info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Kadın Hakları / 4 Ekim 1997

    Neler Okuyacaksınız

Kadın, İnsanlık Ailesinin Şerefidir

Hakikat; kadın, insanlık ailesinin şerefidir. Bazen o ana, bazen abla, bazen arkadaş, bazen kardeş, ne bileyim… Bulunduğu konuma göre vasıflanır ki olduğu her yerde mümtaz, fevkalade bir varlıktır.  Yeryüzünde Cenab-ı Hakk'ın merhametinin, şefkatinin ve cemalinin tecelli ettiği mekandır kadın. Kadın, budur.
İslam’ın kadına bakış hususuna geldiğimiz zaman belki detaylı olarak bunlara gireceğiz. Hatırımızdayken de söylemekte fayda var; kadın latiftir. Cenab-ı Rabb'il Alemin’in cemal sıfatının tecellisinden vücut bulmuştur. Onun için o kadar onun zatına meyil fazladır ki hattı zatında insan bilmeden onunla birlikte Hakk’a vuslat eder, vasıl olur. Dikkat ederseniz Allah'ın sevgilisi “Bana üç şey sevdirildi” buyuruyor “Birisi namaz” gözümün nuru namaz, “güzel koku ve kadın” diyor. Hz. Fahri Alem Efendimizin olaya bu tarz, yani kadın meselesine bu tarz yaklaşmasına baktığımız zaman; onda insanı Hakk’a taşıyan, Allah'a taşıyan çok ciddi nurani tecellilerin olduğunu müşahede etmemek veya tespit etmemek kusurdur, yanlıştır. 

Kadın İslam Öncesi Dönemlerde Toplumun Değer Taşıyan Bireyi Olarak Kabul Edilmemiştir

Bu kadar mümtaz bir yaratılışa malik olan kadın ise ne hikmetse tarihte, özlediğimiz veya olması gereken yerde olamamıştır. Mesela Hristiyanlık dünyasına baktığımız zaman onu günahın merkezi, menşei pozisyonuna koymuştur. Malumunuz Hz. Âdem Sayifullah Efendimiz cennetten çıkmak durumunda Hz. Havva ile arasındaki münasebet bahane edilerek, Hz. Havva'nın şahsında ‘bütün kadınlar günahkardır’ ifadesi ile birlikte Hristiyanlık dinine ait olan bu görüş bütün kadınları cezalandırılmaktadır, teczi etmektedir. 
Bilaistisna, şimdi bu anlayışın sadece ortaçağ karanlığında veya onun önceki dönemlerinde devam ettiği, ilk çağda devam ettiği diye bir durum söz konusu değil.  Batı dünyasında kadın Hristiyanlıktan evvel de çok vahim manzaralar içerisinde idi. O, adeta günahın merkezi ve günah hadisesinin menşei olarak kabul ediliyordu; kötü ruhların tasarruf ettiği bir mekân. Kötü ruhlar eğer bir şey yapacaksa kadınları tasarrufu altına alır veya kadınlarda tasarruf eder zihniyeti, inancı hakimdi. Hristiyan dünyada, batı dünyasında maalesef durum buydu. 
Peki biraz şarka doğru geldiğiniz zaman, doğu bundan farklı değildi ki; daha da kötüydü. Mesela İran'a baktığınız zaman; İran'da Mazdek dinine mensup olan insanlar kadını orta malı olarak görüyor, ona bir şahsiyet vermiyor. Öyle ki alınır, çiğnenir, posası çöp tenekesine atılır. Bu, vahyin itikadı malzemesi olarak, inancın malzemesi olarak… Nerede? İran. Onun medeni olduğu dünyada, medeniyetinin hâkim olduğu dünyada kadın budur.  Adeta çiğneyip çiğneyip posası çöp tenekesine atılan bir varlık; meyve kabuğu gibi bir şey; orta malı. Yani, bütün insanlığın anası olmasına rağmen maalesef anaya hiç saygı yoktur. Ortada gezdirilen bir varlık olarak telakki edilir idi. Evet, bu da bu etkilerden kalmış olacak ki kadını hiçbir zaman toplumun değer taşıyan bireyi kabul etmemiş, onun için de dinine almamıştır.  
Budizm'de Buda zamanında kadınlar dine giremez. Düşünebiliyor musunuz? Bir ana evlat doğuruyor; o bir peygamber oluyor, veli oluyor, bir düşünür oluyor, bir filozof oluyor… O dünyanın insanları bak onun hakkında neler düşünüyor. O olmasa, onun doğması mümkün değil. Evet, içler acısı bir değerlendirmenin, bir mikyasın içerisinde kadın maalesef tartışılıyor ve de konuşuluyordu.
Sevgili peygamberimizin devr-i saadetlerinden önce Arap yarımadasına bakıldığı zaman, onlardan farklı bir manzarası yoktu Arapların da. Araplarda hatta Hz. Ömer'in çok güzel, veciz bir sözü vardır “İki şey vardır ki benim hatırıma geldiğinde birinde ağlar birinde gülerim”. “Ya Ömer, bu nedir?” diye sorulduğunda “Ben, kız çocuğum olduğu zaman onu diri diri toprağa gömdüm, kuma gömdüm. Can havliyle elinden, ayağından fırlayan kumlar benim gözüme, yüzüme atladığı zaman eliyle sildiğinde yüzümü; ben gaddarca onu orada boğdum, öldürdüm. Bu hatırıma geldiğinde çocuk gibi hüngür hüngür ağlarım”. Ömer Faruk Efendimiz, İslam'dan evvel malumunuz çok cesur bir insandı.  O cesaretini de ispat için, Arapların o kokmuş adetlerine uyarak öz çocuğunu diri diri gömmüştür, öldürmüştür. Bütün Araplarda kural buydu. Kadınlar hiçbir şerefli mevkiinin, rütbenin malı olamaz veya oranın sahibi olamaz. “Kadın mı? Adam sen de” denirdi. “Diğeri de” diyor “biz” diyor “cahiliye döneminde putlar yapardık. Acıktığımız zaman da bu putları yerdik. Bu da hatırıma geldi mi gülerim”. 
Şimdi bunu anlatmaktaki maksadım, Arap dünyasının da kadına hiç… Ki o dönem Arap medeniyetinin aşağı yukarı tasarruf sahasının geniş olduğu dönemdir. Dünyanın hemen hemen tamamı kadına yabancı. ‘Kadın, vatan değil’ pozisyonunda bir mantalite, bir mantık ile ortaya konurdu. İşte Allah'ın sevgilisi öyle dünyaya… Yani, hiç hakkı olmayan kadına sanki hakları o vermiş; sanki değil esasen o vermiştir. Bakınız Hadis-i Şeriflerinde “Ben iki taifeyi, iki zümreyi, iki zayıfı kurtarmak veya hakkını vermek için gönderildim. Bunun bir tanesi yetimler, diğeri de kadınlardır”. Hem de ne? Kadınlarla yetimlerin hakları çokça yenmiş. Mücadele etme dirayeti elbette onda olamaz. Yaradılışı çok zarif.
Şimdi, bir erkek ne kadar kendisini nezaket ve nezafet sahibi yapmaya gayret ederse etsin, kadın gibi mümkün değil zarif olamaz. Dedik ya o, Cemalullah’ın bir görüntüsüdür, tecellisidir. Onun için ondaki bu görüntü cisim olarak, madde olarak latif bir varlık, zarafet örneği olarak ortadadır.  
İşte bu zarafet örneği öyle mahkumiyetlere maruz kalmış ki adeta insan olmanın hazzını, tadını tarih boyu çıkartmamıştır, diyebiliriz özetle. Tarihte kadın budur, diyebiliriz efendim. 

Fransız İhtilali’nin Temellerini de Atan İslam Düşüncesidir

Şimdi efendim, kadınlar tarih boyu böyle çok ciddi zulümler gördükten sonra, Rönesans diyebiliriz asıl işin temeli Rönesans’tan sonra ki bu Fransız İhtilali batı dünyasında oluyor; artık demir kapılar yıkılıyor, bütün insanlık özgürlüğüne kavuşuyor havasında. Ben buraya gelmeden… Yani, Fransız İhtilali’nin temellerini de atan İslam düşüncesidir. Jean-Jacques Rousseau, Diderot, Voltaire ve Montesquieu Fransa'nın mühim düşünürlerindendir bu insanlar, ihtilali hazırlayan fikir kadrosudur. Bu insanların yetişmesine amil, yetişmesine sebep de bugünkü İspanya'daki İslam Endülüs Devleti’dir, İslam medeniyetidir. Çokça etkilenmişler, Rasulullah'ın hadislerini ve de İslam dünyasındaki nizamı, düzeni hayatlarına geçirmek için çeşitli sahalarda eserler vücuda getirmişlerdir. Bunun üzerine işte Fransız İhtilali, Fransa'da gündem ediliyor. Yoksa batı dünyası bunları görmemiş ki nereden istesin? Yani istemelerinin nedeni ne? İslam dünyasındaki gördükleri uygulama, tatbikattır.  Orası tabii bizim için şu anda asıl konu olmadığı için onun üzerinde çokça durmayacağız.  
Böyle bir açılımdan sonra dünya, insanlığın yeni haklar ile karşı karşıya geldiği düşüncesini, fikrini ortaya koymaya başlıyor. O güne kadar ezilmiş kadının da birtakım hak ve hukuku olduğu savunulmaya başlanıyor. Mesela sosyalizmde kadın hakları ‘çalışma hürriyetine, hakkına sahiptir’ deniliyor. Feminizm ortaya çıkıyor. Yani, hak olmadığı için batı dünyasında bu dediğimiz hususlar tek tek gündem edilmeye başlıyor ve deniliyor ki ‘kadınla erkek eşittir’. Olayın bu tarafından içerisine girilmek isteniyor. 

Kadın ve Erkek Eşit midir? 

Şimdi hakikate bakıldığı zaman, olayın gerçek değerlendirilmesine bakıldığı zaman; bu, psikolojik bir zafiyetten dolayı ortaya atılmış bir iddiadır. Halbuki ne kadın erkektir ne erkek de kadındır. Hem cinsleri ayrı ayrı olan iki varlığın ‘eşit midir, değil midir?’ mukayesesi, mütalaası çok yanlıştır. Anlatabiliyor muyum? Çünkü her ikisinin yaratılış maksadı, gayesi farklı farklıdır. Yaradılışı farklı farklı, gayesi farklı farklı olan mahlukata aynıdır demenin hiçbir anlamı yok ki. Bilmem atabiliyor muyum? Eşittir demek değil. Veya ‘üstün müdür, değil midir?’ belki tartışması yapılabilir. Yani ‘kadın mıdır üstün, erkek midir üstün?’ biraz sonra zannıma göre o noktaya geleceğiz. Efendim, bu belki denilebilir ama ‘kadınla erkek eşittir’ iddiası ‘elma ile armut eşittir’ demeye benzer.  Elma elmadır, armut armuttur. Şimdi siz erkeği, kadın gibi doğurgan hale getirmeniz mümkün mü? Sadece bu yoluyla beraber kadına eğer eşitlik prensibi uygulanırsa, erkek iflas eder. Ne der? “Ben olmasam, sen olmayacaksın”, en basit bir mantık. 
Şunu demek istiyorum, o halde ‘eşittir, değildir’ iddiası çok yanlış. Her ikisinin yaradılış maksadı ve bulundukları kulvarda yürüme istidadı çok farklıdır. Kadın kadındır, erkek erkektir. Erkek, erkeklik kulvarında vazifesini yaparak hayatını tamamlar; kadın, kadınlık kulvarında vazifesini yaparak hayatını tamamlar. Bu demek değildir ki kadının yaptığı işi erkek, erkeğin yaptığı işi kadın yapamaz. Yapar ama asıl kendi vazifesi olan işlerde istidadı çok daha mükemmeldir. Kadının yapacağı işi erkek, erkeğin yapacağı işi kadın yaparsa; bir zaman sonra psikolojik olarak dengeler sarsılır. Erkek kadın, kadın erkek olur. Dünya yıkılır; kendi iç tabiatlarında kurdukları dünya yıkılır. İfade edebildim mi? Onun için dediğimiz gibi, her ikisinin yaratılış maksadı çok farklı olması münasebetiyle onları bulundukları yere göre değerlendirmek lazım. Ne erkeği doğurtabilirsiniz ne de kadını zor tabiat şartlarında erkek gibi savaşkan yapabilirsiniz. Yani, ikisinin gayesi farklı farklı. 
Binaenaleyh bence kadın-erkek eşitliği şeklinde bir mütalaa, bir müzakere; o geçmişteki batı dünyasının kadına çokça yüklenmesinden doğan bir hak arama (ne bileyim) şeklidir. İzah edebildim mi? Buna öyle demeyelim biz. Biraz sonra da gelelim ona ve diyelim ki ‘kadınla erkek eşit mi, değil mi?’ değil de ‘kadın mı üstündür, erkek mi?’. Kendi kulvarında bir değerlendirelim, bakalım hangisi üstündür.  O zaman mevzuya çok daha ciddi, çok daha veciz bir izah getireceğiz inşallah. 

Allah'a Yakınlık ve Kulluk Sıfatları Kadını Üstün Kılar

Şimdi, kadın-erkek arasındaki denge ‘üstünlük var, yok’ şeklinde mütalaa edilmesi lazım. İnsan olarak kadın mıdır üstün, erkek midir üstün? Anlatabildim mi? İşte o zaman birtakım sıfatlarla karşı karşıya geliyoruz. Bir insana Allah'ın verdiği bu kulluk sıfatı var; işte kadında bu, doruk noktadadır. Allah kadını öyle bir kul yaptı ki… Şimdi kadındaki istidat, kulluk noktasında hiç kimseye benzemez. Ben her zaman bu konuda kendi öz annemi misal olarak veririm. Kullukta hakikaten örnek bir insandı; hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, hemen ölecekmiş gibi ahiret. Düşünebiliyor musun? Bir insan gece yarılarından sabahlara kadar, her gece, bir hayat boyu ibadet yapacak ve sabah erken kalkacak, dünya işini de terk etmeyecek. İşte Allah bu istidadı ne hikmetse kadına çok daha fazla veriyor. Onun iç tabiatı çok zengin. Zaten o iç tabiatındaki merhamet ve şefkat olmasa analık yapamaz. Onun için İslam ona bir de analık vasfını verdi. 
Şimdi buraya gelmişken şununla beraber birleştirelim; İslam aynı zamanda mükemmel bir kulu tarif eder, kul. Kim Allah'a daha yakındır, makbuldür; bu kulu tarif eder. O kulun birtakım sıfatları var. Bu nedir? Sabırdır, kanaattir, tevekküldür, Allah'ı sevmektir, Allah'tan korkmaktır, insanlara hizmet etmektir. Hülasa bu kulluk sıfatlarıdır; insanlık sıfatıdır, takva sıfatıdır bunlar. Bu sıfatları kim yüklenirse, üstün odur. Çok enteresandır, bu sıfatları tarih boyu en fazla kadınlar yüklenmiştir.  O halde bizim dünyamızda en üstün ‘kadın’. Niye? Çünkü bunları kadın yükleniyor da ondan, yüklenmiştir de ondan. 
Mesela Hz. Rabia’tül Adeviyye annemize baktığınız zaman bir umman görürsünüz, bir okyanus. Burada hatırıma geldi, onunla Hasan-el Basri arasında enteresan bir olay geçiyor. Hasan… Rabia’tül Adeviyye annem aynı zamanda çok güzel, insan olarak da çok güzel. Şimdi, bir insanın ruh güzelliği vardır bir de ceset, beden güzelliği vardır. Bu iki güzelliği, mübarek o kadar tatlı bir güzelliği var ki, Allah her şeyi ile ona tecelli etmiş. O kadar güzel ki Hz. Hasan-el Basri aşık oluyor ona, taaşşuk ediyor. “Ya” diyor “ben bununla” diyor “evlenmem lazım”. Şimdi Hz. Rabia da o kadar kendini Allah'a vermiş ki “Eğer ben yuva kurarsam” diyor “onunla meşgul olacağım, Rabbimi unutacağım”. Bu münasebetle de “evlenmeye yasak” demiş “evlenmeyeceğim” demiş. Onun da mantalitesi, mantığı, hayata bakış tarzı bu. Ama aşığın gözü kördür derler. Gidiyor, diyor Hz. Rabia’ya ki “Rabia Hatun, ben seninle bir yuva kurmak istiyorum. Allah'ın emriyle benimle evlenir misin?”. “Ya Hasan” diyor, halbuki Hasan-el Basri'nin onunla evlenmesi de aslında aşktan, muhabbetten. Yani onunla cinsi bir temayülden dolayı da bir yuva kurmak istemiyor. Ama değil mi ki bunun içinde beraberlik vardır, cinsi beraberlik vardır; Hz. Rabia buna da müsaade etmez. “Ben” der “nefsime hâkim oldum ya Hasan, sen de hâkim ol”. O da işe bu tarzda bakar. Fakat Hz. Hasan'ın kafası iyice bozulur buna “Ben buna bir ders vereyim de görsün” der. Günlerden bir gün bir su kenarında, dere kenarında - Hz. Rabia da oradadır, o meclistedir- serer postunu suya, “Allahu ekber” der, namaza durur. Hasan-el Basri ki havfullah ekolünün tasavvuftaki mümessilidir. Yani, çok büyük bir veli. Zahirde ilmi de çok kuvvetli. Hz. Rabia da aşk ekolünün lideridir. İki lider. O bakıyor ki Hasan-el Basri suyun üzerinde namaz kılıyor. Hiç art kalır mı mübarek? O da havaya seriyor postunu, çıkıyor posta “Allahu ekber” diyerek o da namaza başlıyor. Namaz biter, döner Hasan-el Basri’ye “Ya Hasan, senin yaptığını sudaki balıklar; benim yaptığımı da havadaki kuşlar yapar. Bunların hiçbirinden fayda yok. En mühimi, insanın Allah rızasını kazanmasıdır”. “Ya Rabia” der “burada da yendin beni” Hz. Hasan-el Basri. 

Allah, Cenneti Kadının Ayağının Altına Koydu 

Şimdi kadın, yani kadın başka… Yani o bakımdan İslam onu öyle bir noktaya taşımış ki yani Hakk’ın üzerinde de bir yer vermiş ona. Herkes ona ‘ana’ diyor, ayaklarını öpüyor. Cenneti onun ayağının altına koydu Allah “Cennet annelerin ayakları altındadır”. 
Hz. Ömer ile Hz. Ali bir gün tavaf ederlerken, tavafı bitirmek üzere; genç bir delikanlının annesiyle olan sohbetini dinliyor. O tabi yaşlı bir kadıncağız, oğluna diyor ki “Evladım, güzel ama sen beni taşıyamazsın ki. Ben sana zahmet ederim”. “Ya anne” diyor “9 ay karnında beni gezdirdin, ben sana zahmet etmedim de şimdi sen bana zahmet edeceksin. Olur mu?” diyor “Senin bana yaptığın hizmetin, hayrın karşısında benim bu yaptığım hiçtir” ve kadın orada evladına fevkalâde bir dua yapıyor. Bizi takip eden kardeşlerimiz iyi bilsinler, analar evlatlarına hayır dua yapsınlar; anında müstecaptır. O anda tabii hayır dua yapıyor. Hz. Ömer de bunu dinliyor, dönüyor Hz. Ali’ye “Ali, gel şu gençle bir tavaf edelim ki tavafımız kabul olsun”. İşte o gençle tavaf etmenin fazileti, o mübarek ananın gönlünde saklı. Anlatabildim mi? Kadına İslam son derece sonsuz bir değer veriyor. Kadın bizim dünyamızda öğretmendir, asil bir öğretmendir. 
Şimdi düşünebiliyor musunuz siz icatları, keşifleri, çalışmaları, mimari eserleri gündeme getiren, vücuda getiren, varlığı eğiten ananın fonksiyonunu? O zaman tabiatın en güçlü öğretmeni, muallimesi, profesörü, öğretim görevlisi kim olmuş oluyor? Kadın olmuş oluyor. Meslek sıfatları ayrı ayrı da olsa insanlığı ona ilk defa öğreten aile, yuvasındaki anasıdır. Onun için bizim dünyamızda kadın başka bir alem; çok başkadır. 
Yine İslam, kadının sosyal hayatta görev almasına mani hiçbir durumun olmadığını, ancak çalışmamasının çalışmasından çok daha hayırlı olduğunu beyan eder. Yani kadını yormayın, hamal değildir. Çalışmak hamallıktır. Ama illa da çalışması gerekiyorsa onu şahsiyeti ile koruyabilecek, kimliğini ona tanıtabilecek üstün makamlarda çalıştırmanın gerektiğini; evlenme ve boşanmalarda tamamen hür ve müstakil olduğunu, tasarruf sahibi olduğunu; dilediğini yapabilmenin, sorumlu, seçkin bir şahsiyeti olduğunu ona İslam dünyası, İslam medeniyeti, İslam dini kazandırmıştır, diyebiliriz efendim.

Kadına Hakkı, Sadece İslam Vermiştir

Şimdi efendim zaten tarihe baktığımız zaman hiçbir medeniyette, hiçbir dinde kadına miras verilmemiştir. İslam dini kadına miras vermiştir. Kadını ilk defa mirasör yapan İslam'dır. Ama erkeğe fazla, kadına daha az. Bu aslında kadın bunu hak etmediğinden veya efendime söyleyeyim erkek daha üstün olduğu mantığından hareketle verilmiş bir hak değildir. Burada çok enteresan incelikler var. 
Mesela Hammurabi Kanunları’na baktığınız zaman kadının hiçbir hakkı yoktur; hiç ama hiç. Brahman Hukuku’na baktığımız zaman aynı şekilde. Hiçbir hukuku Kitab-ı Mukaddes'te… Gerek Tevrat’ta olsun gerekse İncil'de olsun kadının hiçbir hakkı yoktur. Eski Çin'de, Çin medeniyetinde ki kadim bir medeniyettir, hiçbir hakkı yoktur. Yani nereye giderseniz gidin kadına hak verilmemiştir. Sadece İslam kadına hak vermiştir. Miras hakkını İslam dünyası vermiştir. 
Ancak buna rağmen, hak vermiş olmasına rağmen onu da geçimle mükellef tutmamıştır. Yani kadın, şahsını da geçindirmekle mükellef değildir. Evli ise kocası, bekarsa babası ve ailedeki erkek evlat onu bakmakla mükelleftir. Nikah akdinin sahi olabilmesi için erkeğin karısını bakabilecek nafakaya malik olması lazım. Aksi takdirde yapılan akit, batıldır. Bunun için geçmişte nikah akti yaparken eğer erkeğin işi yoksa, kefil ile kefalet ile nikahı kıydırırlar. Yani filancı kefil olsun ki bu hanımını biz bakacağız diye. Anlatabildim mi? Nedendir bu? Bunun esprisi, kadın çalışmak mükellefiyetinde değildir. Gidip kocasının evine de çalışacak mı? Hamal mıdır bu? Onu çalıştırmaz İslam. Anlatabildim mi? Kesinlikle İslam onu o konuda çalıştırmaz. Çalıştırmadığı için de kadın, erkek kadar hak almaz. Eğer onu bakmakla mükellef olan erkek, kadın kadar hak almış olsa veya kadın erkek kadar hak almış olsa; bu, erkeğe haksızlık olmaz mıydı? Öyle ya o, onun bütün sorumluluğunu üzerine alıyor. Anlatabildim mi? Dolayısıyla kadınla erkek arasındaki miras konusunda 1/2 ölçüsünün esası budur. Yani, o çalışma mükellefiyetinden kaynaklanıyor. Zaten kadın çalışma hayatına girdiği zaman kendisi muktesep, iktisat etme hakkına sahiptir, iktisat yapma hakkına sahiptir. İzah edebildim mi? Miras konusunda diyoruz biz. Kendi mükellef olmadığı için, çalışmakla mükellef olmadığı için; çalışmakla mükellef olan insanlar, yani onu bakmakla mükellef olan insanlar… Onu bakan, müsaade et de o da onun kadar alsın. Yani, bu kadarcık fazla alsın. Anlatabildim mi? Olay budur. 

İçgüdüsel Olarak Erkek Kadını, Kadın da Erkeği Kıskanır

Mesela İslam’da Farklı feraiz var, yani farzlar var. Cihad etme kadına farz değildir, erkeğe farzdır. Değil mi? Himaye etme erkeğe farzdır.  Kadın kendisini himayeye mükellef değildir. Erkek onu himaye etmek mükellefiyetindedir. Onun için eskiden karıyla koca bir araya geldiği zaman, kocanın karısına sahip olabilir mi olamaz mı eğilimine de bakılırdı. Şimdi de zannıma göre öyledir yani.  Bir insanın karısına sahip olma duygusu, bu çok… Kıskançlık olayı buradan kaynaklanır. Siz karınızı kıskanıyorsanız, ona sahipsiniz. Eğer kıskanmıyorsanız, sahip değilsiniz; duygu dünyanızda fakirlik var. Duygu zenginliği münasebetiyle erkek kadını, kadın da erkeği kıskanır. Bu bir tabiat zorlamasıdır, bir içgüdüsel hadisedir. E canım bu görgüsüzdür. Yok, öyle şey değil. Eğer onu kıskanmıyorsa, demek ki ona karşı hiçbir tutkusu yok. Değil mi? Kıskanması lazım. Bundan kıskan… Tabii bunu derken ifrata gidip de haklarını gasp etmesi manasına gelmesin. Tahakkümiyet manasında değil. Ona hakim olma. Zaten onun psikolojisi bunu ister. O psikolojiyi ona yaşatmadığınız zaman, bu sefer tersidir. O, erkeğe hakim olmak ister ve o zaman hırçınlaşır, tatmin olmaz. Anlatabildim mi? Dengeleri her ikisinin koruması lazım. Bu olduğu zaman her ikisi de bu dünyada çok rahattır, huzurludur. 

Kadının Şahadeti Konusu Ondaki Zarafeti, Nezaketi, Fazileti Koruyabilme Ekseninden Kaynaklanıyor

Şimdi ben Ayet-i Kerime’nin mealini okuyayım, daha rahat olalım ‘Kadınlardan biri unutursa diğeri ona hatırlatır’, biri unutursa diğeri ona hatırlatır. Yani, iki şahit olma konusunda ayettir, delil. (Bakara Suresi, 282. Ayet) Şimdi buradaki incelik şu; kadın çok merhametlidir yaradılışı gereği, şefkatlidir, rikkat sahibidir, zariftir. Bütün bu psikolojik tavırlar, sıfatlar bir çocuğun yetişmesi için olması gereken gönül şartlarıdır, kalp şartlarıdır. Bu gönül atmosferinde kadın, çocuğu yetiştirir ve çocuk, o toprakta hayat bulur. Onun için çocuk hep ‘ana’ der, ‘anne’ der. Hemen hemen ilk kelimeleri hep ‘anne’dir. Ben şimdi yaşım şu kadar, annemi unutmuş değilim, ölmüş. ‘Baba’ dediğimi de hatırlamam, yani hep ‘anne’ derim.  Gerçi bizim ailede farklıdır durum; çocuklar biri dövdüğü zaman ‘baba’ diye bağırır ama. Espri olsun diye söyledim. Olay, yani kadın çok farklı bir konumda. 
Şimdi siz… Cenab-ı Hak onun bu tarafını bak… ‘Kadınlardan biri unutursa diğeri onu hatırlatır’ Ayet-i Kerimesi’nden hareketle kadın, bu duygusuna nispetle şahitlik yapacağı olaylarda alınacak olan cezayı hafifletebilmek için… Diyelim, adam 50 sene ceza alacak. Bunu da duymuş olsa, inanın 15 senesini affettirebilmek için doğruyu konuşur ama o merhamet hissi galeyana gelerek orada farklı, yani suçu hafifletici kelimeler seçebilir. Diğer ikincisi de onu tamamlar. Dolayısıyla olay ortaya çıkar. Buradan kadın noksandır şeysi değil; bilakis kadın çok faziletli, çok merhametli. Hiç kimsenin incinmesini istemiyor; yıkılmasını, yok olmasını istemiyor. 
Bakın, bu nedenle İslam dünyasında kadına kadılık yani hakimlik görevi verilmemiştir. Neden? Neden verilmemiştir? Siz şimdi kadını ceza hakimi olarak düşünün. Adam hırsızlık yapar, karşısına çıkacak. İki; adam  vurup karşısına çıkacak. Gangsterlik yapan, çetecilik yapan karşısına çıkacak. Şimdi bütün bunları yargılayan bir yargıç. Yapamaz diye bir şey yok. Yapar, hepsinden de güzel yapar. Yapar ama bu hükümleri vere vere, ceza hükümlerini vere vere öyle bir noktaya gelir ki 3-5 sene sonra artık o 10 sene evvelki kadınlık psikolojisi ondan gitmiş, onun yerine erkek psikolojisi hakim olan bir kadın gelmiştir. Kardeşim bunu orada niye yoruyorsun? Al işte hazırı varken tekrar… Yani, cinsiyetini değiştirmene ne mana var? Yapamaz anlamı değil, hırçınlaşır, öyle bir şey… Otoritesini bu sefer işte o çocuğa karşı olması gereken şefkatli, merhametli, dikkatli, zarafetli hakimiyet makamına rücu eder. Bu nedenle bizim medeniyetimizde kadınlar bu kulvarda değerlendirilmemiştir. Yani, bu kulvara onları sokmamışlardır. Beceremediği için değil. Çok iyi becerebilir. Niye beceremesin ki? 
Mesela Türk dünyasında, Türk kültüründe hakanlar mutlaka hanımlarını yanına alırlar, onlarla istişare ederek karar verirler. Bu farklı şey ama. Bu ters değil. Nitekim Osmanlı padişahları da hanımları ile çok istişare etmiştir. Sahabe-i Kiram Efendilerimiz de hanımları ile çok istişare etmiştir. Ama o kapalı dünyanın bireyleri arasında efendime söyleyeyim olması gereken istişare yöneticiye bir tavır belirletiyor, onun önünü açıyor, onu yönlendiriyor, bir noktaya taşıyor; yönetici, evindeki istişare ile geldiği noktada toplantıya giriyor. O artık olaya hakimdir. Bu sefer olaya çok yukarıdan bakabilme, etraftan hadiseleri seyredebilme imkan ve fırsatını elde ediyor. Anlatabildim mi? Yoksa beceremediğinden dolayı değil. Anlatabildim mi?
Kısaca kadının şahadeti konusu ondaki zarafeti, nezaketi, fazileti koruyabilme ekseninden kaynaklanıyor, diyoruz. 

Aile Demek, Kadın Demektir

Vallahi aile demek, kadın demektir. Kadının olmadığı aile iflas etmiştir. Zaten toplumun bireyleri aile kurumunda eğitilir ve de yetiştirilir. Onun için aile kurumu ne kadar mükemmelse, milletler ve cemiyetler o kadar güçlü ve kuvvetlidir. Kısaca kadınsız aile, ailesiz kadın düşünülmesi mümkün değildir. Ben bu kadar öz olarak bunu söylüyorum. 

İslam, Kadının Bütün Organlarını Mücevher Kabul Ederek Saklanması Görüşünü Ortaya Koyar

Şimdi efendim kadın, başta da beyan ettiğimiz gibi Cenab-ı Hakk'ın cemalinin tecellisinden vücut bulmuş, çok latif bir varlıktır. Zariftir, nurani tecellilerin mekan tuttuğu bir mahaldir. Onun için ondaki güzellik, hiç erkeğe benzemez; fevkaladedir, cazibe merkezidir.  Bu bakımdan İslam, onun bütün organlarını mücevher kabul ederek saklanması görüşünü ortaya koyar. Sen şimdi kıymetli varlığını kapının, pencerenin önüne koyar mısın? Tesettür bu psikolojik hissiyatın, nezaketin neticesidir. Onu güzelce örter. 
Şimdi hattı zatında olan bir başka vechesi de, o latif varlık kendine de insanı çeker. Mesela onun saçları, gözleri vs. organları insanı kendisine celbeder. Eğer celbetmiyorsa, ondaki kabiliyetsizlikten dolayı değil karşısındakinin kabiliyeti kalmadığından dolayı. İfade edebiliyor muyum? Ha o halde her ikisinin kabiliyetinin devamı için kadının, o güzelliğini setretmesi lazım. Setretmediği takdirde erkek, o güzellikle devamlı dolar. Ne olur? Bakınız şu olur. Şimdi yeryüzüne bizim asıl olarak gelmemizdeki maksat, Allah'a yürümektir. Kalp kulvarında Allah'a yürüyeceğiz. Kalp kulvarında insan Allah'a yürürken, sağda solda da gözü olmayacak. Ama onu, cazibe merkezi olan kadın kendine celp ederse; bu kulvardan insanın Allah'a yürümesi zor, belki de imkansız olur. Yani bunun nefis terbiyesi ve tezkiyesiyle hiç ilgisi yok.  O bir güçtür. Erkekte bu var. Anlatabiliyor muyum? Onu tesettür kuralları içerisinde İslam bir noktaya taşır. O da haya duygusunu geliştirerek manevi güzelliğiyle alemi seyreder. Eğer açarsanız, onu teşhir ederseniz ikisinden de bu duyguyu almış olursunuz. O zaman ruhani alışverişlerin terk edildiği, cismani yakınlıkların olduğu bir dünyaya varırsınız ki bu istenilen ve beklenilen netice değildir. O zaman o benim annem, o benim ablam, o benim kız kardeşim, hürmet ve itaat ettiğim insan olmak yerine çok daha farklı yerlerde değerlendirilir ki günümüz dünyası maalesef bunu yapıyor. Değil mi? Onun kadınlığından istifade ediyor; şu aracı, bu aracı oluyor; o benim annemdir, o benim ablamdır, o benim kardeşimdir, özümdür, her şeyimdir diyebiliyor.  
Bizi takip eden kardeşlerimize saygımızı, sevgimizi, selamlarımızı takdim ediyoruz. Sağ olsunlar efendim. 
 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir