info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Abdülkadir Geylani / 1995-1996

    Neler Okuyacaksınız

Abdülkâdir Geylânî, Kıyamete Kadar Manevi Tasarrufu Sürecek Bir Velidir

Ulü'l Azm bir şahsiyeti insanımıza tanıtmanız sebebiyle Mesaj Televizyonunu tebrik ediyorum. Allah hepinizden razı olsun. Şimdi insanların kendilerine ideal kabul edeceği doruk noktadaki şahısları tanımalarıyla, alelade insanları tanıması arasında büyük farklar vardır. Her zaman ve her devirde bu büyük insanlara, insanlığın ihtiyacı var. Zira bu insanlar bulundukları devir ve dönemleri Cenâb-ı Peygamber Efendimiz ‘in ruhaniyetiyle nurlandırmış, insanları cehalet çukurundan kurtarmış, hakkı hakikati o insanlara tanıtmış ve de mükemmel mümin olmanın hayatlarında canlı olarak şahsiyetini ortaya koymuşlardır. İşte bu ölmezlik sırrına eren, ölümsüzlük sırrıyla beraber daima insanların kalbinde ve İslam dünyasında, hatta bütün kâinatta yaşayan zevattan biri belki de peygamberden Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimizin sahabesiyle birlikte sonra gelen şahıs Hazreti Şah Abdülkâdir Geylânî'dir. Kıyamete kadar manevi tasarrufu devam edecek olan Ulü’l Azm bir velidir. Allah şefaatinden ayırmasın. Hatta onun bir beytinde “Bütün evliyanın kendine mahsus bir tasarrufu vardır. Bu tasarruf hayatlarıyla sınırlıdır ama bizim tasarrufumuz kıyamete kadar baki kalacaktır” buyuruyor. Kendisine bu mevzuda “Ya Abdülkâdir bu kadar kesin nasıl konuşabiliyorsunuz”, diye sorulduğunda, buyurur ki; “Cenâb-ı Vâcibü'l Vücûd bunu bana vaat eylemiştir. Allah vaadinde hulfetmez. Benimle beraber olanları da cehennem ateşi yakmaz” buyuruyor. “Bunu da Rabbim bana vaat eyledi.” “Şimdi, onu nasıl bir insandı, neydi? Anlatır mısınız?” Sorusunun cevabı hakikaten çok zor. Ne anlatacağız ki biz? Bir umma, elimizde bir bardak, onunla taşı taşıyabildiğin kadar. Senin kabın ne kadar büyük olursa olsun, onu ölçmek anlatmak mümkün değil ki. Bence bunu anlatmak yerine yaşamak lazım. Onlar bir sevda dalgasıdır, sevda okyanusudur. Efendim o sevdaya insanın vasıl olması, onu yaşaması işte anlamak için ilk şarttır. Mevlânâ Kaddesallâhu Sırrahû'l- Azîz Hazretleri'ne sormuşlar. “Ya hazret aşk nedir?” Buyurmuş, “Ben ol da bilesin!” Şimdi biz bir mana sultanından bahsediyoruz. Mana Sultanı her ne kadar zahir ölçülerle anlatılır, ifade edilirse de hakikatte onları tanıyan, tanıtan da kalplerdir, gönüllerdir. Yani bu işin görüntüyle ilgisi ve de alakası yoktur. Bu bir gönül işidir. Hala o milyonlar, belki de milyarlarca gönüle nur saçıyor, ışık veriyor; böyle bir insan. 

Bütün Veliler Muhabbetini, Feyzini, Nurunu Abdülkâdir Geylânî'’den Alır

Şimdi nasıl anlatalım bunu? Bilemiyorum ki. Nereden işe başlasak? Hani kürenin her tarafı merkezdir kabilinden, “Biz işe nereden başlarsak orası başlangıçtır” dersek yerinde olur, diyerek başlayalım diyorum. Efendim ismi üzerinde olan bu şahsın Büyük velinin Geylan, İran'ın Geylan kasabasında dünyaya geldi. Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin efendilerimizin anne ve baba tarafından sülalesinden bulundu. Evladı Resul oldu. Böylece hem “Şerif” hem “Seyyid” lakabı aldı. Dünyaya geldikten sonra bebekken bile kerameti olan bir mübarek zât. Hatta annesi şöyle bir kerametini rivayet eder. Abdülkâdir'in enteresandır, Ramazan-ı Şerif geldiği zaman onu gündüz yedirmek mümkün değil, çocuk bu kundakta. Kolu komşu Ramazan'ın girip girmediğini Abdülkâdir Geylânî Hazretleri'nin o gün Ramazan'ı takip ediyor Ümmeti Muhammed ya. Diyorlar, “Bugün Ramazan mı, değil mi? Bunu anlayabilmemiz için bakalım: Küçük Abdülkâdir bugün yemek yiyor mu? Anasının sütünü emiyor mu, emmiyor mu? Emiyorsa Ramazan değildir, emmiyorsa Ramazan'dır.” Yani kerameti daha o gün başlamış. Bu belki aklın sınırlarını zorlar, doğrudur. Zaten bu büyük zevatın bunların hayatını anlatmak eğer akılla olsaydı iman etmeyen tek kişi kalmazdı. İmanda öyle üstün hakikatler var ki aklın verasına girer bunlar, ötesine girer. Burada teslimiyet vardır. İşte o bakımdan diyoruz ki “bu teslimiyet olunca bu yaşamak zuhur eder.” O sevdayı insan yaşar, kim olduğunu anlar. Şimdi biz aklın dâhilinde işe girdik, öyle gidiyoruz. Dua edelim himmet etsin de verasına bizi taşısın. Şimdi efendim böyle bir zât, çocukken bile kerameti olan büyük bir veli enteresandır; tahsil çağına geliyor. O günün şartlarında Bağdat, ulemanın, evliyanın yetiştiği büyük bir merkezdir. Tahsili için annesinden müsaade istiyor. Ve annesi de nesi var, nesi yok efendim giydiriyor, kuşatıyor; yola koyuyor mübarek zâtı. Daha henüz çocuk, tahsil hayatına çok küçük yaşta başlıyor. Hatta şu anda bir yine bir kerameti hatırıma geldi, zaten hayatının tamamı keramet; varlığı keramet onun. Büyük veliler der ki “Hazreti Abdülkâdir Geylânî'nin çok enteresan bir yönü vardır. Bir çıkış vardır velide, bir de iniş vardır. Çıkış vuslat olduğu zaman, geriye dönüşü çok zordur.” Yani beşeriyeti intikal etmesi lazım ki o manevi halleri insanlara anlatsın da onlara ikaz etsin, irşad etsin. Orada kaldığı süre içerisinde hayret makamındadır, hiçbir şey anlatamaz. Böyle sarhoş gezer. Nitekim çok evliya vardır Anadolu'da bu tip. Çıkmıştır, bir anda vasıl olmuştur; seyir halindedir. Evet, sana bana bakar ama seni beni görmez. Hani “daldı gidiyor” diye bir tabir var, öyle bir… Şimdi bunun için o kadar enteresan ki her an çıkıştadır ve her an inişte insan arasında. Allah öyle bir iktidar buna ihsan etmiş. Yani irşadı da doruk noktada, tecelliye mahzar olma efendim çıkışı da doruk noktada. Her ikisi de zirve noktada. Peygamber Aleyhisselatü Vesselâm Efendimiz ‘in sahabelerinin haricinde hiçbir insana Cenâb-ı Hak bu kadar lütufkâr tecelli etmemiş. Bunu tasavvuf tarihi söylüyor. Yani benim rivayetim değil, tespitim değil. Böyle bir Ulü'l Azm insan. 
Şimdi çocukluk çağında bir gün öküzü güdüyormuş. Öküzü güderken geriye dönüyor öküz. “Ya Abdülkâdir senin vazifen öküz gütmek hayvan beklemek değil, hayvan sürmek değil. Sen insanlara gidecek, onları yetiştireceksin, hakkı tanıtacaksın, hakkı tanı… O vadine dönsene.” Yani daha bu yaşta. Efendim tabii sevilmiş ve seçilmiş insanlarla Allah'ın yarattığı bütün mahlûkat irtibat kurar, ilgi kurar; konuşur, sohbet eder. Mahlûkat kendi lisanıyla insanlarla sohbet ediyor, konuşuyor. İşte böyle bir insan. Ne bileyim dedim ya, “Nereden başlayalım bu işe ki?” Tahsile çıkarken annesi sarılıyor, öpüyor, dua ediyor, “Evladım doğruluktan kesinlikle ayrılmayacaksın” diyor. Ve annelerimiz bu mübarek annenin evladını yetiştirdiği gibi yetiştirecek evlatlarını, onlara doğruluğu hakkı tavsiye edecek. Bugün günümüzde maalesef toplum hayatında olmayan belki en önemli sıfatlardan biri de doğruluk dürüstlük sıfatıdır. Eğer insanlar birbirine itimat edemiyor, birbirini sevemiyorsa bunu kaybettik, doğruluğu kaybettik de ondan. Bunu kazandığımız zaman toplum hayatındaki itimat tamdır. “Niçin itimat edemiyoruz birbirimize?” “Hep eğriyiz de ondan, doğru değiliz.” “O halde Yunus gibi hep doğru odun taşıyacağız; yani doğru olacağız.”  Şimdi geliyorum asıl anlatmak istediğime, büyük veliye yolda giderken Bağdat'a gidiyor tabii, bir kervanla. Kervanın önünü şakiler kesiyor, yani eşkıyalar. O günün yol kesicileri hırsızı, şusu, busu… Eşkıya reisi herkesten nesi var, nesi yok alıyor. Geliyorlar küçük çocuğun yanına. “E sende bir şey var mı?” Diye böyle alelade bir soru soruyorlar. Yani soru sormak için soruyorlar. “Evet” var. “Ne kadar?” İşte, “bende şu kadar altın var.” Soruyu soran, eşkıyaya bu cevabı veriyor. “Doğru mu?” “Evet, doğru konuşuyorum.” “Bakayım” diyor, gösteriyor. Elbisesinin altındaki efendim beline sardığı altınları gösteriyor. “İşte burada ”diyor. Tabii bu manzarayı bu hali efendim şakilerin başına aktarıyorlar. “Aman efendim bu çocuğa sorduk böyle böyle… Şey dedik var mı sende?” “Evet” dedi, “var” dedi. “Bizi kandırabilirdi ama yalan konuşmadı. Hayret ettik nedir bu? Diye.” Geliyor şakilerin başı. “E oğlum sen rahatlıkla bizi atlatabilirdin. Çünkü sende bu kadar altının olacağını kimse tahmin etmezdi. Niye yalan konuşmadın?” “Nasıl yalan konuşayım? Ben evden çıkarken anneme doğru olma sözünü vermiştim. O bana itimat ediyor. Ona ben yalancı olamazdım, ona yalan konuşamazdım. Onun için.” O zaman tabii eşkıyalar da hakkı tanıyan ve bilen insanlar olduğu için “vayy” diyor. “Bu küçük yaşta anasına verdiği sözden ayrılmıyor da biz Allah'a verdiğimiz ‘sana kul olacağız’, ‘seni tanıyacağız’, ‘seni bileceğiz’ sözünden nasıl ayrılıyoruz? Yazıklar olsun bize” diyor. Ve arkadaşlarına “Ey insanlar iyi bilin ki ben Hakk'a döndüm. Bundan sonra bu çocuktan Allah razı olsun. Beni irşad etti, ikaz etti. İsteyen benimle gelebilir, isteyen yoluna devam edebilir.” Bütün o eşkıyalar “Aman efendim sen bu işin doğru olduğunu kabul edersin de biz etmez miyiz?” derler istiğfar edip yola girerler. Yani irşad ve ikazı daha çocukluk yaşında başlayan bir insan. Ve enteresandır bir müddet tahsil yaptıktan sonra diyeceksin ki efendim “hep keramet”, hayatı keramet. Yani nereye el atarsan, nereye bakarsan, onsuz bir âlem yok. Tasavvuf tarihinde zaten bu kadar Ulü'l Azm bir insan yok. Bütün veliler böyle diyor. Sertacü'l Evliya, Bahâddin Nakşibend Efendimiz de irşad eden o. Bakın hatırıma geldi; büyük velilerden Ahmed er- Rifâi Kaddesallâhu Sırrahû'l- Azîz, Allah şefaatinden mahrum eylemesin. Bir gün baş kesiyor, baş eğiyor. Diyorlar: “Ne yapıyorsun?” “Şu anda Bağdat'ta büyük veli Abdülkâdir Geylânî gavsiyetini ilan ediyor.” Gavsu'l Azam vardır. Mana âleminin sultanı yani kâinatın devlet başkanı, kâinat devletinin başkanı. “O” diyor, “Onu olduğunu ilan ediyor. Ben de onu tasdik ediyorum.” “Saddektü” “Seni tasdik ederim” diyor. Kısaca böyle büyük bir zât, Bağdat'a işte geldiğinde âlâ rivayet tabii Bağdat'ın uleması, evliyası da çok büyük. Manen keşfediyorlar ki, “böyle bir delikanlı geliyor aramıza.” Hemen kendisine keramet olsun, işin farkına varsın, burada ona ihtiyaç olmadığını anlasın diye, bir tas süt gönderirler; herhangi bir arifle. Gelirler, verirler. Tas süt, süt tamamen tası doldurmuştur. Yani demek istiyorlar ona ki, “Bu Bağdat bir tastır. Evliyanın füzât-ı da burayı doldurmuştur, sana gerek yok.” Maneviyatta süt; feyzi, muhabbeti ilahiyi temsil eder. O da “Euzubillahi mineşşeytanirracim, Bismillahirrahmanirrahim” der, elini şöyle uzatır, bir gül alır. Âlâ rivayet bu gül cennettendir. Tasın üzerine koyar, sütün üzerine koyar. “Ben de” der, “buranın gülüyüm.” O zaman bakar ki zevat bununla başa çıkmak zor. “En iyisi bunu kabul edelim.” Ve Allah şefaatinden ayırmasın mübarek zâtı kabul ediyorlar. Orada irşada ikaza Bağdat'ta başlıyor. Binlerce ulema, evliya, onu her gün şu anda Bağdat'a gitseniz efendim ravzasını bir görseniz enteresan. Onu takip ediyor, ilim meclisi. İki mezhebin ilmini bilen bir âlim. Yani sadece maneviyat üstadı değil bu. Hatta İmam-ı Ahmed bin Hanbel hazretlerinin mezhebinden ayrılacağı zaman Hazreti Ahmet bin Hanbel'i zuhur ediyor. “Ya Abdülkâdir, sen gidersen mezhebim çöker; devam ettir” diyor. Ve onun yolunu da devam ettiriyor. Böyle çok başka bir umman yani. Efendim çok insan yetiştirmiş. Çok eşkıyayı yola getirmiş. Onun bulunduğu dönem ve devir çok enteresandır. İlmi saptıranların, siyasette yanlış oynayanların bir devridir de aynı zamanda. O hem siyasi iradeyi terbiye ediyor, hem ulemayı hizaya getiriyor. “Böyle böyle olacaksınız” diye. Fevkalade büyük bir terbiye ekolünün bugünkü anlamda üniversitesinin mümessili oluyor. Efendim Bağdat’ta yüzlerce binlerce insanı ıslah ediyor, terbiye ediyor. Bakıyorsun adam gece gündüz yanlış üzeredir. Sadece onun nazarına mazhar olması kâfidir, dürüst insan olması için. Yani bugünün reklamı propagandasıyla değil bazen duyuyoruz, “Filan yerde bir adam var. Onu gittin mi, gördün mü? Şunu bırakırsın mı?” Bunlar hikâye, öyle bir şey yok bugün. Yani bazı güçler bazılarını öne atıyorlar. Hani öyle adam olsa? “Şapkam” dedi “havaya atarak peşine koşarım.” Efendim öyle değil. O gerçekten binlerce yüzbinlerce insanı ikaz etmiş, irşad etmiş. Şarkta ve Garp ‘ta ne kadar efendim hidayeti arzu eden, talip olan insan varsa hepsine güneş olmuş. Zaten büyük veli Şahı Nakşibend Kaddesallâhu Sırrahû'l- Azîz Hazretleri, “bütün veliler muhabbetini, feyzini, nurunu Abdülkâdir Geylânî'den alır” buyuruyor. Yani herkes. İmam-ı Rabbâni Kaddesallâhu Sırrahû'l- Azîz Hazretleri de; “Biz de ondan alıyoruz” buyuruyor. O güneştir, maneviyat güneştir. Evet, böylece hem medresenin ders-i âmı yani hem fıkıh, tefsir, hadis dersleri veren büyük bir âlim, hem de gönülleri tezkiye ve terbiye eden, nefsi nefisleri tezkiye ve terbiye edip ruhu yücelten bir maneviyat mimarı. Üstadı Allah şefaatinden ayırmasın. Bu kadar yeter herhalde ne büyük zât olduğunu anlamak için.   


Hazreti Şah Abdülkâdir Geylânî, Kıyamete Kadar Rehberlik Eden Güneştir

Yani on iki zaten meşrebi Sufiye’nin piridir, reisidir.   Dolayısıyla on iki tarikatın nuru onda cem olmuştur. İrşad olabilecek herkes mutlak surette maneviyatta onun ruhaniyetiyle irşad olur. Yani bunu bizim söylememiz değil; bütün pirler, mürşitler bunu böyle kabul etmiştir. Zaten bu hakikati inkâr eden adamın maneviyatta ilgisi ve alakası da yoktur. O insanın ne dervişanlıkla ne de irşadla alakası olamaz. Bu bir kanundur maneviyatta. Bilmem anlatabiliyor muyum?   Ve bu irşad ve ikaz kıyamete kadar da devam edecek. Cenâb-ı Hak onu dediğiniz gibi insanlık için bir hidayet köprüsü kıldı, bir köprüdür. Efendim malumunuz meşrebi Sufiye'de üç ana ekol vardır. Bu ekollerden bir tanesi Vahdet-i Vücut. Ki çok az bir müntesibi vardır bu yolun. Buna Vahdet-i Vücut’cular biraz da meselenin kelamıyla yani söz ile beraber izahını yapmaya gayret ederler. İkincisi, Vahdet-i Şuhut halidir. Ki bu yolun mümessili İmam-ı Rabbâni Kaddesallâhu Sırrahû'l- Azîz Hazretleri’dir. Üçüncüsü, zikir ve tecelli yoludur. Ki bu yolun piri Şah Abdülkâdir Geylânî’dir. Şimdi tecelli yolu olması münasebetiyle Vahdet-i Vücut’u, zikir yolu olması münasebetiyle Vahdet-i Şuhut'u temsil eder. Her ikisini cem eder. Ama ne Vahdet-i Vücut, ne de Vahdet-i Şuhut hiçbir zaman tecelli ve ezkâr zikir yolu olamaz. Yani çok farklıdır. Her ikisini o bakımdan Hazreti Pir'in hali bütün velayetin hallerini ihata eder. Anlatabiliyor biliyor muyum? Hatta Bahâddin Nakşibend Kaddesallâhu Sırrahû'l- Azîz Hazretleri, Emir Külâl Hazretleri'ne intisap ettiği zaman, Kabz-ı Tam ile sahralara düşüyor. Ahü enin ile arıyor. Kabz-ı Tam demek Füzat-ı İlahi’den bir an uzak olmak demektir. Uğraşıyor, uğraşıyor, uğraşıyor, ileri gidemiyor. Bir de biliyorsunuz Meşrebi Sufiye'de müntesip olan şahsın iki hali vardır. Bunun bir tanesi kabz, bir tanesi basttır. Bast halinde genişlik, rahatlık, muhabbet, aşk vardır. Kabz’da sıkıntı ve füzattan uzaklaşma kesilme hali vardır. Bu Muhammed Bahâddin Nakşibend Hazretleri'nde ekser bir surette zuhur ediyor. Bağdat'a geliyor, senelerce sonra. Efendim Hazreti Pir Efendimiz ’in kabrine “Ey” diyor “irşad ehli olan zât, sen beni irşad et ki sana gerçek anlamda mürşid desinler.” O da manen buyuruyor ki “Ben şimdi senin kalbine Allah ismini nakşedeceğim. Sen de bu nakşı tut, ona tabi ol ki sana Nakşibend desinler.” Onun için Şah-ı Nakşibend denmesinin sebebi budur. Âlâ rivayet manen Allah ismini kalbine nakşediyor, yazıyor. Hazreti Şah Abdülkâdir Geylânî. Onun için onun meşrebine, Şah-ı Nakşibend Efendimiz ‘in meşrebine, Meşrebi Sufiye’de “Nakşî Tarikatı” denmiştir. Sırf bundan dolayı. Ve işte o zaman Hazreti Şah Abdülkâdir Geylânî için, Bahâddin Nakşibend efendimiz buyurur ki; “Bütün evliya kıyamete kadar feyzini muhabbetini Hazreti Şah Abdülkâdir Geylânî'den alacaktır. O maneviyat âleminin güneşidir, füzat güneşidir.” İmam-ı Rabbâni’ye derler ki: “Sen Müceddid-i Elfisânî'sin. E, nasıl oluyor da sen bu kadar büyük bin yıla hüccetin geçmesine rağmen, tasarrufun erişmesine rağmen sen de ondan feyzini alırsın?” “O bir güneştir, biz ise ay gibiyiz. Nasıl ay nurunu güneşten ahz ederse, biz de aynen onun gibi ondan alırız” buyurur. Yani böyle ne bileyim bir başka âlem ve yolu tezkiye yolu olduğu için çok sağlamdır. Onun yolunda giden insan çok sağlam adımlarla gider. Ubudiyet ve kulluk onda esastır. Zaten Cenâb-ı Vacibül Vücut Hazretleri insanoğlunu bu âleme gönderirken onun kul olmasını murad ederek göndermiştir. İşte bu espriden hareketle devamlı insanlara kul olmayı tavsiye ve telkin eder. Ve insanlara öyle enteresan nasihatler, sohbetler eder ki; hiçbir zaman öyle bizler gibi toplumu taşlamaz başkasının hep insanın kendi nefsiyle mücahede ve mücadele etmesini anlatır. Hatta bazen onu dinlerken itiraz ederler. Kalben, bu itiraz kalbendir. İsyan ederler, “niye böyle konuşuyorsun” diye anında. “Beni dinlerken gene sen isyan etmeye başladın. Bana ne isyan ediyorsun? Bu hal senin halindir. Ben ise sana ayna vazifesi görüyor, hastalığını gösteriyorum. Şimdi seni tedavi eden doktor yani ben mi suçluyum? Hasta olan sen mi?” Tabii bu itiraz içerisinde bulunan insan birden çöker, “aman aman ya Rabbi.” O bakımdan sohbetleri ve vaazları öyle feyiz de öyle muhabbette olur ki, “Allah” deyip efendim bayılan, efendim çıkıp sahralara koşan, ağlayan, sızlayan “Allah Allah” deyip vecd haline giren yüzlerce binlerce insan sonra enteresan hali vardı. Öyle bir sohbet yapardı ki yanında bulunanla yüz metre ötede bulunan aynı tonda bu sesi alırdı. Sanki bugünkü efendim mikrofonu ve hoparlör teşkilatını kurmuş gibisin. Yani Cenab-ı Vacibül Vücut onda çok çeşitli hallerle tecelli eyledi. Daha doğrusu Abdülkâdir Geylânî Hazretleri denilen şahısta kendi kudret ve kuvvet azametini gösterdi. O bir ayna oldu. Efendim o bir Ayna-i İlahi’dir. Hatta sorarlar kendisine. “Ya Abdülkâdir, Eles Meclisi'ni hatırlar mısın?” Şimdi Eles Meclisi malum ruhların yaratıldığı dönem, devir. İnsan onu hatırlayabilir mi ya? Cevaben buyurur ki, “Dün gibi.” Efendim ve yine “Benim gibi olmaya çalışanlar sakın bana imrenmesinler. Benim gibi olamazlar. Ben hiçbir zaman benimle olmadım, hep onunla beraberim. Onun zâtından ayrı değilim ki, onun huzurundayım. Benim iki gözüm vardır; birisi onun cemaline, biri de sizin zâtınıza bakar. Eğer ben size bir şey söylüyorsam, ondan alıp size aktarıyorum. Anlamaz, itiraz ederseniz çok yanılır ve çok hata edersiniz.” Yani ikazları hep öyle huzurunda olan insanlara çok açık ve nettir. Efendim bu sebeple kerameti her tarafa nakledildiği için de ulema onu defalarca imtihana gelmiş ve enteresandır. İmtihana gelenler sorularını unutmuşlar. O sohbet esnasında soruların cevaplarını vermiş. “Yahu biz bunu soracaktık” diyerek cevabını almışlardır. 


Abdülkadir Geylani ve Onun Yolu Mükemmel İnsanlar Yetiştiren Bir Yoldur

Şimdi anarşi var. Yani sadece toplum hayatında değil, maneviyat hayatında da anarşi var. Aslında maneviyatta hakikate vasıl olabilmek için onun sahibi olan zâta teslim olmaktan başka çıkar yolu yoktur. Tabii bu teslimiyet insanımızda kalmadığı için hep sahtekârlar etrafı ihata etmiş, Nas bu hale bundan bu sebeple gelmiştir. Yoksa öyle bir Nazar-ı Evliya insanlar mazhar olacak da yalancı, dolandırıcı, eşkıya, şaki şu bu olacak. Bu mümkün mü? Değil mi? Mümkün değil. Evet, hakkı yaşamak için ona teslim olmak lazım. Binaenaleyh bize düşen vazifede o zâta efendim teslim olup feyzinden ahzetmek, şu hak muhabbetine susamış gönüllere, kalplere onu serpmektir. Doya doya “Allah” demektir. Yani bir insanın aslında en büyük davası Allah dava, Allah'tır ya. En büyük ihtiyacımız, derdimiz Allah olması lazım. Hatta bazen insan kendi kendine sorması kendine şöyle hesaba çekmesi... “Niye ben Allah demekle iştigal etmiyor?” Hani Cenab-ı Hakk'ın sevdiği kullar hayatta beyan edildiğine göre Allah'ın ismi anıldığı zaman kalplere titreyenlerdi değil mi? Allah ismi anıldığı zaman o bahtiyar insanlar. Yahu Allah deniliyor benim değil kalbimin titremesi, kılım bile kıpırdamıyor. Bunu insanın dert edinmesi lazım. İşte o dert olduktan sonra hastalığını teşhis ve tedavi edecek doktorunu arar ki işte o zaman Hazreti Pir'in büyüklüğü ortaya çıkar. Onu arar, onu bulur. Günümüzde maalesef bu dertler ve dertler azalmış. Üstelik bazen bu “fantazik bir yol haline geldi” zannedilmiştir. Hâlbuki Hazreti Pir ve onun yolu insanı tezkiyeden, nefsi tezkiyeden, ruhu yücelten yol olduğu için orada mükemmel insanlar, insani vasıflı bugünkü anlamda medeni vasıflı insanlar nezaket ve nezafet ehli insanlar o mektepten o üniversiteden yetişir. Şimdi bunlar olmadığı için o mükemmel mümin örneğini göremiyoruz. Şimdi idealimiz de “şöyle olması lazım, böyle olması lazım” dediğimiz o canlı örneği göremiyoruz. Neden? Çünkü o tadı Müslüman bulamıyordu ondan. Adı, adımız kalmış ama tat yok bizde. Şimdi o tadı bizim gönlümüze taşıyacak bir vasıtayı ele geçirebilsek o zaman bak Müslümanlık ne kadar kıymetli olur, İslam ne tatlı olur. İşte bu yok. E buna kavuşmak için işte o zâta kıyamete kadar tasarruf olması münasebetine kavuşmak lazım da ondan. Kavuştuk mu, bu mesele biter. Yunus'un buyurduğu gibi, “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” dersin.
Günümüze ulaşması için ona vekalet eden zevatla beraber olmamız şartı vardır. Bunu izaha gerek yok ki. Bunun tefsiri, tevili filan şusu busu yok.  O yolda olan insanlarla beraber olmak zaruridir ve de şarttır. Yolun devam edebilmesi, hak ve hakikatin yaşanabilmesi, o sevdanın, o sevdaya, insanın sevdalanması için. Fazla uzatmayalım bunu. 


İlim, İnsanı Allah’ı Tanımaya ve Anlamaya Yönlendirir

Şimdi tabii marifet ilmi ilmin başıdır; yani aslıdır, özüdür.  Marifet ilmi demek Allah'ı bilme ilmi demektir. Şimdi soruyoruz bu âlem kimin mahlûkudur? Allah'ın mahlûkudur. Allah'ı bilen, tanıyan insan mahlûkunu tanır mı, bilir mi? Elbette tanır. Bir başka ifadeyle Allah'a sahip olan insan mahlûkata sahip olmaz mı? Elbette sahip olur. Şimdi marifet ehli olan bir şahıs o zaman Cenâb-ı Hakk'ın eşyaya tecellisini de, daha doğrusu bir başka ifadeyle eşyaya ait ilmini de çok fevkalade bir şekilde anlar ve de bilir. Öyledir ki hangi noktadan başlarsa başlasın, ister zahir ilimle başlasın; geleceği nokta marifet ilmidir. İster marifet ilmiyle zahir ilmini çözsün, geleceği nokta yine marifet ilmidir. Yani zahir ilmin maksat ve gayesi de bizi Allah'a taşıması içindir. Eğer bizi Allah'a taşırsa bu kıymetlidir. Değil mi? Bana ukbada faydası olmayan ilmi ne yapayım? Değil mi? Fayda getirmeyen ilimden insanoğlu Allah'a sığınması lazım. Sen, ameline tesir edecek, Allah'ı sana tanıtacak. Bunu tanıtan ilimdir.   Nitekim bugün müspet ilim de artık bu vadide Cenâb-ı Hakk'ı insanlara tanıtma yoluna girmiştir. Nitekim son devrim fizikçileri bu konuda hakikaten harikulade hizmetler yapmaya başladılar. Mesela Alman asıllı Albern ismi Müslüman olduktan sonra Muhammed olmuş bir insan, iyi bir fizikçi aynı zamanda astronomi bilgini fevkalade bir şekilde bu fizik ilmiyle Cenâb-ı Hakk'ın varlığının mana ve mahiyetini izah ediyor. Bakınız ben size bir hakikatten bahsedeceğim. Mahlûkatın yaradılışından bahiste, yani şu evrenin yaradılışından bahiste şöyle bir enteresan konuya giriyor. Diyor ki “Şu görmüş olduğumuz madde âlemi yani kâinat altı zamanda yaratılmıştır. Altı zamanda bu hale gelmiştir. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü zaman…” Neyse. Şimdi dikkat buyurun bakın bu yeni fizik ilmi bunu yeni keşfetmiş. Yeni bulmuş bu gerçeği. Bin dört yüz yıl evvel Allah'ın sevgilisine gelen vahiy peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e, Hud suresi açın bakın yedinci ayette. “Semayı ve arzı ben altı günde yarattım” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Hud Suresi, 7.Ayet) Ne demek? Altı zamanda yarattım. Daha yeni, bir iki senelik olay. Bin dört yüz sene evvel Allah'ın sevgilisi. Ve yine ilim çok enteresandır. Bu evrenin atmosferin devamlı genişlediğini yani kâinatın devamlı genişlediğini…  Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de “Semayı ben yarattım, onu ben genişletiyorum” buyuruyor. (Zariyat Suresi, 47.Ayet) Şimdi bunu bu gerçeği de insanoğlu bugün yakalayabilmiş. Bu da bir kaç yıllık hakikati gerçek. Daha evvel mesela Einstein bile bu gerçeği bulamadı. Büyük fizikçi, âlim olan zât o bile bu gerçeği bulamadı. Ondan sonra bu işler yeni yeni keşfedilmeye başlıyor. Ve işin enteresan tarafı Cenâb-ı Vacibül Vücud Hazretleri kâinatın sonundan ölümünden bahisle kıyamete haber verirken, “Yıldızlar dürülüp düşecek” diyor. (Tekvir Suresi, 2. Ayet) Dökülecek. Efendim bugün ilim diyor ki; “Şu anda” diyor, “kâinatın soğuma derecesi iki yüz yetmiş derecedir. Üç santigrat daha soğukluk artarsa madde içerisindeki elektron hareketi durma noktasına gelecek.” Yani bu soğukluk onu dürüyor. Şimdi ısınan cisim genleşir, bu maddi bir kanun. Allah onu bu maddeye koymuş. Soğuyan cisim de büzülür. Anlatabiliyor muyum? Bu üç derece daha bu soğukluk arttığı takdirde büzülmeye, elektron hareketini meydana getiren güç mağlup olacak. Ne olacak o zaman? Madde hareketi duracak. Maddede çöküm, nötron çökümü dediğimiz çöküş olacak. O zaman koskocaman bir yıldız. Dürülecek yani, büzülecek ve dökülecek. İlmen ilim bunu bugün diyor böyle. Bak şimdi gel şu Kur'an'a teslim olma, onun efendime söyleyeyim elçisi Hazreti Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e ümmet olma, onun Rabbine kul olma. Ne büyük nasipsizlik aman ya Rabbi. Allah bizi kendine kul, Muhammed Mustafa'sına ümmet ve de ona bizi taşıyacak olan Hazreti Pir Hakiki evlat eylesin de, “dilersen bu sohbeti bir başka zamana taşıyıp ruhu için bir Fatiha okuyalım ve bu sohbetimize son verelim” diyorum efendim. 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir