info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Kur’an-ı Kerim ve Sünnet – Birlik ve Beraberlik / 1995
11/10/2025 DİNİ YAŞAM 18

    Neler Okuyacaksınız

Kur'an ve Sünnet: İslam'ın Vazgeçilmez İki Kaynağı 

Efendim, bir defa şunu çok iyi bilelim ki İslam'ın birinci kaynağı Kur’an; kincisi, onun uygulayıcısı olan Hazreti Fahr-i Alem Efendimiz. Zira o, canlı Kur’an'dır. Şayet dinler peygambersiz olmuş olsaydı Cenab-ı Hak, peygamberleri araya koymadan kitaplarını ağaçlara, taşlara, arza yazar; insanlara da şu veya bu yolla… Onun kudreti her şeye kâfidir, emrederdi. İnsanlar da gider onu ağaçtan, onu taştan, şuradan, buradan öğrenirdi. Ama böyle olmadı. Bir, mücerret hakikat vardır; iki, müşahhas hakikat vardır. Bir defa bu iddiayı ileri süren arkadaşımız kimse, İslam'ı bilmiyor  . 
Mücerret Kur’an, o satırlarda yazılı olan Kur’an'dır; onun müşahhas hale gelişi de canlı şekli de Hazreti Fahr-i  Alem Efendimiz'dir, peygamberimizdir. Mesela, Kur’an “Sabredin.” diyor, “Kanaat edin.” diyor, “Tevekkül edin, tefekkür edin, Allah'tan korkun, Allah'ı sevin.” Bir sürü emir var. Şimdi peki biz nasıl tefekkür edeceğiz, nasıl tevekkül edeceğiz, nasıl ibadet edeceğiz, nasıl namaz kılacağız  ? 
Yine Kur’an bize yol gösteriyor. "O ne gösterdiyse alın." diyor Cenab-ı Hak, Kur’an’ı Kerim’de. (Haşr Suresi, 7. Ayet) Kim için? Cenabı Peygamber Efendimiz için.
Şimdi Peygamber Efendimiz’in gösterdiği Kur’an, Kur’an'dır  . 
O halde, Peygamber'in gösterdiği nedir? Ayetin kendisidir. Resulullah’ın yaptığı muamele, hareket, sünnettir. Hakikatin kendisi, kanunun kendisi Kur’an; onun gösterişi, yani müşahhas örneği sünnettir  .
Bu, anayasanın kanun olması şekline benzer. Bir mücerret anayasa vardır; o mücerret anayasayı meclis, müşahhas hale kanunlarla getirir. Aynen bunun gibidir. Kur’an bir anayasadır; sünnet de onun kanunudur. 
Yani "Hadis yoktur, peygamberin ameli meçhuldür." demek, Kur’an'ı, İslam'ı hiç anlamamak demektir. Cehaletin ta kendisidir. “Yani hadisler bilinmiyor.” Bu ne saçma bir iddia! Yani bunu, Himalaya Dağları’nda yaşayan bir çoban dese ona bir şey belki denmez ama adı âlim olan adamlar söylediği zaman eğer bu, gerçekten onlar söylemiş ise, bunları ıslah etmek için tımarhane de kâfi değil yani. Çok samimi konuşuyorum; bunlar tipik cahiller. Yani Cenab-ı  Hak, “O âlimlerin şerrinden de Allah'a sığınırım.” diye ayette buyuruyor. Artı, "O neden sizi sakındırdı ise ondan sakının."
Şimdi düşün ki peygamberin sünneti yok ortada, hadisleri yok. Neden sakındığını bilebilir misin sen? Bilemem. O halde Allah'ın garantisindedir Resulullah’ın hadisleri, değil mi  ? Nereden çıkartıyoruz? İşte buradan. Sadece o mu? Ayet-i Kerime’de Cenab-ı  Halik, "Allah’a itaat edin, Resulüne” daha “ulül emr . Sizden olan emirlere itaat edin." (Nisa Suresi, 59. Ayet)
Bu da üç sınıfa ayrılır. Birincisi, "Ülemayı amilin," ikincisi, "Meşayıhı kamilin," üçüncüsü de "Adil hükümdardır." Ha, bunlara da itaat neymiş? Kur’an’mış. Neden? Çünkü onların da dayandığı kaynak Kur’an da  ondan. Onlar da Kur’an’ın müşahhas örnekleridir  . 


“Onlar Ucuz Fiyatla Allah’ın Ayetlerini Satarlar ”

Ben dediğiniz haberi bir gazetede okudum. Onu iddia eden arkadaşımızı maalesef tanıyorum. Yani bu kadar cahil olduğunu maalesef öğrendim, üzüldüm.
“Kur’an’daki İslam” hangi İslam? Kur’an’dan değil? 
Söyler misin bana, hangi din var ki Kur’an’dan değil? Değil mi  ? Bu derece insanları septisizme sevk eden mantık, Allah korusun, insanları küfre kadar götürebilir. Ben bunu şuna bağladım: Niçin bu söz söyleniyor? Bu kardeşimizin veya bu kardeşlerimizin sıkıntıları aslında kendi nefislerinden. Yaşadıkları hayatı bir defa onaylatmak istiyorlar ama benim dememle, senin dememle, demenle bu onaylanmaz ki! Yani biz sana gerçek anlamda Mü’min-i Kâmil desek ne olur, demesek ne olur? Sen değilsen binlerce insan sana Müslüman dese ne olur?
Bunların asıl sıkıntısı, aşağılık duygusu, kendi nefislerinde. Böyle bir iddiayla artık yaşayışlarını temize çıkartmak istiyorlar, birinci kanaatim. İkincisi, hayır, böyle değildir de cahil olmalarından böyle konuşuyorlar. Üçüncüsü de bir kurum veya kuruluşun tellallığını, avukatlığını yapıyorlar  .
İslam’ı içten yıkmak için. E sen tabii, ne olduğu belirsiz bir yazar halinde kendini şuna buna parayla satarsan, ayette var: "Onlar semenen kalila (Bakara suresi 41. ayet), ucuz fiyatla Allah’ın ayetlerini satarlar." Neticesi buraya gelir.
Sonra efendim, İslam mütevatir yolla zamanımıza kadar geliyor; tevatür yoluyla. Yani böyle kitleler halinde yaşana yaşana, hiçbir… “Hurafe.” diyorlar İslam’a, İslam’a hurafe girmemiştir. Bizim köyümüzde, kentimizde belki şahıslarımızın arasında hurafeyi paylaşan insanlar vardır ama neticede onların itikadına bakın, o itikat da temizdir. Ne demek yani? İslam’a hurafe, öyle şey mi olur? Bu saçmalıktır , böyle şey olmaz. 


Hadis Muhaddisleri, Ümmet-i Muhammed’e Allah’ın Büyük Bir Lütfudur

Efendim, şimdi hadislerden şüphe  … 
Cenab-ı  Peygamber Efendimiz'in hemen, devri saadetlerinden 70 yıl sonra Ömer bin Abdülaziz diye meşhur bir Abbasi halifesi var ki, öyle centilmen, öyle mükemmel, öyle kâmil bir insan. Allah şefaatinden ayırmasın. Abbasi, çok affedersiniz, Emevi şeysindendi, yanlış söyledim. Öyle oluyor ki, Melik Süleyman Emevi sülalesinden; Melik Süleyman yerine halife koyacak, halife bırakacak, çocuklarını, şusunu… Fakat hepsi çocuk. 
Hatta elbiselerini büyük yaparak onları büyük göstermek istiyor ancak, vicdanen de rahat edemiyor. Yani “Bunlar bu Ümmet-i Muhammed'e nasıl yol göstersin?” diye bir tavsiye üzerine Ömer bin Abdülaziz Hazretleri’ni halife yapıyorlar.
Kim bu Ömer bin Abdülaziz? Çok meşhur bir menkıbe vardır, olay vardır. Hazreti Ömer bir gece sokakta gezerken, evin bir tanesinden “Anne yapma, suyu fazla katma. Şayet sen o suyu fazla katarsan Huzur-u Mahşer’de Cenab-ı Hak o sütün hesabını, suyun hesabını sana sorar.” diyen kız vardı ya, annesine tavsiye eden, ha işte onu oğlu, Asım’a alıyor . İşte onun sülalesinden gelen iş… Delikanlı bu, Ömer bin Abdülaziz. Tıpkı dedesi Hazreti Ömer’e benziyor. Bilmem anlatabiliyor muyum  ? 
Yani Hazreti Ömer’in sülalesindendir, Abbasi hilafetinin, saltanatının; o debdebeli, şaşalı durumu birden değişiyor. 
İşin en enteresan tarafı, Medine Valisi iken Ömer bin Abdülaziz, Rahmetullahi Aleyh Efendimiz, o da çok centilmen bir insan, çok yakışıklı. Her zaman kendine mahsus bir kokusu var, onu sürünür. Medine’nin bütün delikanlıları onu taklit ederdi. Çok efendi, haza, her şeyiyle beraber insanlara örnekti. Hilafet makamına seçildikten, geldikten sonra öyle enteresan ki, her şeyi terk ediyor, adeta terk-i dünya yapıyor. Ve Hazreti Ömer bin Abdülaziz, kaddesallahu sırrahul aziz, Ebubekir bin Hazm’a emir gönderiyor. Diyor ki: “Cenab-ı  Peygamber Efendimiz’in bütün hadislerini toplayın, tedvin edin.” Hadis ilmi, o kadar titizlikle ele alınmış bir konudur ki efendim, Goldziher ve Kaytana… Şimdi dedin de onu hatırladım. Esasen bu iddia, bu bizim arkadaşlarımızın iddiası değil; onu da bilmiyorlar, Batılı müsteşriklerin iddiasıdır. 
“Yani siz diyorsunuz ama sizin peygamberinizin; o kadar, sizin zamanınıza kadar gelen sıhhatli hadisleri yoktur. Bunların içerisine uydurma, birtakım mevzu hadisler de girmiştir. Haberiniz var mı?” Şimdi maalesef biz asıl kaynakları değil de bunları kaynak olarak gördüğümüz ve de  gösterdiğimiz için… 
Yetişen ilim adamlarımız maatteessüf, bunları merkez olarak kabul ediyor. Onların ağzıyla konuşuyorlar. Bu, Müslüman ağzı değil! Kimin ağzı bu? Goldziher'in ağzı. Kimin ağzı bu? Kaytana’nın ağzı. Yanlış anlama  . 
Şimdi efendim, bir sahabe, bir tâbiîn, öyle titizlikle hadislerin üzerinde durmuşlar ki... En basitinden, Cenabı Peygamber Efendimiz’in hanımı, karısı Hz. Ayşe validemiz Resulullah’tan hadis rivayet etmiştir. Damadı, Halife Hazreti Ali (radıyallahu anh) Hazreti Peygamber’den hadis rivayet etmiştir. Efendim Hazreti Ömer rivayet etmiştir, Ebubekir Efendimiz…
Bırak o râvilerin rivayetini, en yakınları... Ki bunlar, Cenabı Peygamber Efendimiz’le risaletinden ölümüne kadar 23 yıl beraber kalmış insanlar.
Değil mi? Bunlar öyle kesin ki, yani müdellel. Sonra hadisler, Ömer bin Abdülaziz devrinde toplanıyor; tedvin, tasnif de ediliyorlar. Öyle oluyor ki; hadis ilmini tedvin edebilmek, toplayabilmek için fersah fersah gezen tâbiîn var  .
Yani siz ‘fersah’ ne demek biliyor musunuz? Düşünebiliyor musun, 18.000 kilometre yol kat eden şahıs var. 18.000 kilometre; bir misal verecek olursak, siz buradan İstanbul’a 18 defa gidiyorsunuz. Yani 18.000 kilometre ne demektir? 1000 kilometre midir, nedir İstanbul? 
He, 18.000 kilometre gidiyor. İmam-ı Buhari, 14 yaşında hadis tedvinine başlıyor, toplamaya başlıyor. Kilometrelerce gidiyor. Bakınız, adamın bir tanesi atına  yem verirken atını kandırıyor; elindeki yemi çekiyor. Ha, rivayet edeceği hadisi; o kadar kilometre günlerce, aylarca gitmiş olmasına rağmen hadisini almıyor. Rivayet etmiyor. Diyor; “Bu hayvanı kandırdığı gibi bizi de kandırabilir.” Bu kadar titiz duruluyor üzerinde. Hadis rivayet eden râvilerin biyografi denilen ilmi çıkıyor ortaya.
Yani bunu Batılılar söylüyor, biz söylemiyoruz. Korkunç bir ilim şekli diyor. Anlatabiliyor muyum  ? 
Efendim, bu biyografide hadis rivayet eden râvinin örfü, âdeti, gelenekleri, şahsiyeti, ak… Ne bileyim her şeyi... Karakterinden, efendim, fikir yapısına kadar hepsi böyle tek tek o biyografisinde tespit ediliyor. Bu kadar sıhhatli; sadece hadisin kendisinde değil.
Böylece binlerce hadis toplanıyor, yüz binlerce hadis toplanıyor. Râviler imtihan ediliyor. Faraza, İmam-ı Buhari’nin başından geçen bir olayı size nakledeyim. Efendim, Bağdat’a geldiği zaman, Bağdat uleması onu imtihan etmek istiyor ve 100 tane hadisin metniyle  senedini karıştırıyor. Faraza, A hadisinin senedini B hadisine, B hadisinin metnini C hadisinin senedine; bu şekilde karışık, karmakarışık bir şekilde 100 tane hadis okuyorlar.
İşte, “Nasıl bu hadislerin, efendim durumu nedir, yani sıhhat derecesi nedir?” diye sorulduğu zaman, cevaben buyuruyor ki: “Siz bu hadisleri yanlış okudunuz. Birinci hadisin senedi şudur, metni budur. İkinci hadisin senedi şudur, metni budur.” 100 tane hadisi senediyle, metniyle o yüzlerce ismi çıkartıyor. Hayret ediyorlar.
Şimdi, sen bu hadis muhaddislerinin bu korkunç titiz hallerine bakıp da “Aman ya Rabbi ne muazzam bir hikmet ne muazzam bir kazanç!” efendim deyip bunu takdir edeceğin yerde, “Ümmet-i Muhammed’e Allah’ın büyük bir lütfudur.” diyeceğin yerde, gerçeği de budur, sen bir İmam-ı Buhari bulamazsın bugün, İmam Müslim’i bulamazsın, İbni Mace’yi bulamazsın, İmam Malik’i bulamazsın. Nerede bulacaksın kardeşim? Bulman mümkün değil, böyle kafa olur mu ya? Allah bunları özel yarattı.
Benim Rahmeten lil Âlemin adlı eserimi okursanız, orada Hulefa-i Raşidin Hazretleri için bir tabirim vardır. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz müstesna, bu dört Hulefa-i Raşidin dediğimiz eşhas, Allah şefaatlerinden ayırma, Cenab-ı Hak bunları özel bir yaratılışta, İslam binasını oturtmak için halk etmiştir. Bu ilahi bir kader, cilve-i rabbanidir. Yoksa senin, benim iradem, aklım onlarda ne?
Ama o iradeyi Cenab-ı  Hak bu vadide o şekilde tecelli etti, öyle değerlendirdi ki işte muazzam bir İslam anatomisi ortaya çıktı. Evet, hadis dünyası da böyledir. O, Kütüb-i Sitte dediğimiz altı eser, altı kitap hadis dünyasında çok meşhurdur. Sahih-i İmam-ı Müslim ile Buhari’nin Sahihin diye iki tane eseri vardır. Efendim, böyle metin ve senetler; atlamadan, didik didik edilerek yazılmıştır. Anlatabildim mi? Şimdi… Ve bu hadisler binlerce kişinin huzurunda ezbere okut, okun, okunmuştur. Senediyle, metniyle. Bağdat’ta, binlerce kişi. 
Rivayetlere göre efendim, Ebu Hazm Hazretleri’nin 40 bine yakın öğrencisi var. Ders verdiği zaman Bağdat caddeleri dolup taşıyor, münâdiler tarafından nakiller halinde hadisler naklediliyor, yazılıyor. Düşünebiliyor musun? Yani; adeta, o dönemde bu çok büyük bir hareket tarzı haline gelmiş. Çok büyük bir gayretle, ciddiyetle ele alınmış. Bunlar tasnif edilmiş, tedvin edilmiştir.
Efendim, bu şekilde konuşanlar bilerek, gafletle konuştuğu kanaatindeyim en azından.
Efendim, bütün İslam Kur’an'daki İslam’dır. Sen o İmam-ı Azam’ı düşün ki, 40 yıl yatsının abdestiyle sabah namazını kılıyor. Onun yaşadığı İslam, İslam olmayacak da efendim, metruş vaziyette senin, benim yaşadığım halim, halimiz İslam olacak. İnsaf, el insaf! Hiç tereddüt etmek doğru değil. Biz onlara, o rahmet deryasına ne nispette yaklaşırsak, o nispette feyiz ahzederiz, alırız. Ne nispette uzak olursak, yontulmamış oluruz. Allah muhafaza eylesin.


İslam’ın Tamamı Kur’an’dandır  

Sonra benim hayret ettiğim bir nokta var: İslam’ı yaşayanların böyle bir sıkıntısı, şikâyeti yok. Bu şikayetler devamlı İslam’ı yaşamayanlardan geliyor. Ya kardeşim, sen zaten öyle bir derdin yok ki, niye konuşuyorsun? İslam’ı yaşa da o kolaylıklar zaten Cenab-ı  Hakk'ın lütfuyla İslam’ın içinde var. Yani, o sana müsamaha kapısı açan insanın müsamahasının bin defa üzerinde müsamaha kapıları var.
Haberleri olmadığı için İslam’dan, efendim, yaşamadıkları için de güya kendilerince haklılıklarını, nefislerini öne atarak is… Haklılıklarını ispatlamaya çal... Bu yanlış. İslam'ı yaşayanların böyle bir sıkıntısı yok, bir derdi yok. Siz beni, aile efradımı tanırsınız. Benim  rahmetlik anacığımı bilirsin. Benim yaşım 48; anam öleli şurada bir, bir buçuk sene oldu. Bir yıl da hasta yattı, yatağında. O iki buçuk yılı atalım, iki buçuk yılı atalım; ben o rahmetliyi tanıdım tanıyalı gece yarısından sabah işrak vaktine kadar, mübalağa etmiyorum, efendim ibadetle hep ömrünü geçirmiş ve de tamamlamıştır. Benim gözümün önündeki olay; hiçbir zaman da şikâyet etmedi ki, "Niye bu böyledir, şu şöyledir?" Rahmetli babam derdi ona, “Ya Hanım” derdi, “Postu çürüteceksin.”
Şimdi, ibadet eden insanda, salih ve saliha insanlara Allah öyle bir feyiz, muhabbet ihsan eder ki onlar yaptıkları ibadete adeta doymazlar. “Aman ne olur, biraz daha fazla yapsak…” derler. Bizim gibi insanlar da “Canım, bir namazı kılıp da bir çıkabilsek buradan!” Niye? Gönlümüz çok susuz, kurak, fakir de ondan. Allah hidayet nasip eylesin.
Kısaca, İslam’ın tamamı Kur’an’dandır. Ha, yeni bir içtihadı kastediyorsak, o iktidar sende varsa yap baba, sana kimse “Yapma!” demiyor ki. Anlatabiliyor muyum? Ama senin içtihadın geçmişten farklı olacağına göre, bir başkasının içtihadı da seninkinden farklı olacak. Ne olacak yani? Hep senin dediğin mi doğru olacak? Dediğim gibi, Cenab-ı  Peygamber Efendimiz’den, hemen ardından İslam’ı anlayamamış o büyük zevat da sen gelmişsin bugün anlamışsın; adam olana gülerler. Bu düşünceler tamamen yanlıştır.
Evet, bunu diyebilirim efendim.


Kur’an’dan Hüküm Çıkarabilmenin Şartları ve Kuralları  Vardır

Hüküm istinbat edebilmek için o hükmü istinbat eden insanın bir seviyesi olması lazım. Kanun metnini önünüze koysak, anayasayı da sizin önünüze koysak... Bilginiz var, kültürünüz var ama bir  meseleyi çözebilir misiniz? 
Neden? Çünkü siz işin usulünü bilmiyorsunuz. Usul vardır; her şeyi bilirsin, olayın usulünü bilmezsin. Bilmediğin için de o dört dörtlük mesele önündedir, yasalar şunlar bunlar; olayı çözemezsin. Ha, usul meselesi bu canım.
Eğer herkes Kur’an’ı okuyarak anlamış olsaydı, bu kadar ulemaya ne lüzum vardı ya? Alırdık Kur’an’ı elimize, korduk önümüze; oku, amel et, değil mi?
Ha, Kur’an’dan hüküm istinbat edebilmenin şartları, kaideleri vardır. Bu şartları, kaideleri bilen insan istinbat etsin, sana “Bunu yapma.” diyen yok ki. Ama bu mantaliteyi yakalamak o kadar zor, o kadar hakikaten çok ciddi bir çalışmayı gerektiren husustur ki bunu bir insan tek başına yapamayacağı için daha evvel mantalite tespit edip, mantalite, bir görüş ortaya vaaz eden mezhep imamlarının yolunda bu işi ulema yapmanın daha hayırlı olabileceği kanaatine varmıştır. Yani sana kimse “mezhep kuramazsın.” demiyor. Hadi kalk, kur bakalım. Niye kurmuyorsun?
Kaç tane bu tip arkadaşlar mesele önüne gelmiş de çözmüşler? Ama ben sana bir isim vereyim: İmam-ı Âzam’a 83.000 mesele geliyor; 83.000 meseleyi şifahi olarak cevaplıyor, 6.000'ini bizzat kendisi kaleme alıyor. 83.000 mesele! Şimdi bizim kaç tane çözülmeyen meselemiz var da, kaçını çözdük veya çözemedik de çözmek için, işte diyoruz ki, “Ya, biz öte evveli bırakalım da sondan bu işe başlayalım.” Hangi mesele var ki mezhepler bunu çözmemiş?
Şimdi efendim, bunu söyleyen arkadaşımız da yine mezhepleri bilmiyor. Mezheplerin ortaya koyduğu mantalite, yani sistem… Efendim o sistem içerisinde insan kendisini bulduğu zaman çok rahat içtihadını yapabiliyor. Ama kendisi bir sisteme tabi olmadan içtihat edemiyor. Neye göre? Usulün nedir senin, senin dayanak noktan nedir? Onu söyle bakayım bana. Bu dayanak noktasını, yani mantaliteyi bilemediğin için allame-i cihan da olsan hüküm istinbat etmen zor, belki de imkânsız oluyor. Yani kaideleri, kaideleri çok iyi bilmek lazım.
Hangi kaideleri biliyoruz? Ben belki İslam tarihini çok iyi bilebilirim, fıkhi meselelerin bazılarını da çok iyi bilebilirim. Bu demek değildir ki ben bir müçtehidim. Ben mesela, Kur’an-ı Kerim'de profesör olabilirim veya tefsirde profesör olabilirim veya tasavvufta profesör olabilirim. Ama bakın, içtihadın öyle enteresan hususları var ki hadis ilmini bilecek, tefsir ilmini bilecek; yani bunların hepsinde profesör olacak demektir bu. Kur’an ilmini bilecek. O da yetmiyor; bu şahsa Cenab-ı  Hakk'ın bahşettiği mevhibî bir ilim olacak. 
Niye? Kendi kendini murakabe ederken yaptığı iş doğru mudur, yanlış mıdır? Bu neticeyi manen görmesi için. Bu, gelgeç hanı değil ki herkes bir şey desin oraya koysun. Öyle değil.
Öyle olmuş olsaydı, bu ümmet bu zamana kadar böyle mükemmel gelebilir miydi? Sonra; bakınız, mezhepler birer terbiye ekolüdür. İmam-ı Âzam Hazretleri'nin bir terbiye mantığı vardır. Mesela, muamelat hususunda 45.000 mesele çözmüştür; ibadet hususunda 38.000 meseleye cevap, cevaz vermiştir.
Bunların tamamına bakın; bir örf, adet, geleneğin teessüsü, yani bir terbiye sistemidir bu. O sisteme göre bunları efendim, bina etmiş, cevap vermiştir. Şafiî Hazretleri öyle, Mâlikî Hazretleri öyle, Ahmed bin Hanbel Hazretleri öyle. Ve onun için de aralarında çok cüz’i farklar vardır; yani böyle büyük, muazzam farklılıklar bulamazsınız zaten.
E hocam, ben hem ondan hem ondan amel edemez miyim? 
E, hem ondan hem ondan amel edemezsin. Niye edemezsin? Sen şimdi düşün ki Trabzon Lisesi’nde okuyorsun; oranın talebesisin. Hayda git efendim, Ticaret Lisesi’nde eğitimini yap. Şimdi asıl eğitim, öğretim nedir? Terbiyedir. Eğitim, terbiye demektir. Eğitiliyorsun sen, o mezhep seni almış çarkına, böyle büyütüyor; bir mantıkla, bir gelenekle büyütüyor. 
Anlatabildim mi? O mantaliteyi orada yakalayamazsın.
Ama nadir kişiler vardır ki mezhepleri bilirler; onlar için mezhep zaten yok, alır kendisi içtihadını yapar, hayatını tayin ve tanzime eder. Ama bunu avamdan havasına anlatmanın da anlamı yok ki. Bence bunu bilmedikleri için avamdan havasına anlatıyorlar. Bilseler konuşmazlar. 
İzah edebildim mi?
Şimdi kibrit çok faydalı bir nedir? Unsurdur. Onunla ateş yakarsın, ihtiyaçlarını giderirsin, yemeğini pişirirsin sobada, şurada, burada. Ama onu kullanmasını bilmeyen bir çocuğun eline verirsin, koskocaman evi yakar onunla. Şimdi ilim, kullanılan bir silah gibidir; her insanın elinde aynı vazife görmez. İşte onu kullanabilecek kabiliyet ve istidadı o mezhepler insana kazandırır ve o kazandığın istidada göre de siz hayata yön verirsiniz veyahut da hayatı kazanırsınız, diyorum efendim.


Tefsir Okumakla, Kur’an’dan Hüküm Çıkarmak Ayrı Şeylerdir 

Şimdi, mana başka şey, mezhep daha başka şey. Bir insan Kur’an’ın manasını verebilir, tefsir edebilir; bunun hiçbir mahsuru yok zaten  . 
Yani Kur’an’a mana vereceğiz tabii, niye vermeyeceğiz? 
Farklı farklı görüşler olabilir; bunun hiçbir şeysi yok, tefsirler olabilir   …
Diyebilirim. Ama bu tefsir ile, zaten bir sürü tefsir var. Şu anda benim kütüphanede, yanılmıyorsam yedi tane ayrı tefsir var. Ömer Nasuhi Hoca’nın tefsiri var. Efendim, “El-Esas” diye Said Havva’nın tefsiri var. Efendim, İbn Kesir’in tefsiri var, Elmalılı Hamdi Hoca’nın tefsiri var... Ne bileyim, bir sürü tefsir var bende, şu anda. E her birini okuyorum, her birinden istifade ediyorum. Herkes de bunları okuyabilir, istifade edebilir; bu yasak değil, yanlış anlamayın, hüküm istinbat etmek dediğimiz olay; tefsir okumakla hüküm istinbat etmek ayrı ayrı şeylerdir  .
Herkes, hepimiz hukuk okuruz ama hüküm veremeyiz. Hüküm vermektir, mezhep  .
Anlatabildim mi? 


Müslüman Salim Olmak Demektir, Müslüman Terörist Olamaz

Şimdi ... Ya Müslüman zaten salim olmak demektir. İnsan gülüyor bunlara; nasıl Müslüman terörist olabilir, terörü düşünebilir? Efendim, canım, filanca Müslüman... Ya bırak onu şimdi, filanca insanın düşünmesi bizi, İslam'ı bağlamaz. Birbirimizi emniyette görmenin adına denir İslam; birbirimizi selamet dilemenin, iyilik dilemenin, iyi geçinmenin... Nefsimiz, nefsimizle barışmanın, aile efradımızla barışmanın, yaşadığımız toplumumuzla barışmanın, Müslümanla barışmanın, insanlarla barışmanın adıdır İslam.
Tarif; “El-müslimü men selimel-müslimûne min lisânihî ve yedihî” Müslüman o insandır ki insanlar, Müslümanlar onun elinden, dilinden huzur bulur; salimdir, emniyettedir. İş ortada. Şimdi efendim, bu böyle. Yani Müslüman bir defa terörist olamaz. Cenab-ı  Fahri Alem Efendimiz’e on iki, üç yıl Mekke-i Mükerreme’de yapılan zulüm ortadadır. Hangisine kalkıp da fiili bir cevap vermişlerdir? Aç bırakıldılar, boykot edildiler, çöle sürüldüler, kız vermediler, münasebetleri kestiler. Terör, Müslüman karşısında olan insanların, İslam’ın karşısında olan insanların vasıflarıdır; Müslümanlığın vasfı değildir ki terör !
Zaten Müslüman’ın itikadı, inancı ona terörizmi müsaade etmez. Ha, şimdi bazıları da cihatla bunu karıştırıyor. Cihat; nefsi koruma, nesli koruma, dini koruma olayıdır. Kâfir gelir, üzerine; ki bu da devletler arası bir hukuktur yani. Herhangi bir insan kalkıp da “Ben cihat ediyorum.” diyemez. Bu kararı faraza Türkiye Cumhuriyeti Devleti verir; Yunanlılar “Harp edeceğiz.” İşte bu cihat olur. Küffar ile harp etmenin adıdır, anlatabildim mi?
Cenab-ı  Peygamber Efendimiz, Allah şefaatinden ayırmasın, Medine-i Münevvere’ye gidiyor. Bakınız, orada Yahudilerle ittifak ediyor, ihtilaf etmiyor. 52 maddelik prensipte anlaşıyorlar. 52 madde tespit ediyor sahabe ile, Cenab-ı  Peygamber Efendimiz ve Yahudiler. “Tamam, bu konularda mutabıkız.” diyorlar. Ve o konular üzerinde mutabık oldukları halde hayatlarına devam ediyorlar. İlerleyen zaman içinde Yahudiler ihtilaf ediyorlar, muhalefet ediyorlar. Yani aldıkları kararlara onlar ters düşüyorlar. Müslümanlar zerre kadar alınan kararlara ters düşmemiştir.


İslam'da Hiçbir Şey Nefis İçin, İntikam İçin Yapılmaz  

Ve bir insanı veya  insanları Müslüman etmek için kesinlikle harp olmaz, olmamıştır. Peki, ne olmuştur? Mekke’nin Kureyş’i kıskanmıştır. Medine’de kurulan site devletini, Müslümanların oradaki oluşumunu kalktılar; Müslümanların Mekke’de yağ… mallarını yağmaladılar, talan ettiler. Hazreti Hamza geliyor: “Ya Resulallah, nedir bu hâl?” diyor. “Mallarımızı kurtaralım.” Ebu Süfyan da alıyor bunları, Şam’a satmak için götürüyor. “Gidelim, alalım elinden.” diyor, “Bizim malımız bunlar.” “Emrolunmadık.” diyor Peygamberimiz. Ve neticede bu malları alma emrediliyor. Ve tam bu esnada, onlardan, malların arkasından muhafaza etmek ve Kureyş’in kâfirleri, Müslümanları ortadan kaldırmak üzere yola çıkıyorlar. Derken, efendim Bedir denilen mevkide iki taraf harp ediyor. Şimdi mallarını almışlar Müslümanların; iki, canlarını kıymaya geliyorlar. Yani; ellerini, kollarını bağlayıp “Hadi, bizim boynumuzu vurun.” mu diyecek Müslüman? Budur.
Uhud Savaşı'na bakın. Uhud da aynıdır. Mekkeliler iyi bir hazırlık yapıyorlar, bir yıl sonra. Muazzam bir hazırlık yapıyorlar, Ebu Süfyan'ın riyasetinde. -Karısı Hind- efendim geliyorlar, Uhud mevkiinde muazzam bir savaş oluyor. Medine'nin hemen yakınında bir yer Uhud Savaşı. 
Şimdi Müslümanlar bunları durdurmak için gitmeseler, onlara karşı koymasalar, savaş etmeseler; Medine’de gelip onları yok edecekler. Yani  bu kadar da pasiflik olur mu? 
Tabii, bu nefsi müdafaadır. Bütün savaşların temelinde bu… Hendek Savaşı'na bakın, öyle. Hacca inşallah giden, gidecek arkadaşlarımıza söyleyin, görsünler. Hep etraf, Medine’nin etrafında geçmiştir hadiseler.
Şimdi bu bir müdafaadır. Bu müdafaayı yapmak, yapmamak eşyanın tabiatına aykırıdır. Zaten böyle atalet, atalette din olmaz. Miskinliktir bu, bunun ötesi de miskinliktir. Müslüman şahsiyetini, izzet-i nefsini, namusunu, haysiyetini, maneviyatını korumak ve kollamak mükellefiyetindedir. Bunu yapmıştır. Efendim , İslam'ı tebliğ ederken hiçbir zorlama yoktur, olması da mümkün değildir. Allah, Kur’an’ında "La ikrah fiddin." Dinde zorlayamazsın (Bakara 256. Ayet). Adam ne ise odur, onun ötesine kimse geçemez.
Hatta; bakınız, ölçü o kadar enteresandır ki bir gün savaş halindeyken Hazreti Ali, Kerremeallahu veche, biniyor kâfirin sırtına. Hançerleyecek onu, “Pü!” diye alttan tükürüyor ona. Bu sefer Hazreti Ali öldürmekten vazgeçiyor. “Niye öldürmedin beni?” diyor. “Ben seni şu ana kadar Allah için öldürecektim, şimdi nefsim araya girdi; nefsim için öldüremem seni.” diyor. O zaman şehadet getirip Müslüman oluyor bu şahıs.
Yani kısaca İslam'da hiçbir şey nefis için, intikam için yapılmaz. Bu haram. Onun için bakın, Fatih Sultan Cennet Mekân İstanbul'a girdiği zaman bütün cemaatleri toplamıştır. Hatta Ermenilerin cemaati yoktu, emretti onlara: "Kendi aranızda bir lider seçin; imam, önder seçin, cemaat başı seçin; onu muhatap kabul edeyim." demiş ve seçtirmiştir. Cemaat yapmıştır onları. Yahudilerin haham başını o şekilde kabul etmiştir. 
Ortodoks’un, Ortodoksların başını o şekilde kabul etmiştir. Hepsini kendi dünyasında, ibadethanesinde serbest bırakmıştır. Ne ticaretine ne aile hayatına ne örflerine ne adetlerine ne geleneklerine ne de dinlerine kesinlikle karışmamıştır. Karışamaz; Allah buna müsaade etmiyor. Cenab-ı  Hakk'ın istediği, kulun ona serbest iradesiyle itaati, ibadeti veya reddidir. Mükafat ve ceza ancak bu serbest iradeyedir. Yoksa bu zorla olduktan sonra mükafat ve ceza nereye verecek Cenab-ı  Hak? Değil mi? Olay budur.
O halde bu şekilde iddia, kanaat-i şahsiyemiz o ki “İslam'ın özünü ve hakikatini bilmemekten kaynaklanan birtakım saf söylenmiş sözlerdir veya kasıttır.” diyebiliriz  .


Hayat; Milletlerarası Platformda, İnananlarla İnanmayanların Mücadelesidir  

Efendim, benim inancım şu: Bu bir gerçektir. Bizim zaten millet olarak bu noktayı çok iyi görmemiz lazım. Bunu görmediğimiz müddetçe kendi kendimizi kandırırız. Hayat; milletlerarası platformda, düzeyde inananlarla inanmayanların mücadelesidir veya farklı farklı inançların rekabetidir. Sen şimdi tarih boyu devam eden Haçlı zihniyetini 1900'lü yıllarda kaldıracaksın. Bunu düşünmen, vallahi, çok ciddi bir hayalperestliktir.
Hocam, kaldırmamız lazım, gelmez mi? E, kaldıralım. Hadi gidelim kaldıralım. Ama mümkün değil. Şimdi bu gerekçeyle adamlar birçok kurumlar kurmuşlar. Eğer biz, bu esası görmeden hareket edersek yanılırız. NATO da bu gerekçenin, bu inancın neticesidir. Birleşmiş Milletler, AYT... Hepsi bunun bir neticesidir. 
AYT kurulduğu zaman, yani ortak pazar diyelim buna, kurulduğu zaman bir çocuktum. O çağlarda İmam Hatip mektebinin orta kısmında, zannıma göre okuyor idim. Bize bir film göstermişlerdi. Bir haç, koskocaman bir haç, bu ortak pazarın merkezi... O film hiç hatırımdan çıkmaz. Böyle şualar çıkıyor bu haçın her tarafından ve bütün dünyaya, önce Avrupa'ya, Hristiyan ülkelerine ve ondan sonra bütün dünyaya yayılıyor. 
Şimdi ben bunu gördüm. Bu benim, bu şablon kafamda; böyle ölmez, bu mümkün değil. Adam diyor ki: "Ben Haçlı ruhunu dünyaya yayacağım, yerleştireceğim." Şu ad altında, bu ad altında. Şimdi biz de kafamızı gömdük deve kuşu gibi kuma. Yok efendim, bu o değildir. İstediğin kadar de... 
Hatırlarsanız, bundan evvel benim bir birlik konferansım olmuş idi. O konferansımda ısrarla vurguladığım husus şuydu: “Bizi ortak pazara almazlar, çatlasak da patlasak da almazlar.” Neden? Ya, hüküm var ortada. Cenab-ı Hak ne buyuruyor? "Siz onlardan olmadığınız müddetçe onlar sizden olmaz." O halde geriye ne kalıyor? Bizim onlardan olmamız... E biz de bunlardan olmayacağımıza göre, o halde bu barış olmayacaktır.
“Şimdi Hocam, bu barış olmayacak da savaşalım mı?” Hayır, onu da demek istemiyorum. Bunu görerek biz tedbirimizi alalım. Bu şekilde büyüyelim; bu milli benliği, bu dini duyguyu taşıyalım, taşımamız lazım. 
Şimdi geçelim Goražde bölgesine, oraya. Allah, oradaki kardeşlerimizin ölenlerine rahmet eylesin; kalanlarına kuvvet ve kudret ihsan eylesin ve o adamlara da insaf nasip etsin de onları o zulümden kurtarsın. Şimdi, orası çok enteresan. Sırplar Ortodoks’tur. 
Ben de haberleri dinliyorum, Ruslar güya işte şunu demiş, bunu demiş. Yalan. Ben korkarım ki bu adım orada kalmaz. Bu, Rusya'nın bence attığı adımların en sağlamlarından biridir. Şurada benim, çözemediğim bir nokta var: Amerika acaba Rus saltanatına "Evet." mi diyor? Bu olay, Sırp olayı, sadece Sırpların müstakil bir olayı değil. Ortodoksların ittifak ettiği bir olay; bu, karar verilmiş buna. Efendim, şimdi o bölgeyi bunlar, Rusya da dahil, Ortodoks hakimiyetine terk edecekler. Çünkü Rusya dinsizliği 70 küsur yıl yaşadı; baktı ki dinsiz bir milletin ayakta durması mümkün değil. Her şey zıttıyla kaimdir. Kanaatim benim o ki; bunlar şimdi dini tercih edecekler, dini tarafı tercih edecekler.
Bundan sonra nereye gelecek? 
Kosova'da Türk kardeşlerimiz var . Orada, Batı Trakya... Ondan sonra gelecekleri Türkiye'dir; yani İstanbul’dur. Bunu derken çok akıllı olmanın gereği yok; bu adamlar eninde sonunda hesabın ucu bize dayanıyor. Biz, merkezdeyiz. Neden? Çünkü bütün bu İslam aleminde merkez olabilecek, baş olabilecek tek kurum, kuruluş bizdedir de ondan; Türklerdedir de ondan. 


Türk Milleti Bin Yıl İslam’ın Garantörlüğünü Yapmış Bir Millettir

Efendim, zaten biz İslam aleminin başından inkırazımız ile çekildikten sonra artık bir huzur kalmamıştır. Orta Doğu’da kalmamıştır, diğer İslam ülkelerinde kalmamıştır. Bu millet bir defa bin yıl İslam’ın garantörlüğünü yapmış bir millettir, bunu çok iyi görmemiz lazım. İslam’a "Evet" dedikten sonra Maveraünnehir’de; bakınız, Samarra şehrine geliyor. O günkü Müslüman Arap kardeşlerimiz İslam ordusunu bize terk ediyorlar. Biz Müslüman olduktan sonra; o cengaverlik ruhumuz, her zaman söylerim, Çinlilerin yaptırdığı set, semadan tek arzda görülen yeryüzü cismidir. Bizim korkumuzdan adamlar o kadar seti yaptılar. Böyle bir cengâver bir milletimiz, mazimiz var; geçmişimiz var. 
Bunlar İslam’a "Evet" dedikten sonra, bu ruhu Cenab-ı  Hak onlara İlahi Kelimetullah tebliğ eyledi ve ona hizmet ettirdi. İşte Samarra, İslam ordusu Müslüman Türklerin sırtı üzerine bina edilmiştir. Biz; odur, budur, hep İslam’a hizmet et... Biz, İslam’ın garantörüyüz. Çok samimi konuşuyorum. Onun için geçmişimizle ne kadar iftihar etsek azdır.
Efendim, öyle kuru bir kavmiyetçi değilim. Efendim ama bazı gerçekleri de görmemiz gerekir. Sahabenin ardından bu milleti görmemek körlüktür. Bunu göreceğiz. Ne demek istiyorduk? Şimdi, efendim, biz böyle bir güce, kuvvete sahip olduğumuzu bütün dünya biliyor. Tesbihin tamam olması için her şey tamam; imam da yerinde olacak. O zaman tesbih tamdır. İşte o 99 tespihin imamı da bu millettir, Batılı bunu görüyor kardeşim. Bu gövdeyi, bu bünyeden ayırdı. Affedersiniz bu kafayı bu gövdeden ayırdı.
Feraset ehli insan odur ki, ikisini birleştirecek. Ben; bizi idare eden siyasi iradeden bunu bekliyorum, arzu ediyorum, rica ediyoruz yani bu gövdeyle bünyeyi birleştirsin. Koskocaman bir Türk âlemi var. Efendim, bunlar birleşsin. Evet, bu birleşirse bunların hepsi olur. Bırakalım bu kısır dengede yapılan çekişmeleri, Güneydoğu’daki meseleleri. Bir büyük milletin içinde çok etnik gruplar, cemaatler olabilir. 
Bak, az evvel dedik? Fatih Cennet Mekân Hazretleri, Sultan, bütün o din müntesiplerini kendi dünyasında serbest bıraktı. Peki, bizim Güneydoğu’daki kardeşlerimiz nedir ya? Bin sene bizimle, hal, halimizle hallenmiş insanlar... Reva mıdır bugün onlarla beraber karşı karşıya gelelim?
O halde bu politikayı gözden geçirmemiz lazım. “Nedir bu yanlışlık?” deyip bunu tek tek tespit etmemiz lazım. 
“Zararlı taraflarını atıp faydalı taraflarını uygulamamız lazım. Onlarla yine aynı masada oturup yemeğimizi yememiz, camilerde ibadetlerimizi yapmamız, evlerde sohbetlerimizi tamamlamamız gerekir. Bu kardeşliği, bu ruhu bulmamız lazımdır.” diyorum ben.

Ortodoksların Hesabı Bizans’ı Tekrar Kurmaktır

Şimdi efendim, bunu siyasi iradenin bence düşünmesi, çok düşünmesi lazım. Tabii, Bizans emeli yeni değildir. Ortodoksların evvelden beri hedefi, İstanbul'u tekrar ele alıp orada kendi mazilerini ihya edip yaşamaktır. Ortodoksların oradaki liderine bir devlet nazarıyla bakması yeni değildir, devlet başkanı nazarıyla; eskiden beri Ortodoksların Fener Patriği'ne Batı dünyası devlet başkanı sıfatıyla bakarlar. Bunu bendeniz acizane eskiden beri bilen bir kardeşinizim ama yeri gelmediği için de anlatmanın bir anlamı yok. Şimdi bunlar kendiliğinden bunu itiraf etmeye başladılar. 
Hatta bazı devlet başkanları, bizim siyasi ricalimizden bu konuda onlara taviz verme, onları kabul etme, kabullenme yönünde ricalarda bulunduğu da söyleniyor. Ne derece doğru olduğunu bilemiyoruz. Yani bunlar doğrudur. Bunların hesabı, efendim Bizans’ı tekrar orada kurmaktır. Tabii, bize düşen vazife ayık olup kimi, nasıl, niçin, neden beslediğimizi; nasıl onlarla dost olduğumuzu gözden geçirmektir. Bize düşen vazife budur. 
Bu siyasi olacağı için daha derinine girmek… Dilerseniz burada bunu keselim, siyasi iradeye bırakalım. Onlar bunu düşünsünler ve çözsünler, cevabını versinler  .


Hangi Eğilim ve Görüşte Olursa Olsun; Birlik ve Beraberliğimizin Temini Zaruridir

Efendim, benim her zaman ifade etmeye çalıştığım bir husus var: Biz millet olarak birliğe… Beraberliğe susamış bir toplumuz. Ne hikmetse epey zamandan beri bazı efendim, amiller diyelim; insanımızı birbirine düşürmüştür. Şu andan tezi yok, bir defa kimse kimsenin rengine, diline, efendim örfüne, adetine, geleneğine, tavrına bakmadan hoşgörü içerisinde bir arada yaşamasını öğrenmeye gayret edeceğiz. Birbirimizi hoş göreceğiz. Hangi eğilim ve görüşte, hangi siyasi anlayışta olursa olsun; birlik ve beraberliğimizin temini zaruridir ve de boynumuzun borcudur. Hepimizin üzerine farzdır. 
Ve birinci olarak bu birliğin kısa zaman içerisinde teessüsünün mecburi olduğunu görüyorum. 1983'ten bu tarafa da efendim, yayın hayatımıza icmalle başladık; o gün birlik dedik, bugün birlik diyoruz, yarın da birlik diyeceğiz. Bizim birinci meselemiz budur.
İkinci meselemiz ise Türkiye halkıyla, siyasetiyle, idaresiyle bütünlük arz etmesi lazım. Halkın iradesini tam temsil etmesi lazım. Bu irade ile beraber dış siyaset, siyasetini gözden geçirmesi lazım. Dış politikamızı gözden geçirip milletin iradesi istikametinde biz, harici politika uyguladığımız zaman göreceğiz ki; Bosna da kendiliğinden halledilecek, Azerbaycan da kendiliğinden halledilecek, Orta Doğu konusu da kendiliğinden halledilecektir. Neden? 
Şimdi, faraza bugün biz Bosnalıların silahlanması hâlâ öyle iyi bir delikanlı lisanıyla gündem edemiyoruz. Bosnalı hakkını, hürriyetini kendi alır; bıraksınlar bunları silahlandıralım. Hangi yolla olursa olsun. Bunlar da istiklal mücadelesini versin, efendime söyleyeyim, hak ve hukukunu elde etsinler. Kısaca; dış politikada Batı'ya entegre olan, entegrasyon olan bir politika değil; bugüne kadar hep onlarla beraber hareket ettik. Bizim milli iradenin istikametinde bir hareket tarzı tayin edip bir hareket tensip edersek; kanaatim, o birlik dışa da yansıyacak. İçteki birlik dışa da yansıyacak. Olmaz gibi görülen işler Cenab-ı  Hakk'ın lütfuyla olacak ve milletimizin istiklal ve bekası kıyamete kadar devam edecektir, eder diyorum efendim.
 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir