info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Milli ve Dini Değerler ile Kurbanın Önemi / 27 Mart 2000
26/08/2025 DİNİ YAŞAM 13

    Neler Okuyacaksınız

Hac Mevsiminde Yaşanan Rahatlık ve Manevi Huzur

Efendim bu yılki hac diğer yıllara nispetle çok daha rahat; edası, ifası bakımından çok daha rahattı. Malumunuz mukaddes topraklarda iklimin bilhassa Türkiye ikliminden farkı sıcaklığıdır. Bu mevsim münasebetiyle bu harareti, bu sıcaklığı biz orada bulamadık, yaşayamadık hatta çoğu zaman Medine-i Münevvere ‘de üşüdük de diyebiliriz. Bundan olacak ki çok rahat bir hac mevsimi geçirdik. Cenâb-ı Hak hacca gidip bu farizayı ifa eden kardeşlerimizin haccını mebrur eylesin ve tekrar tekrar nasip etsin, gitmeyen kardeşlerimizi de nasip eylesin diyorum. Orada milletimize, yakınlarımıza ve bütün İslam âlemine de hayır dualarda bulunduk, inşallah Rabbim kabul buyurmuştur diyor bu münasebetle de oranın manevi havasını iklimini bir selamla bizi takip eden kardeşlerime iletiyorum. Saygılar sunuyorum.  


Dini ve Milli Direncimizi Kaybetmek Milletin Varlığını Tehlikeye Atar

Efendim takdir edersiniz ki biz uzun zamandan beri gerek kitaplarımızda gerek sohbetlerimizde gerekse televizyon konuşmalarımızda bu konu hakkında görüşlerimizi beyan ettik. Ne derece mahsurlar doğurduğunu ifade etmeye çalıştık. Ben her şeyden evvel bir hususun altını çizerek bu mevzuya girmek istiyorum. Hadiseler her ne kadar dini gibi de görülüyorsa hattı zatında bu olaylar Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı organizeli bir fiilin tezahürüdür. Yani hedef Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve bu aziz vatandır. Efendim tabi bugün savaş şekilleri kabul etsek de etmesek de değişmiştir. Kaldı ki bu harp tarzı, savaş tarzı Osmanlı İmparatorluğu döneminden, yani 1750 yıllar sonrasında zamanımıza kadar çok faturasını ödediğimiz bir savaş tarzıdır. Yani bunu bizim çok iyi görüp edebilmemiz lazım. Bunu tespitten sonra, beyanından sonra ikinci bir hususu arz etmek istiyorum. Şimdi bir milletin manevi değerleri vardır, milli değerleri vardır. Bu değerler o milletin direncidir. Siz bu direnci ortadan kaldırdığınız zaman müdafaa veya taarruz gücünüzü yok edersiniz. Yani “niçin bir başkasıyla aranızdaki farkı koruyayım” dersin. “Sebep ne? Yani ben bunu korumama gerek yok.” Bu direnç yok olduğu zaman milletin birey olma düşünceci de yok olur. Efendim tarihte bunun çok örnekleri vardır. Bu oyun Osmanlı'dan evvel Endülüs'te oynanmıştır ve tutmuştur. 800 küsur sene süren Endülüs İmparatorluğu'nun hayatı bu anlayışın vahim bir neticesi olarak sona ermiştir. Çok basit mütalaalar, müzakerelerle bu tartışma başladı. Efendim, yani tabiri caizse, “Şu yenir mi, bu yenir mi?” tartışmasıyla, neden yenmesin? Olay başlıyor. “E canım biz bunların kızlarını alsak ne olur ki?” Ondan sonra, “Versek ne olur ki?” Efendim mütalaasına, müzakeresine kadar iş gidiyor. Neticede işte hepimizin bildiği gibi koskocaman bir Endülüs yok oluyor, imparatorluk yok oluyor. Efendim hatta o zaman Yahudi tacirlerin kılığına girer diye o zaman Müslümanlar, Batılı İspanyollar kalkıyorlar oradaki Müslümanları ve Yahudileri katlediyorlar; çok enteresandır. Daha evvel bu Batılı insanların çoğu o Endülüslerin yanında hizmetçi, tarlasında efendime söyleyeyim çalışan bir çiftçi, bir işçiydi. Ama sonunda öyle bir kılıkla, öyle bir kıyafetle Endülüslünün karşısına çıktı ki yani, “Dünkü insan mıdır?” demek zor belki de imkânsız oldu. Tabii zehiri size takdim eden insan, süslü tabaklarda takdim ediyor. Onu görmeniz çok zor. “Bu zehirdir” demeniz çok zor. Aynı oyun İmparatorluk döneminde, Ortadoğu'da yani bugünkü İslam âleminde biz Türklere karşı oynanmıştır. Çok enteresandır. Mesela Ürdün Kralı Hüseyin'in dedesi olan Şerif Hüseyin bin Ali misyonerler bilhassa İngiliz misyonerler tarafından hazırlanıyor. Neden: “Hilafet sizin hakkınız değildir. Siz peygamber soyundan necip bir milletsiniz, insansınız. Halife olmak sizin tabi hakkınızdır.” Sureti haktan görünmek sureti ile Şerif Hüseyin’i ki bu adama Osmanlı'nın yapmadığı hayır, yapmadığı iyilik, vermediği kalmamıştı. Ama demek koltuk, makam, insanı bazı noktada öyle bir gözünü kapatıyor, onu kör ediyor ki; işte o hırs, makam hırsı o yapılan iyiliklerin hiçbirini ona göstermedi. Çok enteresandır. Osmanlı'ya karşı onu çıkardı ve Osmanlı'nın Hicaz bölgesinden çıkarılması, ayrılması İngilizlerin yaptığı askeri çıkarmayla; Şerif Hüseyin'in ittifakı Osmanlı'nın o topraklardan tecrit edilmesine, çıkarılmasına sebep olmuştur. Basit iddialarla işe başladılar ilk zamanlar. Bedevi Arapları devreye koydular, şehirli Arapları devreye koyamadılar. Zira şehirde oturan Araplar Osmanlı'ya hayrandı. Düşünebiliyor musunuz? Medine-i Münevvere ‘de öyle bir hürmet, öyle bir saygı, öyle bir muhabbet Araplara besleniyordu ki, Araplar hayret ediyordu. Osmanlı çok nazik bir millet, nezafet ehli bir millet. Sebebine gelince “bu nesilden peygamber çıktı” diyor. Onun için ben bunun hakkını korumak ve kollamak mecburiyetindeyim. O bakımdan Medineli bize taraf oldu ama gel gör ki çölde yaşayan Bedevi Arap bu nezaketten uzak olduğu için çok rahat misyonerlerin kandırmasına geldi. Bu iş için adamlar yani İngilizler bir bakanlık tahsis ettiler. Ve o bakanlığın hazırladıkları projeleri hayata geçirdiler. Şimdi olay çok uzun. Bendeniz bir eser yazdım. İnşallah yakında arz edeceğim onu. Çok müdellel yani böyle afaki hiçbir şey yok, haşa iftira da yok yani kendi ağızlarından. Diğer taraftan Şerif Hüseyin tam başarıya gittiği an diyor İngiliz ki, “bu adam” diyor, “kendisini besleyen insanı yok etti. Bizi de yok etmeye çalışacak.” Daha evvel hazırladığı Vehhabilik ile gündeme getirdiği bir kabileyi devreye sokuyor. Vehhabilelik devreye sokuyor, ismi kalsın. Çok enteresandır; onlar da Şerif Hüseyin'i devreden çıkartıyor. Bu sefer Şerif Hüseyin yaptığı ihanetin, cinâyetin vahametini anlıyor ama iş işten geçiyor. Şimdi burada da olaylar çok basit teknikle gündem edildi. Neden başlanıldı biliyor musun? “Bu hadis zayıftır. Bu hadis metni efendim mütevâtirdir, bu sahihtir. Bu şudur budur…” Yani çok basit şeylerle. “Bu peygamberin yaptığına uygundur veya değildir” gibi o günün şartlarında mütalaalar müzakereler ortaya atılmış. İfade edebildim mi? Ama ne oldu bunun sonunda? O direnç kayboldu. Direnç kaybolunca Osmanlı'nın yanındaki insan niçin savaşacağını bilemedi. Anlatabiliyor muyum? Şimdi Allah korusun düşünebiliyor musun genç Türk nesli neden savaşacağını bilemeden cepheye gittiğini düşün. Yani o direncin kaybolduğunu sen bir düşün. Allah korusun. Bunu hiçbir meydan muharebesinde cesur, atılgan, hakkını müdafaa eden ve kartal gibi dalışlar yapan bir insan olarak göremezsin. Bir cengâver olarak göremezsin. Pasifize edilmiş, adeta eroinle uyuşturulmuş, afyonla uyuşturulmuş bir varlık karşınıza çıkar. Birinci etapta bu şey görüyoruz, bu tehlikeyi görüyoruz. Bu dini değerlerle, oynamanın, milli değerlerle, oynamanın faturasını hiç kimse ödeyemez. Sonra işin bir başka garip tarafı. Bunlar Türkiye'de organize edilmiyor. Her ne kadar bizim televizyonlarda, ekranlarda karşımıza çıkıyorsa da bu iddialar burada organize edilmiyor. Anlatabildim mi? Bunu dilerseniz çok daha müdellel bir programımızda izah edebiliriz. Şimdi adam tartışmaya açıyor. Neyi? Kurbanı. Ya bir mazi, yani bu kadar mazi, bu kadar mezhep, bu kadar insan, hayat boyu yanılmış, sen burada isabet kaydetmişsin. Bu mümkün mü? Bu tabii korkunç bir iftira. 

Namazda Kıraat Farzdır ve Bu Kur’an’ın Aslıyla Mümkündür

Bir arkadaşla sohbet ediyoruz bana, “Türkçe namaz kılınmaz mı?” Dedim, “sen ibadet mi yapmak istiyorsun?” Durdu. “Senin bütün ibadetin her dilden kabuldür, yap dedim.” Senin derdin ibadet yapmak değil ki kardeşim ya. İbadet yapan insanın böyle bir problemi yok. Zaten böyle bir dava yok. İbadet derken namaz kastediliyor. Zaten namazın dili orada kıraat farzdır. Yani namazda kıraat farzdır. Farz olan kıraat şu veya bu dille okunabilir mi? Okunur veya okunmaz. Bu ayrı bir tartışma efendime söyleyeyim. Bu efendim ulemanın kendi beyninde. Ama aynı soruyu bana sorsanız bir başka dille okunamaz. Neden? Çünkü kıraat farz. Neyin kıraatı farz? Kur'an'ın kıraatı farz. Eğer Cenâb-ı Hak “Kur'an'dan anladığınızın okunması farzdı” denmiş olsaydı, o zaman bizim okuduğumuz Kur'an, Kur'an olurdu. Türkçe, bir başka dilden okuduğumuz Kur'an olurdu. Neden Kur'an olurdu? Şimdi tercüme Kur'an'ın kendisi değildir. Ya Kur'an'dan anladığıdır mütercime? Ne anlıyorsa odur. Ama anladığı şey bizzat o Kur'an'da değildir. O bakımdan, yani burada çok ciddi incelikler var. O bakımdan bu iş olmaz. Ama sen farklı bir dille, namazın dışında taatte ibadette bulunmak istiyorsun. Önüne zaten kimse çıkmıyor ki. “Yap” deniliyor. Ben şimdi ondan da vazgeçtim. Namaz mı kılacaksın? Türkçe kıl. Kılmak için değil ki bu iddia. İzah edebildim mi? Senaryoyu hazırlayanlar, farklı insanlar, sahneye koyanlar bizim arkadaşlarımız. Üzüldüğüm nokta bu. Yani oyunu hazırlayan da bizimkiler olsa diyeceğiz ki “bilerek yapıyoruz.” Maalesef biz figüran ve oynayan aktör oluyoruz bu işleri. Bizi dinleyen kardeşlerimizin bilhassa bu konuda ısrarla düşünmelerini ben tavsiye ediyorum. Ve de bu tarz bir düşünceyle hakikatleri çok da rahat görebileceğimizi zannediyorum. Kur'an'ın biliyorsunuz, Arapça sıfatıdır; “Kur'ânen arabiyyen.” Bir tane, iki tane âyettir, birçok âyet-i kerime var. “Arapça Kur'an” diye Cenâb-ı Hak tarif ediyor. Dolayısıyla Arapça Kur'an'ın sıfatı oluyor. Yani o dil Kur'an'ın sıfatı oluyor. Efendim o bakımdan emir de o dille okunmasıdır yani. Aksi takdirde sıfatı ortadan kaldırıyorsun. Binaenaleyh yani siz dediniz de ben izahını ondan girdim. Olay bundan ibarettir efendim. Ama üç, beş gün için okuyacak ona da kimsenin bir şey dediği yok. Bu mevzu ibadet yapmak için bir gayret olsa da, arkadan biz bunu yapacağımız şeklinde, tarzında olsa bu aynı zamanda bir de fazilettir yani. İfade edebildin mi? “O boşluğu kendi anlayışıyla dolduruyor” dersin. Ama bu değil. Yani üzüm yemek değil. Bağcıyı dövmek gibi bir şey. 

Kurbandaki Asıl Maksat, İnsanın Canını Allah Yoluna Teslim Etmesidir

Bunu birkaç defa zikretmemiz lazım. Yani cana mukabil oluyor değil mi? Yani canımızın karşılığında biz bir hayvanı kurban ediyoruz.  Şimdi efendim kurbanın vücubiyeti hicretin ikinci senesinde olmuştur. Cenâb-ı Peygamber Efendimiz yanılmıyorsam bu duruma göre 7-8 defa kurban kesmiştir. Ben çocukluğumdan beri bu İslami ilim dallarında ihtisas sahibi olmama rağmen buna gerek olmadan bildiğim bir husus vardır ki, çocukluk yaştan itibaren bizim insanımız Kevser Suresini hocalardan duymuştur. Yani duymaması mümkün değil. Bayram namazına gitmiş duymuştur, Cuma namazına gitmiş duymuştur, sohbette duymuştur. Bu Sure-i Celile'nin manası, “Fesalli lirabbike venhar. İnne şanieke hüvel'ebter.”(Kevser Suresi) Buradaki “venhar” kelimesi emirdir, Peygamber Aleyhisselam Efendimize ve ümmetine Kurban kesmeyi Cenâb-ı Hak “Namaz kıl ve kurban kes” emirdir. Dolayısıyla bunu, işte “bu hususta âyet yoktur”, “bu hususta hadis yoktur” gibi iddialar ve de ifadeler bence hakikati bilmemekten değil, bilakis onu gizlemekten kaynaklanıyor. Yani hele akademik bir insanın, akademisyen olan bir zâtın bundan haberi olmaması benim kanaati şahsiyem o ki mümkün değil. Olmadığına göre o zaman bir hakikat setrediliyor, gizleniyor demek, bu böyle. İkincisi, zaten bu konuda bir tane âyet de yok, bir tane hadis-i şerif de yok.  Kurban esasen bir insanın mal varlığının karşılığı değildir, ya, canının karşılığıdır. Ve âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak Hz. İsmail'in efendime söyleyeyim kurban edilmesini Hz. İbrahim'den istiyor. Dikkat ederseniz tarihçesinden hocamız bahiste. Dolayısıyla bu ne olmuş oluyor? Hz. İsmail kurban edilmedi, Hz. Cebrail'in hediye ettiği koç, yani koyun kurban edildi. Yani kurbandaki asıl maksat insanın canını hak yola Allah yoluna teslim etmesi manası taşıyor. Peki, kestiğimiz kurbanla bunu nasıl alakalandırabiliyoruz? Şimdi kesilen kurbanın dikkat ederseniz. “Mümkünse insan kurbanını kendi kessin.” Bakınız o kurban kesilme anında hayvanın can verişi, eğer ibret gözüyle onu kesen insan hadiseye bakar, ders alırsa çok şey görecek orada. Hayatın bir anda bitebileceğini, nefsinin taşıdığı bütün kirlerin o hayvandan boşalan kan gibi tezkiye edileceğini. Şimdi o anda siz ne kadar gaddar bir varlık olursanız olun, fevkalade bir merhamete bürünüyorsunuz. Bu Allah'ın bir tecellisidir. Ama o bir yaşayıştır, bir haldir. Onu başka bir zamanda, başka bir zeminde bulmanız hiç ama hiç mümkün değil. Yani kurbanın bu şeysi esasen insanın taşıdığı itikatla, inançla alakalı bir olay. Onun için bakın âyet-i kerimede siz âyetle beraber, hadisle beraber bu işi izah edin dediniz. “İbadet değil” diyen arkadaşlarımızın bunu bilmemesini ben tahmin etmiyorum. Hac suresinin 37. âyet-i kerimesinde, “Onların ne etleri, ne de kanları Allah'a ulaşır.” (Hac Suresi, 37. Ayet) Yani kestiğiniz kurbanın eti kanı Allah'a ulaşmaz. Mesela burada infak etmek için değil, bir başka nükte var. Değil mi? O nükte ne? “Size verdiği fakat ona sadece sizin takvanız ulaşır.” (Hac Suresi, 37. Ayet) Ne eti, ne kanı Allah'a ulaşmaz. Ne ulaşır? Takvanız yani Allah'tan korkmanız. Demek siz kurbanı, kurban etmenizin asıl maksadı Allah'tan korkmanızdır, muttaki olmanızdır. Âyet onu beyan ediyor. Diğer bir husus, “Size verdiği hidayetten ve bu hayvanlara sahip kılmasından dolayı Allah'ı büyük tanımanız içindir ki, o bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi.” (Hac Suresi, 37. Ayet) Aynı zamanda siz bu hayvanlardan da istifade ediyorsunuz manası. Yani hem o takvayla Allah'ı razı ediyorsun, memnun ediyorsun. Memnuniyetine mukabil de Cenâb-ı Hak sana ondan ikram ediyor yani, bundan da istifade ediyorsunuz. Değil mi?   Evet. Ey Muhammed, güzel davrananlara müjdele” âyet-i kerimesi. (Hac Suresi, 37. Ayet)  Şimdi yani “bu bir ibadet değildir.” Bu söz mü ya? Peki, biz bu âyeti nereye koyacağız o zaman? Yine bir başka âyet-i kerime. “Her kim Allah'ın hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz ki bu kalplerinin takvasındandır” bu Allah'ın hükmü.( Hac Suresi, 32. Ayet) 

Âyetlere devam edeceğim ama o çok mühim. Mesela bazı mezheplere göre kurban Sünnet-i Müekkededir. Bizim mezhebimize göre, Hanefi mezhebine göre de vaciptir. Burada tabi usul bakımından bir algılama var. Gerek vacip olsun, gerekse sünnet olsun, bizim mezhebimizdeki vaciple diğer mezheplerdeki Sünnet-i Müekkede kelimesi aslında eş anlamlıdır. Neden diyeceksiniz? Şundan: Şimdi bizde vücubiyetinin nedeni şu: Cenâb-ı Hak, gerek Kevser Suresi’nde, gerek bu âyette, diğer âyetlerde böyle bir şeyin yapılmasını kullarına beyan ediyor. Âyet-i Kerime’de beyan edilen, bize emredilen hususun peygamber tarafından icrası bizim mezhebimize göre nedir? Vaciptir. Eğer âyet olmadan yapılmış olsaydı peygamber tarafından sünnet olurdu. Diğer mezheplerde ise âyette mevcut olduğu için peygamber tarafından yapılmış olması, vacip değil, sünnettir ama Müekkede Sünnettir. Yani peygamberin hiç terk etmediği sünnettir. İzah edebildin mi? Yani birisi âyet kökenli hükme “Vacip” diyor, diğeri âyet kökenli hükme “Sünnet-i Müekkede” diyor. Yani bu bir ifade tarzıdır. Ne Sünnet-i Müekkede terkedilir, neden vacip terkedilir. İşin özü de budur. Değil mi efendim? Olay bu. Şimdi bir başka âyet-i kerime yani gerek Sünnet-i Müekkede olsun, gerekse vacip olsun her iki manada da Allah'ın Resulünün bu ibadeti bu taatı ifası manasına gelir. 


Kurban, Allah’a Takvanın ve Teslimiyetin İfadesidir

Şimdi bir başka âyet-i kerime, “Her kim Allah'ın hükümlerine saygı gösterirse şüphesiz bu kalplerin takvasındandır.”( Hac Suresi, 32. Ayet)   Yani siz bu emredilenleri yapıyorsanız, muttaki olduğunuz için, kalbinizde Allah korkusu yer ettiği içindir. Yine bir başka âyet-i kerime, “Onlarda kurbanlık hayvanlarda sizin için belli bir süreye kadar birtakım yararlar vardır.” (Hac Suresi, 33. Ayet) Demek kurbanlık hayvanlarda da Müslümanlar için neler var? Yararlar, faydalar var. Yine bir âyet-i kerimede, “Biz her ümmete kurban kesmeyi uygun hayvan ve cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine, Allah'ın adına ansınlar diye kurban kesmeyi gerekli kıldık.” (Hac Suresi, 34. Ayet)  Kim diyor bunu? Cenâb-ı Hak diyor. Yani verdiklerimizden kurban kesmelerini gerekli kıldık. Evet, “İlahınız tek bir ilahtır, öyleyse ona teslim olun. Ey Muhammed, o ihlaslı ve mütevazı insanlara müjdele.” (Hac Suresi, 34. Ayet) Demek ki ihlas sahibi insanın yaptığı amel kurban kesmektir. Kurban kesene de ne diyor Allah? “Ona müjdele Muhammed'im” diyor. “O ihlas sahibidir.” Evet, yine bir âyeti kerimede, “Biz büyükbaş hayvanları da sizin için Allah'ın işaretlerinden kıldık. Onlarda, kurbanlıklarda sizin için hayır vardır.” (Hac Suresi, 36. Ayet)  Yani kurbanlıklarda hayır var. “Şu halde onlar ayakları üzerinde dururken üzerlerine Allah'ın ismini anınız.” (Hac Suresi, 36. Ayet)  Kurban ediniz yani Allah adıyla kurban edin onları, başka bir şey için değil. “Yan üstü yere düştüklerinde ise artık canı çıkmış olacağından onlardan hem kendiniz yiyin, hem de ihtiyacınızı gizleyin, gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte bu kurbanlık hayvanları biz şükrederseniz diye size istifadeniz için verdik” diyor Allah. (Hac Suresi, 36. Ayet)  Hem ibadet oluyor, hem de bu ibadetin mukabili yaptığınız işler için size bir rızık oluyor. Ne? Kurban. Bu konuda dilerseniz birkaç tane de hadis okuyarak hani, “İbadet değildir”, “İbadet midir?”, “Değil midir?” Kaynağı eğer Kur'an'dan Resulullah’ın sünnetindense bu ibadet olmayacak da ne olacak ben bunu anlayamadım. 
Bunlar nedir acaba? Evet, şimdi hadis-i şerifte “Âdemoğlunun Kurban Bayramı günü yapmış olduğu amellerde aziz ve celil olan Allah katında kan akıtmasından daha sevimlisi yoktur.” Yani kurban kesmesinden daha sevimli şey yoktur. “O kurban, boynuzları ve tırnakları ile mahşer yerine gelir” Kurban ettiği hayvan mahşer yerine gelir. “Kanı toprağa düşmeden Allah-u Teâlâ’nın dilediği yerde muhafaza edilir.” Yani o hayvan muhafaza ediliyor, “Onunla nefsinizi tezkiye edin, onu güzel kesin.” Orada da edep sahibi olmak lazım yani herhangi bir hayvanı boğazlamıyorsun. “Senin canına mukabil olan hayvanı nezaket ve nezafetle boğazla ki, yarın senin sırattan geçmen kolaylaşsın” manasıdır. Yine bir başka hadis-i şerifte, “Kurbanın derisindeki her tüy sayısınca size sevap var”, her tüy sayısınca. “Kanının her damlası kadar mükâfat var”, her damlası kadar da kanının mükâfat var. “Ve o sizin mizanıza konur, müjdeler olsun.” “Yarın terazi mizanda sizin mizanıza konacak, size müjdeler olsun” diyor Cenâb-ı Peygamber Efendimiz, İbni Macide. “Kurbanlarınıza iyi bakın, zira onlar kıyamet günü binitlerinizdir.” Ne demektir, binit nedir? Sırattan sizi geçirecek olan yani uçağınızdır, otobüsünüzdür, füzenizdir. Bunlara bineceğiz biz. “Canım öyle şey mi olur?” “Oğlum bu bir inançtır, itikattır. Bu matematik problemi değildir ki, iki çarpı iki eşittir, dört etsin bunu sana ispat edeyim.” İnandın, amel ettin mi, kalbin onu ispat eder. İnancın ispatı ameldir, ibadettir. Yapmadın mı kör kütük olursun. Hiçbir şey anlamazsın. “O nedir?” “Bu nedir?” sormaya başlarsın. Cenâb-ı Peygamberimiz ne buyuruyor. “Maddi durumu iyi olduğu halde, kurban kesmeyenler bizim namazgâhımıza yaklaşmasın.” Sen şimdi bu hadis-i şerif ortadayken kurban kesmek, efendim “kurban bayramında kurban şöleni var, et şöleni var, kavurma şöleni var” gibi lafları etmen sana ilim adına yakışmaz. Allah senin dilini kurutur, belanı verir. Diye özetleyebiliriz. Bu konuda bilmiyorum daha başka şeyi izah etmeye gerek var mı? 

Sünnet, Kur'an'ın Hayata Geçiş Şeklidir ve İnkârı Mümkün Değildir

Bu vücubiyet konusu, buradaki vücubiyet konusu ve Sünnet-i Müekkede diğer mezheplerde Müekked Sünnettir. Konusu aşağı yukarı tatbikat uygulama bakımından aynıdır. Binaenaleyh Sünnet-i Müekkede de olsa neticede yapacağın şey kurban kesmektir, vacip de olsa yapacağın şey kurban kesmektir. Ben buradaki espriyi ortaya koydum. Bize göre eğer âyet-i kerimede bir şey beyan ediliyor emrediyorsa ve Cenâb-ı Peygamber Efendimiz farz olmayan bu emri yerine getiriyorsa bu vaciptir. Hayır diğer mezheplere göre emredilmeyen ve fakat Peygamberin sünneti olan Allah'ın beyanı icra edildiği zaman bu Sünnet-i Müekkede’dir. Aradaki fark budur onu anlattım ben. Yani ikisi de aynı şeydir. Yani bu usul bakımındandır yoksa bu ibadeti ifa ve eda bakımından değil. Usul bakımından. Usulen bir tanesi “Müekked Sünnet” demiş, bir tanesi “vacip” demiş. Bir şey yok arada.
Şimdi efendim esasen Kur'an'ın yansımasıdır Sünnet-i Seniyye. Sünnet dışa yansımasıdır. Biz zaten sünnetlerden hareketle Allah'ın maksadını ancak anlayabiliriz. Sünneti inkâr eden insan Allah korusun Kur'an'ı anlaması hiç ama hiç mümkün değildir. O zaman nefsini devreye koyacak Kur'an'ın âyetlerini de inkâr edecektir. Bu devamlı böyle olmuştur. Dediğimiz gibi bir şeyden başlanmış, kendisine göre bir ufak bir meseleden başlanmış; olay gittikçe büyümüş neticede mevzunun inkârına kadar varılmıştır. Yani tarih boyu bu böyle olmuştur. Sünnet Kur'an'ın açılımıdır. Sünnet Kur'an'ın hayata geçiş tarzıdır. İzah edebildin mi? Şimdi sen yok saydığın zaman o zaman Kur'an'ı devreden çıkartıyorsun. Sünneti devreden çıkardın mı, sen ne anlarsın Kur'an'dan? Kur'an'ı anlayan Allah'ın sevgilisidir. Yani Peygamber Aleyhisselam Efendimizin anlamadığı Kur'an'ı sen anlayacaksın. Hiç mantığınız bunu kabul ediyor mu? Ne demektir sünnet? Kur'an'ın anladığı Muhammed hayatı, Hz. Muhammed hayatı. Kur'an'ı nasıl anlamışsa onu Allah'ın sevgilisi olduğu gibi hayata geçirmiştir. Şimdi “ben bunu kabul etmiyorum” demen ne demektir? “Hz. Muhammed'in anlayıp algıladığı Kur'an'ı ben kabul etmiyorum” demektir. Bu hem dolaylı, hem direk hem Peygamberi hem Kur'an'ı inkârdır. Hiç ikisi biri bunun yoktur. Anlatabildim mi? Bu insana doğrudan doğruya küfre getirir. Hiç tereddüdünüz olmasın. Yok, “o öyle dedi, bu böyle dedi…” Hadi oradan sen kim oluyorsun, sen nesin? Bunun mizahı bu. Bu kadar kâfi zannederim.


Milli Değerlerimiz Akaidimize Dayanır

Bizim değerlerimizin tamamı temel itibariyle akaidimize oturmuştur, akaidimizden kaynaklanıyor. Milli değerlerimizin tamamı akaidimizden kaynaklanıyor. Dikkat ederseniz bayraktı, sancaktı, askerdi, güçtü, kuvvetti, vatandı, devletti hep bunlar bizim itikat esaslarımızın içerisinde olan değerlerimizdir. Ama aynı zamanda Evamir-i İlahiyedir. “Hubbül vatan minel iman.” Bakınız, “bayrak, sancak” diyorsunuz sevgili Peygamberimizin sahabesine verdiği, işaret ettiği sünnetlerdendir bunlar. Hangisine el atarsanız işin temelinde dini bir motif buluyorsunuz, bir emir buluyorsunuz. Siz bir tanesini silkelediğiniz zaman diğeri düşüyor. Yani hepsi birden dökülüyor. Binaenaleyh millet olarak biz bunların tamamına sahip çıkacağız. O bakımdan bendenizin kanaati şudur; dini bütünlüğümüz aynı zamanda milli bütünlüğümüzdür. Veya bunun tersi, milli bütünlüğümüz aynı zamanda dini bütünlüğümüzdür. Şimdi bunların ögeleriyle oynadığınız zaman millet diye bir şey karşınızda bulamazsınız. O direnç var ya, direnç sizi düşmana karşı güçlü kılan o direnç elinizden yok olur. Ayağınız altından çekilir, alınır ve varlığınızı, varlık sebebinizi izah edemezsiniz, kendi varlık sebebini izah edemeyen insan veya asker nasıl düşmana karşı mukavemet olabilir ki? Onun için diyorum bu tip tartışmalara girmenin hiçbir zaman ne dini, ne de milli boyutu vardır. Hiçbir şeye faydası olmaz, tamamen zararı vardır. Bizi takip eden kardeşlerimize esasen bu mevzular da değil mütalaa müzakere âcizane dinlememelerini tavsiye ediyorum. Çünkü onların imanları o kadar taze, o kadar mükemmel ekmelidir ki; ona bir leke gelsin ben şahsen istemiyorum. Bizi bu saatte böyle hayırla takip edip seyreden kardeşlerimize tekrar o güzel mukaddes toprakların, sıcak hava havasıyla maneviyat dolu selamlarını hürmetlerimi de arz ediyorum efendim. 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir