
Neler Okuyacaksınız
İnsan, Allah’tan Sonra Mahlûkat İçerisinde En Üstün Varlıktır
Şimdi efendim, evvela bu mevcudat âlemine baktığımız zaman yüzlerce, binlerce çeşit de varlık olduğunu müşahede ediyoruz ve görüyoruz. Her birinin yaşayışına, gayesine, baktığımız zaman insanla aralarında çok ciddi bir farkın da olduğunu açık ve seçik tespit edebiliyoruz. Ve soruyoruz: Acaba insanın bu diğer varlıklardan farkı ne? Şayet biz bu farkı ortaya koyabilirsek, sorunun cevabını da rahatlıkla alabiliriz. Yani insandan, insanın dışındaki cinler de bu sınıfa dâhildir, mükellef olan hiçbir varlık yoktur. Varlıkları gereği faraza melekler âlemi, melekût, melekler âlemi, onlar Allah’a itaat ile bu âlemdeki vazifelerini tamamlarlar. Yaptıkları itaat, onların yaratılış gereğidir. Ve bu yaratılış gereği yapılan itaatin neticesinde de herhangi bir mesuliyet veya mükellefiyet diye bir kavram yoktur. Hayvanlar âlemine geldiğimiz zaman onda da farklı bir şey görüyoruz. O, daha farklı bir kulvarda. Efendim, nefsani diyebileceğimiz bir dünyanın temsilcisi olarak yaşayan ve mükellefiyeti hiç olmayan varlık. Efendim, nebatat var, yani bitkiler âlemi var. Hülasa, hangisine giderseniz gidin, insanın yüklendiği misyonu yüklenen, vazifeyi yüklenen bir varlık sınıfı göremiyorsunuz. O hâlde diyoruz ki: Bu nedir, bu insan ki bütün bu varlıkların tamamının fevkinde, üzerinde bir misyon yüklenmiş, bir vazife yüklenmiş? Cevap olarak dinimize baktığımız zaman görüyoruz ki, insan sıradan bir varlık değil. Cenâb-ı Hak, "Ben ona kendi ruhumdan üfledim" buyuruyor. Yani şimdi, insan nevinin hangisi olursa olsun, hangi ırktan, hangi milletten, hangi coğrafyadan, ülkeden olursa olsun, yaratıldığı andan şu ana kadar bunların tamamında Cenâb-ı Hak’tan bir nefha var.
Bizim İnancımıza Göre Sadece İsa Ruhullah Efendimiz Değil, Bütün İnsanlarda Allah’ın Nefhası Vardır
Şimdi buraya gelmişken bir nükteyi de beyan etmekte çok ciddi faydalar var. Mesela Hz. İsa, Allah’ın nefhasıyla, yani babasız, mucize olarak yaratılmış büyük bir şahsiyettir. Ulü’l-azm bir peygamberdir. Onun için Hz. İsa’ya yükledikleri misyon, Batı dünyasının, Allah’ın nefhasının bir yansıması olarak, ona Rabbani bir sıfat da atfederler. Niye? Allah ona nefha etti, yani ruhundan üfledi. Onun için, Hz. İsa’daki bu keyfiyet hiçbir mahlûkatta yoktur. O bakımdan da "İsa Rab'dır" şeklinde bir itikad, bir inanç vardır. Bu, Hristiyanlık esasının mezheplerinin tamamında bu akaid vardır, itikad vardır. Hâlbuki bizim inancımıza göre sadece İsa Ruhullah Efendimiz değil, bütün insanlarda Allah’ın nefhası vardır. Şayet Allah’ın nefhasından dolayı ona biz kutsiyet ve ulviyet atfetmiş olsaydık, o zaman bütün insanların da Rablık sıfatıyla, efendim, bezenmiş olmaları gerekirdi. Yani onların Rab olması gerekirdi. Bir insanın Rabbani sıfatları taşıması farklı şeydir, Rab olması daha farklı şeydir. İşte bizim Hristiyanlıkla aramızdaki en önemli farklardan bir tanesi budur. Niye? Çünkü siz, mahlûk olan varlığa eğer Rab olarak bir sıfat izafe ve vasf ederseniz, o takdirde o Rab, hakiki Rab’be siz ortak koşmuş olursunuz. Bizim inancımıza göre bunun adına “şirk” denir. Onun için de Kur’an-ı Kerim’de "Üçün üçüncüsüdür diyenler mutlaka kâfir olmuşlardır" diye Allah’ın beyanı var. Yani şunu demek istiyorum: Bizde de insan çok ulvi, bizim akaidimize göre zaten insan, Allah’tan sonra mahlûkat içerisinde en üstün varlıktır. “Lekad halaknel insane fi ahseni takvim” ( Tin Suresi, 4. Ayet) "En güzel surette yaratıldı ve ona ben kendi ruhumdan üfledim," diyor Cenâb-ı Hak. Ama üfledim dediği varlık aynı zamanda mahlûktur. Üfleyen Halik’tır efendime söyleyeyim, diğeri de mahlûk olan bizleriz, insanlardır. Şimdi yine bizim şeyimiz de o işte, insanın Hak’tan gelen nefhayi taşıması münasebetiyle onda Cenâb-ı Hakk’ın güzelliklerini yansıtan, Cenâb-ı Hakk’ın evsafını, sıfatlarını yansıtan ne vardır? Ruh vardır işte. O "üfledim" dediği ruh vardır. Ona biz şey ettiğimiz zaman, bu insanın güzelliğini ortaya koyar. İnsan olmak işte budur, bu güzelliğe kavuşmaktır. Mesela bizim şeyimizde, medeniyetimizde "terbiye" diye bir kavram var. Bir tabir vardır, bir ifade tarzı vardır. Terbiye, “Rab” kökünden gelir. Bir insanın Rabbani sıfatlara kavuşmasıdır. Onun için siz, terbiye ile nefsani birtakım şer olan, daha doğrusu kötü olan sıfatlardan arınıp, güzel vasıflara büründüğünüz zaman sizde tecelli eden Allah’ın güzel ahlakıdır. Yani o ahlaktan bir yansıma bulunur, bir güzellik bulunur. Tıpkı bir hakikatin, bir cismin hakikatinin bir aynada yansıması gibi. Cisim farklı şeydir, aynada yansıyan gölge daha farklı şeydir. Biz bu yansıyan gölgenin adına “mahlûk” tutuyoruz. Batı’da ise buna “Rab” deniliyor. Aramızdaki fark, bilmem anlatabiliyor muyum? Budur temel fark.
Mükemmel Birey Olmadan, Mükemmel Bir Toplum Olmaz
Şimdi, bu derece ehemmiyete sahip olan insan varlığı, yaratılış istikametine göre hayatını tayin ve tanzim ettiğinde, yaşadığında bir bakıyorsunuz ki ondan vücuda gelen toplumlar, ondan vücuda gelen cemiyetler, vilayetler, milletler, devletler hakikaten bir cennet misali olmuş oluyor. Hayır, o duyguları bezenmeden, Ahlak-ı Zemime dediğimiz duyguları aşmadan, onları güzelliğe tebdil etmeden sureta insan görülen varlığı da bir de aynı zamanda en ciddi bir canavarın insan suretine büründüğünü de maalesef müşahede etmiş oluyorsunuz. Yani insan hakikatte kalbi boyutta insandır. Şimdi, onun için diyoruz ki siz toplumda neyi ele alırsanız alın, dünya hayatımızda insansız hiçbir şey düzenlenmeyeceğini görüyorsunuz, görüyoruz. Nereye bakarsanız bakın. Mesela teknolojiye baktığınız zaman, teknolojiyi icat eden de insandır, hayata geçiren de insandır. Sanat dünyasına bakın. Sanatı icat eden insandır, hayata geçiren insandır. Harikulade güzellikleri sergileyen de insandır. Ne bileyim, sosyal hayata bakın. İçtimai kurallar ki buna sosyal kurallar diyoruz. Bunu icat edip hayata geçiren de insandır. Onu mükemmelleştiren de insandır. Ne bileyim, ben ziraatından ticaretine, ticaretinden ormancılığına, denizciliğine kadar... Yani insansız bu kurumların, kuruluşların olamadığını biz müşahede ediyoruz.
Mademki bütün hayatın tamamı insanla ihya ediliyor, insanla zenginleşiyor. O halde insan mükemmel olması lazım ki onun olduğu her yerde mükemmel olsun diyoruz. Siz ne kadar mümbit araziye malik olursanız olun. Elinizde çürük tohum olduktan sonra nebatatın orada yeşermesine imkân bulamayacaksınız. Neden? Attığınız tohum, toprağa ektiğiniz tohum çürük de ondan. Şimdi güzel düzenler, nizamlar, sistemler hayata geçirirsiniz. Ama onu uygulayacak olan birey, fert dediğimiz kişi çürük bir tohum manzarasını temsil ediyor ise, o sistemler, o efendim ne bileyim, hukuki düzenlemeler hiçbir işe yaramaz. Yine hatırlarsanız biz bu cümleden olmak üzere şunu deriz. Kanunları yapan da insandır, hayata geçiren de insandır. Ne kadar mükemmel kanun yaparsanız yapın, o kanunları hayata geçiren mükemmel insanı yetiştirmedikten sonra mükemmel neticeler almanız hiç mümkün değildir. O halde fert bazından yola çıkıp çevre, cemiyet, millet, devlet ve devletler bazına kadar işi götürdüğünüzde bakıyorsunuz ki bunun en küçük yapı taşı olan insan mükemmel olursa, bu saydığımız kurumlar ve kuruluşlar da mükemmel olur. “Hayır, değildir.” O zaman ne devlet mükemmeldir, ne milletler mükemmeldir, ne cemiyetler mükemmeldir, ne dernekler, ne mahalleler mükemmeldir. Niye? Tohumlar bozuk, çürük. Bundan ne yaparsanız yapın, hayırlı bir netice almanız hiç mümkün olmaz. Evet, yumurta sepet dolusu ama hep çürük. Ne işe yarar? Bir tane olsun, sağlam olsun. İşte o bakımdan biz diyoruz ki bir iş yapacaksak, bir hizmeti hayata geçireceksek, o hizmeti hayata geçiren, o işi yapan mükemmel bireyi bizim eğitmemiz, yetiştirmemiz zaruridir. Bizim akaidimiz de bunu gerektirir. Yani Rabbani sıfatları nefsine mal etmiş. Ahlak-ı Hamide ile hayata bakmış. Bir noktada insanoğlu aynı zamanda yeryüzünde yaratıcısının halifesidir. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” diyor Cenâb-ı Hak. İşte onun halifesi olarak Halik ne kadar mükemmel yaratmış. Düşün ki insan o ekmele halife olmak iddiasıyla bu mükemmel tabiatı, evreni düzenlemeye çalışıyor. Düzgün bir şekilde düzenleme iddiasında. “O mükemmel yaptı, onun eseri mükemmel olması lazımdır” mantığıyla yola çıktığınız zaman sen erkeksen bu dünyada bir yanlışlık gör. O halde bütün mesele Rab ile insan arasındaki hukukun gelişmesinde. Şimdi biz bunları kopardık attık. İnsanoğlu bedbin olmuş, kopmuş. Evet, onu yaratmış, ona bu kabiliyeti vermiş. Alıcı verici cihazları mükemmel ama hepsini köreltmiş. Onun için kendi iç tabiatında o insanın bakıyorsunuz korkunç kaoslar, fırtınalar kopuyor. Muazzam depremler var onda. Tayfunlar, rüzgârlar, fırtınalar kopuyor o insanda. Ve böyle bir insan nerede olursa olsun, bugün toplumların maalesef. Şimdi biz bunları birtakım zecri tedbirlerle bir noktaya taşımak istiyoruz. Hayır, bunlar olmayacak mı? Elbette bu tedbirlerin de olması lazım. Müeyyide, mükemmeli yaşamak için, mükemmel insanlığın vücuda koyduğu düzeni, nizamı devam ettirebilmek için gereklidir. Bozuk insanlardan vücuda gelmiş toplum hayatında siz ne kadar müeyyide koyarsanız koyun, sonunuz iflastır. Hiçbir noktaya gidemezsiniz. Bak o bakımdan bizim akaidimize baktığınız zaman mesela ilk gelen ayetlerde hiçbir müeyyideyi, yani dini bir müeyyide bulamazsınız. Şunu yap, haram. Bunu yap, helal diye bir şey bulamazsınız. Ta Medine dönemine kadar İslam'ı hazmedecek, Allah'ı tanıyacak, tanıyan insan yetiştikten sonra, Rab ile arasındaki hukuku geliştirdikten sonra... Şimdi öyle bir model çıktı ortaya ki birisi efendim manevi melek, bir de maddi melek var ortada insan. Melekten de üstün. Melek bile diyemezsin ona, melekten de üstün. Rabbani sıfatlara bürünmüş, yeryüzünde Allah’ın halifesi olmuş, o mükemmel varlık. Şimdi bunlar Medine’de bir araya gelmişler. Çevre oluşturmuşlar, cemiyet oluşturmuşlar. Düşünebiliyor musun? Bütün kapılar açık, iş yerleri açık. Ha işte burada, bu kadar güvenli bir dünyanın düzenini, nizamını bozan insana müeyyide gelmiştir. Yoksa her şeyin çalındığı, yağmalandığı bir toplumda müeyyide hiçbir şey işe yaramaz. O bilhassa senin o müeyyidenin insanları terbiye etmedikten sonra, bir noktaya taşımadıktan sonra suç oranlarını artırır. Bugün modern dünyanın yaşadığı kaderi bu değil mi? Onun için bugün yapılacak olan iş efendim kendi kafamıza göre birtakım vehimlerin arkasına kapılmak değil. Medeniyetlerin arkasının ön planlarını görerek, arka planlarını görerek o mükemmel insanı yetiştirmeye imkân ve zemin hazırlamaktır. Kalkıp da onunla kavga etmenin bir manası anlamı yok. Onu hayata geçirmenin o işin tadı, lezzeti de yaşandıktan sonra fark edilir. Yoksa yaşamadan da efendim sen bir Türk İslam medeniyeti desen ne olacak demesen ne olacak.
Dilde bunlar. Bal kavanozunu dıştan yalamaya benzer. İşin içerisine girip, kapağını açıp, bir tutam tatmakla dışarıdan yalamak arasında ne kadar büyük fark varsa, bu dediğimiz meseleleri anlamak, çözmek ve hayata geçirmek arasında da o kadar büyük farklar vardır. Kısaca derim ki insan niçin yaratıldığını bilmiş olması ve o yaratılış maksadına göre bir gayeyi hayatına, efendim, program olarak, kendini programlaması... O, o zaman nerede olursa olsun o birey, dünyanın en mesut insanıdır. Belki çok çilesi vardır, doğrudur. Ama değil mi ki yaratıcıyla arasındaki kontak devamlı, alışveriş bu devam ediyor. Gönülden ona razı ettiğinin, efendim, farkında oluyor. Ondan efendime söyleyeyim sinyaller alıyor. O insan ne olursa olsun huzur içerisindedir. Nasıl olmasa benden öncekiler de gitti, ben de gideceğim. Ama ben vazifemi yapmış olarak gideceğim. Onu hakkıyla temsil ettim. İşte bizdeki kulluk bu mananın adıdır. Onu hakkıyla temsil edebilmek, onu tesbih edebilmek. Temsil de tesbihten, yani ibadetten geçiyor. Fazla konuşmaya bilmem gerek var mı? Herhalde bu kadar kâfi.
Türk-İslam Medeniyetinin Özünde İnsanlık Vardır
Şimdi Batı medeniyetiyle Türk-İslam medeniyeti arasında mukayesesi mümkün olmayacak derecede büyük farklar vardır. Ama diyeceksiniz böyle de, hocam neden bugün biz bu incelikleri, bu zarafeti, bu nezaketi, bu nezafeti görmüyor ve de bunu istemiyoruz? İşte ona bir fıkrayla cevap vereyim. Adamın bir tanesi böyle bağ bahçeye girmiş, bostanın adamı çalmış, çırpmış, sırtındaki çuvala doldurmuş, torbaya doldurmuş, bostan sahibi de gelmiş, bağırmış: “Lan, ne yapıyorsun burada?” “Ya, yolcuyum da yoldan geçiyorum.” “Güzel ama”, demiş, “o sırtındaki çuval ne?” Dönmüş, “ Ya, ben de bunu anlamadım.” Şimdi ben de bunu anlamadım. Hakikaten bu kadar yani biz bir Müslüman, medeni bir milletiz. Hiçbir dünyanın insanıyla mukayesemiz mümkün değildir. İslam öyle bir, efendime söyleyeyim, din ki Allah, "Ben dinimi tamamladım" diyor. Yani o dine, "Benim dinim" diyor. Allah diyor bunu. "Ben onu tamamladım" diyor. O ekmeldir. Şimdi böyle bir dinin müntesipleri olarak biz, efendim, bu farkı görmediğimiz için korkunç bir mukallit olma durumundayız. Taktikçi olduk. Kendimizden koptuk, kendimizi unuttuk. Şimdi, Batı ile aramızdaki en önemli fark, Batı medeniyeti kurumları, kuruluşları esas alır. Türk-İslam medeniyetinin özünde insanlık vardır. Bizim medeniyetimiz insanlık medeniyetidir. İnsan olma medeniyetidir. Peki efendim, insan olmak nedir? İnsanlık nedir? Birincisi insan olmak, insanları sevmektir. Varlıkların tamamını sevmektir. Yunus'un ifadesiyle; "Yaradılmışı severim, Yaradan’dan ötürü." Artı, size yapılan kötülüğe sabretmenizdir. Verilen, efendime söyleyeyim, nimetlere şükretmenizdir. Kanaat sahibi olmanızdır. Artı, öyle ya insansınız, çalışıyorsunuz, alacaksınız, alacaklısınız. Aldığınız eğer karşı tarafın verme gücünün üstünde bir, sizin bir şeyiniz var, ne bileyim, bir talebiniz var ise o noktada hemen kanaatkâr oluyorsunuz. Toplumdaki bu anlayış, toplumdaki dengeyi düzenliyor. Efendim, ama seni çalıştıran irade, o da seni nasıl ben memnun edebilsem, efendim, nasıl olsa da o beşken on, onun alacağını yapabilsem, ona ben bunu verebilsem, onun da efendim, şeysi budur, hesabı da budur. Dengeli bir hayattır. Tevazu ehlidir, sabır ehlidir, yardım ehlidir, düşenin elinden tutar. İnsanları sever, çocukları sever. Herkese yardım eder. İnsanların arasını açmaz. İnsanlar arasında fitne çıkarmaz. Bozgunculuk yapmaz. Kan dökmez. Ve bütün varlığıyla, şiddetiyle kan davasının karşısındadır. Fitnenin karşısındadır. Efendime söyleyeyim, can emniyetine, mal emniyetine, namus emniyetine, efendim, vatan emniyetine, her şeye azami derecede titizlikle sahip çıkar. Onlar için hayatını yönlendirir. Hayatını, hayatını buna göre manalandırır. “Ben buyum” der. Bizim medeniyet anlayışımız insana dayalıdır. Kısaca, çok daha izah tarzları da olabilir ama insanın insan olması, insanca yaşaması, insanlara faydalı olmasıdır bizim medeniyetimiz.
Şimdi Batı'ya gelince, Batı da çok farklıdır. Batı, insan modelinde kurumların, kuruluşların adına medenilik denir. Kurumlar, kuruluşlar… Sistem olarak görürler. Onlarda da medenilik budur. Hâlbuki bizim itikadımızda, bizim anlayışımızda her güzel sistem, çirkin olsun, güzel olsun, mutlaka orada güzelliğe, doğruluğa mutlaka bir yol bulabilirsiniz. Batı dünyasında ise bunu bulamazsınız. Onun için insanlar hep kurallarla beraber böyle etrafı daire şeklinde sarılmıştır. Yani bunu bazı, affedersiniz, yobaz zihniyetli insanlar İslam'a mal etmek isterler. Aslında bu Batı'dadır. Yani böyle yasaklı bir dünya. Bizde öyle değildir. Asıl hürriyet bizdedir. Yani insan olmadadır. İnsan o şuura, o ruha vasıl olduğu zaman, onu yaşadığı zaman, efendime söyleyeyim, onun tadını, lezzetini alabiliyor. İşte bizdeki bu anlayış ile Batı'daki anlayış arasında medeniyet farkı vardır. Onun için de onlar teknikte, sanatta biraz ileri gittikleri için bizim dünyamıza hor bakarlar, hakir bakarlar. Neymiş? Teknik, medeni olmak, teknoloji, tekniğin gerektirdiği bir neticedir. Akıllı olursunuz, bu buluşlarınızın neticesinde birçok keşifler, buluşlar ortaya koyarsınız. Ama bu sizin medeni olduğunuzu göstermez. Medenilik, o araç ve gereci kullanmanın adıdır. Bunu kullanabiliyorsanız, insanlığın menfaatine, hayrına kullanabiliyorsanız, siz medenisiniz. Ben bir misal vereceğim. Elinizde bir kesme şekeri büyüklüğünde atom enerjisi var. Bununla siz bir anda Ankara'yı yakıp yok edebilirsiniz ama dilerseniz bu enerjiyle de beraber Ankara'yı bir yıl enerjiyle beraber besleyebilirsiniz. Şimdi işte bu, bu enerjiyi kullanmanın, bu gücü kullanmanın, insanların hayrına kullanmanın, insanların menfaatine değerlendirmenin adına biz medeniyet diyoruz. Bulabilirsin, sen bıçak buldun, kılıç buldun, silah buldun, atom bombası buldun ama onları insanların yok olmasında kullanıyorsan, bu senin yaptığına medenilik denmez. Ve sana da medeni denmez. Bizim aramızdaki fark bu.
Bakın, İslam Türk tarihi boyunca hiçbir kavme, millete zulüm edilmemiştir. Bunu hiç kimse ispatlayamaz. Şimdi Ermenistan'da birtakım soykırım anıtı yapılmış, şunlar bunlar... Hep iftiradır, dedikodudur, fitnedir. Bilhassa Karadeniz bölgesinde, Doğu Anadolu bölgesinde olan insanlar bunları çok iyi bilirler. Şimdi kalkıyor bir insan da din adına oradaki bu olayı tasdik ediyor. Ve bu dini kurumun da başında. Bir dinin, mezhebinin dünya çapında temsilcisi. Bunu tasdik ediyor. Hangi delille, hangi şeyle, hangi hususta? Bizim medeniyetimiz buna müsaade etmez. Niye etmez? Çünkü bizim medeniyetimizde hukuk konuşur, hak konuşur. Eğer bir şeyi iddia ediyor isen, mutlaka bunu ispat etmen lazımdır. İspat edemiyorsan, şahidin yoksa sen müfteri durumundasın. Bu insanlar korkunç derecede müfteri oldukları halde, çoğunluk onların tarafında diye mazlumun hakkını gasp ediyorlar. Ve bir insan da din adına bunlara “evet” diyor. Hâlbuki hak daima haktır. Onu bir kişi de yaşasa, temsil etse, doğrudur, gerçektir ve en faydalı olandır. Batıl ise arkasında ne kadar güç olursa olsun, onun adı batıldır. İşte bizim medeniyet anlayışımızda hakkın ölçüsü hukuktur. Anlatabildik mi? Doğrunun, gerçeğin, faydalının ölçüsü hukuktur. Bu bizde vardır. Biz hiç onun için kimseye zulmedemeyiz. Neden zulmedemeyeceksin? İki günlük dünya için. Sen eğer hayatı bu dünyadan ibaret kabul ediyorsan, doğru ama bizde bu hayat, gelecek hayatın sadece çok küçük bir parçasıdır. Biz ezeli değiliz ama ebedi bir varlığız. Ebedi âleme geçiştir. Geçiş mantığıdır, mantalitesidir. Efendime söyleyeyim, ölüm dediğimiz olay. Asıl hayat ondan sonradır. Yaptığın her şeyin hesabını vereceksin. Bunun kâfiri, Müslümanı yok. Yani kime karşı ne yaptın? Bütün bunların hesabını vereceksin. Şimdi böyle bir insanı düşünsen, bununla yaşadığın dünyayı düşün.
Bizim zaten medeni anlayışımız, medeniyet anlayışımız budur. Onun için diyorum ki, bak, Türk milleti tarihin hiçbir döneminde hiçbir millete, hiçbir kavme zulmetmemiştir. Çok da saftır, temizdir. Yanlış anlama. Böyle onun bu tarafından istifadeyle çok haksızlıklara da maruz kalmıştır. Söylenen söze hemen kanar ve itikat eder. Ama bilmez ki karşı tarafta ona bir sürü hile var, oyun var, desise var. Onu bilmez. Bilmediği için de oyunlara gelir. "Eyvah, ben ne yaptım?" Der ondan sonra. Kısaca, bizim medeniyet anlayışımız insanların insanca yaşaması, insanlığa hizmet etmesi. Batı medeniyetinde ise kurumların insan üzerinde hâkim olması ve bu şekilde hayatlarını yaşaması ve de tanzim etmesi diyebiliriz diyorum efendim. Haçlı seferlerinde zaten bir maksat da karşılaştıkları dünyanın hem medeniyetini hem tekniğini kendi cephelerine çekmekti. Mesela Diderot, Voltaire, Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau... Fransız ihtilalini biz diyorlar, İspanya'da mevcut olan İslam medeniyetinden esinlenerek yaptık. O bize çok büyük etkide bulundu. Yani onların bütün yazarları bunu itiraf ediyorlar. Şimdi biz işin o tarafına girmiyoruz. Yani esasen tekniğin, sanatın da merkezi biziz. İnsanlığın, medeniyetin merkezi olmamızla birlikte, aynı zamanda tekniğin ve sanatın da merkezi Müslümanlardır.
İslam’da Cihat Adalet Üzerine Kuruludur, Terör İse Zorbalıktır
Şimdi cihat ile terör arasındaki farkı... Ben terörü izah edeceğim. Cihat nedir, onu da izah edeceğim. Ama hatırınızda kalsın diye söyleyeyim. Şimdi bir su vardır, insanın bevlettiği idrar vardır. İdrarla su nasıl bir değilse, terörle cihat hiçbir zaman bir olamaz. Birisi haramdır, birisi helaldir. Anlatabiliyor muyum? Şimdi olayın mantığını ve ruhunu bilmeyen bazı kara düşünceli insanlar, bazı olaylarda Müslümana ve Müslümanlığa saldırmak için "İslam'da terör vardır, şu vardır, bu vardır" gibi yalanlar, hurafeler dizerler. Terör de hattı zatında Batı'nın eseridir. İslam dünyasının uzaktan ve yakından alakası, ilgisi olmadığı olaydır. Bir düşünce tarzıdır terör. Bir felsefedir. Terörizm, felsefenin bir dalıdır. Yani terörizm, felsefenin bir dalıdır. Peki nedir terör? Müsaadenle onu okuyayım. Herhangi bir fikri, şiddet yoluyla bir topluma, bir şahsa veya bir devlete kabul ettirme olayıdır. Bir fikri bir şahsa, bir topluma, bir devlete şiddet yoluyla kabul ettirmenin adına terör denir.
Anarşizmdir bu. Fert bazında olursa bu anarşidir. Toplum bazında olursa bu terördür. Anlatabildik mi? Şimdi ve bu Batı'da felsefi akımdır. Bu felsefi akımdan komünizm, sosyalizm zuhur etmiştir. Bu nedenle de Batı dünyası terörizmle beraber iktidarlar kurmuştur. Yugoslavya'da kurulan, Macaristan'da kurulan, Bulgaristan'da kurulan komünist iktidarlar gibi. Anlatabiliyor muyum? Şimdi kalkıp nasıl bunu, efendim, cihat terimiyle, cihat, bir ibadettir, ibadetin özüdür kendisi de. Bununla beraber, bu çok ciddi bir iftira, çok ciddi bir cehalet... Gaflet de diyemeyeceğim, ihanettir. Ne alakası, ne ilgisi var? Şimdi siz, efendim, şiddet yoluyla kendi düşüncenizi Müslüman olarak herhangi bir topluma kabul ettirme gibi bir yöntem, yol seçtiniz mi hayatınızda? Böyle bir maksadınız oldu mu sizin? Fert olarak konuşuyoruz. Mümkün değil. Peki, herhangi bir Müslüman? Bu da mümkün değil. O hâlde ortada çok ciddi bir yanıltı var, çok ciddi bir kandırmaca var. Terörizm bir felsefi daldır ve koldur. Bu, Batı'nın felsefi akımlarından bir akımıdır. İslam dünyasıyla, Türk-İslam dünyasıyla, Müslümanlıkla uzaktan, yakından alakası ve ilgisi yoktur. Batılılar, birtakım teröristleri kendi İslam dünyasını alıp eğitip yetiştirmişler midir? El cevap, onu kendileri bilirler. Ben şahsen bilemem. Yani böyle kendileri terörist yetiştirdi mi, yetiştirmedi mi? Bunu İslam dünyası bilmez. Müslüman bilmez. Müslüman kimsenin hakkına tecavüz edemez. Yolda yürürken, yürüdüğü karıncanın hukukunu bile düşünen bir insan kalkacak da... Ee? Değil mi? O mümkün değil. Bütün bunlar yanlış. Bakınız, İslam, "salim olmak" kökünden gelir. İnsanların birbirine güvenmesi, birbirini sevmesi, birbirine dayanması, yardım etmesi manasına gelir. İslam budur. Temeli sevgiye, dayanışmaya, yardımlaşmaya dayanan bir inancın, başkasını zorla kabul ettirmesi söz konusu olabilir mi? Bu hiç mümkün değil. Yani sen zorla bir adamı Müslüman edecek? "La ikrahe fid dini." (Bakara Suresi, 256. Ayet) “Dinde zorlama yok ki.” Kimin adına yapıyorsun bunu? Onu söyle bana. Bu, bir defa çok ciddi bir, efendime söyleyeyim, iftiradır. Böyle bir şey yok.
İki, diğer taraftan cihat dediğimiz olay ise bir devletin hareketidir. Devlete yöneltilen bir taarruzun, bir haksızlığın, efendime söyleyeyim, ona karşılık verilmesidir. Yani devlet bazında yapılan bir eylemdir. Tutup da bunu Ahmet, Mehmet yapamaz. Kim yapar? Devlet bunu yapar. Devlet, efendime söyleyeyim, kendi hukukuna müdahale olduğunu, hukuki ölçülerle beraber tespit eder ve buna verdiği cevabın adı “cihat” olur. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti cihat yapar. Haydar Hoca yapamaz. Nihat Bey yapamaz bunu. Anlatabildik mi? Yani bir devlet iradesi, kamu iradesinin hükmüdür cihat hükmü. Bu kiminle olur? Cihat kiminle olur? Kâfirle Müslüman arasında olur. Anlatabildik mi? Kalkıp da insanların... Bu da dediğim gibi bir hukuka binaen, bir hukuk. Can emniyeti, mal emniyeti, namus emniyeti, vatan emniyeti, inanç emniyeti tehlikeye düşmüştür. Bunların korunması lazımdır. İşte devlet iradesi karar verir ve bunları korumaya azmeder. Bunun adı da cihat olur. Anlatabildik mi? Gelişigüzel de efendim, İslam dünyasında siz bir toplumu yok etmeye, bir toplumu üzerine evet kamu bu kararı veriyor ama kamu da istediği gibi bu kararı da veremez. Burada dediğim gibi bazı değerlerin tehlikede olması lazım. Ve bu tehlike anında da çok enteresandır. Mesela benim kanaati şahsiyeme göre kimyasal silahlar da kullanamaz. Sadece hakkını korur. İnsanlığı yok etmeye memur değildir. Savaşa giderken bir Müslüman, savaş anında dahi yaşlıları, kadınları, çocukları, hatta ağaçları korumak mükellefiyetindedir. Hayvanları korumak mükellefiyetindedir. Peygamber Aleyhisselam Efendimiz, cihat esnasında daha cihada başlamadan evvel sahabesine, "Kadınlara, yaşlılara, çocuklara, hayvanlara sakın zarar etmeyin." Karşındaki işte kimse, onunla beraber. O da ne için dediğim gibi? Mal emniyetinizi, can emniyetinizi, namus emniyetinizi, bunları korumak içindir. Ben size misal vereyim. Bedir neden olmuştur? Bedir, Müslümanların malları yağmalanmıştır. Bu yağmalanan malların alınması içindir Bedir. Uhud neden olmuştur? Uhud'a Müslümanların malları yağmalanmayan, can emniyeti, mal emniyeti, namus emniyeti, bütün emniyetleri tehlikededir. "Gel de bizi mahvet!" mi diyecekti ona? Budur cihat, budur. Ve bu şekilde, efendime söyleyeyim, olan bir davranış biçimidir. O bakımdan terörle bunu mukayese etmek, "Bu budur" demek, çok ciddi bir iftiradır, çok ciddi bir yalandır ve de bunu yapan insanlar masum değildir. Benim kanaati şahsiyem de budur. Allah ıslah etsin diyelim efendim.
İslam'da Tebliğ, Zorlamayla Değil, Güzellikle Yapılır
Şimdi efendim, bir de olayın, hani diyeceksiniz ki "Güzel de, İslam'da bir tebliğ var, bu nedir?" Ha, İslam'da tebliğ, bizim itikadımıza göre insanların tamamının Allah'a muhtaç olduğu ve İslam yoluyla da bunların Allah'a kavuşmasının gerekliliğine biz inanıyoruz. Çünkü bizim aynı zamanda vazifemiz, insanları Allah'la tanıştırmak ve Allah'la barıştırmaktır. Bu münasebetle Allah'ın Kur'an'da beyan ettiği, vasfettiği sıfat ile insan ancak tebliğ ile yapabilir. Yani İslam'ı takdim eder. Şimdi bakınız, çok enteresandır. Hz. Musa'yı Cenâb-ı Hak Firavun’a gönderiyor. Ona İslam'ı şimdi tebliğ edecek. Diyor ki: "Ya Musa, Firavun’a git, rıfk ile muamele eyle." Nezaket ve nezafetle. Şimdi Allah, Firavun ‘un iman etmeyeceğini bilmiyor mu? Ama buradaki hassasiyet ve de incelik, özellik, o Müslüman'ın tavrını, şahsiyetini, karakterini ortaya koyarak hakkın temsil edilmesi. Belki o iman etmeyecek ama etrafındaki insanlar iman edecek. Orada bu mesajın verilmesi. Bu nüktenin sergilenmesidir. Nitekim Hz. Musa gidiyor, Firavun’u İslam'a davet ediyor. Bu enteresan bir olay. Şimdi sihirbazlar bakıyorlar ki çok nezaket ehli bir insan, nezafet ehli bir insan. Hâlbuki Hz. Musa Aleyhisselam da celal meşrep bir zattır. Çok celalli bir insan. Böyle olmasına rağmen yani çok aynı zamanda nazik, çok nezafet ehli bir insan. İşte sihirbazlar böyle böyle Firavun'u reddediyor. Ama etrafındaki efendim sihirbazlar "Bu bir gerçek peygamberdir" diyor. Çünkü daha evvel sihir yaptılar, baktılar ki aştı bunları. İman ediyor. Bu sefer de Firavun emrediyor: "Bu benim” diyor, “sihirbazlarımın” diyor, “çaprazlama” diyor, “cezalandırın." Yani "Kollarını kesin, ellerini kesin." Birinin kolunu, birinin elini böyle bu şekilde cezalandırma yoluna gidiyor. Yani İslam'da tebliğ doğru var ama o da bir güzellikle, doğrulukla, iyilikle. Yani hakkı hak esaslarına göre anlatmakla olur. "İlla bunu kabul edeceksin, buna mecbursun." Böyle bir şey yok İslam dininde. Yani nitekim Cenâb-ı Fahri Âlem Efendimiz ‘in tebliği fiilidir. Kavli, evet, sözle beraber olmakla birlikte onun davranışını, onun halini, onun güzelliğini, onun olaylar karşısındaki tepkisini gören, efendime söyleyeyim, Medineliler, Mekkeliler, bu efendiliğe, bu nezakete, bu nezafete teslim olmuşlardır. Sadece o değil, bütün İslam mübellileri, İslam'a hizmet eden, tebliğ ile kendisini vazifeli bilen her şahıs, bu konuda, efendime söyleyeyim, hassas, dengeleri korumakla kendisini mükellef bilir ve de izzette, ikramda, saygıda bulunur. Onu alçaltmaz. Hatta bizim akaidimizde çok enteresan, Ehl-i Sünnet akaidinde enteresan da bir tecelli vardır. Enteresan da bir güzellik vardır. “Siz bir kâfiri gördüğünüz zaman, sakın ona efendim hor nazarla bakmayınız.” Şöyle bir mantıkla: "Yarın bu hidayete erer, ben ise dinden çıkabilirim. O bakımdan ona saygı nazarıyla bakın ki kalbinizde olan ona meyil, dua niyetiyle onun hakka gelmesine vesile olsun.” Bu derece bir hassas nokta üzerine oturan bir, efendime söyleyeyim, anlayıştır, bir ibadet tarzıdır da tebliğ, diyebiliyoruz efendim. Herhalde bu kadar kâfi.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız