
Neler Okuyacaksınız
Milenyum İfadesi Müslümanların Değerlerine Uygun Değildir
Şimdi milenyumun Türk milletini, daha doğrusu Müslümanları ilgilendiren hiçbir yönü yoktur. Her ne kadar reklamlarda, gazete reklamlarında, dergi reklamlarında, televizyon reklamlarında bu farklı bir mana ile ifade ediliyorsa da milenyumun hakiki manası; Cenab-ı Hakk'ın, Hz. İsa'nın bedeninde aleme teşrif etmesi manasına gelir. Malumunuz Hristiyanlık, muharref Hristiyanlık inancında Allah baba, oğlu İsa ve Meryem, bu üçlüdür. Buna da ‘teslis akidesi’ denir. Kur'an'ın bizatihi Cenab-ı Vacibul Vücud Hazretleri’ni reddettiği bir itikattır, anlayıştır. Allah'ın hulul etmesi, Hz. İsa'ya hulul etmesi manasına gelir ki korkunç derecede bir şirktir. Kur'an-ı Kerim'de bu itikadın çok sapık bir anlayış, itikat olduğunu, bir-iki ayet değil, birçok Ayet-i Kerime beyan ediyor.
O bakımdan biz millet olarak, Müslüman bir millet olmamız münasebetiyle milenyum ile uzaktan ve yakından alakamız, ilgimiz yoktur. Ama şimdi insanımız öyle mukallit duruma geldi ki bize ne uzatıyorsalar, ya bu nedir ne değildir, hiçbir şey araştırıp önüne ve arkasına bakmadan alıp hemen hayatımıza geçiriyoruz. Bununla birlikte hem manevi değerlerimizle hem örfümüzle, adetimizle, geleneğimizle hem de milli değerlerimiz ile maalesef kabul etsek de etmesek de ters düşüyoruz.
Şimdi diyeceksiniz ki, yani insanın bu değerlerle ters düşmesinde ne var? Zaman o kadar enteresan bir tablo ortaya çıkarır ki 10 yıl evvelki bir karakter, bir şahsiyet; 10 yıl sonra kendisini inkâr eder. Yani düşünebiliyor musunuz? Bazen bu inkâr o kadar hızlı gelişir ki, her gün insanın kendi kendisini inkara kadar bu iş varır. Bir insan düşünün ki kendini ayda bir defa yalanlıyor, yılda bir defa yalanlıyor veya her gün kendisini yalanlıyor; daha doğrusu kendisiyle ters düşüyor. E bu böyle bir insanın huzuru, saadeti, mutluluğu hiç ama hiç mümkün olamaz. Neden? Çünkü o insan, kendi iç tabiatında barışmış değil kendisiyle. Onun kavgası aslında kendisi ile beraberdir.
Basit gibi gördüğümüz bu literatür ihtilafları veya propagandaları, aslında insanımızın şahsi inkırazına kadar varacak neticeleri, vahim neticeleri doğuracağından hem kültürümüze hem milli değerlerimize ters bir anlayış. Zaten manevi hakikatlerimize uzak bir yaşayış olması münasebetiyle çok kontrollü ve şuurlu murakabesini, muhasebesini yapan insan olarak; ne yaptığını bilen bir şahsiyet veya bir kimlikle bu değerleri ya reddetmek veyahut da hiç duymamak lazım gelir, diye ifade etmek istiyorum efendim.
Milli Kimliği Kaybetmek, Millet Olma Vasfını Yok Eder
Şimdi her milletin, kabul etsek de etmesek de millet olma vasıflarını ortaya çıkartan birtakım değerleri vardır. Bu değerlerin o millet tarafından yaşanmasına, paylaşılmasına ‘milli değerler’ diyoruz. Her milletin kendine mahsus milli değeri olur da tarihin en eski bir milleti olan Türk milletinin kendine mahsus bir değeri, milli bir karakteri, endazesi olmaz mı? Elbette olacaktır.
Şimdi milletler, bu değerlere sahip olduğu nispette vardır. Bunları kaybettiğin nispette de tarih sahnesinden silinmek mecburiyetindedir. Yani siz kendinizi ne kadar kabul ederseniz, şahsiyetiniz o nispette güçlüdür; ne kadar inkâr ederseniz, o nispette siz toplumda yoksunuz. Onun için psikiyatrik vakalardan bir tanesi de insanın kimliğini inkâr etmesidir. Bazen insan öyle olur ki kendini inkâr eder, kendini başka şeyler zanneder. Bu, bir hastalıktır. Şu anda bu hastalığın adının ne olduğunu belki tıp olarak ifade edemeyeceğim ama ciddi bir hastalıktır; insanın şahsını başka şey yerine koyması ve o zannetmesi kendini. Milletler de böyle. Millet kendini, kendi değerlerini kabul eden bir birey, bir şahsiyet olarak hayatına devam edebilmeli ki o milletin varlığı söz konusu olabilsin.
Efendim, bu değerler nedir? Bunları belki detaylı sohbet edebiliriz ancak ben bazı hükümlerden bahisle bu hususlara değinmek istiyorum. Sen bu değerleri kabul etmiyorsun; bir başka milletin kimliğine, yani bir başka olgunun kimliğine bürünmek istiyorsun. O zaman asıl değerlerini kaybeden sen, sen olmaktan çıkarsın; kimliğine bürünmek istediğin dünyanın bir insanı, bir vatandaşı, bir bireyi olursun. O zaman da sen, sen olmaktan çıkarsın; millet olmaktan çıkarsın. O zaman o millet maalesef mağdur olur. Bir başka milletin mahkumiyetine, esaretine boyun eğmek mecburiyetinde kalır.
Onun için tarihte dikkat ederseniz, birçok savaşların asıl sebebi; kimlikleri korumak içindir. Öyle değil mi? Yani her ne kadar görünen birtakım arazi davaları var ise de işin önünde veya arkasında, hakikatte o milletin kimliğini koruma mücadelesidir. Binaenaleyh biz de milli değerlerimize sahip çıkarak, başka değerlerin esaretinden kurtulmak mecburiyet ve de mükellefiyetinde olduğumuzu hatırımızdan bir saniye dahi çıkarmamalıyız.
Nedir bu değerler? Bu değerler milletin örfüdür, adetleridir, gelenekleridir, milletin dilidir dil, tarihidir, milletin kültürüdür, milletin maneviyatıdır, yani dinidir. Şimdi siz bu değerlerden müteşekkir, manevi bir kimlik sahibisiniz. Türk dendiği zaman, bu değerlerin vücuda getirdiği bir şahsiyet vardır. Bu şahsiyet, bütün bunlardan müteşekkir bir kimliktir. Şimdi sen bunun maneviyatını kırparsan, dilini kırparsan, örfünü kırparsan, adetini kırparsan, hülasa bunun ögelerini dağıtırsan ve başka şeyleri ikame etmeye çalışır ve bu değerlere göre bir kimlik ortaya koymaya gayret edersen; bu kimlik o zaman Türk kimliği olmaz. Hangi millete benzemek istemişseniz, o milletten olursunuz. Zaten Hadis-i Şerif'te bu denmiyor mu? Allah'ın sevgilisi onu beyan etmiyor mu?
Biz Kendi Kimliğimizi Korumak Mecburiyet ve Mükellefiyetindeyiz
Şimdi biz, kendi kimliğimizi korumak mecburiyet ve de mükellefiyetindeyiz. Canım, gelişi güzel bir hayat yaşayalım ne olacak, yani ne var ki? O zaman ne olur? Herkesin dediği gibi bir hayat yaşayalım; bu müşterek kimliği bir tarafa atıp herkesin dediği gibi, anladığı gibi. Baksana dünyada her şey globalleşiyor. Herkes istediğini yapsın, istediğini söylesin; yani değerlerin, mikyasların, bir başka ifade ile ölçülerin olmadığı bir dünya meydana getirelim, ne var ki? ‘Hürriyet sonsuz olsun, ne var ki?’ dediğin zaman, yani ‘böyle bir hayat olsun’ dediğin zaman; böyle kendi kendinize birtakım entrikalar, pusular vücuda getirirsiniz ki sizin bu dediğiniz sözler, sizi yok etmeye kâfi olan sözler olurlar. Benim dediğim olsun canım, ya şu anda kış mevsimi, güzel, tamam, asker olalım ama bu 18 ay olmasın, 4 ay olsun, sonra şu kış mevsiminin de ne lüzum var kardeşim, yaz sıcağında işte veya ilkbaharda veya sonbaharda ne lüzum var, yani yazık günah değil mi? Bunu dediğin zaman… E canım bu denir mi? Baba, sen söylüyorsun başta ‘ben istediğimi yapayım, ölçüsüz, dengesiz, mikyassız bir insan olayım’ diye. Bunu dediğin zaman, neticesi buraya da gelecek. Değil mi? Yani bunu inkâr eden bir insan; a'yı inkâr eden, niçin z’yi inkâr etmesin ki? A’yı kabul etmeyen adam, neden b’yi kabul etmesin ki?
İnkâr başladığı zaman, tuğla taşları gibi dökülmeye başlar. Onu diyemezsin. Onu dediğin zaman işte o kış mevsiminde, serhat boylarında nöbet tutan Mehmetçik olmazsa; sen de burada rahat rahat oturup sohbetini yapamazsın, ticaretini yapamazsın, seyahatini yapamazsın, ibadetini yapamazsın, eğlenceni yapamazsın, düğününü, derneğini yapamazsın, hiçbir şeyini yapamazsın. Niye? Ee baba, sende memleket sınırı diye, hududu diye bir şey kalmadı ki. Niye kalmadı? E sen orasını boş bıraktın. Benzer o zaman o ülke, Alihan'ın hanına; gelen girer, giren çıkar. Bu bir misal. Öyle bir ülke düşünebiliyor musunuz? Düşünemiyorsunuz. Düşünmek de zaten mümkün değil.
O halde işin bu maddi ögelerini açık olarak ortaya koyduk ki düşüncemizi daha berrak ve daha mükemmel anlatabilelim. Yani biz değerlerimizle beraber varız ve bu değerlerden zafiyet gösterdiğimizde; millet olma kimliğimizi kaybederiz, millet olamayız. ‘Ne var ki o dilde?’ dediğin zaman, senin arabanın tekeri patladı. Gitmez o araba. O dilde neler yok ki… Hep okuyoruz, duyuyoruz ‘Türk Dili, ilim dili değilmiş’. Allah Allah… Nereden çıktı bu? Türk milleti dünyanın en eski milleti de dili niçin ilim dili olmasın? Onu söyle bana sen. Tabii sen örfünden, adetinden, geleneğinden ve de tarihinden, bilhassa ilmi tarihinden haberin olmazsa; elbette ki bu rüyayı, bu vaveylayı söyleyeceksin. Ama senin kendinden haberin olursa, bunu diyemezsin.
Milli kimlik çok farklı; o kimliği korumak mecburiyetindeyiz. O kimlik için, bak biz hudutlarımızda o kadar asakiri bulunduruyoruz ve dikkat ediniz, hiçbir ibadet onların şahadet rütbesi kadar yüce değil. Değil mi? Orada bu milletin değerlerini korurken, hangi maksatla olursa olsun Allah'ın rahmetine kavuşan bir Mehmetçiğimiz, şahadet hutbesine nail olmuştur. Öyle değil mi? Yanlış konuşuyorsam beni ayıktırın. Ben, bunu böyle biliyorum. Şehit. Nedir şahadet rütbesi, şehitlik? Peygamberlik makamından sonraki makam. Başını secdeden kaldırmazsan, hayat boyu ibadet yapsan dahi o rütbeyi elde edemiyorsun. Şimdi sen var gerisini hesap eyle. Değil mi? Allah bu rütbeyi o kullarına niçin böyle fazlından, kereminden bol bol ikram ediyor? İşte o kimlik için. O kimlikte, tevhid akidesi var. Bu milletin hamuru, mayayı muhammediye ile Cenab-ı Hakk'ın muhabbetiyle yoğrulmuş, onun için hayatında adaleti, saadeti, huzuru, mutluluğu her tarafa taşımış bir millet olmanın, ne bileyim varis-i nebi bir ümmet olmanın neticesidir bunlar.
Türk Milletinin Özü, Ehl-i Beyt Sevgisiyle Yoğrulan İslam'dır
Şimdi, hemen hemen bütün sohbetlerimizde de ifade etmeye çalıştığımız gibi, bizim özümüz çok temiz. Bu özü temiz olan millet, Allah'ın yeryüzüne Muhammed Mustafa'sı ile gönderdiği en güzel yola tabi oldu ve bu yola girerken de bu millet… Dikkat edilirse tarihte milletler din değiştirirken veya bir dine girerken mutlaka onlara bir baskı olmuştur. Ama Türk milletine gelince böyle bir baskı söz konusu değildir. Mazisinden gelen anlayışıyla, dini yaşayışıyla İslam'ı karşılaştırıyor; o, ruhundaki tevhid itikadının gönlüne verdiği rahatlıkla ‘bu benim dinim’ diyor. İslam'a bu kadar rahat giriyor ve girdiği zaman İslam'a da çok fevkalade bir feyz, bir muhabbet alıyor.
Dikkat edilirse, bizim ilk defa İslam'la tanıştığımız bölge Horasan’dır. Horasan da enteresandır, Horasan Türkleri o tarihte Ehl-i Beyt çizgisinde İslam'ı yaşayan insanların yaşadığı bölge; ilk temasımız onlarla beraberdir. Yani biz İslam'ı Ehl-i Beyt’in dilinden, elinden, gönlünden aks ettik, aldık. Yani biz İslam'a sevda boyutuyla girdik, Muhammed aşkıyla girdik, Ali'nin aşkıyla girdik, Fatıma'nın aşkıyla girdik, Hasan'ın aşkıyla girdik, Hüseyin'in aşkıyla girdik. Onun için bizdeki türkülerde ‘Sabahın seher vaktinde Ali'yi gördüm Ali'yi’, bunlar bir manada hem musiki dünyamızda hayatımızı tezyin eden güzel sözler ve hem de gönlümüzü ihya eden feyiz ve muhabbet dolu hakikatlerdir. Sülalene bak, mutlaka bir Hasan, Hüseyin vardır. Kime, hangi yere giderseniz gidin; bir Hasan, bir Hüseyin bulmamak mümkün değil.
Şimdi ben kendi efendime söyleyeyim aile efradımdan bahsedeyim. Rahmetlik dedemden geçmişlerimize de… Büyük annemin adı yani babaannemin adı Amine, Türk edasıyla, ifadesiyle Emine. Babam rahmetliğin adı Hasan'dır, ondan küçüğünün adı Hüseyin'dir affedersiniz Hamza’dır, onun küçüğünün adı Hüseyin'dir, onun küçüğünün adı Ali’dir; Ehl-i Beyt. Şimdi, babamdan zuhur eden dünyaya babamın vesile olduğu bendeniz, benim adım Ali Haydar’dır. Öyle değil mi? Şimdi devam edelim. Şimdi bizden sonra gelenler, yani hayata bizim vesile olduklarımız; Osman’dır, Emine’dir, Hasan’dır, Hüseyin’dir, Mustafa Hayri’dir. Hülasa bütün bunları biz hayatımızda renklendirirken, bu isimleri korken kimse gelip de bize bunu yapacaksın, şunu yapacaksın dediği için değil. Hepimizde Ehl-i Beyt’e karşı, Rasulullah'a karşı fevkalade bir muhabbet vardır.
Bu Türk'ün itikadı, farklı bir itikattır ve bu itikat, bizi farkında olmadan Allah'a ve Rasulüne taşıyan fevkalâde bir yoldur. Bu bizdeki Ali, bizdeki Fatıma, bizdeki Hasan, bizdeki Hüseyin ifrata varan bir anlayışta değildir. Bilmem anlatmak istediğim anlaşılıyor mu? Yani Şia’daki gulata varan, tevhidin dışına çıkan anlayışta değildir. Sanki Ehl-i Beyt’in o günkü halinin bugüne taşınmasıdır. Bu nezaketi, bu nezafeti bu millette buluyoruz biz. Yani biz İslam’ı özünde, ehl-i sünnet akidesinde, zaman ve mekân şartları içerisinde en güzel tarzda yaşayan, yaşatan; sadece yaşamakla da kalmayıp bütün insanların yaşaması için hayatını buna vakfeden bir anlayışın ürünüyüz. Onun için bizim tarihimizde, bizim geçmişimizde hayır, hasenat çok boldur. Sarayların yanında kervansarayları bulursun; aşhaneler vardır, çeşmeler vardır. Değil mi? Ne bileyim bütün bunlar bizim milletimizin kendi nefsinde yaşadığı değerleri, sade nefsine münhasır bırakmayıp bütün insanlığa adeta ikram etme seferberliğine girmiş bir anlayışı devam ettirebilir. Bizdeki komşuluk başka millette yoktur bu nedenle. Şimdi, bizim kapı komşularımız vardır. Bütün komşular birbirinden razıdır. Ara sıra komşular birbiriyle, kadınlar kendi arasında münakaşa ederler, kavga ederler. Ama bir bakarsın 5 dakika sonra, hemen bir araya gelip barışırlar. Artı, yardıma muhtaç olduğu bir dönemde hemen komşusunun yardımına koşar, ne olursa olsun; herhangi bir neviden olursa olsun, onun yardımına koşar, ihtiyaçlarını giderirler. Artı düğününde, artı cenazesinde. Öyle birlik, öyle bir beraberlik görürsünüz ki hayret edersiniz.
Ben gene yaşadığım hatıralardan bahsedeyim. Rahmetlik dedemin döneminde bayram sabahları büyük nenem, Allah gani gani rahmet eylesin, Ali amcamın hanımı, Hüseyin amcamın hanımı, rahmetlik annem bir araya gelirler. Bayram sabahı verilecek olan kahvaltı ama bu mükellef bir sofradır; öyle çay, peynir filan değil. Pilavından dolmasına kadar, efendime söyleyeyim etli yemeğinden bilmem sebzelisine kadar hepsi orada hazırdır o sabah, bayram sabahı yemeğinde bu her sene Ramazan ve Kurban bayramında. Şimdi inanır mısınız, ben o günleri hasretle arıyorum. Rahmetlik dedem, başta oturur. Bütün o köyün halkı gelir, beraberce yemek yenir, sohbetler yapılır, bayramlaşılır, rahmetlik büyükannemin eli öpülür, ondan dua istenir. Yani bir başkaydı; yani öyle bir birlik, öyle bir beraberlik; sanki bütün kalpler bir anda atıyor. Bize peki bu sevgiyi, bu muhabbeti, bu ne bileyim dostluğu veren nedir? İşte o kimliğimizdir, milli kimliğimizdir ve benim büyük nenem, Allah rahmet eylesin, hayatımda bilmem ki, hala onu tanıyanlar vardır, isterseniz gidin sorun, bir küfür ettiğini ben bilmem. Kızdığı zaman ‘Allahümme Salli, Allahümme Salli, Allahümme Salli’ der. ‘Gavze nene’ derler ona. Gavzeoğulları vardır meşhur, büyük nenemin sülalesi; onlar da meşhur Türkler. Ben Türklüğümle iftihar ederim. Anlatabiliyor muyum? İncire çıkardılar, incir zamanında çocuklar. Büyük neneme şikâyet ederler, bak işte incire çıkıyorlar, dallarını kırıyorlar, meyvesini yiyorlar filan. Büyük nenem de görürdü onları ‘Allahümme Salli, Allahümme Salli…’. Yani ben hayatımda o kadının, Allah gani gani rahmet eylesin, bir defa kötü bir söz söylediğini bilmem. Bu milletin kültürü, örfü, adeti, geleneği çok farklı. Bizim insanımız; farklı bir insan, farklı bir örnektir. Neden? İşte o maneviyattan, o kimlikten dolayı.
Mübarek Geceler, Günler, Aylar Müslüman’ın Manen Yükselmesi İçin Cenab-ı Hakk’ın Kullarına İkramıdır
Şimdi efendim, mübarek günler ve geceleri aslında koyup böyle ayrıcalıklı bir zamana biz getirmedik. Eğer bizim günlerin içerisinde cumayı farklı bir boyutta idrak ediyor, kabul ediyorsak; onu halk eden Allah'ın ona verdiği değerden dolayı. Cenab-ı Hak bugünün hatırına bir sure inzal etti, Cuma Suresi. Şayet biz Kadir Gecesi'nin örnek bir gece, faziletli bir gece, sevabı çok büyük bir gece olduğunu ifade ediyorsak; yine Cenab-ı Hakk'ın ona verdiği değerden dolayı bunu anlatıyoruz. Yani, biz olaylara bir şey katmış değiliz. Allah o gece hakkında ‘O, bin aydan hayırlıdır’ buyuruyor. Berat gecesi, öyle. Ne bileyim Mevlid Gecesi, Cenab-ı Peygamber Efendimizin dünya'ya teşrif ettiği gece; bütün karanlıkların zail olup hakikat güneşinin doğduğu bir gece. Binaenaleyh bu geceler bizim günler, aylar, mesela Ramazan ayı, üç aylar dediğimiz aylar; hadislerle, Ayet-i Kerime’lerle değerleri beyan edilen aylardır. Ha bu değerler yoktur, böyle bir şey yoktur, her gün birdir. Tabii tanımazsan, her gün senin için bir olur. Değil mi? Ama tanırsan, farklı olur. Bunlar Müslüman’ın manen yükselmesi için Cenab-ı Hakk'ın kullarına ikramıdır.
Esasen bu mukaddes gecelerin, günlerin değerlerini yok edebilmek maksadıyla batı dünyası çok ciddi bir propaganda tarzı geliştirmiş; Müslümanların böyle değerli zamanları, değerli mekanları yoktur gibi aslı, astarı olmayan iftiralar, dedikodular, fitneler üretmişlerdir. Sırf İslam aleminden şu yüce milleti, Türk milletini uzaklaştırabilmek için. Eğer bugün bu emsal sözler söyleniyorsa, bunlar İslam'a ait sözler değil; İslam'ı içinden yıkmak isteyen insanların avukatlığına soyunmaktır, derim ben.
Efendim, bunlar yanlış şeyler. İlk namaz, ilk namaz çöreği… Beni hiç unutmam, bir arkadaşımızla sohbet ediyoruz “Bunlar” işte “yoktur” filan dedi. Dedim ki “Kabul edelim, senin dediğin doğru. Biz, o gecede ne yapıyoruz? Hayır yapıyoruz, değil mi? Fakire, fukaraya yardım ediyoruz, insanların gönlünü alıyoruz, birbirimizi ziyaret ediyoruz, ibadetler yapıyoruz, Kur'an okuyoruz, hülasa geçmişimize rahmet okuyoruz, onları yad ediyoruz. Peki bu yapılan işler hayır mı şer mi?”. “Hayır”. “Daha ne konuşuyorsun?” dedim ya. Kaldı ki bu gecelerin veya bugünlerin gerek ayetlerde gerekse Hadis-i Şeriflerde yeri vardır. Bunlar bizi birbirimize bağlayan köşe taşlarıdır, manevi taşlardır. Milli bütünlüğümüzün de ögeleridir bunlar. Siz bunları hayatınızdan çıkardığınız zaman, farkında olmadan milli benliğinizden tavizler veriyorsunuz.
Hatırıma gelmişken şunu söyleyeyim, Allah'la ters düşen bir insan, daha doğrusu maneviyatını reddeden bir insanın milli benliğinin olması mümkün değildir. Yüce yaratıcıyı kabul etmiyor adam da milli kimliğini kabul edecek. Bu mümkün değil. O bakımdan tarihin her döneminde, her milletin dini kimliği, milli kimliği olmuştur. Araştırın bakın ve genelde bütün dostluklar veya kavgalar hep bu kimlik etrafındadır; bu kimlikler etrafındadır. “Yok canım, bu böyle değildir.” O senin demen değil. Tarih bunu böyle kaydediyor. Evet.
Ramazan Ruhunu Koruyarak Sevaplardan Her Gün İstifade Edin
Şimdi benim kardeşlerimize tavsiyem ki Ramazan-ı Şerif'ten sonra da ilk bizim herhalde sohbetimiz oluyor; Ramazan'da çok ciddi vasıflarımız oldu, kazandığımız değerlerimiz oldu. Bu değerlerin başında Allah'a olan itikadımız, aşkımız. Tabii tuttuğumuz oruçlarla nefsimiz tezkiye oldu farkında olmadan. Manen biz Allah'a yürüdük, nefsimiz temizlendi. Bu duruluğu devam ettirmemiz lazım. Bunun için de bakınız Ramazan'ın dışında da tutulan oruçlar var. Mesela şu anda, şevval ayında 6 gün oruç tutan bir insan, hadisle mukayyet; 1 yıl oruç tutmuş sevabı alır. Hemen Ramazan'ın ardındaki ayda 6 gün ister bunu arka arkaya, peş peşe tutsun, ister pazartesi, perşembeleri tutsun, efendime söyleyeyim ister ortasında, ister sonunda tutsun, yeter ki bu ayda 6 gün oruçlu olsun; 1 yıl oruç tutmuş sevabı alır. Ben bunu acizane tavsiye ediyorum.
Artı, sadece de bunlarla ben kardeşlerimizi bırakmak istemiyorum; oruç, aynı zamanda sıhhatin da garantörüdür. Bakınız, bugün dikkat ederseniz insanlarımızın tamamında damar sertliği ve bunun getirdiği kalp hastalıkları rizikosu; acaba bir sekte, kalp sektesi geçirecek miyiz, geçirmeyecek miyiz? Şimdi ‘Oruç tutun ki sıhhat bulasınız’ hadis. Hocam ne ilgisi var? Bünyeniz aç kaldığı zaman, vücut ilk defa, dikkat edin, damar içindeki yağları kullanıyor, kan damarları içerisindeki yağları kullanıyor. O kolesterolü fazla olan arkadaşlarımız, bu dediğimi denesinler. Bakarsanız, benim mesela çok fazlaydı; oruç öyle bir yaptı ki dümdüz, hiçbir şey bırakmadı.
Şimdi, işin hem bir manevi boyutu var hem de bir sağlık boyutu var. Değil mi? Ama tabii orucu tutarken de niyetimiz sağlıklı olmak değil, Allah'ın rızasını kazanmak olacak. O rızayı kazanırken de bunları da kazanmış oluyorsun. Burada niyet de mühim. Eğer niyet ‘ben şunu yapayım’ diye olursa, o zaman ibadet kulvarından onu çıkarmış oluyorsun. Bunu da bilmiş olalım.
Evet, daha? Namazda, affedersin Ramazan-ı Şerif'te çeşitli sohbetlerde, çeşitli camilerde mukabele takip ettik, evlerde mukabele takip ettik. Bizi takip eden kardeşlerime ben tavsiye ediyorum, Meltem Televizyonu senenin 12 ayında mukabele okuyor, Kur'an’ da öğretiyor; takip etsinler. Bu sevaptan her gün istifade etsinler. Yani, akü boşalmasın. Devamlı onu şarj yapsınlar, akü boşalmasın. Ne bileyim hayrımızı, hasenatımızı yapalım; arkadaşlarımızı, komşularımızı düşünelim, onlara yardım edelim diye ifade edebiliriz.
İnsanın Hiç Ölmeyecekmiş Gibi Dünyasına, Hemen Ölecekmiş Gibi Ahiretine Hazırlıklı Olması Gerekir
Şimdi oradan başlayalım. Dünya-ahiret dengesi; ne dünya için ahireti ne ahiret için dünyayı terk etmemek lazım. Müslüman iki kanatlı bir kuştur; hem dünyasını hem de ahiretini kazanacak. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyasına, hemen ölecekmiş gibi ahiretine hazırlıklı olması gerekir.
Bunu böylece ifade ettikten sonra; peki ne yapalım, nasıl yapalım ki kazançlı olalım, ahirette bu dünyada ettiklerimizi bulalım? Şimdi orada bizim önümüze… Bizi kurtaracak olan sağlam bir itikattır, inançtır. Bakınız Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'in müteaddit Ayet-i Kerimelerinde hep imandan bahsediyor. Ardından da ‘Ey iman edenler ve salih amel işleyenler’, yani iş yapmak da değil sadece şartını koymuş. Salih, temiz; içinde hilesi, hurdası olmayan. Yani niyeti, Allah rızası olan amel olması lazım. Bu amel nedir? Farz olan ibadetlerdir, vacip olanlardır, sünnet olanlardır, mübah olanlardır, müstahak olanlardır. Hülasa sınıflarına ayırabiliriz. Peki neymiş bunlar? İşte namazdır, oruçtur, zekattır, hacdır, insanlara yardım etmektir, zekât vermektir, yol yapmaktır, okul yapmaktır. Hülasa bunu sınıflara böyle teferruatı ile… Bunları bizim ahirette tam manasıyla kazanabileceğimiz tarzda ve şekilde yapabilmemizin yolu, dediğimiz gibi iman; Allah ve resulüne şeksiz ve şüphesiz bir iman, sırat-ı müstakim üzere giderek amel-i salih işlemek. Bu tarzda bir hayat ahirette bizim kurtuluşumuza, zenginliğimize, tüccarlığımıza, ne bileyim ganimet sahibi olmamıza vesile olacak bir hayat olacaktır. Bendeniz, bizi takip eden kardeşlerimize böyle bir hayırlı hayatı hem tavsiye ediyor hem temenni ve dua ediyorum. Allah böyle bir hayatı hepimize nasip eylesin.
Bakınız, Kuran'da enteresan beyanlar var. “Zalikel kitabu la reybe fih, huden lil muttekin” (Bakara Suresi, 2. Ayet) Şimdi, sadece maksadımız iman etmek de olmaması lazım. Ya, ne olması lazım? Muttaki olmak lazım. Sıradan bir Müslüman, evet sıradan bir Müslüman da ahiretini kazanıyor ama ya bu sonsuz alemdir; bunun sonu yok ki. Buraya öyle güçlü, öyle kuvvetli, o kadar zengin gitmek lazım ki gittiğin zaman ‘Eyvah, niye ben filancı kadar bu işi kazanmadım’ dememelisin. Onun için de Kur'an'ın beyanıyla ‘muttakiler’ sınıfına girmek gerekiyor. “, huden lil muttekin” O muttakiler, Kur'an'dan şüphe etmezler. Kimi mümin olduğu halde, ‘ben iman ettim’ dediği halde; bakıyorsun, adam Kur'an'ın ruhuna ters düşüyor. ‘Müslüman’ım’ demesi, ‘iman ettim’ demesi; Kur'an'a ters düşüp tevhid akidesinden uzaklaştığı için, Allah korusun, bu demesi onu kurtarmıyor. Değil mi? Ariflerin bir sözü vardır ‘Son nefeste söylemezse bu diller, bütün cihan senin olsa ne fayda’. Nedir o söz? ‘La ilahe illallah Muhammeden Rasulullah’. Evet. Peygamber Aleyhisselam Efendimiz imanın, iman hakikatinin mührüdür. O mührün olmadığı bir iman, iman değildir. İşte o Muhammed Resulü kabul de ittika ehli bir müminin, sırat-ı müstakim üzere yürümesi ile mümkündür.
Ha efendim farklı olsa, olmaz mı? Olur, ama çok rizikosu var. Dedik ya sonra; 10 defa gelmeyeceksin, 1 defa geleceksin bu dünyaya. Niçin ebedi hayatını rizikoya sokuyorsun ki o zaman? Onu garantiye alsana; Kur'an'ın beyan ettiği güzel sıfatları, bunları yüklemekle, salih olmakla, saliha olmakla, muttaki olmakla. Değil mi? Yani, o sıfatlara bürünsene. Araştır ‘Allah'ın sevdiği dost nasıl olurum?’ diye, ‘oluruz’ diye.
Sadıklarla Olun, Sapıklardan Kaçının
Şimdi tabii eğer seni bir güç o tarafa çekiyorsa, bir güç de bu tarafa çekmesi lazım. Değil mi? Şimdi o güce karşı koyman gerekiyor. Kiminle koyacaksın? Bir başka güçle karşı koyacaksın. O da hayırlı insanların dostluğuyla mümkündür. Kur'an-ı Kerim'de Cenabı Hak “vec'al lena min ledunke veliyya” (Nisa Suresi, 75. Ayet) Ya Rabbi, bizi sana kavuşturacak dostlar ver bize’. Halkın, insanımızın lisanında bu ‘veli’ demektir. “Bize o velileri ver ki biz, sana kavuşalım.”
Yine bir başka ayette ‘kûnû me’a-ssâdikîn’ (Tevbe Suresi, 119. Ayet), Cenab-ı Hak ‘Sadıklarla olun’. Kimmiş bu sadıklar? ‘en’amte aleyhim’ (Fatiha Suresi, 7. Ayet) , ‘Senin nimet verdiğin insanlar Yarabbi’. ‘gayri-lmagdûbi aleyhim’ (Fatiha Suresi, 7. Ayet, ‘Saptırdığın sapık kulların, onların yoluna koyma’. Öyle değil mi? Tefsire bakın, kimmiş bu sapıklar? Hristiyanlar, sapıklar; tefsirde Cenab-ı Peygamber Efendimiz beyan ediyor. Şimdi kalkıyor ilim adına, İslam adına adam; Allah'ın sapık diye beyan ettiklerini, kurtuluş kapısı olarak gösteriyor. Vay vay vay… Bu gafletten, ihanetten Allah milletimizi halas eylesin, muhafaza eylesin. Allah o insanları da ayıktırsın, diyelim.
Cenab-ı Fahri Alem Efendimizin Sünnetini Ne Derece Hayatımıza Geçirirsek O Derece Şefaatine Hak Kazanacağız
Şefaatle ilgili işte bu dediklerimiz… Cenab-ı Fahri Alem Efendimiz, ceza gününün şefi-i’dir. ‘Şefi-i ruz-i ceza’ Bugünün şefi-idir. Tüm peygamberlerin şefaat etme hakkı vardır. Ancak hayatlarında her birinin bir nakısası olması münasebetiyle, edeben Cenab-ı Hak’tan bu izni isteyemeyecekler; Allah Resulü’ne gelinecek. “Ben” diyor “başımı arşın gölgesine koyacağım. Evvela resullerin şefaat etmesini talep edeceğim, bunu kabul ettireceğim. Sonra da ümmetimden salih ve saliha kulların, şühedanın, sabilerin yani çocukların, ulemanın -'El-ulemâu verasetül enbiyâ' ( Alimler peygamberlerin varisleridir.)- bunların hepsi şefaat edecek. Bunda hiç tereddüdünüz olmasın”. Aynen dünya hayatı gibidir, şefaat avukatlıktır. Tabii bizim buradaki avukatlıklara birtakım hileler giriyor ama o günün malum avukatlığına hiçbir şey giremez. Hepsinin başı, Allah'ın sevgilisidir. O gün bizi müdafaa edecek ve defter-i amalimizin de sağ kolumdan, elimizden alınmasına vesile olacak, tek ve yegâne insandır. Onun sünnetini ne derece hayatımıza geçirirsek, o derece şefaatine hak kazanacağız ve ruzu mahşerde mahcup olmayacağız, diyorum.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız