
Neler Okuyacaksınız
Bugünün Asıl Meselesi İnsanoğlunun Kendisine Yabancı Olmasıdır
Günümüzün asıl problemi, meselesi şu veya bu problem, mesele değil. Ülkelere baktığınız zaman, efendim çeşitli problemler önüne koyuyor ülke insanların. Ülkemizde de durum böyle. Efendim neymiş, ekonomik şartlar düzgün değilmiş. Bu şartlar düzgün olursa, enflasyon olmazsa, işimiz daha düzgün olacak. Maaşımız 500 ise 600 olursa biraz daha iyi olacak. Olayları hep insanın dışında, maddi ögelerde, maddi boyutlarda çözümü arıyoruz. Dünya insanlığı böyle yapıyor, arıyor. Bunlar problem, hiç problem değil manasına da gelmesin. Elbette ki böyle ufak tefek problemler var ama bugün insanın asıl problemi bizatihi kendisi, kendini tanımıyor. “Ben neyim?” sorusunu sorduğu zaman insan efendim en çalışkan, en bilgili akademisyeninden, profesöründen, sokaktaki hamalına kadar “Ben neyim?” sorusunun cevabını veremiyor, yani kendisini bilmiyor. Çok özür dilerim. Belki de tavuğa gitsen, tavuk, horoz ne olduğunu sorsan bizden daha duyarlı kendi benliğini tanıma konusunda. Efendim, o kadar kendimizden uzağız ki… Ve kendimizden uzak olmamızın asıl sebebi de bence o problemlerin ne olduğunu, hastalıkların ne olduğunu bilmememizden kaynaklanıyor. İşte bunu da gördüğümüz zaman diyoruz ki “biz kendimize çok yabancıyız.” Ama asıl dava, asıl mesele bugün insanoğlunun kendisine yabancı olmasından kaynaklanıyor. O halde sormamız lazım. “İnsan nedir? Nereden geliyor, nereye gidecek?” “Yani sen bu âlemde başıboş, hudayinabit, efendim yani dağda böyle tesadüfen büyüyen bir ağaç mısın? İşte kırdaki bir çiçek misin? Çimen misin? Affedersin ahırdaki bir inek misin? Yani nesin sen yani?” sorusuna sorulduğu zaman hepimiz apışıp kalıyoruz. Hatırlarsanız bendeniz bazı konferanslarımda, gittiğimiz yerlerde sorardım şu salonda şu kadar insan var. Hatta burada bizim seyircilerimize de belki bu soruyu tevcih etmişizdir. Lütfen kendinizden yaşınızın her yılı kadar, her yılını bir dakika nispetinde değerlendirin. Yani bir yılda bir dakika kendini anlat. O zaman 60 yaşındaki insan bir saat kendini anlatacak. Değil mi? Bir yıla mukabil bir dakika insan konuşursa, 60 yaşındaki insan 60 dakika kendisini anlatacak. 80 yaşındaki 80 dakika kendini anlatacak. 20 yaşındaki de 20 dakika anlatacak. İnanır mısınız bu soruyu tevcih ettiğim her yerde herkes hepimiz apışıp kalıyoruz. “Ben neyim? Ben neyim?” Yani “ben, beni tanımıyorum. Ben 53 sene benimle beraber dostum, benimle beraber arkadaşım. Ben kimim ben kendimi bilmiyorum.” Şimdi böyle bir dünyada huzurdan, saadetten, mutluluktan bahsetmek mümkün olabilir mi? İşte bunu anlatmaya çalışıyoruz. O halde bu, gelin hep beraber bu “beni” bir çözelim. Bu neymiş? Bu meçhullerden kurtulalım. Ve işin en garip tarafı insanlık o kadar şaşırmış ki, “ben denilen” soruyu soran şahıs “ben meçhulüm.” cevabını vermiş. Bilmem Nobel ödülü almış, bu da ikinci bir cehalet. Yani “Ben” dedi “meçhulüm.” Ee? “Aferin doğruyu söyledin al sana bir ödül.” Ya bu korkunç bir cehalet. Demek ki bu dünya iyice gitti. Peki efendim. O halde “Ben neyim?” sorusunu sorduğun zaman, bak Hz. Âdem’in yaratılışına gidin, gideceğiz. “Sana ruhumdan üfledim.” diyor. “Âdem’e ruhumdan üfledim.” diyor. Allah Allah. Bir gerçek çıktı şimdi ortaya. “Ve yes'eluneke anir ruh, kulir ruhu min emri rabbi ve ma utitum minel ilmi illa kalila.” “Sana ruhtan soruyorlar habibim. De ki, 'o Allah'ın emridir.' ” (İsra Suresi, 85.Ayet) Şimdi sende ve bende öyle bir nefha-i ilahi var ki bizi evet haşa ‘Rab’ değiliz ama terbiye onun ahlakını, ahlakına bürünmektir. Rab kökünden geliyor değil mi? Dimi insan ne enteresan bir varlık. Öyle meçhul olur mu ya? Bu malum ama e sen olaya dana gözüyle bakarsan affedersin eşek gözüyle bakarsan herhalde bu incelikleri görmezsin. Görebilir mi? İnsan göremez. He onun için işte bu “Ben neyim?” sorusunda çok durmak lazım. Ve, ve bizim bakın arkadaşlar öyle kıymetlerimiz var ki Batı kendi nirengi noktasını tespit edemediği ve mutlak değerlerinden uzaklaştığı bilahare de o değerleri kendi kendine yerine ikam etmeye çalıştığı için bir şey bulmuş. Demiş ki “Evet ruh var, doğru ama sadece Ruhullah’ta var.” Kim o? Hazreti İsa. Hazreti İsa’da var. Onun için o zannediyor ki o benim garip kardeşim, mustarip kardeşim, dertli kardeşim. Hazreti İsa’da var. Oğlum bende de var o ya, sende de var. Haberi yok efendim. Her insanda bizim Hristiyan dünyasından farkımız, Hazreti İsa'ya atfettikleri ruhun bir misli bütün mahlûkatta, yani insan dediğimiz varlıklarda vardır, tamamında vardır. Hani sen de Ruhullah’sın ben de Ruhullah’ım, o manada. Ha oradaki mucizat-ı ilahi babasız onu ana rahmine Cenâb-ı Hakk’ın yerleştirmesidir. Bu mucize oradadır, yoksa “ona ruh verdi de, o başkasına vermedi” manasında değil. Ona da ruhu üfledi, bana da. Öyle değil mi? Şimdi, tabi bir insan merkezi efendim, meselesini bilmezse hasta insanların kapıldıkları yanlışları aynen kendi hayatına geçirir. O da kendi problemiymiş gibi insanlığa anlatmaya çalışır. Bizim halimiz bu. Hep onları örnek aldık. Ya bunlar hasta. Benliğini kabul etmiyor adam, benliğini. Bak psikoloji ilmine gidip iftira etmiyorum ben. Psikolojide ruhu tarif ederken, olayların karşısında organizmanın tepkisine ruh denilmiş. Olaylar karşısında organizma bir tepki koyuyor ortaya, bunun adı ruh ve şu adam sana maneviyat öğretecek şimdi. Şu adam senin önünü açacak, seni sonsuza taşıyacak, Allah'la buluşturacak. Vay benim küp kafalı adamlarım. Gidiyor, efendim demiri onun rıhtımına atıyor, hidayeti orada arıyor. Lan bu kadar büyük bela olur mu sana? Hazine-i ilahiden koptun, efendim putların hâkimiyeti olan bir dünyada zelil, mağdur ve de mahkûm oldun. Allah belanı verecek senin. İtler bile bu kadar mağdur olmamıştır, zelil olmamıştır. Mübalağa etmiyorum.
İnsanı Tanımak İçin Hakk’ın Programına Yönelmek Gerekir
Neyse geliyoruz anlatmak istediğime. Yani insanın, o “ben” dediğimiz şey Cenâb-ı Hakk’ın nefha-i ilahisidir. Ha, bunu nasıl tanıyacağız? Bunu tanımak, bunu bilmek. Şimdi bir buzdolabı satıyor, Efendim, televizyonlar satıyorlar, radyo satıyorlar. Efendim, bir de bakıyorum yanında küçücük bir kitapçık. Ne, ne işe yarıyor bu kitapçık? Bu nasıl kullanılır? Ona yarıyor. Şimdi bilmedim mi? Nitekim burada benim evde bir tane Grundig marka televizyon var. Biraz büyük almış bizim Hayri Efendi, benim delikanlı oğlan. Getirmiş koymuşlar eve. Ulan, üç beş kişi, o tarafı ara, bu tarafı bir türlü… Efendim kanalları bulamıyoruz. Buluyoruz, hemen geçiyor. Ya bu televizyon değil mi? Ya şu işten anlayan biri yok mu? Dediler ki, elektronikçi bir arkadaş, “Bunun bir kitapçığı olması lazım. Getirin de ona bakalım da bu işi ayarlayalım.” Getirdik, güzelce yaptılar. Ya bir televizyon bile çalışırken “Beni” diyor, “ustamın dediğinin dışında kullanamazsın ahmak herif.” Bunun manası bu. Öyle değil mi? Televizyon. E peki, canım ya Allah böyle bir, öyle bir umman yaratmış ki, öyle bir âlem yaratmış ki… Bir anda düşün, dünyanın öbür ucuna hemen gidebilirsin. Neredesin? Asya'dasın, bir anda Afrika'da olabilirsin. Düşüncen ne? Bir anda Amerika'da olabilirsin. Nereyi hayal edersen, onu bir anda yaşarsın. Öyle değil mi? Şimdi böyle bir, acayip bir mahlûk. Oturuyorsun, hayaller kuruyorsun, problemler çözüyorsun, programlar yapıyorsun, projeler ortaya çıkartıyorsun. Görüyorsun, tadıyorsun, hissediyorsun. Yani öyle bir âlem ki insan neresine bakarsan bak, bir başka âlem insan. Şimdi bunun, efendime söyleyeyim kitapçığı yok. E o zaman ne dersin? “İnsan bu, meçhul.” dersin. Benim kot kafalı oğlum. Tanımıyorsun onu ki, kendi aklına göre ruh dediğin şey, “olayların karşısında organizmanın tepkisidir.” dersin. Onu tanımadın çünkü kendi kafana göre konuştun. Bir sürü yanlışta onun efendime söyleyeyim, ölçü makamlarını, mertebelerini doldurdun. Ona göre cevap veriyorsun. Şimdi bilgisayara hangi programı koyarsan onun cevabını alırsın. Öyle değil mi? Basıyorsun tuşa. O filan şey okunuyor. Elbette o okunacak benim eşek oğlum. Sen hayırlı bir şey doldurmadın oraya ki. Doğru doldurmadın ki… Ha insan o efendim, bilgisayarına, Hakk’ın programına, o Kur'an'i efendime söyleyeyim, beyanları dolduracak oraya. Güzelini, doğrusunu, faydalısını koyacak oraya. Tuşa bas, basacaksın. Ne kadar güzel yolun açılacak. Ne kadar güzel cevap vereceksin. Ne kadar güzel hayatı yaşayacaksın.
Düşünce ve İman Fakirliği Toplumun Felaketidir
Şimdi adam, alıyor beş doymuyor. Alıyor bir beş daha yine doymuyor. Bir beş bin alıyor, beş trilyon, katrilyon… Aman aman aman aman. Doyuramıyorsun onu ki… Ve diyor ki “Açım.” diyor. Meğer onun karnı aç değil. Şu hadisi bilse, yani programına bunu alsa bilecek ki ne tarafı aç. “İnsanoğlunun iki vadi altını olsa, bir üçüncü vadi altını olmasını arzu eder, ister.” O onu doyurmaz. Ne doyurur onu? Bir avuç toprak. Bitti. İşte burada kanaat devreye gidiyor. Şimdi toplum olarak biz bunların hepsini kaybettik. Efendim başkası gibi yaşayacağız diye kendi ölçülerimizden uzaklaştık. “Himmete muhtaç olan dede, âleme himmet ede.” Ne kendimize faydamız oluyor şimdi ne başkasına. Aslında halimiz iyi Allah'a şükürler olsun. Ama şahıs olarak, fert olarak, birey olarak fakiriz. Ne fakiriyiz? Düşünce fukarası, düşünce fakiri, tefekkür fakiri, izan fakiri, iman zafiyeti, ahlak zafiyeti. Bunlardan fakir olunca ne taşırsan taşı, bozuk çıkıyor. Beni, bir tane, bir arkadaş var tedavi ediyor. Bizim makine, kaporta aksamı sakat. Bu akupunkturcu arkadaş bir şey tutturdu bana. Bu, hocam dedi; “Ya senin sinirler mahvolmuş gitmiş.” Şimdi sende bir şey yok baba ne, ne de konuşuyorsun ki? Ölçü kalmamış, her taraf bozulmuş. Ondan sonra düzenli bir hayat arıyorsun. “Karnım aç” diyorsun, yok. Şükür, şükür kalmamış, değil mi? Kanaat kalmamış, tevekkül kalmamış, tefekkür… Ve bunları ele alıp anlatmaya çalıştığın zaman da şimdi yeni bir eskiden pop şarkıcıları vardı. Vıp çıkardı ortaya bir, şimdi pop modacı dinciler var böyle. Çıktı, vıp çıkıyorlar. Bakıyorsun, “E ben çok Batı müziğini seviyorum artık.” Öyle bir acizlik, öyle bir zillet. Hayır, insan sevmez mi? Sever. Ama bunu kalkıp da karın ile ilan etmenin bir manası yok ki. Aldın karıyı yanına, ilanı aşk edercesine Batı müziği seversin. Neresi seviliyor bunun? Ben anlamadım yani. Hangi teması? Ne anlatıyor? Bir deruni aşkı mı var? Muhabbeti mi var? Feyzi mi var? Anlat bana da ben de seveyim. Hiçbir şey anladığı yok, seviyormuş. Yalan. Niye? Aşağılık kompleksine Allah bürümüş onu. Verdi belasını. Onu seviyormuş. Onu seviyormuş. Hadi oradan be. Terbiyesiz seni. Hiçbir şeyi sevdiğin yok. Sen ne kendini seviyorsun ne milletini seviyorsun. Neden? İşte, tanımıyor. Cahil, cesur olur, onun için de atıyor sağa sola.
Asıl Davamız İnsan Meselesidir
Evet, asıl davamız, asıl meselemiz insan. Bunu böyle bilelim. Yani onu tanıyalım. Ne ile tanıyacağız onu? Kur'an'la, peygamberin yolu ile. Şimdi ha bir, hatırıma geldi. Belki ileride sorarsınız. Yeni şeyler de çıktı. İslam'ı, efendim tahrip edebilmek için Batı dünyası, ajanlarıyla birlikte bu dedelerimiz, gittiniz gördünüz. O Orta Doğu'daki tasavvurlarını. Ne büyük medeniyet… Bizi oradan çıkartabilmek için 1700 yılından beri adamlar gayret ediyor. Çeşitli entrikalar… Bir sürü efendime söyleyeyim, putperest adamı göndermişler oraya, Müslüman kılığında münafık. Efendime söyleyeyim, onlar şimdi İslam'ı yorumladılar, anlattılar. Onların Osmanlı'ya karşı kullandıkları mantalite, mantık; maalesef bugün din olarak millete anlatılıyor. Ya onlar bizim dedelerimizi mahvettiler, şehit ettiler. Bizi o topraklardan böyle çıkardılar. Sen şimdi bu milleti buradan mı çıkarmak için mi aynı mantıkla konuşuyorsun? Öyle değil mi? Evet efendim. Bu kadar kâfi zannederim.
İnsanın Asıl Arayışı Allah'a Olan Sevgisiyle Huzura Ermektir
Şimdi efendim, Cenâb-ı Halik evvela ruhları yaratıyor ve onlara “Eles Meclisi” diye ifade edilen o mecliste, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusunu tevcih ediyor. Kalu dediler ki, ruhlar cevap verdi. “Bela, evet sen bizim Rabbimizsin.” Şimdi müfessirler ve bizim büyük mutasavvıf âlimlerimiz, Allah şefaatlerinden ayırmasın, onlar diyor; “Bu sahnede Cenâb-ı Hakk’ın güzelliğini seyrettiler, gördüler. Onun için o güzeli arıyorlar. Onun kokusunu aldılar, öyle güzel bir koku arıyorlar. Onun sesini duydular, o kadar güzel bir ses ki, onu arıyor insan.” Hakikaten de insanoğlunda güzele, güzel kokuya, güzel sese karşı bir meyil, bir istidat vardır. Onu yok edemezsin. Neden? Çünkü o, onun nispeti, yani o sana onu hatırlatıyor. O kokuyu alıyorsun, acaba o mu? O güzel sesi duyuyorsun, acaba o ses mi? Bir güzel cemal görüyorsun, acaba o mu? Ha, biraz geçiyor aradan, ruhun diyor ki “Hayır, o değil.” diyor. Ruh demek hep onu alıyor, arıyor. Zaten insanoğlu Allah'tan geldi, gene ona gidecek. “Kalû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” “Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz.” (Bakara Suresi, 156. Ayet) Şimdi bu dönüşü insan ölmeden yapar ki buna “vuslat” diyoruz. Allah'a vasıl olursa, Allah'ı tanırsa, Allah'la beraber olursa, dünya hayatı itminan mertebesinde geçer, mutmain olur dünyada. Yaşadığı, yaptığı her şeyden zevk alır. Çünkü onunla beraberdir, yani artık sevdalısıyla beraber olan bir delikanlının hali ne? İnsan da öyledir. Şimdi biz ondan koptuk. Bugün bakın; en doruk noktadaki insanımızdan, en alt kademedeki insanımıza kadar hukukla bunları takip etmeye çalışıyoruz. Kanun yoluyla beraber yola koymaya çalışıyoruz. Hayır efendim, kanun olmayacak mı? Olmasın demiyoruz. Fakat kardeşim ya herkes kanunla takip edilmez ki! Herkesin başına sen bekçi, polis koyamazsın ki. Ama şimdi şu anlatacağım ölçüyü bir ele alalım. Öyle bir Allah ki, o benim dostum, o benim sevgilim. Ben onunla olduğum zaman ben hürüm. İki, ben huzurluyum. Üç ve ben her şeyin hesabını ona vereceğim. Zerre kadar iş de olsa, zerre kadar varlık da olsa, ne hayır onun mükâfatını alacağım, şer cezasını çekeceğim. Ayet öyle demiyor mu? “Zerre kadar hayrın mükâfatı, zerre kadar şerrin de mücazatı, cezası vardır.” Şimdi bu inanç ve o Allah seni dost olarak, arkadaş olarak berabersiniz. Kirâmen kâtibin var ya, onun emriyle iş yapıyorlar. Bu insanın yanlış yapması mümkün olabilir mi? Neyi teslim edersen et. Erkekse elini haram olan bir şeye uzatsın, gözünü haram olana baktırsın. Bu mümkün değil. Ha bugün biz bu kontrol mekanizmasından maalesef mahrumuz.
İman, Her Şeyin Özü ve Aslıdır
İman ne işe yarar? İman, her şeyin özü aslıdır. Bunu sen kaybettin mi, ondan sonra bekliyorsun ki nereye, hangi dinamit konulacak? Hangi bombayla bilmem, bilmem neresi uçurulacak? E tabii. Ama nefsinin temeline, o zemime ahlakına, o dinamiti, ibadet dinamitiyle beraber onu havaya uçuran bir fert, tevhidi kendi iç tabiatında, Rabbinin iç tabiatında yaşamaya, onunla beraber olmaya başlar ki, ona neyi emanet edersen et. Onun tuttuğu her şeyde de bereket olur. Bunu böyle bilin. Bugün işlerimizde bereket yok. Dikkat ederseniz bereket kelimesi kalktı. Kullanmıyoruz. Zannıma göre lügatten de çıkardılar onu. Niye? Biz onunla değiliz ki, onunla olan insanın yaptığı işlerde bereket olur. Değil mi? Bunu inşallah şey edeceğiz. Ruh Allah'ı arıyor. Ha Allah'a giden yolu da Allah gösterdi. Cenâb-ı Hakk’a giden yol var ya, Cenâb-ı Hakk onu gösterdi. O yoldan gittiğin zaman, “Sıratel müstekime, en'amte aleyhim, gayril mevdube aleyhim veladdallin.” ( Fatiha Suresi) “Sırat-ı müstekim.” “Doğru yol” yani. O yoldan gittin, hiç merak etme, Rabbinle beraber olursun. Onun tecellilerine erersin. O muhabbeti, o hazzı, o tadı, gönül kulvarında doya doya yaşarsın. Bugün insanımız, kısaca bütün insanlık bunu arıyor. Yanlış anlama, bütün dünyanın efendim, kalkıp da Mevlana Hazretleri’ni ziyarete gelmesinin temel esprisi, Mevlana'nın boyu 1.80-1.90'dır. Gözleri, kaşları şu renktedir, bu renk bundan değil, ya. Mevlana, kalp kulvarında insanların Allah'a nasıl gideceğinin yolunu gösteriyor, mesajını veriyor. Onun için de adamlar koşa koşa, koşa koşa geliyorlar. Eğer biz hakikaten millet olarak vazifemizi yapabilsek, şu anda adamlar bizi Hristiyan yapmaya çalışıyor. Biz kapımıza gelen insanları, Mevlana'yı bu derece sevmelerine rağmen İslam edemiyorsak, bunun günahı, vebali bizimdir. Yanlış anlamayın. Hazine bizim elimizde. 1972 yılı olması lazım veya 3 yılı, Konya'da bir konferanstayız. Affedersiniz, bir Mevlana ihtifalindeyiz. İtalyan asıllı Anna Masala isminde bir Profesör Müslüman olmuş. Öldüyse Allah rahmet eylesin, yaşlı bir ablamız idi o zaman. Yani 60'larda vardı en azından. Ne söyledi orada biliyor musunuz? “Siz Türkler hazine üzerinde oturan dilencilere benziyorsunuz. Mevlana gibi bir hazineniz var, Yunus gibi bir hazineniz var. Bizde bunlar yok.” Öyle tabii hazine bunlar. Bunların kalp kapağını açtın mı doğru Allah'a gidiyorsun. Nerede buldu adamcağız onu? Nerede buldular ki? İşte bunlar bizi biz yapan değerlerdir. Bunu, bu değerleri eğer hayatımıza geçirebilirsek hiç korkmayalım. Kâfidir zannederim.
Peygamberimizden Başka Bir Rehber Aramak, Hak’tan Sapmak Olur
Ben merkez olarak Peygamber’i ben tayin etmedim, haşa. Biz kim oluyoruz? Onu Allah tayin etti. Diyor ki “Muhammed'im, sen alemlere rahmet olarak geldin. “Ve ma erusallnâke illâ rahmeten min âlemîn.” “Âlemlere rahmetsin.” (Enbiya Suresi, 107.Ayet) Ve bize de diyor ki: “O sizin için örnektir. Ondan alacaksanız; ne alacaksanız, ondan alacaksınız.” Sakın ha, sağa sola kafanızı çevirmeyin. Kalbinizi çevirmeyin, gözünüzü çevirmeyin. Direkt ona bakın. Alacağınız ne varsa ondan alın, başkasından almayın. Şimdi Allah'ın koyduğu bu ölçüyü, müşahhas ayeti bugün adam kalkmış şu veya bu yolla inkâr ediyor. Diyor ki: “Ona gerek yok; şu da onun yerini tutar, bu da onun yerini tutar.” Bu kadar büyük cehalet dünyanın hiçbir döneminde hiçbir devrinde olmamıştır. Güya insanları Allah'a taşımakla mükellef olanlar efendime söyleyeyim, öyle bir beyanda bulunuyorlar ki Allah'ın beyanına ters beyanı hilafına bir efendime söyleyeyim beyan, ifade. E elbette bizim de o zaman meselemiz bu sapıtmış, maalesef Hak’tan mahrumiyetini bilmeyen insanları ayıktırmak olacak vazifemiz. Ayıktıracağız onları, Allah hidayet versin, hangi devirde olursa olsun. Bak ne diyor: “Beni duyup iman etmediği halde kim olursa olsun; Hristiyan olsun, Musevi olsun, ebediyen cehennemliktir.” Sahih hadis, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz buyuruyor. Yani oralara birazdan isterseniz gireriz ama benim yazdığım eserleri kardeşlerimiz okusun diye dilerseniz girmeyelim. Çok müdellel bir şekilde onları ben kaleme aldım, ikinci eserimiz yazıldı yani. Şu anda zannıma göre… Efendim ‘Din Tahripçileri’ dışında ikinci eserim de yazıldı, o da aşağı yukarı 300 sayfa. Okusun kardeşlerimiz, istifade etsinler. Elbette “Peygamberimiz,” Allah diyor bunu başkası demiyor. Değil mi? Evet.
İlk Vahyin Özünde, Kâinattaki Her Şeyde Allah'ı Görmek ve O'nu Tanımak Vardır
İlk vahiy neydi? Estauzubillah “İkra bismi rabbikellezi halak.” “Seni yaratan Rabbinin adıyla oku.” (Alak Suresi, 1.Ayet) Bu ne demektir? Yani “Yaradan Rabbin adıyla oku.” demek, “Kâinatta Allah'ı gör.” demektir. Şimdi her eşyanın, yapılan eşyanın bir mührü var bir patenti var. Bu kâinat malzemesinin de bir mührü var. Bu Allah'a aittir, eserde müessire. İnsanın Allah'ı okuması, eşyada; Hazreti Ali efendimiz “Bu görmediğim Allah'a inanmam, Cenâb-ı Hak her yerde.” Hayat, bu nasıl oluyor? Bunu insan düşünmez mi? Nasıl görüyorum seni, nasıl işitiyorum? Bütün bunlar Allah'ın varlığının en gerçek ispatıdır ve burada insan Allah'ı görecek, Allah’ı tanıyacak. Hiçbir şey kendiliğinden olmaz. Ben lisede hocalık yaparken öğrencilerime derdim ki: “İşte çocuklar, bu masalarınız dağda ağaçtı. Bunlar kendi kendine kesildi, planya girdi, işte çakıldı, boyandı, işte şöyle oldu, böyle oldu, önümüze sıra olarak geldi.” dersem size ne dersiniz? “Hocam seni tımarhanelik ilan ederiz.” derdi, derdiler bana. Ya bu sadece şu sıra bu nedir? Bu insanın yanında hiçbir şey. İnsan o kadar mükemmel varlık ki… Değil mi? Bunu sen nasıl diyorsun ki bu tesadüfen oldu? Bilmem tesadüfen şöyle oldu. Bir sıra tesadüfen olmuyor da tebeşir tesadüfen, kalem tesadüfen olmuyor, defter olmuyor da… Benim yaptığım olmuyor ama ben oluyorum. Her şeyi yapan işleyen ben oluyorum, o olmuyor. Bu kadar sakatlık olur mu? İşte Allah'ın o ayetteki muradı, onu tanımamızdır. Nerede? Her yerde. “Besmele”, “Allah'ın adıyla okumaktır.” İlk vahiyle onu birleştir, Kur'an'ı okumaktır. Kur'an kitabı kainattır aslında. Kâinatı anlatıyor sana, seni anlatıyor sana. Daha, Allah'ı anlatıyor sana. Az evvel anlattık ya. İnsan, Allah'la mahlûkat arasında bir kapı. Bir dönersin bu tarafa mahlûkat, bir dönersin o tarafa Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd Hazretleri. Abdülkerim el-Cîlî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, değil mi? Evet. O besmeledeki nükte, bu düşünceleri ifade ediyor, İnşallah. Ancak bunlar öyle sohbetlerdir ki; şimdi aklın en doruk noktasında çıktığın zaman, bunlar aynı zamanda akılla gönül arasındaki hazlardır, tatlardır. Bir de oraya inmek de çok zor bir hadisedir, onu da sana söyleyeyim. Yani onu denizde yüzerken sor bana… Karada koşarken değil.
Zikrin Özü, Allah’ı Hiç Unutmamaktır
Bir defa Zikrullah, kulun kendini bilmesi, Allah'ı tanıması, Allah'la kul arasındaki münasebetlerin gelişmesini temin eden yegane ibadettir. Onun için bütün ibadetlerin temeli zikirdir, özü zikirdir. Namaz da Allah'a zikir içindir, oruç da Allah'a zikir içindir, Hac da Allah'ı, Allah'ı tanımaktır, bilmektir. Bir başka manada Allah'ı hiç unutmamaktır. Zikrin özü budur. Zikir “anmak” ya; sen devamlı bir şey an, andığın şeyi unutur musun? Unutmazsın. İşte bu hali insanın hal edilmesidir. Hiç Allah'ı unutmamasıdır. Peki o zaman unutmasan ne olacak? Şimdi Allah'la aranızdaki o köprüyü kurduğunuz zaman “Allah” dediği zaman, onu andığın zaman “Fezkuruni ezkurkum.” “Beni zikret, ben de seni zikredeyim.” (Bakara Suresi, 152. Ayet) Yani ne cevap veriyor sana? “Buyur kulum, ne istiyorsun?” Allah'ın kuluna bu cevabı. Buna “tecelli” denir. Kulunun kalbine tecelli ediyor, “Allah.” “Ne var kulum?” Bunu çoğalt. Yani Allah'la konuşmaktır bu. Bu tecelliler çoğalınca kalpte fevkalade bir ferahlık, feyzi ilahi, muhabbeti ilahi husule gelir. Rahatlarsın, sıkıntılardan kurtulursun. Denesin bizi takip eden kardeşlerimiz; en sıkıntılı olduğu dönemde şöyle huzur içerisinde, yalnız bir yerde “Allah, Allah” farklı bir şey demesinler, bir sürü esması vardır ama sadece “Allah” ismini zikretsinler. Dünyalık da hiçbir şey düşünmesin. Bakın o insanda ne muazzam bir hal zuhur ediyor. Ya daha doğrusu huzur vücuda geliyor. Allah'ın Zikrullah ile kendini tanıtmasıdır. Kalbe Allah'ın zikri, affedersiniz tecellisi lütfedilince, gelince insan o tecelli kadarıyla Rabbini tanıyor, Allah'ı tanıyorsunuz. O zaman ne oluyorsunuz? Marifet ehli oluyorsunuz, arif işte bu. Onun için Ayet-i Kerime’de “Beni çok zikredin.” “zkurullahe zikren kesira” “Çok zikredin.” (Azhap Suresi, 41.Ayet) “e la” “Dikkat edin.” (Rad Suresi, 28.Ayet) “bi zikrillahi tatmainnul kulub.” “Ancak beni zikir ile huzur bulursunuz.” (Rad Suresi, 28.Ayet) Mutmain olmak bu demektir. Şimdi, bir sürü sıkıntımız var. Ben o kadar sinirlerim rahatsız ama hiç şeyim yok, huzurluyum. Niye? Aküyü dolduruyorsun baba, evet maddi arızalar var ama manen kalp diğeriyle meşgul olacak. Belki de senin akün boş olursa deli diye tımarhaneye tıkarlar seni. Yani insanı tek yönlü ele almayacaksınız. Anlatabildim mi? Cenâb-ı Peygamber Efendimiz’e geliyor, “Beni Allah'a en kısa yoldan vasıl eden şey nedir? Bunu öğret.” diyor. O da ona “La ilahe illallah.” zikrini öğretiyor. Alıyor alnını alnına, Hazreti Cebrail geliyor, peygamber öğretiyor. Peygamberimiz de Hazreti Ali Efendimize öğretiyor, alnını alnına koyuyor, elini mübarek kalbine, dizlerini dizine dayıyor: “La ilahe illallah” de Ali, diyor. “Kul” diyor, “De.” İşte Allah'a en kestirme yol bundan dolayıdır ki zikir yoludur. Bakınız, dedik ya “İbadetler zikir için.” “ekımis salate li zikri.” “Beni zikir için namaz kıl.” diyor Allah. (Taha Suresi, 14.Ayet) Anlatabildim mi? Oruç da öyledir, zekât öyledir. Büyükler, arifler “Ölelim Zikrullah ile, görüşelim Allah ile, dost olalım Allah ile, Zikrullah eflakı geçer.” Yani felekler âlemine. “Lahut illerine uçar, göçer, vuslat kapılarını açar. Ölelim Zikrullah ile görüşelim Allah ile.” Vuslat kapısını Allah’la görüşme; yani kulun da miracı ne ile beraberdir? Zikrullah’la beraberdir. Ben bütün kardeşlerime tavsiye ediyorum; sevabı onların, günahı benim. Devam etsinler diyorum, efendim.
Bir Milletin Örfü, Âdeti, Geleneği Mutlaka İnanç Kaynaklıdır
Şimdi bir milletin örfü, âdeti, geleneği mutlaka inanç kaynaklıdır. Bunlar da aynı zamanda o dini değerler örfe, âdete, geleneğe mal oldu mu milli değerler olur, milli duygular olur. Anlatabiliyor muyum? Onun için bir milleti çökertmek için mutlaka ona dini yoldan girilir. Olaya milli desen duyarlılık o kadar fazla olmaz ama dini yoldan giriyorlar. Hedef ne olmuş oluyor? Milli olmuş oluyor. E bizim inşallah bu son yazdığım eserde göreceksiniz ne oyunlar dönmüş? Mısır’ı adamlar üs yapmışlar, Kahire’yi. Goldzıher’ler Gaytana’lar, Renan’lar, Muhammed Abdullah, Cemalettin Efganî’ler, neler neler… Şimdi işi tadında bırakalım dilersen. Kitap okumak için ben çok çalıştım, çok deliller buldum ama Türk milleti çok büyük bir millet, bunu bilin evladım. Türk milletini çok iyi tanımak lazım. Niçin oynanıyor bu değerler? Mevlana'yla, Ahmet el Bedevi vardır. O da aşk vadisinde büyük bir velidir. Hiç kimse ondan oynamaz. Niye oynamaz? E baba dünyada şu kadar Bedevi Arap’ı vardır. Bunun değeri olsa ne olacak olmasa ne olacak? Ahmed el Bedevi çok büyük bir veli, belki Mevlana'dan da büyük. Ama değil mi ki o Bedevi Arapların mümessilidir, temsilcisidir; onu yıkmakla sadece Bedeviler ilzam olacaktır. Canım, “Onunla kim uğraşılır, uğraşıyor?” denir, diyorlar ama Mevlana'yı yıktığın zaman bir medeniyet gidiyor. Sadece Türk medeniyeti, Türk İslam medeniyeti… Bütün İslam âlemi gidiyor. Öyle kolay değil, o bakımdan değerlerimize çok iyi sahip çıkalım. Anlaştık mı?
İbadet’in Gönülle Yapılması Lazım
İbadet gönülle yapılması lazım. Biz aklımızla Allah'ın huzurunda duruyoruz. Akılla, akılla durunca da kafa, kafanla beraber duruyorsun. O zaman işte karıyı düşünüyorsun, hastaneyi düşünüyorsun, çocuğu düşünüyorsun. Ee kıldığın namazdan feyiz de alamıyorsun, muhabbet de alamıyorsun. İbadet de sana yük oluyor ama gönül dünyasıyla namazını kıldığın zaman, işte o “ben” dediğin ruhla beraber Hakk’ın huzurundasın, onun tecellilerine eriyorsun. Birinde kalp kulvarıyla Allah'a yürümek var, birinde akıl dümeniyle dünyaya dalmak var. Diyoruz ki “O, o kalp dümenini, o bedenin çuvalı içerisinde olan şeyi yırt, ortadan onu at. Gönül cevherini ortaya çıkar, onunla hakkın huzurunda dur.”
Allah'ın huzurunda onunla durursan; o zaman “Allahu ekber.” dedin mi, bütün dünya geriye gider. Sen de “Elhamdülillahi rabbil âlemin, errahmanirrahim maliki yevmiddin iyyake nabud ve iyyake nestain.” (Fatiha Suresi) Sanki o ayetler seni bir vadiye, bir kulvara, bir âleme sürükler. Değil mi? E şimdi onu yapamıyoruz işte. Biz yapamıyoruz, ben yapamıyorum. Onun için de bizim, Yunus'un dediği gibi “kıldığın namaz değil.” Namaz kılalım inşallah. Oldu mu?
Yaratılmış Her Şeyin Tahsilinde Vesilelere Sarılmak Şarttır, Farzdır
İnsanımızda maneviyat deyince, insanımız derken ben hemen hemen bütün İslam âlemindeki Müslümanları kastediyorum, maneviyat dendiği zaman, manevi varlıkların sanki mahlûk olmadığını, yani yaratılmış olmadığını zannediyorlar. Ne olmuş oluyor siz manevi varlıkların mahlûk olmadığı inancında olduğunuzda ne kabul etmiş oluyorsunuz bu varlıkları? Halik kabul ediyorsunuz. Yani bunların varlığı kendi zatının iktizası Vâcibü'l-vücûd olmuş oluyor. Yani Allah olmuş oluyor. Şimdi, Allah farklıdır; Allah'ın muhabbeti daha farklıdır, muhabbeti Allah'ın yarattığıdır. Yani benim Allah'ı sevmem, bak ne diyor ayette: “Allah onları, onlar da Allah'ı sever.” (Maide Suresi, 54.Ayet) Bir sınıf Müslüman tarif ediliyor. Şimdi kulun Allah'ı sevmesi de mahlûktur, Allah'ın kulun kalbinde kulu da sevmesi, o da mahlûktur. O da, o da yani Allah'ın yarattığıdır. Niye? Çünkü bütün bunlar zat-ı bahrinin varlığı dışında olan şeylerdir. O takdirde ne olmuş olacaktır? Hayır efendim bunlar, bu manevi varlıklar, yani cennetti, melekti vesaire gibi varlıklar, efendim mahlûk olmamış olsaydı o zaman haşa bunlar Rab’dan olacaktı, Allah'tan olacaktı ki bu yani Allah'ın zatından olmuş olması gerekirdi ki çok ciddi bir şirktir, ortaklıktır Allah'a. Şimdi geliyoruz bunun biraz daha açılımına… Peki, Allah'ın yarattığı varlıkları kazanmak için, esbaba tevessül şart mıdır değil midir? Yani vesilelere sarılmak şarttır, farzdır. Yani oturup da bir tarafta sen, işte “Karnımı doyur ya Rabbi, işimi yap ya Rabbi, işte kalemimi ver ya Rabbi, ekmeğimi ver.” demen caiz mi?
Değildir. Ne yapıyorsun? Ekmeği kazanmak için günlük maişetini kazanmak için. Ya işçisin, ya memursun, ya çiftçisin, ya çöpçüsün, ya amirsin, ya memursun. Bunu günlük maişetini temin etmen için yapıyorsun. Yani bir vesileye sarılıyorsun, o maişetini maaş yoluyla kazanıyorsun. Bu nedir? Sünnetullah’tır, Allah'ın koyduğu bir kanundur. İki, geliyorsun şimdi öyle mevzular var ki, bunlar da insan beyninde füyuzat-ı ilahiden olmadığı halde bilgi nevinden, ilim nevinden olan mahlûkat, mahlûktur, halk edilmişlerdir. Ne ilmidir bu? Kur'an ilmidir, tefsir ilmidir, hadis ilmidir, kelam ilmidir, siyer ilmidir, fıkıh ilmidir, kıraat ilmidir, coğrafya ilmidir, tarih ilmidir, matematik ilmidir, şu ilimdir, tıp ilmidir. Şimdi bunları öğrenmek için bir vesileye sarılman gerekiyor mu, gerekmiyor mu? Sen de öyle vesileye sarılıyorsun ki 16-17 sene okuyorsun. Benim hayatımın yarısı okumakla geçti. Ya şu meseleyi biraz daha derinlemesine öğrenelim, şunda biraz daha inceleme yapalım, bunda da vesileye sarılmak ne oluyor? Şart oluyor. Git, erkeksen evinde otur da doktor ol, “Manevi ilimdir” de dua et bakalım, kimse veriyor mu onu sana? He? vermiyor. Şimdi efendim bir de işin kalp ilmi boyutu var, ledün ilmi değil mi? Kalp yani, feyiz; Muhabbetullah, Havfullah, Zikrullah. Bir de bu işin bir boyutu var. O da nedir? O da mâhluktur. Cennet gibi, melek gibi yaratılmıştır. Hazreti Musa'ya Cenâb-ı Hak bu ilmi tahsil etmeyi murat ettiği zaman “Git, Hızır'a talebe ol.” dedi ve şart da koydu: “Sakın ona itiraz etme.” Enteresan bir şey. Bak, Allah'ı tanımak için Allah'ın resulü Hızır’a talebe oldu. Yanlış mı konuşuyorum?
Baba ya, bir Musa talebe oldu da kot kafalı benim oğlum, sen Allah'ın feyzine, muhabbetine, ledün ilmine talipsin. Sen, sen kim oluyorsun ki olmayacaksın? Onu söyle bak, senin ondan farkın ne? Efendim “Allah'la kul arasına girilmez.” Lan seninle Allah'a kim giriyor feyiz istiyorsun, feyiz. Adam parayı kazandı, koydu kasasına. İlmi kazandı, koydu kafasına. Muhabbeti kazandı, koydu kalbine. Benim eşek oğlum, buradaki için vesile gerekiyor, buradaki için cepteki için gerekiyor da buradaki için niye gerekmesin ya? Ha? Söyleyin bakayım bana. Bunları konuşan adamlar ne İslam'ı biliyor, ne dini biliyor. Bunlar atmasyon, anlatabiliyor muyum? Kimse bunlara kafayı takmasın. Her ilimde bir sebep vardır. Her maddi varlıkları elde etmede bir sebep vardır, bir sebebe tevessül etmek vardır. Onun için burada da manevi ilimleri tahsilde de gerek Feyzullah olsun, Allah'ın feyzi muhabbeti, Havfullah. Hülasa bunların da bir vesileye tevessül etmek vardır. Bu hiçbir zaman şirk değildir, ortaklık değildir. Ha bunu diyen birtakım ben saksağanlar televizyonlarda seyrettim, cahilin teki, tasavvuf hocalığı da yapmış. Okuduğu kitabı bilmiyor adam ya. Bilmem hangi bilmem nenin bilmem nesi. Tezini de hazırlamış. Sen kim tasavvuf kim ya? Sen kaç paralık herifsin? Bunlara kimse inanmasın, bunlarla bir tarih dirildi. Bu milletin tarihi bunlarla yoğruldu. Bunların tamamı mahlûktur, yaratılmıştır. Yaratılmış her şeyin tahsilinde vesileye tevessül farzdır, “Yaratılmış değildir.” dedin mi, o mahlûk olan şey Vâcibü'l-vücûd yapmış olursun ki asıl şirke sen giriyorsun, terbiyesiz seni. Allah'ın yarattığı mâhluka nasıl “Halik” diyebiliyorsun ki sen? Şirk koştun. Tamam, evet bizi dinleyenler, kalpleri mutmain olsun. Görecekler ki bizim dediklerimiz %99 değil %1500 doğrudur. Ben peygamberden; ben, bu ayetler, hadisler vardır bu konuda benim makalelerim var, ‘Vesile, Vesile ve Şefaat’. Bunları okusunlar, kalplerini hiç bozmasınlar. Başarılar diliyorum efendim.
Adalet ve Hakların Tesisi İçin Erdemli İnsan Modeline İhtiyaç Var
Şimdi tabii erdemli insan, bugünkü manada erdemli insan demek bu; esasen gerek hakların verilmesinde gerekse hukukun uygulanmasında insan faktörü çok mühim. Siz en mükemmel bir davayı kalkarsınız, ehli olmayan insanın eline bulaştırır, ağzına gözüne bulaştırır, mahveder, bırakır. Onun için bugün haklar, dünya gündeminde hemen hemen her milletin gündeminde birinci sırada. “İnsan hakkı” diyor yatıyorlar, “insan hakları” deyip kalkıyorlar. Ama akıl planında zikredilen hak, haklar gönüldeki insan dediğimiz o cevherden mahrum oldukları için uygulamada zafiyetler var, yanlışlıklar var. İşte bugün dünya asıl o insanı bekliyor. Dediğimiz, ifade etmeye çalıştığımız insanı bekliyor ki bu haklar verilebilir hale gelsin. Yoksa haklar bilinmediği için, meçhul olduğu için bu durumda değil, ya. O hakları insanlara doya doya, kana kana tattırabilecek, efendime söyleyeyim adil ve faziletli insan modellerinden bugün insanlık mahrum olduğu için bunu söyledik biz. Yani bunun canlı örnekleri var. Bir zamanlar Bosna'ydı, bir zamanlar Kosova'ydı; şimdi Çeçenistan. Yani dünya bu insanların haklarının gasp edildiğini görmüyor mu? Niye vermiyorlar değil mi? Eşyanın kullanılmasında da olay budur. Yani bugün malzemeleri kullanan insan, hakikatte adaletli, faziletli ve de hakkaniyetli kullanabilmesi için; mutlak surette o dediğimiz insan örneklerinden olması lazım. Bugün bu örnekler olmadığı için, bu örnekler toplumda efendime söyleyeyim arandığı için hakikatte aradığımız hayatı, beklediğimiz gelişmeyi maalesef bulamıyoruz. Hep beraber o insan olmaya aslında çalışmalıyız ve de seferber olmalıyız diyorum efendim.
Hidayet Allah’ın Lütfudur; İnsan Çabayla Değil, İlahi Nasiple İman Sahibi Olur
Arkadaşlara bizim kitabı okumaya davet edelim de bu birkaç cümleyle izah edilebilir şey değil. Ben buraya cevap verebilmem için şu temel esası da gözümüzün önüne getirmemiz lazım. İnsanoğlu, hidayet bir defa Allah'ın bir lütfudur; bunu iyi bilelim. Yani siz çalışmakla hidayeti elde edemezsiniz. Çok zengin olabilirsiniz, çok ilim sahibi olabilirsiniz ama çalışmakla hidayet sahibi olamazsınız. Hatırıma Hâlid bin Velid Hazretleri’nin Müslüman olması geldi şu anda. Mekke fethedilecek, Hazreti Hâlid gidiyor, peygamber efendimizle görüşecek. O mağrur insan, Hazreti Hâlid tabii, affedersiniz Ebu Süfyan. Resulullah ‘la görüşecek, Hazreti Hâlid’i görüyor, onunla konuşuyor. Hazreti Hâlid diyor ki: “Kafanı” diyor, “gövdenden ayırırım senin.” diyor. Yani “Sıradan bir insanla mı konuşmaya geliyorsun, kendine gel.” diyor, “Edepli ol.” diyor filan. O esnada, Hazreti Bilal devreye giriyor, Hâlid 'in yanında. “Ya, Hâlid.” diyor. “Bırak” diyor. “Hidayet bir an meselesidir; o istediği gibi davransın, hareket etsin.” Şimdi Ebu Süfyan da çok akıllı bir insan. Onun, o köle denilen insanın o sözü öyle muazzam etki ediyor ona ki, şöyle dönüyor: “Vallahi zenci köle, sen bir…” diyor, “mektepsin.” diyor. O anda jetonu düşüyor ve iman ediyor. Şimdi iman olayı, Allah’ın lütfu. Kime, ne zaman, nasıl bu piyango vuracak, belli olmaz. Bizim asrımızda işin en garip tarafı; maneviyattan kopuk olması münasebetiyle, her hayatın her kademesi aşağı yukarı maddi ögelerle donatılmış. Her şeyimize karşılık oradan bekliyoruz. İhtiyaçlarımızı o yollu elde etmeye veya gidermeye çalışıyoruz. Bu olunca da haliyle biz dinin hakikatini anlamaktan, yaşamaktan ve de tefekkür etmekten mahrum kalıyoruz. Kabul etsek de etmesek de.
Gerçek Kurtuluş, Allah'ı ve Resulünü Kabul Etmekten Geçer
Bir de İslam dünyasının ve özellikle Türk dünyasının üzerinde birtakım hesaplar var. Bunlar her ne kadar siyasi de görünse de temelde, hesaplar Türkiye yurdunun üzerinde. Neyini elinden alacak ki onu bu değerlerden kopartabilsin? Onun almak istediği şey işte o mukaddes inancı. Şimdi, bugün insanımız o inancı gönül kulvarında yaşayabilmesi, dipdiri olabilmesi için onu öğrenmesi lazım. Şimdi, evet öğrenmek yasak değil ama öyle bir tarzımız var ki, hayat tarzımız onun dışında. Yani ne muhabbetimiz ne zevk unsurlarımız ne geçim unsurlarımız… Ya onun temalarıyla temas halinde değil, ifade edebildim mi? Dolayısıyla akıl olarak ondan uzaktayız, gönül olarak ondan uzaktayız. Ee, sadece isimde onunla beraber oluyoruz. Böylece de olması gereken muhabbeti, yaşaması, yaşanması gereken zevk-i maneviyi maalesef alamıyoruz. Ve sözümüz de onun için etki etmiyor. Niye? E canım, e sen tatmadığın şey anlatıyorsun; anlattığın şeyi bir akıl, ne bileyim, şeyinden geçirerek sadece tek boyutlu ele alıyorsun. Hâlbuki din, aslında kalbî bir olaydır. Kalbe, kalpte hâkimiyetinin yaşandığı bir mefhumdur, bir faildir, bir değerdir. E bunu yaşayamıyorsun. Onun için de insanımız bugün ne yapıyor? O zevk-i maneviden çok uzak kalıyor. Onu sana yaşatacak vesilelerden, yollardan uzak oluyor. E tabii, bu noktaya Türk milletinin gelmesi çok uzun bir zaman sonucudur. Şimdi adamlar diyorlar ki: “Bir hasat mevsimi.” diyorlar. “Bunu devşirelim.” İfade edebildim mi? Bu devşirme döneminde talan mevsimidir; efendim bu, talan ediyorlar. Evet, Allah hakkıyla bizi ayıktırsın ve de iman ihsan etsin ki ne büyük değerler, ne büyük kıymetler kaybettiğimiz farkında olalım. Gerçek manada İslam itikadına göre bir insanın mutlak kurtuluşu, Allah'ı ve resulünü kabul etmekten geçiyor. Yani bu benim kuralım, senin kuralın değil. Bu kuralı koyan Allah'tır. Onun için Cenâb-ı Peygamber Efendimizin devrisaadetlerinde, hangi dinden olursa olsun, bütün din müntesiplerine Peygamberimiz, onların tamamını İslam'a davet etmiştir. Tamamına gerek ehl-i kitap olsun, gerek gayrimüslim olsun; onlara valiler göndermiştir, elçiler göndermiştir. Hak ve hakikat, hiçbirine “Siz olduğunuz yerde kalın, kaldığınız yer doğrudur.” dememiştir. “Kurtulmanız için beni tasdik etmeniz, Allah'a kul olmanız şarttır.” esasını getirmiştir. İşin özü budur.
Ehl-i Beyt’i Hayatımıza Geçirirsek, Dertlerimize Deva Buluruz
Şimdi efendim, Kur'an'a bakarız, sünnete bakarız; işte baktığın zaman ne öğreneceksin? Yani, Kur'an bu işin yasasıdır, anayasasıdır. Yani sen bana şimdi bırak sıradan bir insanı kaç tane hukukçu anayasayı tam anlıyor? Bakkalı, taciri, tüccarı değil, öğretmeni değil de kaç hukukçu anayasayı… Anayasa profesörleri anlıyor. Şayet anayasa profesörleri olmasa, olmamış olsaydı; herkes anlamış olsaydı, onlara gerek kalmazdı. E sen şimdi kalkıyorsun; her 10 senede, 20 senede bir değişen bir yasa için, kurum için bir efendime söyleyeyim, bir dal oluşturuyorsun. İslam'ın anayasası olan bu mevzuatta söz sahibi olabilmek için “Ben buna bakarım, amel ederim, anlarım.” demek kadar yanlış bir söz olabilir mi? Burhan Kuzu Hoca şimdi anayasa hakkında konuşacak, ben de anayasa hakkında konuşacağım. Burhan Hoca’nın yanında benim isabetim ne kadar olur? Burhan Hoca, anayasa profesörü; ben o işten anlamam ki. Yani buna “Sus be cahil.” denir, denilir yani. Bu neyse, o da odur. Bakacak da anlayacak. Ne anlarsın sen ya? İzah edebildim mi? Bu, bunlar aslında safsata, daha doğrusu yaşamamak. Ehl-i beyt yoluna gelince müşahhas İslam örnekleri var. Nedir bunlar? Kulluktur, ibadet ediyor. Nasıl ibadet ediyor? Namazda, Allah'ı anmada, Allah'ı sevmede, yaptığı işlerde, komşulukta, ailesine davranışında bir model var; bir aile modeli var. Türk milleti buna böyle bakarak, görerek hayatına geçirmiş. İşte bu da tam peygamberin aile hayatı. Ehl-i beyt denmesinin sebebi de bu, Peygamber Aleyhisselam Efendimizin aile hayatı. Almış bunu, hayatına geçirmiş; günümüze kadar Elhamdülillah bu gelmiş böyle. Ha, noksanımız yok mu, yanlışımız yok mu? Ayrı konu. Var ama özü bizde sağlam, duruyor. İşte Ehl-i beyt ile beraber bu işi biz yaşar, hayatımıza geçirirsek; efendim bütün dertlerimize deva olur. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın, diyorum efendim
Ehl-i Sünnet ile Günümüze Işık Tutuyoruz
Şimdi efendim, şöyle bir şey söyleyeyim: Benim yazdıklarımın tamamı rivayet, şey dirayet değildir, rivayet de çok vardır. Ancak günümüzde insanımızın bunalıma düştüğü konularda, altından kalkamadığı konularda biz, geçmişle günümüz arasında köprü olarak, olması gereken hususları rivayet ediyor, şey affedersiniz, bu dirayet tariki ile beraber izaha, izah etmeye çalışıyoruz. Bu, bu da Ehl-i sünnet mantığıdır, bana ait gene bir şey yoktur. Ehl-i sünnetin hayata geçiş tarzı. Şimdi bir karıyla koca arasındaki siz hukuku bilirseniz, anne ile çocuk arasındaki hukuku bilirseniz, babayla çocuk arasındaki hukuku okumasanız da olur. Onu o kıyas yoluyla elde edersiniz. Anlatabildim mi? Niye? Siz o aile içerisindeki hemen hemen hukukun tamamına vâkıfsınız ama bir iki tanesine vâkıf değilsiniz. Yani bizim ortaya koyduğumuz meseleler tali, tali meselelerdir, asıl meselelerdir. Zaten asıllar vaaz edilmiştir. Burada kimsenin tereddüdü yoktur. İfade edebildim mi? Yani, bizim isabetli olmamızın veya isabetli kanaatlerde bulunmamızın asıl esprisi, asıllar üzerine düşüncelerimizin bina edilmesidir. Asıllardan hareketle biz yola çıkıyoruz. Feri mevzuların, efendime söyleyeyim mahiyetini izah etmeye çalışıyoruz. Olay bu. Yani, gene bana ait bir şey yok. Ama bunun aslı İslam akaidinde var.
Medenilik, İnsanlık Hali ise Teknik de Bu Hali Destekleyen Araçtır
Şimdi olay şu: Teknikle medeniyet bizde ne hikmetse karıştırılmış. Bu son devrin zafiyeti diyelim. Teknik farklı şeydir, medeniyet daha farklı şeydir. Medeniyet; insanın insan olması, insanın insanca eşyayı kullanmasıdır. Yani o az evvel kâmil insan sordu ya; örnek insan, o insanın hal, hali medeniliktir. Medeni insan o insan demektir. Yani davranışıdır, konuşmasıdır, oturmasıdır. İnsanların hakkına, hukukuna, efendim uymasıdır, tevazudur; mürai olmamasıdır, yardım ehli olmasıdır, insanlarla iyi geçinmesidir, hakkını hukukunu bilmek… Bunu genişletebilirsiniz. Medenilik, insanlık halidir. Anlatabildim mi? Teknik de o insanın bir eşyayı kullanma tarzıdır. Bunun her ikisine de insanlık muhtaçtır, ifade edebildim mi? Hem biz medeni olacağız hem de teknikte ileri gideceğiz. Din, bize medeniliği öğretir; mesleklerimiz de tekniği öğretir. Senelerden beri bizim izah etmeye çalıştığımız şey de budur. İyi bir Müslüman’a niye ihtiyaç var? Medeni olmamız için ihtiyaç var; katil olmamamız, insan öldürmememiz, haram yemememiz; başkasının hakkına, hukukuna tecavüz etmememiz, başkasıyla iyi geçinmemiz, herkesle ne bileyim, böyle sevgi, muhabbet yoluyla bir arada bulunmamız, kimsenin hakkına hukukuna değil fiilde, düşüncede bile taarruz etmememiz… Hülasa iyi bir medeni insan ve medeni ilişki, alışveriş; o insanla birlikte öyle ya bu medeni, medeni de bunun karnı da doyacak. Ne ile doyacak? Eşyayı, malzemeyi kullanmakla. İşte bu da teknikle oluyor. Anlatabildim mi? Ziraatını, ticaretini, şusunu, busunu… İşte budur. Buna, bugün her ikisine de ihtiyacımız var. Bunu Allah yapanlardan etsin diyelim, efendim.
Kaza Namazlarını Kılmanın Kolaylığı Şudur
Şimdi kaza namazlarını kılmaları için kolaylığı şudur: Her namazın arkasından, o vaktin kazasını eda etsinler. Kaza namazı için böyle. Onun için de namaza başlamaları münasebetiyle de kendilerini kutlayalım. Allah razı olsun. Allah feyiz ve muhabbetlerini arttırsın. İbadette enteresan bir durum vardır. Şimdi bir gıdayı aldığınız zaman, gıda sizi doyurur; ibadette, ibadet ettikçe doyarsınız ama yine ibadet yapmak istersiniz, yani o açlık çok fazladır. O bakımdan kardeşlerimiz hiç merak etmesinler “Euzu besmeleyi” çekerek işe başladılar, Allah devamını nasip etsin diyorum efendim.
İbadetin Devamlı Olması İçin Cenâb-ı Hakk’ın Zikrini Kalbimizden ve Dilimizden Noksan Etmeyelim
Zaten ibadetin devamlı olması için de Cenâb-ı Hakk’ın zikrini kalbimizden ve dilimizden noksan etmeyelim. O feyzin gelmesi için benzini dökeceksin değil mi? Araba, motor çalışması için. Zikri yaptın mı, kalp motoru çalışır. Allah, Allah'la alakayı kurar; böyle muhabbetin artar. Cenâb-ı Hakk’ı çok zikredelim. Başarılar diliyorum kardeşlerime. Tebrik ediyorum, Allah razı olsun.
İman etmeye karar verdikten sonra bu iş kolaydır; bu kararı Allah o kardeşlerime nasip etsin, muvaffak eylesin diyorum. Allah ahirette bu kardeşlerimi mahcup etmesin. Allah hepsinden razı olsun. Teşekkür ediyorum, geceleri hayırlı olsun efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız