O İbn-i Selül'ün taifesi malum. Öyle ki Hz. Ayşe annemiz hasta oluyor. Yani bu iftiralar, bu dedikodular onu hasta ediyor. Ve Cenâb-ı Peygamber Efendimiz hadiseyi çok iyi bilmesine ve keşfetmesine rağmen, Efkar-ı umumiye'nin dedikodusunu sindirmek için Hz. Ayşe annemizin babası Ebu Bekir Sıddik Efendimiz'in evine gönderiyor. Gelen vahiy ile tertemiz oldu, ortaya çıkıyor. Müjdeyi Cenâb-ı Peygamber Efendimiz Hz. Ayşe annemize getirdiği zaman Peygamber'e bile iltifat etmiyor. Çok ar ehli, mübarek bir kadın.
Şimdi şuraya geleceğim. Yani Peygamber'in hanımına bile dil uzatan nifak, münafık, senin benim birliğimi dağıtmak için niye aramıza fitne sokmasın ki? Yani bunları çok iyi görmesi lazım insanlarımızın, bilhassa siyasilerimizin. Çok titiz olması lazım, müsamahakâr olması lazım, birbirini kucaklaması lazım, itmemesi lazım. İnsanoğlu hata eder, beşer, şaşar derler, çok doğru. Ama bir babanın, düşünebiliyor musunuz sizin çocuklarınız var, bir hata etti diye bunları kaldırıp atıyor musunuz? Yok, ne yapıyoruz? Nasihat ediyoruz, bir daha bir daha bir daha. Yani mesele o çocuğu kazanmaktır. Siyasi irade de aynı mantık üzere çıkaracağı kanunları bu espriye bina edecek ve o şekilde millete sahip çıkacak. Ve birbirlerine bu nezaket ve nezafet kuralları içerisinde muamele edecekler ki bu birlik, bu dirlik devam etsin.
Aksi takdirde, benim dediğim doğru, seninki yanlış. Bu mantık eğer efendime söyleyeyim bir yarışa girerse, o zaman şuna benzer bu tencere tencereye, senin dibin kara hikâyesine döner. Ve bundan efendim iradenin, siyasi irademizin çok kısa bir zaman içerisinde sıyrılıp birbirini kucaklayan, efendim milletin şahsında, milletin iradesinde bir araya gelen muhabbeti sergilemesi, sergilememiz gerekir. İşte bu bütünlük olduğu zaman milletimizin vahdeti tam demektir. O zaman göreceğiz ki etrafımızdaki devletler tabi onlara karşı şu ana kadar kabul etmemiz gerekir ki bizimle birleşici, bütünleştirici bir politika uygulamadı. Bu zaafımız var. Bu zafiyeti en kısa zamanda bertaraf edip bu kardeşlerimizle bir olmamız lazım. Suriye ile bir olmamız lazım, Irak ile bir olmamız lazım, Lübnan ile bir olmamız lazım. Bizim birliğimiz, dirliğimiz, gücümüz bunlardadır. Azerbaycan ile bir beraber olmamız lazım, Türkistan ile beraber olmamız lazım. Değil mi?
Biz bu kardeşlerimizle bir olacağız. Tatarlarla bir olacağız. Sen Kırım Türkleri ile anlaşamazsan kim ile anlaşacaksın ya? Değil mi? Kısaca bu beraberliğimizi yavaş yavaş bir kartopunun yuvarlanarak büyümesi mantığıyla böyle dış güçlere de hissettirmeden önce kültür birliğiydi, sonra ticaret birliğiydi, sonra siyaset birliğiydi. Yavaş yavaş yavaş yavaş öyle bir noktaya getireceğiz ki tabiri caizse bir bakacağız penaltı bir Türk milleti vurdu gol ve şampiyon, dünya şampiyonu. Bu politikayı yapabilecek siyasi iradeyi ben Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum şu aziz mübarek gecede. Kısaca benim ölçüm imandır muhterem dostum. Bütün hadiseleri ona vuruyorum. Onun üstünde altında kalanlara bakıyorum. O şekilde konuşuyorum. Başka hiçbir şeyim yoktur.
Mesele Mükemmel Kanunlar Değil, Kanunları Uygulayan Mükemmel İnsanı Yetiştirmektir
Şimdi bir misal vereceğim. Mesela şu karşımızda bir duvar var. Bu duvarı yıksak da yeniden inşa etmeye kalksan herhalde 12'lik taş, 20'lik taş, 18'lik taş karışık olarak bunları bir araya getirip bir duvar yapmayız. Direklerin arasını aynı kalıptan çıkan taşlarla beraber yaparız değil mi? Niye pürüzsüz güzel olsun diye, mükemmel görünsün diye. Şimdi tabiri caizse insanoğlunun kendi gönül dünyasında, iç dünyasında böyle taşlar var. İnsanı bir taş binaya benzetecek olursak onun duyguları, düşünceleri, hisleri var. Bir his dünyası var. Bu his dünyasının öne geçmesi, güzel duygularının öne geçmesi kendisinin Ahlak-ı zemime dediğimiz duygularının da geriye itilmesi lazım. Esasen bizim her zaman ifade etmeye çalıştığımız bir mesele var. Bütün mesele geliyor insana dayanıyor. Dünyada ve ülkemizde bir güzel iş oluyorsa mutlaka göreceksiniz, bileceksiniz, kabul edeceksiniz ki bunu yapan mutlaka mükemmel bir insandır. Mükemmel bir iş yapsa , iş varsa, icat var, keşif varsa, bilin ki onu yapan mükemmel bir insandır. Yani siz insanın olmadığı hiçbir olayı, icadı, keşfi göremezsiniz. Her şey onun şahsında toplanır. Mükemmel insanın yaptığı eserler de mükemmeldir. Anlatabildim mi?
Hatırlarsanız o bakımdan ben sık sık şunu gündeme getiriyorum ve anlatmaya çalışıyorum. Mesele mükemmel kanunları nizamları yapmak değil. O mükemmel kanunları nizamları yapan ve uygulayan mükemmel insanı yetiştirmektir. Sen bu insanı yetiştirmedikten sonra ne kadar mükemmel nizam kanun olursa olsun hiçbir işe yaramaz. Atalete mahkûm kalır. Onun da hiçbir netice alamaz. Ama o insan yetiştiği zaman göreceksiniz ki, efendime söyleyeyim her şey yerinde ve mükemmel olacak. Araç ve gereçler çok güzel ciddi şekilde insanların lehine faydasına kullanılacak.
İşte bizim tezimizin aslını oluşturan görüş de o mükemmel insanı yetiştiren nedir? Dünyada hiçbir sistem doktrin, hatta din yoktur ki insanın yetişmesini esas alsın. Ancak dinimiz olan İslam insanı yetiştirmeyi gaye ve prensip edinmiştir. Mükemmel bir insan nasıl yetişecektir? İşte kâmil insan örnekleri o mükemmel insanın kalıbıdır. Ayakkabı yaparken siz kalıpsız mı yaparsınız? Herhangi bir şeyi… Şimdi elbiselere bile bu kalıptan çıkartıyorlar. Kâmil insan modeli bizim için, mesela Mürşid-i kâmil diyoruz, İnsan-ı kâmil diyoruz, peygamberler diyoruz. Bunlar bizim için insanlık kalıbıdır. Biz bunların hareketlerine, hallerine, davranışlarına, sözlerine kendi kalıbımı kendi şeyimizi koyuyoruz. Bu kalıba uydu doğru, uymadı yanlış diyoruz. Anlatabildik mi?
İşte onların kalıbı sabırdır, Allah için kardeşliktir, müsamahadır, tevazudur, merhamettir, sevgidir. Yani o insanı insan eden iyi duygular, Ahlak-ı hamide dediğimiz hususlar bunlardır. Eğer senin iç dünyanda sevgi pınar haline gelmiş, evvela şahsını kuşatıp etrafına yayılmışsa bu arkadaşına da sirayet eder. Evindeki çocuklarına da sirayet eder. Komşularına da sirayet eder. Mahallene, kazana, vilayetine, ülkene ve bütün insanlığa sirayet eder. Geçer yani. O sevgi eğer senin hamurunda seninle beraber varsa, bunu kendine sermaye edindiysen. Ama bu sevgi sende yok. Şimdi sende olmayan bir şey başkasına nasıl vereceksin? Sende bende bu sevgiyi oturalım, 10 saat sevgiden muhabbetten bahsedelim, konferanslar verelim. “Ey millet birbirimizi sevmemiz lazım, niçin sevmiyoruz” diyelim. Nutuklar atalım, kasideler okuyalım, ilahiler söyleyelim. Bizde olmayan bu sevgiyi veremeyeceğimize göre bunları sözden öteye geçirmemize imkân var mı? İşte Ahlak-ı hamide dediğimiz bu huy bizim iç tabiatımızda İslam'la gündeme gelir. Bu neyle gündeme gelir?
Evvela bizde Allah sevgisi olacak. Sevginin kaynağı, esası Allah'tır. Eğer biz Mabud-u hakiki olan Allah'ı sevebilirsek, onun muhabbet deryasına ehadiyet hazinesine bir girebilirsek, o sevgiyle haşir neşir olabilirsek, bir başka ifadeyle tasavvufu deyimle o sevgide fâni olursak, o zaman evvela biz Rabbimizin sevgisinde öyle bir âleme, öyle bir sevdaya kavuşmuş olacağız ki, ona nispetle bütün mahlûkatı sevmemiz o sevginin tabi bir ürünü neticesi olacak.
Neden? Sen düşünebiliyor musun Allah'a nispetle hiçbir varlığı ondan ayıracağını? Hangi varlık var ki Allah'a nispet edildiği zaman yani onunla irtibatını kurmaya çalıştığın zaman kuramayacaksın? Hangi varlık var ki onu yaratmamıştır? Yunus'un dediği gibi “yaratılmışı severim, yaratandan ötürü” değil mi efendim? Bu sevgi işte biz kendi özümüzde, kendi benliğimizde kendi malımız yapacağız.
Milli Eğitim Bakanının Yerinde Olsam Yapacağım İlk Hareket, Allah Sevdasını Milletin Gönlüne Yerleştirmek Olur
Bu misali çok veririm. Şimdi çok sevdiğiniz bir dostunuz vardır, bir yolculuğa çıkarsınız, hasbelkader Ankara'dan İstanbul'a giderken efendim yanınızda hemen oturduğunuz koltuğunuzun yanında tanımadığınız bir Kilisli, Antep’in Kilis kazasından efendime söyleyeyim bir kardeşimiz. “Selamun aleyküm.” “Aleyküm selam.” “Nerelisin.” “Kilisliyim.” “Yapma ya, Kilisin neresinden?” Efendim filan mahallesinden… “Ya orada bizim Ahmet Kepekçi diye, İzzettin Kepekçi'nin oğlu var tanır mısın?” “Ne demek o benim çok samimi dostumdur. Tıp fakültesinde beraber okumuştuk.” “Vay,” filan derken Ahmet kardeşimize olan muhabbetimiz o şahsa da intikal eder. Beraber orada kardeş olarak yolculuğa devam ederiz.
Şimdi aynen bunun gibi Allah'a olan muhabbet efendim Allah'ın kulu veya mahlûkudur efendim düşüncesine, niyetine intikal ettiği zaman bizim kâinatta geçinemeyeceğimiz, bir olamayacağımız varlık ve insan olamayacaktır. Günümüzde bana kalırsan noksan olan husus bu. Bence maarifin yerinde olsam, milli eğitim bakanının yerinde olsam yapacağım ilk hareket Allah sevdasını milletin gönlüne yerleştirmek olur. O zaman bak bu millet nasıl birbirini sever. Eline silah alan genç o zaman silah yerine birbirine türkü atan, birbirini seven dost, arkadaş olurlar. Dimi efendim. Bu bir sevgi. Sevgi dedik bu sevgi, ondan sonra merhamet.
Peygamber Efendimiz Alemlere Rahmet Olarak Gönderilmiştir
Merhamet deyip geçme. Cenâb-ı Peygamber efendimizin hayatına baktığımız zaman onun hayatında birçok hadisenin onu çok yorduğunu, ama öyle yorup da kendinden geçirdiğini görüyoruz ki, yani bizim gibi insanlar olsa ya ben bu işi daha yapamam der çeker gideriz. Fakat o kendisine zulmeden düşünebiliyor musunuz? Üç yıl onu bir çöl ortasında bırakıyorlar, Mekke-i Mükerreme şehrinde. Kalkıp da beddua bile etmiyor bu insanlara. Ve birçok hadis-i şerifler de bu ortamda sevgili Peygamberimiz… Allah şefaatinden ayırmasın. Sahabe ayaklarının çarıklarını çıkartıyor, kavuruyor gıda olarak bunlarla geçiniyor. Düşünebiliyor musun? Bu ortamda bile Allah'ın sevgilisi kendisini oraya koyan münafık veya kâfir grubuna dua ediyor rahmet diliyor Allah'tan. Ne muazzam bir rahmet hazinesi.
Yine her zaman misal olarak veririm. Taif'te Cenâb-ı Peygamber efendimizi taşlıyorlar ediyorlar. Orada rahmet diliyor Allah'tan. Bunlar seni beni bilmez, tanımaz ya Rabbim. Bunlara sen hidayet nasip eyle. Hatta Uhud savaşında çok enteresandır. Hazreti Fatıma annemiz, Peygamber Aleyhissalatü Vesselam efendimizin mübarek dişinin şehit olduğunu görünce kan tabi akıyor. “Ya Rabbi bu kavmi sen helak eyle” derken Cenâb-ı Peygamber efendimizin mübarek eli Hazreti Fatıma anamızın mübarek dudağına susturuyor onu. “Sus ya Fatıma! Ben rahmet peygamberiyim.” Düşün o manzarayı.
“Allahümmehdi kavmi fe innehüm la yalemün” “Ya Rabbi bu kavim seni ve beni bilmez. Onun için böyle isyan eder. Hidayet nasip eyle.” Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin hayatında kendisini taşlayandan öldürmeye teşebbüs edenlere kadar, bir defa beddua ettiği hakikati vardır. Bunun dışında hepsine rahmet okumuştur. Allah o merhametten cem-i cümlemize böyle bir süzme nasip eylesin de merhametin olduğunu görelim. Yani bu merhamet lazım bizlere. Bu merhamet olduğu zaman göreceğiz ki taş gibi kalpler orada yumuşayacaktır.
Gerçi bugün insanlarımız birbirine çok ön fikirle karşı çıkıyorlar. Bu da çok yanlış bir tutum ve davranış. Bu ön yargılardan çok kaçınmak lazım. Ön yargıdan kaçındığımız zaman hakikatleri çok daha rahat görürüz. Şimdi peşin bir hüküm vererek bir hadiseyi bir insanı değerlendirmekle hiçbir hüküm vermeden o şahsi değerlendirmenin arasında yüzde yüz fark vardır. Değil mi efendim? Yani şimdi bu duygu düşünceden ön yargıdan kurtulmak gerekiyor.
Mütevazı Olmak Dinimizin Gereğidir
Efendim mütevazı de olmamız şart. İnsan olarak tevazuyla birbirimize yaklaşırız. Zaten mütevazı olmak bizim dinimizin efendim gereğidir. İslam'ın bize kazandırdığı hallerden, sıfatlardan başta gelen nedir? Müslümanın mütevazı olmasıdır. Müslüman kendisini yüksek görmeyecek. Başkalarından emsalinden aşağı görecek. Bu değildir ki aşağılık duygusuna sahip olacak. Yani kendisi ne kadar yüksekte olursa olsun insanlarla devamlı diyalog zemini arayacak ve onlarla bir ve beraber olacak. Müsamahakâr olacak. Yani benim dediğim doğru, seninki yanlış deyip kesip atmayacak. Onları da dinleyecek. Fikirlere hürmet olacak. Kısaca bütün bunlar olduğu zaman göreceğiz ki insan dediğimiz, her şeyi yapan, ortaya koyan bu varlığın ahlak dünyası, mükemmel bir insan hasreti efendim dünyası haline gelmiştir. O insanın elinde de araç ve gereçler, bu temaşa ettiğimiz malzemeler yerinde ve zamanında mükemmel işler ve hizmetler görecektir. Bunu diyebiliriz efendim.
Ahlak-i Zemimeden Kurtulmanın Yegâne Yolu İbadettir
Şimdi bunların ikisi adeta birbirini tamamlayan demeyelim de birbirinin zıttı kâmili olan hususlardır. Gece ile gündüz gibidir.
Bu ahlak-ı hamide, ahlak-ı zemime. Ahlak-ı hamidenin olduğu yerde ahlak-ı zemime; Ahlak-ı zemimenin olduğu yerde Ahlak-ı hamide olmaz. Biri geldi mi diğeri gider. Peki, bu Ahlak-ı zemime ne? Ahlak-ı hamideyi gördük.
Başta gelen taassuptur. Her defasında ifade etmeye çalışırız. Taassup nedir? İnsanın kendisine ait olana doğru, iyi, güzel demesi; kendisinin olmayan şeyleri de inkâr etmesidir. Bu düşünceden, fikirden, efendime söyleyeyim, eşyaya kadar aynıdır. Hatta siyasi partiler bir insan, taassup bir insan bir parti tutsa, onun için en geçerli parti kendi partisidir. En geçersiz parti, onun partisi olmayan partidir. İşte bu taassubun en bariz örneğidir. Taassup bu. Kendisine ait olan şey en güzel şekilde mükemmel. Kendine ait değil mi, o merdudtur. Buna taassup diyoruz. Bu insanın iç tabiatında olduğu müddetçe o insanın mükemmel bir insan duygu dünyası taşıması zor, belki de imkânsız olabilir. Bu nedenle insanımız bu hali, bu duyguyu ıslah etmesi, aşması lazım. Neyle aşacak bunu? Her zaman söyleriz.
Bir insanın Allah'ı zikretmesi bu hali ortadan kalkmasına vesile olur. Bu halin yok olmasına vesile olur. Ve kulun da en büyük sermayesi Allah'ı zikirdir. Bir insan Cenâb-ı Hakk'ı zikrettikçe Allah da o kulunu zikreder. Allah'ın zikrettiği kulun kalbinde Cenâb-ı Hakk'ın muhabbeti orayı ihata eder. Allah'ın muhabbetinin, rızasının olduğu insanın şekli hali, her şey değişir ve onda ekmeliyet, mükemmeliyet gündeme gelir. O halde bizi bu duygularımızdan, Ahlak-i zemimimizden kurtaracak olan yegâne vasıta ibadettir. Bilhassa Allah'ı zikirdir.
İkincisi hasettir. Haset biliyorsunuz çekememezlik. Her insan da vardır. Ama her insan da vardır diye insan bu duygunun esiri olması çok yanlış. Bu duyguya mağlup olmayacak. Bunu mutlaka insan aşacak. Hatırıma bir olay geldi. Hz. Musa Kelimullah Efendimiz Tur dağına malumunuz Cenâb-ı Hak'la konuşuyor Tur’da, Allah'ın kelam sıfatının tecellisine mazhar olmuş Peygamber Hz. Musa Kelimullah Efendimizdir. Halilullah Hz. İbrahim Efendimiz malum. Hz. İsa Cenâb-ı Hakk'ın ruhullah sıfatları var. Kelam sıfatının tecellisine mazhar olan da Hz. Musa Efendimiz. İşte Tur’a çıkıyor bir hamal Hz. Musa'yı Tur’a çıkarken görüyor, dağa çıkarken. “Ya Musa sen şimdi Rabbimle beraber olacaksın. Görüyorsun bak neler çekiyorum. Her gün akşama kadar sırtımda şu yükleri taşıyorum. Allah'ın hazinesinde yok değil ya efendim bana bir merkep eşek versin de bu yükleri onunla taşıyayım. Ne olur rica et dua et de bana bir eşek versin.” Hz. Musa Cenâb-ı Hak ile konuşmasından sonra bu ümmetinin diyelim isteğini hatırlıyor. Ya Rabbi senin şu evsafta bir kulun var şöyle şöyle işler yapar. Hamaldır. Der ki “ne olur Rabbim bana bir merkep bir eşek versin de şu merkep zahmetten şundan kurtulayım.” Cenâb-ı Hak da Hz. Musa'ya efendim “Ya Musa tamam ben ona vereceğim ama onun komşusuna, onun komşusu var o da hamal onun gibi. Onun komşusuna bir tane vereceğim kendisine iki tane vereceğim. Söyle ona kabul ederse hemen ben ona ikram edeyim. Yeter ki kabul etsin. Komşusuna verdiğim hamal, komşusuna vereceğim bir eşeği kabul etsin bunu kabul ettiği zaman iki tane de ona ikram edeceğim.” Geliyor tabi Hz. Musa “Ya Musa benim için Rabbime benim efendime söyleyeyim dileğimi naklettin söyledin mi?” “Evet söyledim.” “Ne söyledin?” “Ha tamam dedi, ben onun istediğini vereceğim ama bir şartım var.” “Ne o şart ya Musa?” “Komşusu hamal var ya” dedi. “Evet.” “Ona da bir merkep vereceğim. Kabul ederse kendisine bir tane değil iki tane vereceğim. Yeter ki o kabul etsin.” “Şimdi de bakalım komşuna verilecek bir merkebi kabul ediyor musun?” “Yok ya Musa ne ona ne bana.” Şimdi bunun adına ne diyoruz biz “haset” diyoruz.
Evet bu duygudan insanın kurtulması lazım bunlar çok kötü şeyler bir menkıbedir ama hakikaten bundan kurtulmadığımız müddetçe bir mümin, mümin kardeşinin kendisinden en azından kendisi kadar olabilmesini arzu etmediği müddetçe değil kendi milletimizin kalkınması az evvel sohbetimize girerken dünya bazında bir devlet millet olmamız ne bileyim küçük bir kasaba bile olmamız mümkün olamaz. Evvela bunları aşmamız lazım.
Daha bunun yanında efendime söyleyeyim dedikodu, iftiradan sakınmak. İftira çok kötü, Hazreti Ayşe validemizden. Şimdi bunlardan sakınmak lazım. Sakınacağız Müslüman olarak. Yine hatırıma geldi Hazreti Musa “Ya Rabbi senin bu kullarına ilham et de benim hakkımda dedikodu yapmasınlar.” “Ya Musa öyle şey istiyorsun ki bunlar bana bile hatır etmiyor, benim için bile dedikodu yapıyorlar sana hatır ederler mi?” Yani insanın özünde mevcut olan zemime dediğimiz bu duyguları aşacak, Ahlak-ı hamideye sahip olacağız, olmamız gerektirir.
Cehaletimizi, cehalet hakkı bilmemek, hakka ters düşmek, onu tanımamak demektir. Hakkı’da tanıyacağız hakkı bileceğiz. Bizde cehalet zamanımızda okuma yazma bilmeme anlamında anlatılıyor ki bu yanlıştır. Cehalet hakkı bilmeme hakkı tanımamak anlamındadır. Bunu yaptığımız zaman efendime söyleyeyim göreceğiz ki o duygular gitmiş bunların yerine ne gelmiştir? Ahlak-ı hamide gelmiştir. Evvela biz kendi yararımıza kendimizi kazanmış oluyoruz. Kendi yararına kazanılan insan, ailesinin yararına kazanılmış olur. O aile içerisinde uygun olan insan, geçimli olan insan; toplum içinde geçimlidir, millet içinde, dünya içinde geçimlidir, diyoruz.
Adalet, Haklıya Hakkını, Haksıza da Haddini Bildirmektir
Şimdi tabi az evvel fert bazında söylediğim hususlar devlet içinde geçerlidir. Devleti idare eden iradenin çok müsamahakâr olması gerekir. Yani kendi tabasında olan insanlara karşı şimdi bunu derken adaleti geciktirsin tehdit etsin anlamında konuşmuyorum. Suç işlerinin mutlak surette cezasını verilmesi zaruridir. Zaten adaletin olmadığı yerde düzende olmaz.
Adalet nedir? Haklıya hakkını, haksıza da haddini bildirmektir. Sen eğer haksıza haddini bildirmezsen haklıya da hakkını veremezsin. E bu ne demektir yani? Bu olmadığı zaman o memlekette adalet mekanizması çalışmıyor demektir. Orada yalan vardır, orada iftira vardır, dedikodu vardır, rüşvet vardır, fitne vardır. Bundan işte o mekanizmayı ne yapacak? Devleti idare eden irade ve o mekanizmayı kurtaracaktır. Siyasi iradenin yapması gereken husus budur. Yani adaleti tam olarak temin edecek.
Bunun ardından efendim müsamahakâr olacak. Kucaklayıcı olacak. Bir ana baba tavrına bürünmesi gerekiyor. Bunun zıttı olan hareketlere biz başvurur efendim suçlu zannettiğimiz ve fakat suç işlemediği halde suçun içerisine ittiğimiz insanlarda yarın öbür gün bakacaksınız karşımıza gerçek anlamda suçlu çıkacaktır. Bu, bir iki, bir iki, biriktiği zaman o tehlike o zaman çok büyüktür. Allah muhafaza eylesin.
Kısaca siyasi iradenin geçmişteki tecrübelere bakarak ders alması lazım. Tarih o bakımdan milletler için hafızadır. Yani biz hangi hafızaya bakmamız lazım, hangi bilgisayara bakmamız lazım diye bir sual edersek derim ki, tarih bilgisayarımıza bakmamız lazım. Bin yıldan bu tarafa ufak tefek hadiseler farklı olsa da birbirine %80 %90 benzeyen olaylar vardır. Hep bunları biliriz. Nasıl olmuşta bunları kaybettik, nasıl olmuşta kazandık. Bu hafızayı iyi yoklayıp efendim bundan ders çıkartmamız, efendim millete sahip çıkmamız lazım diyorum. Hem bu devleti idare eden irade için de böyle, bizim için de böyledir. Efendim Cenâb-ı Hak bu sevgiyi, bu muhabbeti, milletle beraber olma aşkını cem-i cümlemize ve bütün kardeşlerimize nasip eylesin. Bizi dinleyenlerden de Cenâb-ı Hak razı olsun diyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız