
Neler Okuyacaksınız
İnsan Olarak Yeryüzünde Yaşayan Her Canlı Hakikati Arıyor
Bizim zaten günümüze kadar belki de seksenli yılların başından, doksan altı yılının bu anına kadar ifade etmeye çalıştığımız bir mesele var. Kanaat-i şahsiyem benim o ki sizin de ifade buyurduğunuz dertler, problemler, hastalıklar o ifade ettiğimiz kavram içerisine giriyor, hastalıklar içerisine giriyor. Şunu çok iyi bilmek lazım, kabul etsek de etmesek de insanımız bugün bir şey arıyor. Sadece bizim insanımız değil. İnsan olarak yeryüzünde yaşayan her canlı bir gerçeği, bir hakikat arıyor, bir koşuş peşinde. Bizler bunu çeşitli makalelerimizde, sohbetlerimizde arayış diye adlandırdık, nitelendirdik ve gerçekten de biz bir şey arıyoruz. Sadece eleştirme noktasında bulunduğumuz toplum veya toplumlar, toplumumuz değil; biz de o sınıf içerisindeyiz, biz de bir şeyler arıyoruz. İşin garip tarafı, hepimiz bir şey aradığımız halde hiç kimse ne aradığını, neyi aradığını bilmiyor. Yani bir koşuş var ve bu arayışı çeşitli duygularla tatmin etme, adeta seferberliğine insanlar girdiler. Biz bir şey arıyoruz, kimi de demiş, “ben zengin olursam bu arayışımı tatmin ederim.” Çok fazla efendim para kazanma yolunu seçmiş. Seçmiş ama çalışıyor, çalışıyor, hakikaten zengin de oluyor. Apartmanları, villaları, daireleri efendim arabaları, hanları, hamamları hepsi oluyor. Gel gör ki bu kardeşimiz de bedbin mutmain değil.
Daha efendim bir başkasını düşün diyor, “ben” diyor, “mevkide, rütbede veya siyasette şöyle bir mevkiye gelirsem ben de herhalde bununla aradığını bulurum”, o da bunu arıyor. Bakıyoruz onun da bir noktada aradığı bulunmuyor. “Meğer” diyor, “benim aradığım bu değilmiş.” Yani bu duygunun dışa yansıdığını dış tabiatında yansıdığını görüyoruz. Bir futbolcuyu düşünün, futbolcu da “Türkiye'de şu kadar takım var, bunların en iyisi şunlardır, ben bu takımlara gider, şu şu mevkilerini işgal edersem işte hayatımın gayesini yaşarım.” O futbolcu da o noktaya doğru koşmaya çalışıyor ve gidiyor oraya. Ama gidiyor bakıyor ki, “Allah Allah ya bu da bir şey değilmiş.”
Ha kısaca misalleri çoğaltabiliriz, hepimiz bir şeyi arıyoruz. İşte hepimiz bir şeyi aradığımızı bildiğimiz halde ne aradığımızı bilmiyoruz. Bilmediğimizden dolayı da efendim insanın su ihtiyacı vardır. Şimdi siz su yerine benzini insana içtirirseniz hayatına son verirsiniz; o da sıvı, o da sıvı. Ama hiçbir zaman petrol o içtiğiniz nezih, saf, berrak suyun yerini tutmaz. Birisi hayatınızı elinizden alır, birisi size hayat verir. Şimdi şunun için bu misali verdim: Yani, belki şekilleri birbirine benzer aradıklarımızın ve fakat aradığımız şekillerin asıl mahiyeti, evsafı mühim olduğu için, bu evsafı bilmekte bu mahiyeti idrakte zafiyetimiz fevkalade. Bunu bilemediğimiz için işte devamlı arayıp arayıp duruyoruz.
Ben bunu biraz daha genelleştireyim. Şimdi bir delikanlıyı düşünün, delikanlı canı sıkılır. Şöyle der, “şuradan bir volta atayım”, yani “bir gezeyim.” Kabul et ki Ankara'da Gençlik Parkı'na gitti, gezdi. O gezi esnasında kendini dış tabiat ile beraber meşgul etti. “Canım” dedi, “filan saatte de bizim maçımız var filancayla, onun müsabakasını seyredelim.” Saat dörtte veya üçte o futbol müsabakasını maçını seyre gitti. O anda bağırdı, çağırdı, goldü, değildi… Orada da kendini tutuyor. Kendiyle beraber olduğu zaman o insan huzur bulamıyor. İlla bir başkasıyla kendini avutmak ve onunla dinlendirmek istiyor. Ama bu o kadar süratle başkasıyla olma zevki değişiyor ki, o karşısındakinin ona verdiği şeyler de mahdut olduğu için, onlar da onu tatmin etmiyor. Akşam oluyor, nereye gidecek? Kahveye gidiyor. Baştan ben oyun isimlerini bilmem ve yanlış söyleyebilirim. Efendim kâğıt oyunu oynuyor. Efendim. O anda da işte “al papazı ver kozu ”derken bir noktaya kadar evine geliyor. Bekârsa mesele yok, evliyse affedersiniz tepeden tırnağa sigara dumanı kokuyor. Şimdi hanımına mı acırsın? Onun düştüğü bu hale mi acırsın? Ne bileyim, çok insanlar var ki, bu saikle, inanır mısınız, ailelerini terk ediyorlar. Boşanmaya varan olaylar cereyan ediyor.
Sırf bu arayışta efendim zevk için cinayet işliyor, bir tarafını kesiyor. Geçenlerde birisi anlatıyor bana bilmem neci gruplar musiki dinlemeye gidiyormuş, jilet atıyormuşlar. Şimdi bu, bu ne biçim zevk ya? E biraz sonra sen o adamın sancısını, sızısını düşün. Jilet, jilet atılır mı ya? Jilet atıyormuş… Dedim “ya siz deli mi…” “Vallahi hocam” dediler. “Jilet atıyorlar, bilmem ne grubu.” Aslında insanların insanlar ve insanımız tertemiz. Şimdi bu bir olayın görünüşü, hadiselerin görünüşü. Çocuk anasını, anne çocuğunu öldürüyor, hunharca bir olay. Faraza duyarsınız siyasilerimiz “Ya bu vatandaşa ne vereceğiz? Bunu da bilemiyoruz, ne istediğini bilemiyoruz.” Vatandaş siyasilerden, siyasiler adeta vatandaştan, birbiriyle mutabakat temin edemiyorlar, sirkülasyon zayıf.
Neden? Ee vatandaş bir şey istiyor, o kendi dünyasına göre ihtiyacı odur ve fakat siyasi irade de, “hayır o değildir icabında” diyor. Onu değil daha başkasını veriyor. Şimdi geliyoruz bir noktaya demek biz bir şey arıyoruz. İnsan olarak, devlette bir vatandaş olarak, bürokraside bir şahıs olarak, siyasette bir irade olarak bir şey arıyoruz. Aradığımız tek şey huzur, saadet ve de mutluluktur. Bunu bulsak hani derler ya, “iki gönül bir olursa samanlık seyran olur.” Bunu bulduk mu? “Adam sende” der.
Kalpler Ancak Allah'ı Anmakla Mutmain Olur
Ben rahmetlik babamdan bir hatıram var. Bir değil, bir çoktur… Kemeraltı’nda küçük bir dükkânımız vardı, Trabzon'da. Kemeraltı birçok yerde var. Efendim babam ikindi olurdu, dükkânı kapatır, eve giderdi. “Yav baba Kemeraltı’nda iş ikindiden sonra olur.” Hakikaten öyle. Memur dairesinden, işçiler çalıştığı yerden, bilhassa Trabzon'da Tekel Tütün İşleme Evi’nde çalışan kadın erkek insanlar var. Onlar çıkarlar efendim, Kemeraltı’na mutlaka bir böyle bir nazar ederler. Kimi seyre gelir, kimi ticarete gelir; ama gelen mutlaka bir şey alır. En azından bir metre bel lastiği, ben çok sattım. Efendim kınaydı, çiğitti, kuka idi vesaire vesaire… Herkesin bir ihtiyacı olur ve ikindiyle akşam arasında yapılan ticaret eşittir, sabah o vakte kadar yapılan ticaretten daha da fazladır. Babam şimdi rahmetli o ikinden sonra öldürsen onu durmaz. “Yav baba bu işin asıl bereketi burada ya, gel burada…” “Oğlum ben bugünkü kazancımı temin ettim, kefenin cebi yok.” İnanır mısın böyle? “Etme baba ya.” Hayatı böyle geçti. Allah rahmet eylesin ve inanır mısınız? Ben onun hiçbir halinden şikâyet ettiğini bilmem. Fakat o ve onun gibilerin yaşadıkları istikrarlı bir hayat var. Onlar çok şey aramanın, çok şeyin arkasında koşmanın peşinde değildi. Onlar bir mutluluğun, bir huzurun, saadetin peşindeydi. Onu çok büyük şeylerle değil, cüzi şeylerle bulup tatmin ediyordu kendisini. Hakikatte daha sonra ben anlıyorum ki insanları tatmin eden, doyuran bunlar değil.
Ya işte şimdi asıl o huzuru doğuran amile geliyoruz. Efendim Cenâb-ı Halik insanoğlunu kendi ruhundan, nefhasından halk etmiştir, yaratmıştır. “Ben insanı kendi, Âdem’e kendi ruhumdan üfledim” buyuruyor. (Hicr Suresi, 29.Ayet) İnsan nevi olarak inanan ve inanmayan hangi sınıf olursa olsun hepimizde tamamımızda Allah'ın nefhası vardır. Yani bizdeki ruh Cenâb-ı Hak’tan efendime söyleyeyim nefha-i ilahidir. Biz onun özelliklerini onları taşıyoruz. Şimdi bu ruh hem vatanını hem de sahibini arıyor. Ha şimdi gelelim aradıklarımıza, gelelim bize verilenlere. Bu ruh sahibini ararken biz ona ne vererek onu doyurmaya çalışıyoruz veya bize ne vererek onu doyurmaya çalışıyorlar. Ruh Allah'ı arıyor, sahibi Allah. Onu bulmadan da mümkün değil, doymuyor. Tıpkı su içmesi gereken adama benzin içirmeye benziyor bu iş. “E canım bu da sıvı”, ama sıvı ama öldüren, hayat veren sıvı değil. Ha insan Allah bu bakımdan Kur'an'da Cenâb-ı Halik, estauzubillah “E la bi zikrillahi tatmainnul kulub.” “Dikkat ediniz, kalpleriniz ancak Allah'ı anarsa mutmain olur.” (Rad Suresi, 28.Ayet) Allah'ı zikredenlerin kalbi mutmain olur.
Zikreden, Allah'ı Seven, Sevmeye Çalışan, Unutmayan Her İnsan Allah'ın Dostudur, Arkadaşıdır
Zikir nedir bilir misiniz? Hatırlamaktır, unutmamaktır. Unutmazsan kimi zikrediyordun? Allah'ı. Demek ki eğer insan Allah'ı unutmazsa, onunla irtibatı kurdun, ilgiyi kurdun, alakayı kurdun, arkadaş oldun, Allah'la arkadaş olmak… Şimdi düşün ki insanın arkadaşı dostu Allah. “Hocam öyle şey mi…” evliya dediğimiz şey bu işte. “Ya hocam biz hepimiz evliya…” tabii hepimiz evliya oluruz. Cenâb-ı Hak zaten “bütün kullarının dostu olmasını” istiyor. “Şu kadar olacak, bu kadar olmayacak” öyle bir şey yok. Yani onda bir kontenjan, bir had yok ki. Zikreden, Allah'ı seven, sevmeye çalışan, unutmayan her insan bilsin ki Allah'ın dostudur, arkadaşıdır. En büyük işareti budur. Yani başkası sana ne derse desin, “eşkıya” desin, “yolsuz” desin, “yalancı” desin, sen boş ver o ne derse desin. Sen yeter ki Rabbini unutma, onun çizdiği çizginin de dışına çıkma. Başkası onu demiş, bunu demiş… Zaten eğer bireyler benim bu dediğim ölçüye, saffete kavuşursa öyle bir şey de aleyhte konuşamazlar. Bu olmadığı için şimdi herkes birbirinin aleyhinde konuşuyor. Niye? “Ben bir şey arıyorum, aradığımı bulamıyorum, ne olduğunu da bilmediğim için sende çok şeyler görüyorum, herhalde odur benim aradığım deyip kıskanıyorum, sana taarruz ediyorum.” “Sende de dert benimkinin bir başkası, sen de bir şey arıyorsun, bulamıyorsun”, aradığımız Allah ya… Sen de bu sefer veya bana veya bir başkasına herkes birbirinin elindekine gözünü dikiyor. Zannediyor o çok şey kazanmışın, yok. Hepsi bedbin, huzursuz… “Eyvah” diyor, lan ne la biz meğer hep kendimizi şeyin Leyla o Mecnun’un fuzuli de enteresan bir sahnesi vardır. Hükümdar diyor Leyla'ya ki, şey Mecnun'a ki: “La” diyor, “Sevdin, deli oldun, dağa düştün, dillere destan oldun. Ben zannettim ki; o kadar bir güzel kız sevdin, o kadar bir güzel kız sevdin, onun için deli oldun. La bu kapkara bir şey ya… Ha bunu mu sevecektin? Has bir şey olsaydı bari, deli olacaktın.” “Aa hükümdarım sen ona benim gözümle bakabilsen.” Şimdi herkesin gönlünde bir Leyla. Eğer o Leyla hakiki Leyla olursa yani Mevla, “Leyla'yı ararken buldum Mevla'yı.” Olursa o Mecnun gibi gerçi Mecnun'un bir roman olması münasebetiyle hayatında bir düzen, bir nizam görülmez ama hakikatte hak sevgisi kalbinde yer bulmuş olan insanların hayatında istikrar vardır. Neden? Çünkü sevdiği Leyla'sı ona diyor, “düzenli yaşa” diyor. “Bana kulsun sen, öyle sıradan da değil ha! Efendi ol, başkalarına yardım et, iyi geçin, iftira etme, dedikodu yapma, başkasının hakkına tecavüz etme.” Leyla'sı yani Mevla'sı ona bunu söylüyor. O şimdi erkekse Mevla'sının sözünün dışına çıksın, emrinin dışına çıksın. Mümkün mü? İşte efendim biz bu Mevla'yı arıyoruz. Aradığımız o olmasına rağmen fakat ne olduğunu bilmediğimiz için de herhalde “şu cinayeti işlersek onu bulacağız” diyoruz. Allah muhafaza kardeşimizi, karımızı, akrabamızı, babamızı cinayetle ortadan kaldırıyoruz. Baba evladını, ana evladını, yani bugünkü toplumun manzarası bundan içler acısıdır yani kim ne derse desin. Bu esef verici tablonun halli herkesin neyi aradığını bilmesine, öğrenmesine ve öğrendiği bu şeyi hayatına geçirmesine ideal olarak yaşamasına bağlıdır. Samimi konuşuyorum. Bunu bulduğumuz zaman babam gibi ikindi de dükkânı kapatırsın.
Çalışmak, Allah'ın Emri ve Müslüman İçin İbadettir
Aa şimdi burada bir şey çıktı ortaya. Şöyle bir değerlendirme, kusura bakmayın. …… Demek “ya bu Müslümanlar çalışmaz.” O da değil, o da değil efendim. Çalışır da, tabii her insanın sorumluluğu farklı farklıdır. Eğer sizin sorumluluğunuz bir kaç insana bakmak, onun istikbalini temin etmek bunu da güzellikle yapabiliyorsanız o zaman siz vazifenizi yapıyorsunuz demektir. Ama bir vilayetin valisi için böyle değildir. Yani bu anlamda efendim hatıra gelir ki “ya baksana hoca efendi de söyledi Müslümanlar huzur bulur çalışmaz.” O değil. Allah'ın emri çalışmak olduğu için çalışmakta da huzur bulur. …… Yani ibadet çalışmak da ibadet olur. Ondan gelen bir emir şu mantıkla, bu farz-ı kifâye nafile cinsinden bir ibadet olması, sünnet cinsinden bazen bu farz-ı kifayedir, bazen nafile cinsinden sünnettir olması münasebetiyle herkesin yapması mükellefiyeti yoktur. Ama Allah'ın emridir yani bu şekilde bir emir. Rasulullah'ın hayatına geçirdiği bir hayat tarzıdır bu. Efendim bir tanesi de vardır ki bunu ibadet haline getirmiştir, bundan zevk almıştır. Çalışır çalışır çalışmaya doymaz. Niye? Çünkü o sevdiği mevlasından çalış, kazan, zekât ver, sadaka ver, karz-ı hasen eyle, düşene yardım eyle, elinden tut. Ha onun zevkini, onun sevgilisinin evamirlerini yerine getirmenin zevkinin, mutluluğunu, bir anlamda da gururunu yaşar.
Hürriyet İnsanın Mutlak Hakikate Vasıl Olmasıdır
Şimdi efendim bu her insanda akıl, zekâ vardır. Birin itibarıyla birisi birinden daha fazla olabilir ama hangi seviyede zekâ akıl olursa olsun, mutlaka bir istidat da bir iş yapma kabiliyetine maliktir. Öyle insanlar var ki bu kabiliyeti, bu zekâyı, bu feraseti, bu aklı istenilen vadide değerlendirmiyor. İstenilende nedir? Gerek nefsine, gerek aile efradına, gerek çevresine, cemiyete, milletine, kısaca insanlığa hizmetidir. Neden yaramıyor? Bunun sebebi şu: Az evvel ne dedik? İnsan bir şey arıyor. Ona kavuşmanın, ona vuslat etmenin şartları içerisinde bunu itikat eder, buna inanır, ondan gelen bir emirle aklını yönlendirir ise o zaman o aklın en küçük zerreden en büyük kürreye kadar faydası olur. Ne düşünürseniz düşünün. Bak ölçüyü tekrar ediyorum, yani o kendi nefsine kalmıyor, aklını bir yere teslim ediyor.
Şimdi insan aslında köledir yani siz ne derseniz deyin. İnsanda iki tip duygu vardır. Bunların bir tanesi hakkın emrinde, bir tanesi de şeytanın emrindedir. Birinin liderini ruhi sultan yapar, liderliğini başını çeker, diğerinden ruhi hayvan yapar. Yani birine nefis diyoruz, birine ruh diyoruz. İnsanı ele aldığımız zaman bunu biraz açalım ve anlatmak istediğimizi tam ortaya koyalım. İnsanın bedeni, beden kalıbı bir karoserdir. Otomobilin o dış görünen karoseridir. Direksiyonu bunun akıldır, işte ayaklarımızda tekeridir. Şimdi bu karoser hangi istikamete gider? O akıl direksiyonuna hâkim olan gücün iradesi istikametine gider. Şimdi düşünün ki bu güç nefse esir olmuş, şeytana esir olmuş ahlak-i zemime fena duygulardır. Alıyor direksiyonu, akıl direksiyonunu eline insanı bir tarafa sürüklüyor, çok akıllıyız. O nefis şeytanın mekrine onun sahasına girdiği için hep menfaatini o orada düşünür. O akıllı insan mühendis olabilir, doktor olabilir, hâkim olabilir, başbakan olabilir, cumhurbaşkanı olabilir, ama değil mi ki ahlak-i zemimesi istikametinde bir merkeze bunu bağlamıştır. Değil mi ki o merkezde akıl direksiyonunu efendim ele almıştır. Şimdi bu insan nereye gidecek? Ne iş yapacak? Bak koskocaman sıfatı var, muazzam aklı var. Ne yapar bu? O merkezin emrettiği işi yapar. Nedir o? İşte hiledir, desisedir, entrikadır, yalandır, hırsızlıktır, yolsuzluktur, şudur budur… Anlatabiliyor muyum? Bana bir şey hatırlattı, bu bir defa da bilmiyorum burada mı yaptık bu programı, anlatmıştım. Şimdi de hatırıma geldi, onu anlatayım. Çocukluk yaşlarımda Trabzon vilayetimizde “Saray Sineması” diye bir sinema var, orada bir film oynuyor, Bostan Gangsterleri. Filme gittik, şimdi filmin konusu hırsızlık. Efendim banka olması lazım, bir banka soyulacak veya bugünkü süper marketlerin böyle tam paralı bir şeysi… Böyle bir yer çalınacak, kasası soyulacak. O kadar enteresan ki hırsızlığı kimler yapıyor biliyor musun? Bir tane hukukçu, affedersiniz iki tane hukukçu, bir tane polis, bir tane mühendis, doktor, Allah Allah. Şimdi yani batılıların insanı bu kadar tanıdığını ben orada, o filmde şahit oldum. Niçin filmin senaryosunu böyle hazırlamışlar? Aradan kaç sene geçtikten sonra ben hayalimde o kadar büyük iz yaptı ki unutmam mümkün değil. Ya doktor hırsızlık yapar mı? Hırsız. Hâkim hırsızlık yapar mı? Hırsızlık yapıyor. Yani benim kafama göre hâkim hırsızlık yapmaz, doktor kesinlikle yapmaz, mühendis yapmaz. Ben okuyan adamın eskilerin bir tabiri vardır. “Oğlum ben sana adam olamazsın, şey vali olamazsın demedim, adam olamazsın dedim.” Yani biz okuyan insanın adam olacağını zannediyoruz. Ama film o kadar enteresan noktadan işi yakaladı ve işledi ki “okuyan adam olmuyor” diyor sana. Hırsız olabiliyor, yolsuz olabiliyor. Niye bunları koymuş olayın içine? Eğer yaralanan olursa doktor müdahale edecek. Efendim şayet bir anda polis devreye girerse öteki komiser ona hükmedecek. Bu bu Allah, kimin aklına gelir bu? Efendim mahkemede iş olursa savcı, hâkim müdahale edecek. Olay bu, enteresan bir şey. Ne demek bu arkadaş? Bu şu demek: “Biz çok akıllı olabiliriz ama adam olamayız.” İnsan işte… Rahmetli üstadın;
İnsan üç beş damla kan, insan üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağı’nı assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
(Necip Fazıl KISAKÜREK)
Yani şimdi rahmetlinin de ifade buyurduğu gibi yani insan olmazsa bir şey “leş” olur. O duyguyu, iradesini, aklını şeytana teslim ederse işte hırsız olur böyle. Günümüzde yolsuzların, hırsızların, katillerin hangisi üniversiteyi bitirmedi? Eskiden “bitiren olmaz” derdik. Şimdi bana erkeksen bir tane bitirmeyeni göster. Yanlış mı konuşuyoruz? Demek şu; biz irademizi eğitmiyoruz, nefsimizi eğitmiyoruz. Bilakis o duygulara köle oluyoruz, o nefsani duygulara köle oluyoruz. Şimdi geliyoruz diğer tarafa. İnsanın bir de ruhi sultanı var ki onu da bakınız, bak neyin kölesi olduk? Köle demiştim. Neyin kölesi olduk? Şeytani, nefsani, duyguların, hayallerin, vehimlerin kölesi olduk. Ve bu hoyratlığın, kabalığın ne bileyim sağa sola sarkmanın kafayı bir tarafa vurmanın adına “hürriyet” dedik. Yok, bu korkunç bir esaret… Neyin esareti? İşte nefsin, ahlak-i zemimenin esareti. Korkunç bir kölelik. Ha, hürriyet de insanın mutlak hakka, hakikate vasıl olmasıdır. O da neyle olur? Ruhu sultanını geldiği âleme hakka bağlamasıyla, onun dediklerine onun her şeyi onun lehinedir, aleyhine değildir. Menfaati nedir? İşte adam olmak da onunla beraber olmak. O duyguyu da aklın direksiyonun başına geçirdik mi, o insandan korkma. Evet, gerçek hürriyet de insanın iradesini onun iradesine göre hareket ettirmesi zaten o öyle bir sonsuz onun iradesi sonsuz bir muhabbetin sahasını ihata ediyor ki, oraya zaten girdin mi oo… Yunus'un dediği gibi, “ballar balını buldum kovanım yağma olsun” diyor.
Batı'nın Yalnızlığı Gerçeği Bulamamanın Feryadıdır
Şimdi efendim Allah razı olsun hakikaten bu bir tatlı bir sohbet de oluyor ve oldu. Şimdi Batı'nın insanı yalnız. Niye yalnız? Az evvel ne dedik? Gidiyoruz, dış tabiatla eğlenmek istiyoruz. Ama hattı zatında biz dış tabiatımızda aradıklarımızı aramaya çıkmıyoruz. Biz mutlak bir şey aramaya çıkıyoruz, onu bulamıyoruz. Oraya gidiyoruz… Bakın ben biraz daha ileri gideyim; oraya gidiyoruz, aradığımızı bulamıyoruz. Maça gidiyoruz, aradığımızı bulamıyoruz. Dedikodu yapıyoruz, aradığımızı… Cinayet işliyoruz, aradığımızı bulamıyoruz. Bir şey arıyoruz, bazen de geliyoruz, oturuyoruz. Dimağımızı içkiyle, uyuşturucu ile devreden çıkartıyoruz. Hattı zatında huzur da bulmuyoruz, perişan ediyoruz, nefsimizi, neslimizi. Yani bir arayış bu. Şimdi Batılı bütün bunları denedi. Yani onlar bizden bu noktada çok önde. Baktı ki ne toplumda bir şey var, ne kurumlarda bir şey var, ne tabiatta bir şey var, bir şey arıyor ama aradığını bilmiyor. Dedi herhalde dedi “ben kendi kendime kalırsam daha iyisini yapmış olurum.” Çünkü aradığı her şeyi bulduğu zaman korkunç bir pişmanlık duydu. “Yok yahu bu da değilmiş.” İşin iç yüzü bu.
Bin dokuz yüz altmışlı yıllarda Batı’da çok affedersiniz erkeğin erkekle evlenmesi hukuki zeminde gündem edilmişti. Hatta o zaman da bazı gazetelerimiz bunu adeta çok büyük bir terakkiymiş gibi göstermeye çalışıyor. …… Efendim neticede öyle oldu ki korkunç bunalımlar çiftlerin bir tanesi sabahleyin ölü bulunuyor, bir tanesi kendini bilmem nereden atıyor, bir tanesi uyuşturucuyla hayatına son veriyor, şöyle böyle… Yani Batı dünyası bu kendini arama, seferberliğinde çok hızla koşuyor, her şey deniyor. Saçını siyaha boyuyor, laciverte boyuyor, kırmızıya boyuyor, yeşile boyuyor, görsen enteresan, o hibbilik şu bu… Aslında Batı'da anarşizm bir felsefe ama, ama bu neden kaynaklanıyor biliyor musun? Bu arayışın, bu tatmin olmamanın neticesi bütün bunların. İşte Batı bütün bunları denedikten sonra onlara İslam'ı anlatacak, Allah'ı tanıtacak, Allah'a taşıyacak efendim kâmiller olmadığı için de Batı insanı yapayalnız kalıyor. İşte Batı çok fakir. İnsanın kendi kendine kalması kadar fukaralık var mı ya? Değil mi? Korkunç bir sefalet var, fukaralık var Batı dünyanda.
Niye? Ya onları tamamen tecrit etmiş, atmış bir tarafa. Gönlüne koydu, bir şey bulamadı. Elini aldı, bir şey yapamadı. Eee diyebiliriz ki Batı bizi bekliyor; irşat için, ikaz için. Bize yol gösterin, bizi ona taşıyın, o güce taşıyın. He vallahi bugün anlayarak veya anlamayarak bunu bizden istiyorlar. Bir zamanlar hatırlarsanız sizinle yapmış olmamız lazım. Bu ekonomi Batı ekonomi pazarına girme konusunda ne dersiniz? …… Benim o zaman bir düşüncem olmuştu. Demiştim ki; “hani girsek oturalım gidelim oturalım, sohbetlerine konuşalım, edelim. Bana Batı'nın vereceği bir şey yok ki; verse kendine verir ya.” “Kel derman bulsa, başına sürer.” Bir şeysi kalmadı, yok zaten. Ne kadar bak öyle bir arayışa girdi ki bütün sistemler, nizamlar Batı'nın eseridir. Ve biz buna bir zamanlar “terakki” dedik. Ama şimdi gördük ki terakki değilmiş. “Yerinde say, marş marş.” Hep yerinde saydı, geriye gitti. Neden? Feodal dönemi yaşadı, aradığını bulamadı. “Yok” dedi. Koştu biraz daha… Kapital dönemi yaşadı, onu da bulamadı. Sosyalist dönemi yaşadı, onda da bulamadı. Komünist dönemi yaşadı, onda da bulamadı. Şaşırdı kaldı. Ne? Bak şimdi diyorsun bana “yalnızlaşmış.” E yalnızlaşır tabii ya. Ne aradığını bilmiyor, neyi aradığını bilmiyor, niçin aradığını bilmiyor, kiminle olması gerektiğini bilmiyor. Onlara efendim bu risalet nurunu, velayet eliyle beraber ulaştıracak; tatlı sözlü, güler yüzlü, şefkat ve merhamet gönüllü, insanlara ihtiyaç var. Gidecekler; öyle ihya olurlar ki, nitekim böyle çok ciddi derecede İslam'a dâhil olan kardeşlerimizi görüyoruz. Gerek Amerika'da olsun, gerekse Avrupa ülkelerinde olsun; fevkalade bir seferberlik sanki var, bir uyanma hali gibi işte. “Ah elhamdülillah bulduk” dercesine koşuyorlar. Batı'nın yalnızlığı bu gerçeği bulamamanın, ondan uzak olmanın feryadıdır. Budur diyebiliriz efendim.
Sahabeden Sonra İslam'a En Büyük Hizmeti Müslüman Türkler Yapmıştır
İşte biz bir gerçeği arıyoruz insan olarak. İslam o gerçeği bize gösterdi, “O gerçek şudur” dedi. Yolunu metodunu, gayesini, hepsini A’sından Z’sine kadar beyan etti. Allah'ın sevgilisi onu hayatına geçirdi, sahabe onu hayatına geçirdi. Onların asrına bakın “nur asrı”, “saadet asrı.” Huzur bulmayan bir insan yok. Düşünebiliyor musun? Cihada gidecek, harbe gidecek, geliyor sahabe, “ya Rasulallah dua et, bu cihatta ilk defa ben şehit olayım.” Allah Allah, ölecek adam… Biri şimdi, bana dese biri “ölmek ister misin?” Eee yani sözüm ona çok samimi konuşuyorum. Ölüme o kadar uzağız ki ama bilmeden hep ona koşuyoruz; farkında olmadan, hep ona koşuyoruz. Sıhhatli olsak, hasta olsak da ölüme koşuyoruz. Bu şu, şunu anlatmak istiyorum: Tarihte işte o gerçeği efendim, meşreb-i sufiye dediğimiz Allah'ın sevgilisinin yaptığı bu ikazı, irşadı, tebliği meşreb-i sufiye dediğimiz ekoller yapmıştır. Zamanla bunların adına “tarikat” denmiştir. Bak bunlar kimlere adam ettiler? Bunlar yolsuzu, hırsızı, affedersin namussuzu, fahişeyi, zani, zaniyeyi, katili bunlar adam ettiler. Efendim öyle ki, öyle yani “nasıl bundan adam olur” diye de diğer insanlarda hayret içerisinde kaldılar. Türk milleti İslam’ı bu nezaket, nezafet ve bu mikas içerisinde hayatına geçirmiştir. O peygamberin ruhaniyetini o ekolden velayet kanalıyla doya doya içine çekmiş hayatına geçirmiştir. Onun için dikkat ederseniz bakınız İslam'da iki dönem görülüyor. Bir, sevgili peygamberimiz ve sahabesinin dönemi; ikincisi, ondan sonraki dönem, Müslüman Türklerin dönemi. Müslüman Türklerin İslam'a yaptığı hizmet denilebilir ki sahabeden sonra en büyük hizmettir. Bir sahabe; ikincisi de bizim milletimizdir. Allah geçmişlerimizden razı olsun, şefaatlerini de mahrum eylemesin.
Alperenler, Gönülleri Fetheden Sevda Erleridir
Bakınız Alperen dediğimiz zevat işte bu dediğimiz kurumlarla evvela kendi iç tabiatlarında hakkı buldular, Allah'ı buldular; yani “balların balını” buldular. Ondan sonra öyle bir sevinç, öyle bir sevda yaşadılar ki kendi dünyalarında, kendi iç tabiatlarında “Gel Ahmet” diyor, “ben de var vereyim sana koşuyorum.” “Sen de Allah Allah” neymiş bu? Sen de alıyorsun “Allah”… Hep düşünün böyle insanlar birbirini adeta elektrik çarpmış gibi etkiliyor. Ve bir uyanış, bir sevda seline insanlık dönüyor. Efendim bizim tarihimizde işgal yok o bakımdan, fütuhat vardır. Ya niçin gidiyorsun onlara bu cereyanı vermeye, “uyan bakalım” diyorsun. O bir sevdaya kavuşuyor. Hiç bu mantık olmamış olsaydı Allah aşkına soruyorum. O zamandan bu zamana Bosna'da bir tane Müslüman kalabilir miydi? Ya Çeçenistan kalabilir miydi? Mümkün mü? O Türkiye Cumhuriyeti'nde; cumhuriyetlerinde bir sürü insanlar var. Zaten İslam, o taraftan o kadar büyük destek gördü ki Semerkant, Buhara, Taşkent… Şah-ı Nakşibend efendimizin ülkesi, İmam Buhari'nin ülkesi, Maturidi Hazretleri'nin… Bunlar hep Türk; adeta İslam'ın gönül askerleri, gönülleri fethe çıktılar. İşte o Alperenler o müridan zümresi insanlığa böyle gül demetleri, gönüllerine dağıttılar. Hakkın muhabbetini doya doya onlara kandırdılar. Bu kurum olmadığı takdirde insanlar aradığını bulamıyor. Yol gösteren yok çünkü. Bulamadığı için de işte batıda olduğu gibi haller ortaya çıkıyor. Bulamadığı için işte bizde olduğu gibi hırsızlıklar, yangazlıklar efendim cinayetler şunlar bunlar ortaya çıkıyor. E bunlara ihtiyacımız var, bu kurumlara. Kabul etsek de var, etmesek de var. Osmanlı hayatına baktığımız zaman milleti idare eden siyasi iradeden hamalına kadar hep o kurumların terbiyesinden geçmiş zevat ile birbirine uyumlu adeta sanki bir fabrikanın mahsulü gibi hepsi bir düşünce, bir duygu, bir zevk, bir aşk, bir muhabbet birliği içindeydi. Bugün buna ihtiyacımız var.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız