
Neler Okuyacaksınız
İç Barış, Milletlerin Hayatiyetinin Devamı İçin Zaruri ve Şarttır
İç barış milletlerin hayatiyetinin devamı için zaruridir ve de şarttır. Bir toplumu meydana getiren fertlerin, bireyler olarak kendi hak ve hukukunu artı aralarındaki toplumsal münasebetleri hakkaniyet ölçüleri içerisinde devam ettirmelerine, bugün herkesin ağzında insan hakları dediğimiz gerçek, insan haklarının ayağın altında ezilmeden toplumun bireyleri tarafından yaşanmasına, toplumun iç huzuru için, barışı için esastır ve de şarttır.
Şimdi toplumu meydana getiren bireyler istikrarlı olsun diyorsak, yani kararlılıkla hayatlarını devam ettirsin, sağa sola sarkmasın, intikam peşinde koşmasın, birbiriyle iyi geçinsin, madden ve manen istiklal ve istikbal peşinde olsun. Kısaca herkes hak ve hukukundan razı olsun diyorsak, o toplumda iç barışın olması şarttır. Yani bir toplum düşüneceksiniz orada, bireyler birbirinden emin olmayacak, her an yeni bir hadise çıkabilir endişesiyle yaşayacak, madden ve manen rizikolar ve panikler içerisinde bulunacak, yani böyle bir toplumda iç barış yok demektir. Böyle bir toplumda barış olmayınca istikrarlı bir hayatın olması da mümkün olamayacaktır. Onun için huzur istiyorsak, birlik ve beraberlik istiyorsak ki hepimizin amacı da budur. Huzurun vücuda gelebilmesi iç barışın olmasına bağlıdır. …Yine tefrikanın olmaması, gerek toplumu meydana getiren bireylerin, gerekse o toplumda mevcut olan çeşitli kurumların ve de kuruluşların, hakkaniyet istikametinde birbiriyle dostça, kardeşçe geçinmesiyle o camiada, o toplumda veya millette bunu devlet olarak da kabul edebiliriz, herhangi bir insan birikimi olarak da kabul edebiliriz, bunun dengeli olması lazım, huzurun olabilmesi için. Olmazsa ne olur? Huzurun olmadığı yerde manevi rahatsızlıklar olur, bunalımlar olur, buhranlar olur, isyanlar olur... Bunalımın, isyanın olduğu yerde anarşi olur. Anarşinin olduğu yerde kavga olur, katliam olur, gasp olur, cinayet olur, hırsızlık olur, yolsuzluk olur, affedersiniz namussuzluk olur, olur olur olur. Bunlar zincirleme olarak böyle devam edip gider. E şimdi bu saydığımız fiillerin olduğu toplumda, sen şimdi gel huzurdan, barıştan bahset, süreklilik arz eden, kalkınmadan bahset, ne madde ne de manen bir toplumda iç barış olmadan bir tek adım atmak mümkün olamaz. Onun için memleketimizin Doğusu ve Batısıyla, Güneyi ve Kuzeyiyle bir ve bütün olmamız esası ve de şartı vardır. Bu hem bizim inancımızdan kaynaklanan bir birliktir, bir vahdettir, hem de sosyal hayatımızın istikrarlı ve de huzurlu olabilmesi açısından gerekli şarttır. Yani barışa ihtiyacımız vardır, Allah bunu bize nasip etsin, diyorum efendim.
Devlet Otoritesi Bir Toplumun İç Huzuru İçin Şarttır
Efendim, tabii toplum bireylerden meydana gelmiş ama bu bireylerin meslek grupları olarak, zevk grupları olarak, sanat grupları olarak bir araya gelmesinden de o toplumu meydana getiren kurumlar ve kurallar oluşmuştur. Bu kurumların vazifelerini yapmaları anında toplumun iç barışı elbette ki istenildiği nispette temin edilecektir. Peki, bunlar hangi kurumlar veya kuruluşlar olabilir, dersek.
Hiç şüphesiz ki ben bunun başında birinci kurum ve de kuruluşun, evvela devletin bizatihi kendisinin olduğunu. Yani milletin en büyük ana kurumunun devlet olduğunu kabul etmemiz lazım. Devlet merkezi bir iradedir. Bu merkezi irade fonksiyonunu mükemmel bir tarzda icra ettiği zaman, otorite zafiyeti gündem olmayacak ve de herkes hakkını ve hukukunu bilerek hayatının şartları istikametinde kanunlar, mevzuatlar muhaciyesinde hayatını devam ettirecektir. Yani devlet merkeziyet olma vasfını kaybetmeyecektir. Bu merkezilik vasfının kaybolduğu, her kafadan bir ses çıktığı, birinin sağa birinin sola çektiği, öyle bir devlet iradesinin iç huzurda yeterli olmadığı tarihin geçmiş sayfalarında ve sahnelerinde yaşanmıştır. Onun için devlet otoritesi bir toplumun iç huzuru için şarttır. Yani bana sorarsanız millet ve devlet kaynaşmasının temeli de devlet otoritesinin millete hâkimiyetiyle başlar. Yalnız burada bir hususun altını çizmekte büyük faydalar var. Devletin hâkimiyeti derken tahakkümiyeti anlamına çıkmasın. Hâkimiyet, devletin hâkimiyeti haklıya hakkını, haksıza haddini bildirme istikametinde olan icraatıdır. Yoksa birtakım iradenin kendi doğrultusunda hak kabul ederek insanları yönlendirmesi ve o toplumu meydana getiren ögelerin haklarına tecavüz edilmesi tahakküm olur. Faraza onların inançlarına müdahale etmek, örflerine müdahale etmek, geleneklerine müdahale etmek, diline müdahale etmek, maneviyatına müdahale etmek.. Bu merkezi iradenin hâkimiyeti değil tahakkümü anlamına gelir ki, böyle bir toplumda iç huzurun olması mümkün değildir. Böyle bir toplumda insanlar hakları gasp edilmiş insan pozisyonuna düşer ki bu insanlardan da hür irade ile hareket etme diye bir şeyin beklenilmesi zor belki de imkânsızdır. Tekrar özetleyerek demek istiyorum ki milletin ve devletin birbirini tamamladığı, haklının hakkını, haksızın haddinin tayin edildiği, cezalandırıldığı, haddinin bilindiği bir toplum haklı hakkını alacak, haksız haddini bilecek. O zaman emniyet berkemal olur ki işte böyle bir asayişi veya adaleti temin eden bir merkezi irade ki buna devlet iradesi diyoruz, olduğu takdirde diğer kurum ve kuruluşların buna paralel olarak yerini alması neticesi ortaya çıkacaktır ki o zaman, iç barış kahir ekseriyetle temin edildi, anlamı çıkar. Ama bu da kifayetli değildir.
Basın, Haber Özgürlüğü Adı Altında Bir Başkasının Hakkını Suistimal Etmemelidir
Demokratik anlamda toplumu meydana getiren devlet kurumu gibi onun yanında tamamlayıcısı olarak daha başka kurumlar da vardır. Mesela bunlardan bir tanesi basın kurumudur, medya adıyla anılan televizyon ve basın değil mi? Bunların da vazifesini yapması lazım. Bunlar da haddini aşmaması lazım. Toplumun birliği ve beraberliği için üzerine düşen vazifeyi ifa etmeleri gerekir. Hadiselere yapıcı bir mantıkla yaklaşmaları, olayları çarpıtmamaları, haberleri doğru asıl bir şekilde bildirmeleri, yorumunu milletin menfaatine neyse o şekilde yapmaları zaruridir ve de şarttır. Basın budur. Yani basın haber özgürlüğü adı altında bir başkasının hakkını da suistimal etmemelidir. E ‘’Ben basınım, hürüm.’’ Baba sen hürsen ben de hürüm ya. ‘’Ben hürüm’’ diyor adam, envai türlü birtakım filmler çevirmeye çalışıyor. Hatta devlete ait sırları ifşa ederek milletin merkezi iradesini zafiyetli bir noktaya itiyor. Dediği doğru da olsa, maksat ve gayesini bilmediği için büyük bir yanlışa vesile olmuyor. O halde basın öyle bir vazife yapması gerekir ki, dediği doğrular tam olsa bile milletin ifsadına vesile olacak tarzda ise bunu o anda söylememesi, neden ve niçinlerini düşünmesi ardında birtakım hikmetler araması lazımdır. Ondan sonradır ki basın, ha ‘’Bu şu demektir.’’ deyip bir mantık üzere haberleri yansıtması lazımdır. Bunu basın, medya da, televizyon da aynı vazifeyi görmesi lazım. Siz ne kadar dürüst olursanız olun, ne kadar mükemmel olursanız olun. Size bakan göz, hangi inancı, hangi dünyayı sizde görmek isterse onu gösterebilir. Bunu hiç unutmayın. Yani size bir insan hata arama mantığıyla bakıyor. Dört dörtlük bir insan olsanız, dört başı mağmur bir mükemmel varlık olsanız, sizde hata aramaya çalışan insan, ohoo, dünyalar kadar hatalar bulacaktır. Suistimaller icat edecektir. Yani mesele insanın hata araması ise, ‘’Efendim ben hata yapmam.’’ düşüncesi de bence nakıs bir ifadedir. İnsanoğlu, beşer şaşar. Yani bunu şunun için söylüyorum, medya kusur arama mantığıyla hayata dalmayacak. Haberleri toplum gündemine getirirken, onların daima mükemmel örnek olabileceği tarzda topluma taşıyacak ve de aktaracaktır. Şimdi hatırıma bir misal geldi. Mecnun malum Leyla'yı sever, dağa düşer, devrin hükümdarının aklı bu işi almaz. ‘’Yahu’’ der, ‘’Bu Leyla nasıl bir güzel ki, buna aşık olan Mecnun aklını kaybeder, dağa taş gezer durur? Çok merak ettim, bu Leyla'yı getirseler de bir de ben görsem.’’ der. Celbedilir, Leyla huzura gelir. Ne görsün Padişah, kapkara bir kız. Döner Mecnun'a : ‘’Ah Mecnun deli olacaktın, dağa düşecektin de şu kara kız yüzünden mi oldun yahu, güzel bir şey yüzünden dağa düşseydin.’’ Mecnun çok mükemmel bir cevap verir : ‘’Ah hükümdarım, ona sen benim gözümle bakabilsen. Aşığın gözü kördür derler.’’ Buradan şu noktaya gelmek istiyorum.
Yani biz eğer toplumda olaylardan güzel neticeler çıkarmak istiyorsak alamayacağımız ders yok, yansıtamayacağımız ders yoktur toplumda, medya olarak, televizyon olarak, basın olarak. Ama hükümdarın gözüyle de olaylara bakarsan, bakan hükümdar da olsa Leyla'daki güzelliği göremez. Çarpıklıklar görür, yanlışlıklar görür ve de beğenmez.
Şimdi bunun gibi biz bu toplumda medya olarak basın olarak, görevimizi, haddimizi bilmeliyiz, hukukumuzu bilmeliyiz. Dediğim gibi ‘’ben hürüm’’ demek suretiyle adeta kılıcı ele alıyor, sokağa düşüyor adam. Bağıra bağıra, bangır bangır, neymiş medya sahibiymiş. E yazık günah canım. Senin imkânların var, onun sahibi oldun. Vatandaşın böyle imkânı yok, seninle onlar arasında fark nedir? Dünyada acaba hâkim olan güç müdür, adalet midir? Değil mi? Bunu derken, medya gerçekleri, doğruları yansıtmasın demek istemiyorum. Kendi lehine tehviller, tefsirler yapıp, hadiseleri saptırmasın diyorum. Bilmem ifade edebiliyor muyum? Kısaca, bu kurumun toplum içerisinde vazifesini bilmesi lazım.
İşverenle İşçi Bir Bünyenin Birbirini Tamamlayan İki Ana Unsurudur
Artı, tabi daha başka kurumlarımız var. İşçi kurumla rımız var, sendikalarımız var, ticari kurumlarımız var, sınai kurumlarımız var, tamamını gerek işçiler bazında kurulan kurumların, oluşların haklarını meşruiyet içerisinde aramaları, haddi aşmamaları, anarşiye sebep olmamaları, ne bileyim geçmişte olduğu gibi, 1980'den evvel olduğu gibi, sokağa dökülmemeleri veya herhangi bir gösteri yapılacak ise dahi kanunlar muvacehesinde bütün bunların yapılması zaruridir ve de esastır. Anlatabildim mi?
Ticari kurumlarımızda, bu iç huzurun temininde yeri, fonksiyonu büyüktür. Ticaret erbabı, çalıştırdığı insanların hakkına, hukukuna riayet etmesi gerekir. Peygamber Aleyhissalatü Vesselam efendimiz: ‘’Çalıştırdığınız işçinin alnının teri kurumadan hakkını veriniz.’’ (İbn Mâce, Rühûn, 4) buyuruyor.
Şimdi, yani bu sendikalar şunlar bunlar, aslında işverenin vicdanı olması lazım. Karşı taraf öyle bir psikoloji içinde olması gerekir ki, ben işverenle işçiyi birbirini tamamlayan bir bünyenin iki ana unsuru olarak görüyorum. Ne işçisiz işveren olabilir, ne işverensiz işçi olabilir. Bu işveren kamu da olabilir, özel şahıslar da olabilir, hangisi olursa olsun. İşveren, şunun hesabını yapması gerekir. ‘’Ben veriyorum ama hakiki anlamda tam veremiyorum. Allah bunun hesabını bana soracak. Şu kadar kazanıyorum, hâlbuki ben bu kazancın şu kadarını vermeliyim ama bunu veremiyorum, şunu veriyorum. O halde ben bu işçimin alnının teri kurumadan verdiğim bu ücret onun hak ettiğinin çok altındadır. ‘’ Deyip, daha fazla nasıl verebilirim muhakemesi, müzakeresi, vicdan muhasebesiyle beraber olması gerekir. Bunun mukabili olan işçi de ‘’Ben çalışıyorum, sekiz saatlik veya on saatlik bir mesain var ama bu yaptığım işler hattı zatında üç saatlik, beş saatlik işlerdir. Aldığımın bana helal olabilmesi için mutlaka şu, şu, şu vazifelerimi çok daha mükemmel yerine getirmem gereklidir. Her ne kadar şartlar zorlayıcı olsa da şu iş yerinde benim aldığım çoktur.’’ Demek suretiyle emeğini daha fazla bir iştiyak ve arzuyla, niyetle ortaya koyacak. Ki işte böyle bir iş yerinde bereket olsun, feyiz olsun, birlik olsun, beraberlik olsun, muhabbet olsun, dostluk olsun, kardeşlik olsun, ahbaplık olsun. Yani böyle olması lazım.
Hak Arama, İslam’ın Adalet, Kanaat ve de Gayret Prensipleriyle Birleştirilirse İç Barış Sağlanır
Efendim tabi demokratik kurumlarda devamlı hak arama, mantığı, hâkim olduğu için karşı taraf haksız, arayan haklı. Yani böyle bir mantık geliştirilmiştir. Aslında bunu İslam'ın adalet, kanaat ve de gayret prensipleriyle birleştirirsek çok daha mükemmel neticeler alabiliriz. Bu kurumların da kısaca iç barışta büyük bir fonksiyonu olacaktır böyle olursa. Aksi olursa ne olur? Aksi olursa insanlar sokağa düşer, işçi adı altında; patron çok verdim der, işçisinden şikâyet eder patron adı altında. Böylece işveren de müşteki, iş alan da müşteki bir manzara, bir hoşnutsuzluk ortaya çıkar ki, ne alan razı ne satan razı hesabıyla o toplumda dengelerin temini mümkün olamaz ve bu toplumda kesinlikle huzursuz olur. Öyle bir toplum sadece birey olarak kendi nefislerine zararları olmaz, kendilerinin ilgi alanına girsin veya girmesin milletin tamamına zararı olur. Çünkü siz bir olay düşünün, bir hadise düşünün ki o milletin bünyesinin bir parçası olmasın. Peygamber Aleyhissalatü Vesselam efendimiz müminleri bir bünye gibi kabul ediyor. ‘’Bir tanesinin rahatsızlığını bütün Müslümanların paylaşması… Nasıl ayağa diken batar bütün vücut bu rahatsızlığı hissederse o şekilde o toplumun o hadiseyi yaşaması lazım.’’ buyuruyor. ‘’Bu hastalığı yaşaması lazım. O çileyi paylaşması, o meşakkati paylaşması lazım.’’ buyuruyor. Şimdi bunun tersi olur, paylaşmazsak etkilenen insanlar menfi bir şekilde yönlenecekler, tecrübe sahibi olacaklar. Toplumun kesinlikle kurumlarında huzursuzluk, hatta bireylerinde geçimsizlik ortaya çıkar, psikolojik davranışlar, rahatsızlıklar kendisini gösterir. Efendim fazla herhalde konuşmadık zannıma göre.
Bir de bunun yanında toplumda bazı sivil kurumlar var. Yani sınai kurumları var, ticari kurumlar var, kamu kurum ve kuruluşları var, bizatihi devletin kendisi var, adliyesi var, emniyeti var, jandarması var. Hülasa bütün bunlar kendi üzerine düşeni hakkaniyet ölçüleri içerisinde ifa etmeleri lazım. Çin, intikam mantığını tamamen terk etmesi gerekir. Hazreti Cafer'in Habeşistan'a hicreti esnasında çok enteresan bir olay olmuştur. Amr bin Âs hakaret ediyor. Bunun üzerine Hazreti Cafer o kadını anlatırken Amr bin Âs’a diyor ki: ‘’Ya Amr’’ diyor ‘’ ‘’Annene olan saygın bütün bu kadınlara yansımalıdır. Aksi takdirde senin anana olan saygın bile ifade edilemez.’’ Yani şuradan, şu neticeye gitmek istiyoruz, biz kendi mantığımıza ters düşen bir meseleyi şu veya bu kurum adına gündem edebiliriz ama bizim kendi yakınlarımıza olan sevgi ve saygımız, muhabbetimiz toplumun tamamına yansıdığı zaman göreceğiz ki, gerek emniyetimizde, gerek adliyemizde, gerekse ticaretimizde, gerek sanayimizde, kamu kurum ve kuruluşlarında her mevzumuz dört dörtlük dört başı mamur halde yürüyecektir.
Efendim bir de ona gelecektim, uzattık herhalde. Kamu kurum ve kuruluşları dedik, kamu kurum ve kuruluşlarının, affedersiniz, sivil kurumları var, toplum içerisinde kabul etsek de etmesek de insanlarımızı etkileyen birtakım kurumlar, kuruluşlar var.
Bunlar o toplumun bireylerinin meşreplerine göre adeta toplumda dağılmış vaziyettedir. Bunların da birbirine saygı ve sevgi beslemeleri, hürmet beslemeleri gerekir. Adeta o toplum bünyesinin, anatomisinin organı olduğunu kabul etmeleri, birbirine bakarken hata arama mantığı içerisinde değil, mükemmellikleri görerek olayları değerlendirmeleri ve yaklaşmaları zaruridir, şarttır. Böyle olursa kurumlarımız vazifesini yaparak iç barışımızda çok ciddi adımlar atmış oluruz diyorum. Aksi takdirde iç barıştan bahsetmek imkânı olamayacağı kanaatindeyim.
Toplumsal İç Barış, Fert Bazındaki İç Barıştan Geçer
Şimdi tabi burada iç barış derken ülke çapındaki barışı kastediyorsunuz. Ben o iç barış derken ferdin iç tabiatındaki barış olarak da anlayabilirim. Değil mi? Yani ülke çapındaki iç barışta ferdin insan unsurunun fonksiyonu rolü ne? Şimdi takdir edersiniz ki toplum bireylerden meydana gelmiştir. Hatırlar iseniz bir sohbetimde veya birkaç sohbetimde insanların aynası toplumdur. Yani siz toplum meydanında ne görüyorsanız insanların iç tabiatında meknuz olan, gizlenmiş duyguları açık olarak seyrediyorsunuz, anlamı vardır. Yani ne yaparsanız yapın. Şu cemiyette gördüğümüz ne varsa bizim içimizden yaşadığımız hatta bazen gizlediklerimizi o meydanda seyrediyoruz. Bu bende değilse sende, sende değilse bir başkasında olan duygu ve düşüncelerdir. O halde iç barış derken bu barışın olabilmesi, yani toplumda bu barışın olabilmesi, cemiyet meydanında onu meydana getirecek olan fertlerin bir defa mükemmel bir tarzda kendileri iç barışa kavuşmaları lazım. Yani toplumun iç barışından evvel bizim iç barışımızı temin etmemiz zaruridir. Sen böyle fertlerden iç hâkimiyetini, iç dünyasında muhabbetini, sevgisini, birliğini, dirliğini meydana getirememiş bozuk insanlardan bir toplum meydana getiriyorsun ve onları çeşitli kurumlara bölüyorsun. Samimi olarak ifade edeyim ki, o bozuk elemanlar hangi kurumda iş görürlerse görsünler, o kurum istenileni vermesi zor, belki de imkânsız olacaktır. Niye? Çünkü o kurumu oluşturan, kurum belki kendisi dört dörtlüktür. Ama o kurumu oluşturan bireyler sağlam değil. Bir bina düşünün, bina malum taşlardan, çimentodan, demirden meydana gelmiş. Malzemesi mükemmel değil, tuğla yığacaksın, aldığın tuğlanın birisi 10 santim, birisi 3 santim, yani çarpık çurpuk nasıl bir duvar örebilirsin, meydana getirebilirsin? Yine her zaman ifade etmeye çalıştığımız bir fildişi kulesi hikâyesi, hikâyemiz var. E bir insana fildişi kulesi diye kuleden bahsettiği zaman mutlaka onun malzemesi fildişi olacak. Kerpiçten, kiremitten fildişi kuleyi yapamazsın. Derim ki, biz eğer toplumda barıştan bahsediyorsak, toplumun bütün kurum ve kuruluşlarını meydana getiren evvela bireylerden, fertlerden bu iç barışı, iç huzuru onlardan temin edeceğiz. Onlar bir noktaya gelecek, onlar mükemmel halde, evvela kendi iç dünyalarında kendilerinden razı olacak, artı meydana getirdikleri topluluklarda birbirlerini bile sevecekler, sayacaklar, birbirinin hak ve hukukuna uyacaklar ki, o toplumda iç huzuru olabilsin, iç barış olabilsin, teminat olabilsin, adalet olabilsin, güvenlik olabilsin. Olmadığı takdirde, mümkün değildir o toplumda sizin hayırlı bir netice almanız, iç barışı meydana getirmeniz. Yani fert, asıl tohumdur. Ne yapacaksanız, o sağlam tohumdan yapacaksınız. Bağa bahçeye daneler atıyorsunuz. Attığınız daneler çürükse, arazi ne kadar mümbit olursa olsun, ektiğinizden bir şey alamazsınız, hasılat alamazsınız. Ama daneler mükemmel olur, verimli olursa, kaya da olsa mutlaka bir şeycikler alırsınız. Yani fert çok mühimdir. O bakımdan, İslam mantığını daha doğrusu, mantalitesini ele aldığınız zaman, çok muazzam bir proje görürsünüz. Cenâb-ı Hak insanı muhatabı olarak almış, onu eğitmiş, onu yetiştirmiştir. Kur'an'ın ilk hitabı insanadır, sonu da insanadır. Anlatabildim mi? Yani Kur'an adaletten, haktan, hukuktan, birlikten, beraberlikten, vahdetten, muhabbetten, kısaca sabırdan, kanaatten, tevekkülden, tefekkürden, izandan, imandan, bahis ve beyanla, efendim, mevzuları anlatırken, onun muhatabı tek ama tek insandır. Yani Kur'an bir insan medeniyetini gündem ediyor. O medeni insan yetiştiği zaman, o medeni insanlardan oluşacak olan cemiyetler, cemaatler, kurumlar, kuruluşlar, devletler mükemmel hem de en mükemmel olacaktır. Hayır, bu mükemmel ferdi sen bulamadın, yetiştiremedin, o zaman hayırlı bir netice alman zordur ve de imkânsızdır efendim.
Toplumdaki iç barış bizim içimizdeki barıştan geçiyor. E sen düşün ki insan kendisi çatışma halindedir, kavgası kendisi iledir. Seninle niçin kavga etmezsin? Kendisini feda eden adam seni düşünür mü, hayatını düşünür mü? Barışı isteyen, barışı yaşayan insan seninle benimle geçilir. O halde barış hususunda fert çok mühimdir. Zaten sadece barış değil, her hususta ferdin bizatihi, zatı çok mühim, önemli bir yer arz etmekte ve de tutmaktadır efendim.
Benim hatırıma burada bir şey geldi. Başta hatırlarsanız kurum ve kuruluştan bahsederken, iç barış şart yardımcı olacak kurumlardan, kuruluşlardan bahsederken, basından, yayından bahsettik. İşte o basın yayın fertleri menfi istikametle yönlendirdiği zaman fertleri eğitmek ve de yetiştirmek maksadı değil de onları ifsat etmek maksadı güttüğü zaman işte o iç anarşi ferdin iç dünyasında başlıyor. Bilyonar dağ gibi artık etrafa doğru sirayet etme. Adeta efendim bir salgın hastalık halini alıyor. Ondan ona ondan ona derken bir toplum heba olup gidiyor. O bakımdan hakikaten yazılan makaleler, çıkan eserler ve müelliflerinin, çok dikkatli olmuyor anlamında konuşmuyorum. Mutlaka bizim dediğimiz hususlara en titiz bir şekilde riayet ediyorlar ama günümüzün şartları icabı çok daha dikkatli ve de itinalı olmamız gerekir. İç barış için bu şarttır. …
Kendi Yararına Kazanılmış İnsanlardan Meydana Gelen Toplum Yanlış Yapamaz
Şimdi ben size bu konumun üzerinde geçmiş sohbetlerimizde çeşitli bilgiler, malumatlar arz etmiştim. Bir defa maneviyat ehli şahıslar toplumdaki bireyleri adeta eğitip yetiştiren muallimlerdir. Zaten onların vazifesi insanları evvela hakka, sonra da halka kazandırmaktır. Hakka bir insanın kazanılabilmesi için onun gururdan, kibirden, birbirini çekememe hastalıklarından, kin ve intikam duygularından, nefretten, hülasa, menfaatten bu tip duygulardan temizlenmesi lazım. Bunu Ahlak-i Zemime diyoruz. İşte bu insanlar fertlerde meknuz olan bu Ahlak-i Zemime’yi dinin icabatına göre, kurallarına göre onlara birtakım tezkiye yolu göstererek bakarsın toplumda en geride bulunan bir insan, en ileri seviyeye gelmiş olarak görünür. Yani onların terbiyesi ve tasarrufu ile insanımız hakkın ve halkın yararına kazanılır. Evvele kendi yararına kazanılır, sonra da toplumun yararına kazanılır. Düşünün ki kendi yararına kazanılmış insanlardan meydana gelmiş o toplum yanlış yapamaz. Çünkü o insan evvele kendi adaletini koruyor. Kendi adaletini koruyan bir başkasının hukukuna, hakkına tecavüz etmez. Tarihte bunun çok misalleri vardır. Bunlar zaten hırsızlık yapanları, yolsuzluk yapanları, eşkıyaları, yanlış üzre hayatlarını sürdüren insanları adam ederek, insan ederek ailelerine, milletine, devletine kazanmışlardır. Bunlar fevkalade, faydalı elemanlar insanlar haline girmiştir.
Fi zamanına, yani zamanımızda da maneviyat erbabının fonksiyonu ve de vazifesi budur. İnsanları birbirine katmak, fitne çıkartmak değil. Barıştan yana olmak, barışı genişletmek, huzuru saadeti aramak, o yolları göstermek. Yanlışlara sapan insanları, ailesini, vatanını, milletini hatta devletiniz terk eden insanları kazanarak milletine, devletine, vatanına, ailesine kazandırmaktır. Onları kazanmak ve kazandırmaktır. Böylece devlet, vatan, millet bu kaybolmuş insanı kazanıyor. Onunla birlikte, o fertlerle birlikte bir kat daha güç sahibi olması gerekiyor. Bunlar tarihte de bu fonksiyonu icra ettiler. Zamanımızda da bunların fonksiyonu olsa budur. Şimdi biz bu fonksiyon sahibi, milletin bekası, memleketin istiklal ve istikbali için bu eşhasın sivil kurumlarla birlikte hukuki bir zemine kavuşturularak hizmetlerini teminat altına alıp onları efendim bir hizmet eli gibi çalıştırmak siyasi irademizin de kanaatıma göre vazifeler arasına girmektedir. Bu güzel sohbette bizi idare eden siyasi irade sahiplerine bu teklifi bendeniz arz ediyorum. İnşallah onlar da bunu ülkemizin çeşitli meseleleri yanında bunu da bir mesele kabul edip insanımızın sarhoşunu serkeşini eğitecek, onları millete memlekete, devlete kazandıracak bu kardeşlerimize, bu kurumlarımıza hukuki bir hak ve imkân tanıma fırsatı vereceklerdir diyorum. Bu sohbetiniz buna vesile olur inşallah.
İç Barış, Maneviyat ve Ortak Akılla Sağlanabilir
Ben misallere geçmedim. Bu Güneydoğu'da PKK olayı malum... Yani PKK şudur budur demenin anlamı yok. Her gün evlerimizden, Allah rahmet eylesin, bir sürü insanımız şehadet rütbesiyle asker olarak oradan, o bölgelerde hizmet ettiği sürede geriye dönüyorlar. Bir sürü emniyet müntesibi kardeşlerimiz hayatını kaybediyorlar. Bunlar çok büyük kayıptır kim ne derse desin. Şimdi o bölgelerde inanır mısınız maneviyat erbabı olan şahısların bulunduğu memleketlere, bölgelere PKK'nın girdiğini kimse söyleyemiyor. PKK onların bulunduğu bölgeye giremiyor. Niye? Çünkü orada maneviyat ehli olan şahıslar işin başında direksiyonda ne yapılmasını bildikleri için daima diri tutuyor oradaki kardeşlerimizi. Daima hazır vaziyette bulunuyorlar ve de tabii gaflette olmadıkları için de karşı taraf gerekli icraat yapıp zarar veremiyor. Dolayısıyla onların olduğu bölgeye girip ihanetinde bulunamıyor. Yani bu aktiviteyi oradaki insanlara kazandıran o maneviyat ehli insanlardır. Bunu çeşit sohbetlerimde ben söyledim. O bölgede yaşayan kardeşlerimiz canlı hatıralarını bize zaman zaman bu konuda aktarıyorlar. Orada vazife yapan kardeşlerimizin tamamına askerimize, polisimize, maneviyat ehli kardeşlerimize Cenâb-ı Hak'tan muvaffakiyetler diliyor ve hepsinin millet ve memleket hayrına hayırlı hizmetler görmesini Allah'tan niyaz ediyoruz efendim.
Efendim ben bu konuda siyasi iradeye, bizzat devlet idare eden iradeye, ülkemizde akıl sahibi, tecrübe sahibi çok kıymetli elemanlarımız var. Çeşitli kurumlarda, eğitim ve öğretim kurumlarında, üniversitelerimizde, efendim sınai kuruluşlarımızda, ticari kuruluşlarımızda, zirai kuruluşlarımızda, adli kuruluşlarımızda, hülasa her tarafta çok değerli insanlarımız var. Bunlar hem bilgili, hem yeterli hem de yetkili. Derim ki iç barış için, kamuoyunun gündemine bu her bölgedeki insanlar teker teker tespit edilmeli. Bunlar söz olsun diye değil, hakikatleri öğrenelim ve nasıl yapalım, işte bu minval üzre, paneller, konferanslar, seminerler, açık oturumlar, hülasa müzakereler organize edilmesi lazım. Bunlar müzakere edile edile aynı zamanda hem fikirler topluma mal olacak, bir Efkâr-ı Umumiye meydana gelecek, hem de o bireylerin, orada efendim ve söylediğim çalışıp düşüncelerini aktaran insanların görüşleri siyasi iradeye kadar uzanacak. Onlar da bu görüşlerden liyakatle zannıma göre istifade edeceklerdir. Bürokrasi yönlenecektir. Ama bu dediğim şekilde organize edilmesi, bu panellerin, bu konferansların, bu seminerlerin vakit geçilmeden yapılması gereğine ben şahsen inanıyorum. Her meslek, her meşrep grubunun buna katılmasını da temin etmek lazım, diyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız