info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Mehmet Akif Ersoy / 22 Aralık 1995
27/05/2025 SOSYAL HAYAT 6

    Neler Okuyacaksınız

Akif, Bu Vatanın Tapusudur

Mesaj TV'ye böyle büyük bir vatan ve iman şairi olan zatı gündem edip andığı ve insanlığımıza hatırlattığı için çok teşekkür ediyorum ve Cenab-ı Hak’tan merhuma rahmet diliyorum, Allah gani rahmet eylesin. 
Bir insan şayet geçmişine sahip çıkmazsa, istikbaline ve de istiklaline kesinlikle sahip çıkamaz. Şunu bilelim ki Akif, evvel emirde bu vatanın tapusudur. Onu bu mantıkla ele aldığımız zaman işte ‘Akif nedir?’ sorusunu sorar ve bu mantık ve mantalite içerisinde bir insanı görürüz.  

Safahat, Bir İnsanı ve Toplumu Her Devresinde En Güzel ve En Ciddi Şekilde İzah Eden Çok Büyük Bir Eserdir

Esasen Safahat, baştanbaşa bir insanı ve bir toplumu her devresinde en güzel ve en ciddi şekilde izah eden çok büyük bir eserdir. Safahat’ta her ne kadar iman, vatan ve bununla ilgili mütehattit yerlerde şiirler yazılmış ise de hattı zatında bütün bu temaları işleyen; vatan sevgisini, Allah sevgisini, Allah korkusunu işleyen; fertten cemiyete kadar toplumu didik didik eden bir gözlem vardır Safahat’ta. Evvela bunu görmek lazım. 


Mehmet Akif Ersoy, Toplumun Aynası, Edebiyatın Zirvesidir

Malumunuz Akif, 4 yaşındayken mahalle mektebine gidiyor; ondan sonra Fatih İlkokulu'na devam ediyor. Rüştiye Mektebi derken, Baytar Mektebi Yüksek Okulu bitirmiş oluyor. Bu arada babasından Arapçayı, devrin ulemasından Farsçayı ve Fransa'ya gittikten sonra da Fransızcayı öğreniyor. Yani kültür ve fikir yapısı son derece güçlü kuvvetli, aynı zamanda büyük bir pehlivan Akif. Sporcu evet, iyi bir pehlivan. 
Evet bu şahıs Anadolu'yu memuriyeti yıllarında, bilhassa baytarlığı yaptığı memuriyeti yıllarında 4 yıl karış karış gezmiştir. Ondan sonra da bazı kurumlarda, eğitim müesseselerinde muallimlik vazifesi yürütmüş hatta müfettişlik de yaptığı beyanlar arasındadır. Bütün bu safhalarda Akif, aslında sonu gelmekte olan bir imparatorluğun insanını, aile yapısını, cemiyet yapısını a’sından z’sine kadar didik didik tetkik ediyor ve bunları kaleme alıyordu. Yani Akif'in şairliği… Mesela bazıları zanneder ki Bursa işgal edildikten sonra ‘Bülbül’ şiirini yazmış, o zaman şair olmuştur veya ‘Çanakkale geçilmez’ denmiş, o zaman şair olmuştur veyahut da İstiklal Savaşı'nı yazarken, affedersiniz ‘İstiklal Marşı'nı yazarken… O tarihlerde değil. Akif, çocukluk yıllarından itibaren öyle muazzam bir yapıya malik insan ki şiir ve nazmı deneyen biri. Bunu da toplumu bir ayna gibi yansıtmakla şiirlerinde okumak ve o günü adeta seyretmek bugün için mümkündür. Yani siz Safahat’ı elinize aldığınız zaman Akif'in anlattığı mahalle kahvesinden o günün insanını görürsünüz, o günün cemiyetini görürsünüz, o günün kahvesini görürsünüz, o günün örfünü görürsünüz, adetini görürsünüz, geleneğini görürsünüz. Yani bir çöküşü bu kadar mükemmel her eserinde anlatması bir insanın mümkün değildir. Ama Akif'te bunu çok canlı ve mükemmel bir şekilde, harikulade görürsünüz. 

Mehmet Akif, Çürüyen Toplumlara İslam’la Diriliş Kapısı Gösteren Şairdir

Akif, çürümüş insan unsurunu o kadar mükemmel bir tarzda hikayelerle Safahat’ında anlatır ki o hikayeler bazen şiir olarak karşınıza çıkar. Gerçi her mısrası şiirdir, ama o mısralara daldığınız zaman zannedersiniz ki bir hikâye dinliyorum, bir roman okuyorum. Yani bu sanat dehasını Akif'te bulmamak mümkün değil. 
İşte Safahat kısaca insanı, toplumu, ikraz dönemindeki örfü, adeti, geleneği başlı başına en mükemmel bir tarzda ve şekilde ortaya koyan, bununla kalmayıp bu insanların bu kadar çöküşüne rağmen imanları ile ne büyük işler yapabileceklerini, yaptıklarını, vatanperverliklerini yine ondaki duyguyla dile getiren efendime söyleyeyim bir yönü, bir tarafı, bir hazineyi Safahat’ta buluruz. “Böyle bir insan işte Akif’tir” deriz; efendim, Akif budur. 
Şimdi tabii topluma kurumları ile bakıyordu, Allah rahmet eylesin; bir toplumun kesitini ele alıyor, o kesiti müdellel bir şekilde ortaya koyuyor, size oraya baktığınız zaman bütün toplumu yansıtıyordu. 
Şimdi Safahat’a geçelim, nasıl yaptığını hep beraber görelim. 

Mahalle Kahvesi Mehmet Akif Ersoy Ne Anlatıyor?

Mesela bakınız Mahalle Kahvesi’nde “’Mahalle kahvesi’ Osmanlılar bilir ne demek. Tasavvur etme sakın ‘Görmedim nedir?’ diyecek. Dilenci şekline girmiş bu sinsi caniler; bu, gündüzün bile yol vermeyen haramiler” yani mahalle kahvesindeki insanları öyle tasvir ediyor ki “Adımda bir dikilir azminin, gelir önüne… Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe. Evet, dilenci sanır seyreden kıyafetini; fakat bir onluğa agûş açan sefaletini” diye işte mahalle kahvesinde oturan o insanların ne fevkalade bir yanlış içerisinde bir psikolojiye saplandıklarını, bir eşkıya tipine indiklerini önce bir tasvir ediyor. “Mahalle kahvesi hala niçin kapanmamalı? Kapansın, el verir artık bu perde pek kanlı. Hayır, bu perde, bu Şark’ın bakılmayan yarası; bu, çehresindeki levsiyle yurda yüz karası. Hayatımızda gediktir “gedikli” namıyla, açık durur koca bir kavmin ihtimamıyla” böylece mahalle kahvesinin şahsında da geçmişi anlatıyor; yani, geçmişten bir, iki mısrası ile birlikte onu anlatıyor. Tabii bu tasvirden sonra asıl işin içine giriyor, yani size bir tiyatro eseri gibi efendim mahalle kahvesinde olup bitenleri önünüze seriyor. Bakın şimdi “Asıldı bey koza. Besbelli, bak sırıttı aval. Bacak elinde mi? Kır, Hamdi sen de dağlıyı al” şimdi oyun oynayanlar… Ben oyun bilmediğim için “Ulan, kapakta imiş dağlı… Hay köpoğlu köpek. Köpoğlu kendine benzer, uzun kulaklı eşek. Sekizli, onlu ne çektinse ver de oryayı tut. Halim, ne uğraşıyorsun bu çıkılmaz işte; kaput. Cihar ü yek mi o taş?” geçti bir başka oyuna. Şimdi bir sahneyi çizdi, bir başka yani o günkü insanın dilinden, oyun dilinden geldiği ahlaki noktayı bir sahnede koydu ortaya “Cihar ü yek mi o taş? Hiç sıkılma öldü dü-şeş. Elimde yok mu, diyor. Çek babam. Aman şeş-beş. Hemen de buldu be. Gelsin, hesaplayıp durma. Bir parti yendi ya akşam, dikiz gelin kuruma. Dü-beşle bağlıyorum. Yağma yok. Elindeki ne? Se-yek. Aman durun öyleyse; penc ü yek, domine” meğer burada oyun oynuyormuş. “Mızıkçı dendi mi, sensin diyor, bakın ağalar; kırık mı söyleyin Allah için şu canım zar?” bu da bir başka oyun “Kırık. Değil. Alimallah kırık. Değil billah. Yeminsiz oynayamazlar ki, ah çocuklar ah”. Bir başkası şimdi dışarıdan bunlara müdahale ediyor, bu tavla oyununu oynayanlara “Karışmazsan işin olmaz değil mi? Sen de bunak. Gelirsem öğretirim şimdi”.  Şimdi tam sergiliyor “Ay şu pampine bak” yaşlı adama, orada oyun oynayan adam “Ay şu panpine bak” diyor “Gelip de öğretecekmiş. Mezarcı Mahmut'a git. Bir üflesen gidecek ha… Tirit mi sade tirit” şimdi, adam yaşlı ya oyun oynayan adam diyor ki “Bir üflesem gidecek”.  “Zamane piçleri. Gördün ya, hepsi besmelesiz. Ne saygı var ne haya var. Eğer bizim işimiz bu kaltabanlara kalmışsa, vay benim başıma. Herif, belaya sokarsın, dırlanıp durma. Mezarcı Mahmut'a git ha? Bakın it oğluna bir” şimdi adamın onuruna gitti. “Küfürbaz, alçak, edepsiz… Bu söylenir mi Bekir?” arkadaşına diyor şimdi “Yolunca terbiye verdin ya, aferin Hasan Ağa. Bıraksalar beni çoktan marizlemiştim ya…” adamın elinde bir şey kalmadı “Mezarcı Mahmut’a ha? Vay babasının canına. Bunun yaşındayken biz büyüklerin yanına okur da öyle giderdik” şimdi geçmişi dile getiriyor. Toplumun bu mevcut haliyle toplumu anlattı. 
Şimdi o zatın dilinden toplumu, geçmişini anlatıyor “Bunun yaşındayken biz büyüklerin yanına okur da öyle girer, hem ayakta beklerdik. ‘Otur’ demezlerse, el pençe dinlerdik. ‘Hayır, bu böyle değildir’ demek, ne haddimize. ‘Evet’ desek bile derlerdi ‘Sus, be hey geveze’. 30 yaşındaydım belki, annesiz dışarı kolay kolay çıkamazdım; döverdi çünkü karı. Bugün 16’yı doldurmamış yumurcaklar, odun yemez iyi bil ha. Geberse karşı koyar. Geçende dövmek için yoklayayım dedim Kerim'i… Dayak eşekler içinmiş, adam dövülmezmiş,  demez mi. Ya biz, sözüm ona, merkep miyiz Bekir, bu ne iş? Döverlerdi bizi her gün de karşı koyamazdık. Dokundurur mu, ne mümkün, eloğlu hiç adama? O Müslümanları sen şimdi hey kuzum arama” diyerek o toplumun fevkalade bir çöküntü içerisinde olduğunu mükemmel bir tarzda ve de şekilde ortaya koyuyor. 
Yine işte Akif, diğer oyun sahneleri ile böylece Osmanlı'nın gelmiş olduğu noktayı böyle tablo tablo sergiliyor. Bundan sonra merhum Akif, sadece Mahalle Kahvesi ile bir hayatı sergilemiyor. Mesela Köse İmam’la birlikte de bir bakıyorsun ki bir aile dramını, aile hayatını ortaya koyuyor. 
Şimdi tabii bir toplumda Akif'e göre toplumun en küçük bireyi veya en küçük kesiti ailedir. Aile ne kadar mükemmel olursa… Esasen mahalle kahvesinde ferdi anlatıyor; yani, aileyi vücuda getiren ferdi anlatıyor. Fert çürümüş. O çürük fertlerden mürekkep aile de gitmiş. İşte Köse İmam’da da bunu anlatıyor. Aile sağlam olursa toplum sağlam, aile çürük olursa toplum da çürük olur. Binaenaleyh Akif, Safahat’ının hemen hemen bütün bölümlerinde esasen bu çürümüş insana ve aileye çıkış kapısı gösteriyor. Bunun da tek yolunun, inancımız olan İslam olduğunu ifade buyuruyor.

Akif, Köse İmam’da Aile Kurumunun Çürümüşlüğünü Ortaya Koyuyor

Köse İmam’da ne dedik? Aile hayatını anlatıyor, dedik. Onu da biraz ele alalım. “İlmi az, görgüsü çok, fıtratı yüksek bir imam” ilmi az ama görgüsü ve fıtratı mükemmel bir adam; bu da imam, mahallenin imamı. “Tanrım ben, ki hayatında tanıtmıştı babam. ‘Kim bilir şimdi ne alemde benim şanlı Köse’m; görmedim 3 senedir, bari gidip bir görsem’ diyerek dün gece güç hal ile buldum evini. Koca insan, ne şetaretle kabul etti beni” o İmam Efendi “Gel ayol gel, Hocazadem, bizi ihya ettin… Ne kerametçe tesadüf, seni andıktı demin. Kahveler, nargileler, enfiyeler, şerbetler… Hepsi mebzul idi mecliste. Ne ala, derken; kapı şiddetle çalınmaz mı?” İmam Efendi ile sohbet ediyor işte “Bakın kim? Zaten ev değil, han gibi bir şey; gece gündüz işler. Gönderin kahveye Asım, gelen erkekse eğer”  yani gelen erkekse kahveye gönderin. Yanlış okudum “Gönderin kahveye, Asım, gelen erkekse eğer. Ahmet'in annesi gelmiş. Nasıl Ahmet, oğlum? Hani bizdeydi bugün... Ha, küçük Ahmet … Malum” şimdi bir kadın geliyor, oğlunun ismi Ahmet. “Bize ait değil öyleyse… Haber ver içeri” kadıncağız gelince öyle ya İmam Efendi ‘içeri gönderin’ diyor. “Gir dedim, istemiyor. ‘Sen bana gönder pederi’ diye ısrar ediyor. Girsene hemşire hanım. Varmayın üstüme. Nen var a kuzum, anlayalım? Ne kafam kaldı” şimdi kadın konuşuyor “Ne kafam kaldı dayaktan, ne gözüm; hep şişti. Karşı koysaydım eğer, mutlak işim bitmişti. Ağladım, merhamet et, yapma dedim. Kim dinler. Boşamakmış beni dünden beri efkarı meğer” adam kafaya koydu karıyı boşamaya, başladı dayağa. “3 çocuk annesi, emzikli kadın tek başına koca berhaneyi silsin de süpürsün de sana; yine sen bilmeyerek zalim onun kıymetini, dene biçarede kalkıp kolunun kuvvetini” deme öyle vurmuş ki yani adeta diyor kolunun kuvvetini bende deniyor.  “Dur kızım, ağlama sen. Şimdi haber gönderirim; karı dövmek ne kolaymış, ona ben gösteririm” kocasını çağıracak “Çağrın bekçiyi. İhsan Bey’i bildin ya Memiş? Hadi git şimdi getir. Kahvede yok, evdeymiş. Şimdi gelsin. Gelmem, kendisi gelsin dedi” imamı çağırıyor. “Yaa… Ben gidersem iyi kaçmaz. Hadi git, söyle ona; şimdi gelsin”. Şimdi kocasıyla İmam Efendi artık söz düellosunda “Ne kibarlık bu beyim? Bir davet yetmiyor öyle mi? Yorgundum efendim de. Evet, haber aldık. O fakat sizce büyük bir şey mi? 10 kadın dövse yorulmaz benim İhsan Beyimi bilirim ben ne tosundur. Hoca, bak, ben kızarım. Size halt etme düşer. Dövmüş isem, kendi karım; keyfim ister döverim. Sen diyemezsin ‘dövme’. Bu, tecavüz sayılır doğrusu haysiyetime” bak ne kadar mükemmel anlatıyor rahmetli ve ailedeki anlayışı, otorite anlayışını nasıl, ne hale getirmiş “Hangi haysiyetin oğlum? O da varmış desene. Beyimin şimdiki haysiyet-i mevhumesine diyecek yok. Yalnız rahat ararlarsa eğer, böyle külfetli kuyud altına hiç girmeseler. Sen imam, saçmalıyorsun. Yetişir artık dur. Beni ısrarla davetteki maksat bu mudur? Haremin geldi demin ağlayarak, sızlayarak” diyor ki ‘karın geldi’ diyor, ‘ağlıyor sızlıyor’. “Gözü çıksın domuzun, isterse patlasın bırak”  adam “Döveceksin, ne boşadın? Boşadın, dövmek ne?” yani böyle döveceksin, niye boşuyorsun?  Boşadın, niye dövüyorsun? Öyle ya, iki şıktan biri. “Hem günah hem de ayıp. Bakma onun sen sözüne. Ne domuzdur onu bilsen. Nesi var, hırsız mı? Yoksa yüzsüz mü? Değil hiçbiri. Lakin canımı sıktı akşam ‘Edemem, üstüme evlenme’ diye. Ne demek. Dörde kadar evlenir erkek, demeye kalmadan başladı şirretliğe.  Kızmaz mı kafam? Kustuğu herzeyi yutsun diye, hey sersem adam; dövüyorsun, boşuyorsun elin öksüz kızını. Haklı bir kere ya. İnsan boşamaz haksızını. Boşamaz? Amma da yaptın. Ya şeriat ne için bize evlenmeyi ta dörde kadar emretsin? İki alsam da ne çıkar saye-i hürriyette?” yani hürriyetimiz sayesinde “Boşamışsam, canım ister boşarım elbette. İşte meydanda Kitap; hem alır hem de boşarız” Kur'an'ı gösteriyor adam; yani, ‘Ben buna göre alırım, buna göre boşarım’ diyor.  Şimdi imam “Dara geldi mi, şeriat. Sus ulan izansız. Ne zaman camiye girdin? Hani tek bir hayrın? Bir kızılbaşla senin var mıdır ayrın, gayrın? Ağzı meyhaneye rahmet okuturken, hele bak, bana gelmiş de şeriatçı kesilmiş. Avanak”. Şimdi burada İslam'ı ters anlamanın ailedeki o manevi varlığın, adaletin, sevginin, muhabbetin, karı koca arasında olan aşkın, edebin, terbiyenin, iffetin, hayanın tamamen kaybolup gittiğini ve ailenin çöktüğünü dramatize ediyor.  Allah rahmet eylesin. Ne kadar canlı değil mi? Sanki şu anda ben şahsen bir olay içine girdim. Bilmem farkında mısınız? Böylece bir ailenin geldiği ve dinin çok ciddi derecede yanlış anlaşıldığı ve de bu konuda istismar edildiği… “Sen” diyor “ne İslam’ı ya” diyor “Gece gündüz meyhanedesin” diyor “Kalktın, zora geldin; İslam'a sarılıyorsun” zora geldin mi. “Sus izansız” diyor “senin ne İslam'la ilgin var?”. Adam işte “Burada şu var, burada bu var…” 
Kısaca, toplumun aile kurumlarının tamamen koptuğunu ve böylece karı koca arasındaki muhabbetin kalmadığını, ne fevkalade hazin bir duruma indiğini bu okuduğumuz satırlarla, mısralarla birlikte Rahmetullah Aleyh, canlı bir şekilde önümüze sergiliyor. Böylece Akif, bunu demekle de kalmıyor; aslında onun, yani o ailenin, o ferdin kurtuluşu için iyi, mükemmel bir Müslüman olmasının da zaruri olduğunu Safahat'ının diğer mısralarında en güzel tarzda ve de şekilde ifade buyuruyor. 

Akif, Vatan ve Millet Sevgisinde Doruk Noktada Muhabbet ve Aşk Taşıyan Bir Dahidir

Tabii Akif toplumun içerisine giriyor, adeta toplumu lime lime etüt ediyor, teknik tabirle fizibilite ediyor, ortaya koyuyor. Tabii iman duygusu ‘Çanakkale'de, Bülbül'de; vatan aşkı İstiklal Savaşı'nda ‘İstiklal Marşı’ ile birlikte ortaya çıkıyor.  
Şimdi zaten şairlerimiz içerisinde elhamdülillah millet olarak çok güçlü, büyük şairler yetiştirmiş bir milletiz. Akif vatan ve millet sevgisinde doruk noktada muhabbet taşıyan, aşk taşıyan bir dahidir; evvela bunu böyle bilmiş olalım. 

Mehmet Akif'in Bülbül Şiirinde Matem ve Hicranın Derin Yankıları

Mesela bakınız Bursa'nın işgalinde, öyle imliyor ki yine dilersen biz konuşmayalım, onu konuşturalım. 
“Bütün dünyaya küskünümdüm dün akşam, pek bunalmıştım. Nihayet bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım” pek şiir okumasını beceremem, gözüm de… “Şehirden kaçmak isterken sular zaten kararmıştı. Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı. Işık yok, yolcu yok, ses yok. Bütün hilkat kesilmiş lal, bu ıstırahatı tek bir nefa olsun etmiyor ihlal” öyle bir manzara çiziyor ki bir şey kalmamış sanki. “Muhitin hali insaniyetin timsalidir sandım, dönüp maziye tırmandım; ne hicranlar, neler andım” bunu görürken insanlıkta bir şey kalmadı zannediyorum. Mazide düşününce içim hicranla doldu “Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yad; zelamın sinesinden fışkıran memduh bir feryat. O müstağrak, o durgun vecdi nagah öyle coşturdu ki vadiden bütün, yer yer eninler çağlayıp durdu. Ne muhrik nağmeler Ya Rab, ne mevcamevc demlerdi; ağaçlar, taşlar ürpermişti, güya Sur-i Mahşerdi” o Bursa'nın işgaliyle. “Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin. Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin? O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun. Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.  Bugün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl gülşen. Gezersin hanmanın şen, için şen, kâinatın şen. Hazansız bir zemin isterse şayet ruh-i ser-bazın; ufuklar, bu’d-i mutlaklar bütün mahkûmu pervazın. Değil bir kayda, sığmazsın kanatlandın mı ebada. Hayatın en muhayyel gayedir ahrara dünyada. Neden öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?” yani bu kadar mükemmel senin varlığın var, gezecek yerin var… Niye öyleyse diyor  “Neden öyleyse matemlerle eyyamın perişandır? Niçin bir damlacık göğsünde bir umman huruşandır? Hayır, matem senin hakkın değil. Matem, benim hakkımdır. Asırlar var ki aydınlık nedir, hiç bilmez afakım.  Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda. Bugün bir hanmansız serseriyim öz diyarımda” yani asıl benim, bu; yani böyle kendini kaybetmiş, varlığını kaybetmiş, üzülecek, ağlayacak, vicdan içinde olacak ben olmam lazım. “Ne hüsrandır ki Şark’ın ben vefasız, kansız evladı; seraba, Garba çiğnettim de çıktım hak-i ecdadı. Hayalimden geçerken şimdi fikrin herc ü merç oldu; Selahaddin Eyyübilerin, Fatihlerin yurdu. Ne zillettir ki nakus inlesin beyninde Osman'ın; ezan sussun, fezalardan silinsin yadı Mevla’nın. Ne hicrandır ki en şevketli bir mazi serap olsun; o kudretler, o servetler harap olsun, turab olsun. Dolaşsın sonra İslam'ın haremgahında namahrem; benim hakkım, sus ey bülbül; senin hakkın değil matem” diyerek böylece hüznünü ve de kederini anlatıyor. 

Akif, Anadolu'yu Karış Karış Gezmiş ve İstiklal Savaşı'na Türk Milletini Hazırlamıştır

Tabii Akif, Çanakkale'de de aşağı yukarı Osmanlı'nın en büyük şühedası verilmiştir; 400 bin şehit verdik yanlış hatırlamıyorsam Çanakkale'de. Onu da hakikaten o batının bütün güçleri ta Avustralya'dan düşünebiliyor musun efendim gelmiş; İngiliz ordusu, Fransız ordusu, İsveç, İsviçre… Bütün bunlar bir araya gelmiş, bir donanma meydana getirmişler; Çanakkale'yi geçmek istemişler. Ama Mehmetçik geçit vermiyor. Onu da Çanakkale Şiiri’nde çok fevkalade bir şekilde izah ediyor. Onu da okuyalım.  
Akif Rahmetullah Aleyh, biz tabii işin detaylarına geçmiyoruz, Anadolu'yu böyle karış karış gezmiş, İstiklal Savaşı'na Türk milletini hazırlamıştır. Büyük bir şair olmakla, büyük bir askerlik de yapmıştır. Anlatabildim mi? 

Akif’in Çanakkale Şehitlerine Şiiri

Burada bakın “Şu boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü, beşi. Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya, kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı. Nerede gösterdiği vahşetle ‘Bu, bir Avrupalı’. Dedirir; yırtıcı, hiç yoksulu, sırtlan kümesi. Varsa gelmiş açılıp mahbesi yahut kafesi. Eski dünya, yeni dünya, bütün akvam-ı beşer; kaynıyor kum gibi, tufan gibi mahşer mahşer. Yedi iklimi cihanın duruyor karşına da; Avustralya ile beraber bakıyorsun, Kanada” bak, nereden insanlar gelmiş.  “Çehreler başka; lisanlar, deriler rengârenk” öyle insanlar ordu kurmuşlar ki hepsinin rengi, çehresi, dili başka “Sade bir hadise var ortada; vahşetler denk” yani hepsinin vahşeti aynı. “Hani ta’una da zuldür bu rezil istila. Ahh o yirminci asır yok mu, o mahluk-u asil; ne kadar gözdesi mevcud ise hakkıyla sefil.  Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına; döktü karnındaki esrarı hayasızcasına. Maske yırtılmasa hala bizi affetti o yüz; medeniyet denilen kahpe, hakikat yüzsüz”. 
Şimdi dilerseniz , ben bir medeniyet tarifi yapıyordum, medeniyet derken ne diyorduk? İnsanlık diyoruz; insanları sevmesi, insanlara hizmet etmesi. Değil mi? Küçükleri sevip büyükleri sayması; fakirlere, yoksullara, düşkünlere yardım etmesi, el tutması, açın karnını doyurması; sabretmesi, kanaat etmesi, tevekkül etmesi, tefekkür etmesi. İşte medeniyet budur, Akif'e göre de budur. Yoksa bir teknik malzemeye sahip çıkmanın anlamına medeniyet denmez. Eğer öyle olsaydı  “Medeniyet denilen kahpe, hakikat yüzsüz. Sonra, melundaki tahribe müvekkel esbab, öyle müthiş ki eder her biri bir mülkü harap”. Şimdi burada harbin şeysini anlatıyor, dehşetini “Öteden saikalar parçalıyor afakı; beriden zelzeleler kaldırıyor amakı.  Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin, sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam; atılan her lağamın yaktığı yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer. O ne müthiş tipidir, savrulur enkaz-ı beşer. Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak… Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak.  Saçıyor zırha bürünmüş de o namert eller; yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller. Veriyor yangını, durmuşta açık sinelere; sürü halinde gezerken sayısız teyyare. Top, tüfekten daha sık gülle yağan mermiler… Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler” yani bu kadar iş olmuş; kol, çene, parmak gitmiş; insanlar adeta sel halinde ölüme gitmiş. Ama ne diyor? “Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler. Ne çelik tabyalar ister ne siner hasmından; alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?” iman var onda diyor, onu alamaz. “Hangi kuvvet onu haşa edecek kahrına ram? Çünkü tesisi ilahi o metini istihkam” bu devam ediyor da, burada izah ediyor, şurası çok şey “Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber. Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber”. Tabii Çanakkale'de şehit olanlar, Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla diyor ki, onlar… Burada yine mısrasında “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi” yani Hz. Sahabe’nin saflarında, inşallah Cenab-ı Peygamber’in şefaatine nail olacaklar, demek istiyor. Tabii yukarıda “Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem; gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem. Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana; yine bir şey yapabildim diyemem hatırana”. 
Evet, böyle. Yani anlatılırsa orduya, askere, şehide, vatana, millete sevgi zannıma göre bu kadar anlatılır. Yani bundan daha ötesini anlatmak zaten beşer olarak kanaatime göre biraz da mümkün olmaması lazım. 

İstiklal Marşı, İmanın ve Hürriyetin Sarsılmaz Destanıdır

Evet, İstiklal Savaşı'nın marşında da aynı duyguları işliyor. Buraya da girelim.
Şimdi bu ilk iki dörtlüğü İstiklal Marşı’nda okunuyor. Onu, onları bırakalım diğerini… “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım. Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar; benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma. Nasıl böyle bir imanı boğar, ‘medeniyet’ dediğin tek dişi kalmış canavar? Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın. Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın. Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk’ın; kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın. Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı. Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı. Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.”  Şimdi Akif… Biz zaman zaman ifade etmeye çalışıyoruz, hakikaten Anadolu'nun her karış toprağında şüheda kanı vardır. Onun için bu şehitlerin kanı ve ruhları bizim milletimizin büyük tarihi tapusudur. Cenab-ı Hak onların ruhaniyeti nispet ile de bizi bütün şerlerden hıfzediyor, bunda da hiç millet olarak kuşkumuz olmasın. “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda” yani o şehitlerin fışkırması için sıktın mı diyor toprak, şehit oradan çıkacak. “Canı, cananı bütün varımı alsın da Hüda; etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda. Ruhumun senden, İlahi, şudur ancak emeli; değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” mabedimizin göğsüne namahrem eli değmesin diyor. “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli. Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli. O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım. Her cerihamdan, İlahi, boşanıp kanlı yaşım. Fışkırır ruh-i mücerret gibi yerden naaşım; o zaman yükselerek arşa değer, belki başım. Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal. Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal. Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.  Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet. Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal” yazılırsa bu kadar yazılır. Yani daha fazlasını zannetmiyorum. Evet, efendim. 

Vatan, Can, Namus, Din ve Vicdan Emniyetinin Yaşandığı Yerdir

Tabii şimdi alelade, gelişi güzel bir yerin bir kara topluluğu insan için vatan olmaz. Eğer biz bu toprakları koruyorsak, sadece toprak olduğu için korumuyoruz. Akif ne diyor? “Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda. Canı, cananı bütün varımı alsın da Hüda; etmesin tek vatanım beni dünyada cüda”  yani bu topraklarda şehitler var. Burası bizim. Peki bu şehitler neyi temsil için şahadet şerbetini içtiler? Dini, namusu. 
Şimdi hatırlarsanız Veda Hutbesi’nde mevzuyu ele alırken birtakım haklar üzerinde durduk; can emniyeti, mal emniyeti, namus emniyeti, din ve vicdan emniyeti. Yani bunlar insanda olduğu zaman, o insan hürdür; olmadığı zaman da esirdir. İşte bütün bu değerlerin yaşandığı yer de vatandır. Bu değerler, bunlar haksa; onların yaşandığı yer de mutlak surette hakikattir. Onun için o değerler uğrunda insanın ölmesi, şahadeti gerektiriyor. Allah da şehitlik rütbesini sana ihsan ediyor.  Yani vatan, herhangi bir kara parçası değil. Git sen Amerika için ölsen, şehit olmazsın. Ama illa, işte senin inancının yaşadığı yer olacak ki şehit olabilesin. Kısaca bunu deriz. Uğrunda ölen varsa, bil ki vatandır”. Evet.

Vatanı Sevmek, Vatana Hizmet Etmek, Gerektiğinde Canını Bile Feda Edebilmektir 

Şimdi siz inanıyorsanız, birtakım işleri yapmanız lazım. Vatanı seviyorsanız, muhitinizi, bölgenizi, insanınızı seviyorsanız onlar için de bir şey yapmanız lazım. Bunu yapmazsanız bu, kuru iddiadan ibaret kalır. Evvela o tehlikeye girdiği zaman, ne ile onu korur insan? Gerekirse canını feda eder, değil mi? Ama şimdi tehlikeye girmedi. O insan, onun yardıma muhtaç; ona işyeri açmak lazım, aşevi açmak lazım. Her zaman ifade etmeye çalıştığım gibi onlara iş imkanlarını temin edip ve de bölgemiz için konuşursak onlara çalışabilecekleri sanayi müesseseleri, tarım kurumları, hatta turizm kurumları imkânı varsa bunları yapabilmek işte vatanperverlik, vatanı sevmenin bir alametidir ve de işaretidir. Bunu daha ileriye taşıyabilirsiniz. Yani, bu kalıplar içerisinde de olmayabilir. Siz uzakta birçok şey kazanıp buradaki insanlara yatırım da yapmadan yardım edebilirsiniz; yani burada bir vakıf kurabilirsiniz, fakirini fukarasını besleyebilirsiniz, okutabilirsiniz, yetiştirebilirsiniz, eğitebilirsiniz. Maarifinden, yani eğitim kurumlarından bütün dini kurumlarına kadar ülkenin her hususta varlığına hizmet etmek, birliğine hizmet etmek, bütünlüğüne hizmet etmek, milletin maneviyatına, örfüne, adetine, geleneğine hizmet etmek, tefrikayı önlemek, insanımızın kalbine fitne sokacak hadiselerin önüne geçmek, onları Allah rızası için hak yolda hakikat uğrunda bir araya tutmak; işte bu vatanperverliğin, vatanı sevmenin alamet ve işaretlerindendir. Bunu da bütün arkadaşlarımıza tavsiye ediyorum. Birliği, beraberliği, dostluğu, kardeşliği, ahlaklı ve faziletli olmayı, insanca yaşamayı, Allah için birbirini sevmeyi bu gecede tavsiye ediyorum efendim. 
“Düşman giremez toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez” yürekler toplu olunca oraya kimse giremez. Evet. 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir