
Neler Okuyacaksınız
Allah ile Kul Arasındaki İrtibat Yaratılış ile Başlar, Sonsuza Dek Devam Eder
Şimdi Allah ile kullar arasındaki alaka ilgi, Eles Meclisi’nde Cenâb-ı Hakk’ın ruhları halk etmesiyle başlıyor ve onlara, “Elestu birabbikum”, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Arâf Suresi, 172. Ayet) Kalu dediler ki, “Bela evet, sen bizim Rabbimizsin” Allah ile kul arasındaki münasebet, irtibat o mecliste başlar, daha doğrusu yaratılışı ile başlar. Efendim sonsuz devam edecektir, şu anda devam ediyor, sonsuza dek de devam edecektir. Tabi ruhun hakikati hakkında insanoğlu ciddi araştırmaları yapmış, “Nedir bu?” diye sormuştur. Dikkat ederseniz biyolojik olarak ruhun tarifi ile psikolojik ve felsefi olarak ruhun tarifleri aynı şeyler değildir. Buda ruhun farklı farklı varlık oluşundan değil, insanın ruh hakkındaki bilgisinin noksan oluşundan kaynaklanıyor. Felsefeciler ruha farklı bir mana yüklerler, psikologlar daha farklı izah ederler. İşin fizik boyutunda hareket eden ilim adamları ise ruhu daha farklı anlatırlar veya tarif ederler. Bendeniz biraz da psikoloji dersi verdiğim için meselenin mahiyetini bildiğimden konuşuyorum. İslam ile İslam'daki ruhun tarifi ile efendim müspet ilmin tarifi arasında dağlar kadar da fark vardır. Evvel emirde o noktaya geçmeden şu husus hemen belirtmemizde fayda var. İnsanın aslı nedir? Cenâb-ı Hak Âdem Aleyhisselam efendimizin yaratılışından bahsederken, “ona ben kendi ruhumdan üfledim, nefha ettim.” Şimdi Hz. Âdem’de olan nefha-i ilahi yani ruh-i ilahi her insanda mevcuttur. Hayat dediğimiz zaman hatıra gelen de Allah'ın nefhası olan o ruhtur. Beden içerisindeki tasarrufu hayattır. Bu beden, organizmayı terkide ölümdür.
Beden, Ruhun Kalıbı ya da Onu Gizleyen Miğferdir
Şimdi bazen biz ölümden çok endişe eder ve korkarız. Hayatı çok sever ve de “bunsuz olamayız” diye kendi kendimizde birtakım zanlarda bulunuruz. Hâlbuki hayat dediğimiz olay bu organizmada, beden organizmasında ruhun tasarrufudur. Bizim aslımız beden ülkemiz değildir. Beden, hattı zatında insanın efendim kullandığı bir karoserdir. Ruhun kalıbıdır, ruhu gizleyen veyahut da ruha miğferlik yapan bir surdur, bir kaledir. Ama hakikatte ben dediğimiz insan nefha-i ilahi olan ruhumuzdur, ruhtur. Şimdi peki ruh nedir? İşte bu et ve kemikten ayrı ve ona hayat veren bir cevher olması münasebetiyle de şimdi bunun tarifi çok zor ve de imkânsız oluyor. Tarih boyu insanlar hep bunu araştırmışlar. “Nedir?” “Ruh nedir?” Hatta Peygamber Aleyhisselam efendimize geliyor inanmamış, daha doğrusu ehli kitabı olan bazı insanlar Resulullah’ı denemek için “eğer bu peygamberse ruhun mahiyetini bilmesi lazım, veyahut da hakkında bize bilgi vermesi lazım.” Peygamberimize soruyorlar: “Ya Muhammed o halde söyle, madem sen bir Resulsün, Nebisin; ruhu anlat bize.” Peygamber Aleyhisselam efendimiz düşünüyor diyor ki, “ben bu hususta bilgim yok, size bilgi veremeyeceğim.” Bakıyor gelenler ki hakikaten dediği doğru. Yani bir insanın insan olarak, insani yönüyle bu cevher hakkında malumat sahibi olması mümkün değil. Kitap ehli oldukları için de ruhun mahiyetini bilen insanlar. Bilahare Cenâb-ı Hak onlara cevap versin diye, Hz. Cebrail’i indiriyor. “Veyes-elûneke ‘ani-rrûh kuli-rrûhu min emri rabbî vemâ ûtîtum mine-l’ilmi illâ kalîlâ” “Muhammed'im sana ruhtan soruyorlar de ki: 'Allah'ın emridir ve bu hususta size çok az bir bilgi verilmiştir.'” (İsra Suresi, 85. Ayet) Bu tabi ayet nazil olunca kitap ehli olanlar bu cevap karşısında hayretler içerisinde kalıyorlar ve “doğru” diyorlar. Şimdi gerçekten de ruhun mahiyeti hakkında az evvel de söylediğim gibi psikologlar farklı konuşurlar, pedagoglar farklı konuşurlar, filozoflar farklı konuşurlar, fizikçiler farklı ifade ederler. Ama asıl işin ifade boyutu ise Cenâb-ı Hakk'a ait olan nefha-i ilahi olmasıdır. Bu münasebetle onun tanınması zor belki de imkânsızdır. Ne kadar tanınabilir? Allah'ın onu tanıttığı kadar insan ancak ruhunu tanıyabilir. Bu münasebette Peygamberimiz de, “Men arefe nefsehû fekad arefe rabbehû” “Yani o ruhun tanınması aynı zamanda Allah'ın tanınmasıdır.” Kim diyor? Cenâb-ı Peygamberimiz. Nefsini yani burada ruhunu tanırsa Allah'ı tanımış olur. Tabii İslami manada ruhun tanınma metotları vardır, yolları vardır. Bu yollar da ubudiyet yoludur, taat yoludur. İnsan aslında göründüğü, tahlil edildiği gibi fiziki yönü olmakla birlikte asıl insani yönü veçhesi iç tabiatıdır, iç âlemidir, kalp âlemidir, ruh dünyasıdır. Onun iç tabiatındaki organların yani gönül dünyası dediğimiz, ruh dünyası dediğimiz organlarının çalışması lazım ki insanoğlu bazı hakikatleri kavrayabilsin. O dünya çalışmadığı müddetçe Allah'la insan arasındaki perdelerin efendim arasında, insan arasında kaldığı müddetçe birçok hakikati kavraması zor belki de imkânsızdır.
Allah'ı Tanımak, Ona Kalp Yoluyla Yürümekle Mümkündür
Şimdi mesela bize soruluyor işte ahiret nedir, melek nedir, cin nedir? Bütün bunlar sorulduğu zaman dikkat ederseniz bunlar gaybi varlıklardır. Ahiret dediğimiz âlem, dünya gaybi ait bir dünyadır. Efendimize söyleyeyim cin dediğimiz âlem cinler âlemi bize göre meçhul, gayb bir âlemdir. Melekler âlemi, melekût âlemi, bunlar gaybidir. Peki, bunlarla bu dünya ile bizim insan olarak irtibatımız var mı? El cevap, var. Ama hangi yönümüzde var? İşte orası mühim. Bizim onlarla ruh yönümüzde alakamız ve de ilgimiz var. Fizik olarak, fizyolojik olarak onlarla hiçbir alakamız ve de ilgimiz yoktur. Kendi kalp dünyasıyla alakasını kuramamış insanların dikkat ederseniz ahiret hakkında, cinler hakkında, melekler hakkında, cennet hakkında, kısaca manevi varlıklar hakkında itikadı, itimadı yoktur. Şimdi aslında o ona göre bir özürdür veya ona göre bir başka manada körlüktür. Bu yok olduğu için değil. Kendi iç tabiatındaki kalp gözünü, kalp kulağını, tabiri caizse kalbinin burnunu, dilini çalıştıramadığı için o dünyanın tadını, lezzetini, sesini veya görüntüsünü göremiyor, işitemiyor. Neyi görüyoruz biz gözümüzle? Dış tabiatımızda, gözümüzle, kulağımızla yani maddi organizasyonumuzla, organlarımızla beraber mütalaa müzakere ettiğimiz âlemi görüyoruz. İşte insan bu dış tabiatıyla ancak fiziki âlem ile irtibat kurar. Bu ise Allah'ın bu fizik âlemi ise Cenâb-ı Hakk'ın nesidir? Halk ettiği bir mahlûkudur. Allah ile irtibat kurabilmesi için insanın o âlemi de aşması lazım, aklın da ötesine geçmesi lazım. Eskiler buna “aklın verası” derler, yani “aklın ötesi.” Siz Allah ile alakanızın devam etmesini istiyor ve teminle çalışıyor iseniz aklınızın ötesine geçmeniz lazım. Çünkü Cenâb-ı Hak aklı ihata eden, kuşatan bir güç, bir varlık. Hâlbuki siz aklınızla aklın kuşattığı varlıkları inceleyebiliyorsunuz. Tabir-i caizse akıl avucunun içerisine mahlûku alıyor, varlığı alıyor, onun hakkında deney sahibidir, tecrübe sahibidir, görgü sahibidir vs. Yani organlar bilgiyi veriyor akla, organların verdiği kadarıyla o madde hakkında siz malumat, bilgi sahibi oluyorsunuz. Fakat Allah hakkında bilgi vermiyor, veremiyor ki organlar, kıyas veriyor, kıyas yoluyla. Ne diyor sana? Diyor ki, “bu incir ağacı efendim, şu çiçek mademki vardır, bunu yaratan mutlaka birinin olması lazımdır.” Dikkat ederseniz kıyastır. Direk olarak Allah ile akıl irtibat kuramıyor onun için. Hâlbuki gönül, kalp yani ruh Allah'tan geldiği için ve siz o gözü, onun kulağını, onun gözünü çalıştırdığınız, onunla birlikte Allah'a yürümeye gayret ettiğiniz, miraç etmeye çalıştığınız sure içerisinde irtibat kuruyorsunuz. “Allah” diyorsun, “Ne var kulum” diyor. Bunu bu kulakla duyamıyorsun, kalp kulağıyla duyuyorsun. “Allah” diyorsun, sana nurani tecellilerde bulunuyor, onu seyrediyorsun. Peki, neyle görüyorsun? Bu gözde değil, kalp gözüyle bunu görüyorsun. Onun için kul dediğimiz varlığın, eşref-i mahlûkun, kalp dünyası çalışmalı ki Allah hakkında da bilgisi malumatı olsun, kendisi hakkında bilgisi malumatı olsun. Onunla diyaloğu, alışverişi, arkadaşlığı, dostluğu devam edebilsin. Eğer biz bu devreyi temin edemezsek, devrenin dışında kalırsak, en yüce yaratıcı olan Allah'tan, en fazla şüphe eden biz oluruz. Neden? Çünkü biz kendi iç tabiatımızda Allah'a bakan gözü, Allah'a bakan kulağı, onun tarafına olan tadı körelttik. Ona bakacak göz kalmadı. Kur'an buna ''Hatemallahu ala kulubihim'' “Onların gözüne Allah kör etti” diyor. (Bakara Suresi,7. Ayet) İşte o kör olan gözler Allah'a bakan taraftır. Onun için insan hakikati göremez ve de işitemez. Allah'la diyaloğun devam etmesi, irtibatın devam etmesi o kalp organlarının devamına bağlıdır. Onun için kalp dünyamızı diri tutmamız ve de hak ile beraber olmamız lazım geliyor, o da taat ve ibadetle mümkündür. “Hakk'ı tanımak, onu zikretmek, onu sevmek, ona kalp yoluyla yürümekle mümkündür” diyor.
Kulun Dünyaya Geliş Maksadı İmtihandır
Evet şimdi dilerseniz o zaman Cenâb-ı Hakk'ın hukukuna şöyle biraz bakalım. Allah'ın hukuku kul ile arasında kul mahlûktur, Allah hâliktir. Dolayısıyla yarattığı kul üzerinde her türlü tasarrufa maliktir. Allah istediği gibi kulu üzerinde tasarruf edebilir. Zaten kulun da dünyaya geliş maksadı imtihandır. Yani, “ben insanları denemek için yarattım” diyor. Estauzubillah “Ve ma halaktul cinne vel inse illa li ya'budun.” “İnsanları ve cinleri kulluk için yarattım.”(Zariyat Suresi, 56. Ayet) Biz Allah'ı tanımakla, bulmakla mükellef bir varlığız. Çok programda bunu ifade etmeye çalıştım. Yani eğer biz Cenâb-ı Hakk'ı bulmada bir mükellefiyete malik olmamış olsaydık ya melek olmamız lazım gelirdi yahut da hayvan olmamız lazım gelirdi. Ama hayvan da var, melek de var. O halde bunların ortasında bir varlık olması gerekiyor, o da insandır. İnsan da teklifi kabul eden daha doğrusu mükellef olan bir varlık.
Şimdi mükellef olan varlık dünyaya gelirken bir hakla mı gelmiştir? Yani siz dünyaya hakkınız olduğu için mi geldiniz? Yoksa Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla beraber mi, ihsanıyla beraber mi geldiniz? Bu soruyu sorduğumuz zaman herkes çok iyi bilir ki sadece insan değil, seyrettiğimiz bütün tabiat, bütün âlem var oluşu bir hak sebebiyle değildir. Yani, “biz bir haktan dolayı hakkımız vardı da dünyaya geldik, bu münasebetle Allah da bizi yaratmak mükellefiyetindeydi ve onun için de yarattı” dememiz mümkün değil. Niye? Çünkü Allah mecbur değil bizi yaratmaya. Böyle bir hakkımız yok. Şimdi kulun dünyaya gelme hakkı olmadığı gibi mesela sahip olduğu servete, sıhhate, evlada, hanıma, mülke, mala, rütbeye elde etme hakkı da kendisinde varlığıyla beraber yoktur. Yani Cenâb-ı Hak ona “ben sana şu kadar rütbe vereceğim, mevki vereceğim, servet vereceğim” gibi onu yarattığı için bunları vermek mükellefiyetinde de değil. O da onun gene takdirinde. Yani kul hak ettiği için bu rütbeleri kuluna vermiyor, sıhhati vermiyor. Allah Allah'tır, İlah’tır. O istediği gibi kulun dener, dilediği gibi dener. İster fakir dener, istiyor ki “ben bu kulumu fakir olarak imtihan edeceğim. Bakalım ne yapıyor?” Demiyor mu? “Açlıkla, toklukla, sıhhatle, hastalıkla deneyeceğim sizi” ayet. Deniyor işte. Bazı kullarını hastalıkla deniyor, bazısını mülk ile deniyor, bazısını fakirlikle deniyor. Yani kulun zengin olma gibi bir hakkı olmadığı için, “Niye bana zenginlik vermedin” şeklinde iddiada bulunamaz? Bulunması abestir. Ya bulunsa da ne fark eder? E canım, “filancaya Cenâb-ı Hak şu kadar servet verdi, bu kadar evlat verdi, bu kadar rızık verdi, bana vermedi.” Bunu demeye de hakkı yok. Faraza bir zengin insanı siz düşünün. Gelmiştir bir yerde açmıştır çuvalın ağzını, birine işte yüz milyon, birine beş yüz milyon, birine bir trilyon faraza, dağıttı ve kalktı gitti. Şimdi yüz milyon verilen insan diyebilir mi ki “filan adama bir trilyon verdi de bana yüz milyon verdi, bu haksızlıktır.” diyebilir mi? Diyemez. Niye? Ya bu adam zengindi, geldi hibe hediye yapmak için oturdu şu mekânda, insanlara nazar etti, gönlüne ne coştu hepsine verdi, kalktı gitti. Ha bunu dediği zaman, “niçin bana bu kadar az verdin” dediği zaman Allah onu da elinden alır. Ona ait bir şey yok ortada. Yani lütufta adalet aranmaz. Allah'ın ihsan ettiği lütuflarda lütfu bari de adalet aranmaz.
Adalet nerede aranır? Allah'ın kullarına verdiği malzemelerin sorgulanmasında aranır. Eğer Cenâb-ı Hak bir kuluna on koyun verdi, yüz koyun hesabı sorarsa işte orada adaletsizlik olur. Niye? “Ya bana sen on tane koyun verdin Yüce Rabbim ama yüz tanenin hesabını soruyorsun.” Ha bunu yapmıyor. On koyun verdiğinden onun hesabını, yüz koyun verdiğinden yüzün hesabını istiyor. Onun için adaleti de tamdır.
Hatırıma bir şeye geldi, fıkra geldi. Hazreti Musa döneminde bir çoban. Hazreti Musa Aleyhisselam onun sürüsünün yanında geçerken, “Sen kimsin?” “Ben Resul Musa'yım” diyor. “Öyle mi” diyor? “Ya dua et” diyor, “abi çobanlıktan kurtulalım” diyor. Hazreti Musa diyor ki, “Allah çobanlığını daim etsin” diyor. Çoban kızıyor. “Ya” diyor, “çok” diyor, “bu adam şey çıktı” diyor. “Hâlbuki dua etse” diyor, “Allah onun duasını kabul eder ve bana saray verir, köşk verir, sürü verir, zengin olur.” “Başkasının koyununu, malını bekleyeceğine kendi malımı beklerdim” diyor. Ama iş bu ya, aradan zaman geçiyor. Çoban zengin oluyor. Hanları, hamamları, kervansarayları oluyor. Hazreti Musa da onun oturduğu köşkün önünden geçerken, onu temaşa ediyor, hemen müstahdeme. “Git şu adamı çağır gelsin” diyor. Alıyor huzura. “Ya Musa” diyor “beni tanıdın mı” diyor. “Evet” diyor. “Sen” diyor, “filan dağda” diyor, “çobanlık yapan adam değil misin?” “Evet, oyum ben” diyor. “Ama” diyor, “hatırlıyor musun” diyor. “Ben senden bir dua istemiştim.” Bu esnada da işte peynirdi, zeytin de, ekmek de, çorbaydı neyse kuruluyor ikram için Hazreti Musa'ya. “İstemiştim bir duada onu bile yapmamıştım bana. Demiştin ki: ‘Allah senin çobanlığını daim etsin.’” “Bak şimdi ne kadar servetim var” diyecek yerde tak tak kapı vuruluyor. “Efendim buyur evladım.” İşte, “filan yerden gelen kervanımızın önünü eşkıyalar bastı.” O gidiyor arkasından bir tanesi daha, “işte şöyle oldu, şurada bilmem su taştı, bilmem burada bilmem neresi yıkıldı.” Hazreti Musa taşı gediğine koyuyor ve diyor ki, “Ey çoban” diyor, “seninle ilk karşılaştığımız zaman ne yemiştik” diyor. “Peynir ekmek” diyor, “şu anda da aynı şeyi yiyoruz” diyor. “Onu da huzur içinde yiyemiyorsun. Dün de çobandın bugün de çobansın. Dün 50 tane koyunun çobanlığını Allah verdi sana, şimdi de bu kadar mülkün çobanlığını veriyor. Yerinde olsam 50 koyunun çobanlığını isterdim, zira bunun hesabını vermek zor, onunkini kolaydı” diyor.
Şimdi olayda adalete gelince yani bize verilen nimetler evet çok hoş güzel ama eğer bunun hesabını veremezsek o zaman külfet oluyor. Yani adaleti ilahi verilenin Allah tarafından sorulması, verilmeyen şeylerden ise kulunu hesaba çekilmemesidir. Binaenaleyh Allah'ın bize her verdiği şey lütfu ilahi ve her verdiği şeyde de hesaba çekmesi adalet ile muntazaman ve bir bütünlük içerisindedir. O Allah olduğu için de en güzel hâliktir. Mahlûkuna en güzel şekilde tecelli edendir. Binaenaleyh olayı bugünkü durumlara daha doğrusu bu formülü bugünkü olaylara teşmil edersek isyan etmek yerine efendim, “Allah'tandır” deyip sabretmek ve de bunun karşısında mükâfat almak lazım. Cenâb-ı Hak hiçbirimizin haşa iradesinde tasarrufumuzun altında bir varlık değil bilakis onun emirlerine uymamız gereken vacibul vücut olan yaratıcıdır. “Onun emirlerine uymak mükellefiyetinde kullardır” diyorum efendim.
Görünüşte Aleyhine Olan Durumlar Hakikatte Lehinedir
Cenâb-ı Hak sana mecbur değil çocuk vermek, mecbur değil onu büyütmeye. Allah istedi çocuğunu o zaman aldı ama çocuğu da alırken ona öyle büyük bir karşılık verdi ki o çocuğun şehit olması mümkün değil, şehit yaptı onu. Daha ne arıyorsun kot kafalı ya. Yani sen şimdi hayat boyu başını secdeden kaldırmazsan o rütbeyi bulamıyorsun o manevi rütbeyi bulamıyorsun. Allah veriyor evet, sana onun karşısında bir çile oluyor, doğru. O çileye sabırla da o çocuk şehit olan çocuğun huzur-u mahşerde sana şefaat hakkı doğuyor. Allah seni tertemiz yapıyor ne arıyorsun? Görünüşte senin aleyhine olan durumlar hakikatte lehinedir. Yine gelin biz İbrahim Hakkı Hazretleri’nin, “hoştur bana senden gelen, ya hilat-ü yahut kefen, lütfunda hoş kahrında hoş” cümlesinde buluşalım. Özü işin budur. Allah'ın her şeyi güzeldir.
Cenâb-ı Fahri Âlem Efendimizin İsmini Dilden ve Gönülden Düşürmemek Lazım
Şimdi efendim Cenâb-ı Fahri Âlem Efendimiz bütün mahlûkatın var oluş sebebidir. Kutsi hadiste “Levlâke levlâke lemâ halaktü'l-eflâke.” “Seni yaratmamış olsaydım Muhammed'im ben bu eflaki yani bu mükevvenatı yaratmazdım.” Cenâb-ı Hak Hazreti Muhammed'e olan sevgisinden bizleri de yaratmıştır. Durum bu olunca Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “insanlığın bilhassa Müslümanların garantörüdür, musibetlere de her şeye de. O bakımdan Cenâb-ı Fahri Âlem Efendimiz ‘in ismini unutmamak dilden ve gönülden düşürmemek lazım.” Bakın Ayet-i Kerime'de, Estauzubillah “İnnallahe ve melaiketehu yusallune alen nebiyyi, ya eyyuhellezine amenu sallu aleyhi ve sellimu teslima.” (Azhap Suresi, 56. Ayet) “Ey iman edenler” diyor. “İnnallahe” “Muhakkak ki Allah”, “Ve melaiketehu” “Ve de melekleri”, “Yusallune alen nebiyyi”, “Peygambere Salat ve Selam okurlar” Yani bizim okuduğumuz salat ve selam var ya” Allâhümme Salli Alâ Muhammedin ve Alâ Ali Muhammed.” Allah bunu okuyor. Kiminle? Meleklerle. Kimine? Muhammedine. “Ya eyyuhellezine amenu” “Ey iman edenler”, “Sallu aleyhi ve sellimu teslima” “Siz de salat ve selam okuyun” buyuruyor. (Azhap Suresi, 56. Ayet) Şimdi dolayısıyla Allah'ın muhabbetinin odak noktası Cenâb-ı Peygamber Efendimiz. Onun muhabbetini celbetmek için Cenâb-ı Peygamber Efendimizin de elbette ki muhabbetini biz ona ümmet olarak kazanmamız lazım.
Bakınız dilerseniz burada bir ayet var. Estauzubillah, “Vemâ kânallâhu liyu’ażżibehum veente fîhim vemâ kânallâhu mu’ażżibehum vehum yestaġfirûn” “Sen onların içinde iken Allah onlara azap edecek değildir.” (Enfâl Suresi, 33. Ayet) Yani Muhammed'i için, Resulullah için. “Ve onlar istiğfara devam edip mağfiret dilerken de Allah onlara azap edici değildir.” (Enfâl Suresi, 33. Ayet) Demek ki bir, Peygamber Aleyhisselam fiilen bizim aramızda olduğu zaman Allah bize azap etmiyor. İki, onun muhabbeti sevgisi bizde olduğu zaman yine devam etmiyor. Üç, bir de biz istiğfar edersek Allah'ın azabı üzerimizden kalkıyor. Yani kısaca bu ayetlerde işlenilen nükte Allah'la Resulullah'ın arasındaki muhabbeti bilerek; onu bugün davalarda avukatlar var. Siz hukuku ne kadar mükemmel bilirseniz bilin. Ama mahkemeye müracaat ettiğiniz zaman noterden tasdikli bir vekile vekâlet veriyorsunuz. Niye? İşin usulünü sizden çok iyi bilir, onun mesleğidir. Siz de usulü bilmiş olsanız bile bir de işin uygulaması vardır. Vekâlet vermemiş bir avukata gitmiyorsunuz, en haklı olduğunuz davada. Düşünebiliyor musunuz Allah ile aranızda olan münasebette bir vekilsiz oraya gitmek. İşte, “Şefî-i rûz-i cezâ” “ceza gününde şefaatçi,” unvanı ile anılan Peygamber aleyhisselama Biz bu âlemde sağlıkta, sıhhatte iken vekâlet vermemiz lazım. O vekâlette ne ile olur? Allah'ın melekleriyle birlikte okuduğu salat ve selamı Peygamber Aleyhisselam efendimize okumakla ve onu sevmekle, onun yolundan gitmekle, sünnetini hayatımıza geçirmekle olur ki, o takdirde bizim adımız hakikatte “ümmet” olur, “ümmeti Muhammed” oluruz. Ümmet olanın da gerçek manada kurtuluşu kesindir, garantidir. Kimsenin bunda şüphesi olmasın. Ben bu hususta bir sahabe haberi vererek bu sohbete son vereyim.
Sahabeden Enes Radıyallahu Anh çok misafir kabul eden büyük bir zattır. Arkadaşları bir gün geliyor. Resulullah'dan sonra yani rihletinden sonra yiyorlar içiyorlar. Ellerini yıkadıktan sonra silmek için havlu (peşkir) veriyor onlara, ellerini siliyor ve havluyu alıyor yanan ateşin içerisine atıyor. Arkadaşları da bu manzarayı seyrediyor. Biraz sonra kalkıyor, tandıra ateşe attığı havluyu alıyor. Bakıyor arkadaşları ki havlu yanmamış, bilakis tertemiz olmuş. Diyorlar “Ya Enes hikmet nedir ki sen bu ateşin vasfı yakmak, senin içine attığın havluyu yakmadı? Sebep nedir bunu anlatabilir misin?” O da cevaben buyuruyor ki, “Allah'ın sevgilisinin mübarek yüzü dudağı buna bu evde bir defa sürülmüştü. Onu ben misafir etmiştim elini yıkamıştı bu havluyla da silmişti dudağını ve elini. Ondan bugüne ben şimdi bu havluyu hep ateşle temizlerim.” “Neden?” “Çünkü ateş peygamberin mübarek yüzüne dudağına sürüldü diye, onu yakmaya hicap ediyor, utanıyor.” Şimdi olayı bütünlersek konularımızla beraber anlatmak istediğimiz daha iyi ortaya çıkar.
Şimdi Peygamber efendimize sevgisi muhabbeti olan ve her gün onun mübarek ismini salat ve selam ile dilinden düşürmeyen bir ümmeti sorarım. Bir defa onun mübarek yüzüne sürüldü diye yakamayan, havluyu yakamayan ateş onun ümmetini yakacak iktidara malik olabilir mi? Elbette olamaz. Ben onun için diyorum ki öyle korkmaya, yıkmaya gerek yok. Yeter ki biz ümmet olma sevdasını, muhabbetini kalbimizde taşıyalım. Cenâb-ı Hak her şeye kadirdir. Ama verdiği, halk ettiği bizim için gerek hayra, gerek şerre isyanda bulunmayalım. Rıza gösterelim ve kulluğumuzda sabit-i kadem olalım diyorum. Ve bizi takip eden kardeşlerimize de hayırlar diliyorum, saygılar sunuyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız