info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - İbadet ve Zikrullah / 28 Haziran 1999
19/09/2025 DİNİ YAŞAM 26

    Neler Okuyacaksınız

İnsanın Yaratılış Gayesi Nedir?

Efendim, insanın yaratılış gayesi nedir? Zamanımız o kadar enteresan yaşantılara ve de karışıklıklara sahne olmuş ki “Neden varız?”, “Niçin yaşıyoruz?”, gibi kendisi için mukadder ve mukaddes olan soruları tamamen unutmuş vaziyette. Hatta bu soruların cevabını “ben layıkıyla düşünüyorum” diyen kardeşlerimiz, arkadaşlarımız dahi maalesef büyük bir boşluk içerisinde yarışmaktayız. Bu bir zümre, birkaç kişi filan değil, hepimiz aşağı yukarı aynı kulvardayız. İnşallah bu sohbetimizde bizi takip edenler ve bizler bir şuura kavuşur da yaratılış maksadımızın ne olduğunu nefsimize kabul ettiririz. Allah bundan mahrum eylemesin. Şimdi efendim dilerseniz, “Biz niçin yaratıldık?” Sorusuna mukabil şöyle bir soru ile ben cevap vereyim. Allah neden bu mahlûku halk etti? Yani varlık âleminin sebebi ne? Eğer bu sebebi bilirsek, niçin yaratıldığımızı da kavramış oluruz. Bir kutsi hadislerinde Hz. Fahri Âlem Efendimiz, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad eyledim, mahlûkat halk ettim.” Çok enteresan. Cenâb-ı Vacib-ül Vücud Hazretleri, “Ben bir hazineydim” diyor “Ama gizliydim.” “Şimdi bilinmek istedim ve mahlûkatı yarattım.” Demek ki mahlûkatın varlık sebebi Allah'ı tanımak ve de bilmektir. Allah Allah nasıl olur da varlık Allah'ı tanır, Allah'ı bilir. Anladık zîşuur sahibi varlıklar, insanlar ve cinler veya Melaike-i kiram hazaratı anlasın ama öyle varlıklar var ki bunlar hayat sahibi de değil, şuur sahibi de değil. E bunlar nasıl Cenâb-ı Hakk'ı tanıyacaklar veya bilecekler? Burada enteresan bir cilve var, Allah'ın bir esrarı var. Cenâb-ı Hak her ismine mukabil tecellide bulunmuş. Tecelli eden isminin karşılığında bir varlık zuhur ediyor, yani yaratılıyor. O varlık o isimle hangi esmaya muhatap ise veya hangi esmanın mahlûku ise o isimle Rabbini zikrediyor. Onun için Kur'an-ı Kerim'de birçok ayet, Esteuzu Billah “Yusebbihu lillahi ma fis semavati ve ma fil ard” (Tegabun Suresi, 1.Ayet) “Yerde ve gökte ne varsa “ma” ism-i mevsül malumunuz. Burada canlı da giriyor işin içine, cansız da; artı şuur sahibi de giriyor, şuursuz da giriyor. Hepsi Allah'ı zikreder, zikrediyor. Yani halde, şimdi halde zikrediyor da şu anda zikrediyor da acaba geçmişte neydi? Cenâb-ı Hak ona da cevap veriyor. “Sebbeha lillahi ma fis semavati vel ard” “Yerde ve gökte ne varsa hepsi Allah'ı zikretti.” (Hadid Suresi, 1.Ayet)  O zaman bu iki ayeti karşımıza koyduğumuz zaman ezel ve ebed çizgisi içerisinde mahlûkat var oluşundan itibaren Allah'ı zikre başlıyor. “Bu ana kadar devam etmiş ve bundan sonra da edecek” manası çıkıyor. O halde “hiçbir varlık yok ki kendisini Yaradan, Rabbinden gafil olsun”, bir başka manası da bu. Efendim, bastığımız toprak, üzerine bastığımız toprak, o toprakla biten nebatat, efendim, yine o toprak üzerinde yürüyen yüz binlerce mahlûkat; bu karıncaydı, tilkiydi, aslandı, çakaldı, inekti, köpekti… Hülasa çoğaltabilirsiniz. Akrepti, yılandı, kurbağa… Hülasa bütün bunların tamamı. Allah Allah! “Yılanda mı Allah'ı zikrediyor?” “Evet, o da Allah'ı zikrediyor.” 
“İns-ü cin daim kullukta kaim
 Vahşi be haim der Allah Allah”
 Hiçbir şey yok ki Allah'ı zikretmeye. Hepsi Allah'ı zikrediyor. Şimdi düşünebiliyor musunuz? O mahlûkatın zikrini duyan bir kulak, gören bir göz, o orkestrayı, onların o sesinden, zâtımızı, varlığımızı vücuda getiren Rabbin zatını ve onun zikrini duyabiliyoruz. Düşünebiliyor musunuz bunu? Bütün varlıkların “Allah” dediğini. Teneffüs ettiğimiz hava, seyrettiğimiz sema, içindeki yıldızlar ve onların içinde mevcut olan varlıklar. Ne varsa okuduğum Ayet-i Kerimelere göre Allah'ı zikrediyor. Zaten neydi Hadis-i Şerif'te, Allah Resulünün beyanı? “Gizli bir hazineydim, bilinmeyi murad ettim.” Bilinmek neyle oluyor o zaman, manası? Onu anmakla. Değil mi? Bütün mahlûkat bir noktada Allah'a âşık. “Neden?” diyeceksin, “Allah Allah nereden çıkardın bunu?” Şimdi siz en çok sevdiğinizin her yerde isminin alınmasını istersiniz. Gençlik yıllarınızı hatırlayın bakın. Kimi çok seviyorsanız oturursunuz Allah Allah “sofrada o konuşulsa” dersin. Yürürken “arkadaşımla onu konuşsak” dersin. Yatarken işte yanında biri varsa, “onu konuşsak” dersin. Kimse yoksa kendi kendine onu hayal edersin. Niye? Çünkü sevdiğinin varlığı seni işgal etti de ondan, artık sen sende değilsin. Aşk neydi? İkinin teke irca olması, rücu etmesidir. İkinin bir olmasındır. Aşk bu, aslı…
 


İbadetin Temeli Allah’ı Tanımak ve Ona Kulluk Etmektir

Şimdi mahlûkat Allah'tan olması münasebetiyle, evet şuur sahibi bizler neyi sevdiğimizin farkındayız. Ama onlar bir sevk-i tabiyle beraber o aşk ona kendini Allah'ın zâtına çekiyor. Sure-i Yasin'de Mevlana'mız ne kadar enteresan. “Veş şemsu tecri li mustekarrin leha, zalike takdirul azizil alim. Vel kamere kaddernahu menazile hatta adekel urcunil kadim. Leş şemsu yenbegi leha en tudrikel kamere ve lel leylu sabikun nehar ve kullun fi felekin yesbehun.” (Yasin Suresi, 38. 39. 40. Ayet) Ama bütün mahlûkatın, bu kâinatta, evrende yüzdüğünü Allah beyan ediyor. Yıldızı, ayı, güneşi hepsi ama yüzdüğünü… Mevlana bak ne diyor devreye giriyor. “Bu yüzüş” diyor, “mahlûkatın kendini yaratanını aramasıdır.” Bir seferdir, seyirdir. Bütün varlık âlemi dikkat ederseniz en küçük zerresinden, en büyük küresine kadar. Nedir bu? İşte küçük zerresi atomdur. Bak içine girin o atom dünyasına girin, bir dönüş var bir arayış var. Elektronlar devamlı bir arayış peşinde. Öyle bir sevda ki bu ve o dönüşte çok enteresan Allah'ı zikir sesleri var. Şimdi fizik kurallarına göre, hareket yani frekansın olduğu yerde hareket vardır. Hareketin olduğu yerde ne vardır? Ses vardır. Hiç kimse bunu inkâr edemez. Şimdi şu önümüzdeki cam masa; bastığımız halı, kilim her neyse, onu vücuda getirenler… Elektronların içerisindeki, yani atomun içindeki elektronların hızla dönmesi. Ne var burada? Bir hareket var. Hareketin olduğu yerde ne vardı? Bir ses vardı. Bu ses o mahlûkatın Allah'ı zikir sesidir. Enteresandır. Elektronların saniyedeki hızı 35 bin kilometre. Allah Allah! Şimdi Cenâb-ı Hak âlemi de tarif ederken bir rüya, bir vehim bir hayal. “Leibun ve lehvun” (Hadid Suresi, 20. Ayet) “Dünya için.” Şimdi deriz, “Aman aman ya nasıl bu hayal olsun, nasıl vehim olsun ki böyle şey mi olur?” Şimdi işin hakikatine, fiziki boyutlarda mantıkla işin içine girdiğimiz zaman âlem hayal bile değil ya. Koskocaman bir boşluk her şey. Düşünebiliyor musun? Sen içinde milyonlarca yıldız olan, milyarlarca yıldız olan şu galaksi topluluklarını getirip bir evin içine sıkıştırabiliyorsun sokabiliyorsun. Meğer o elektronların efendime söyleyeyim vücuda getirdiği varlık görüntüsü bir hayalmiş, bir boşlukmuş orası. Onlar hızlı döndüğü için var gibi zannediyorsun. Böyle bir şey yokmuş. Allah Kur'an'ında diyor, “Leibun ve lehvun” “Oyun ve oyuncak” (Hadid Suresi, 20. Ayet) Hiçbir şey yani hayaldir vehimdir. İmam Ali Efendimiz Allah şefaatinden mahrum eylemesin, “İnsanoğlu uykudadır ölünce uyanır.” Çünkü o zaman gerçeği görüyorsun, şimdi gerçeğin vehmiyle berabersin, vehmediyorsun. Olayı biraz genişlettim kusura bakmayın. Bilmekten açıldı da hani, “Niçin yaratıldı bu âlem?” Sahibini tanımak için. Estauzubillah  Ayet-i Kerimede, “Ve ma halaktul cinne vel inse illa li ya'budun.”  “İnsanları ve cinleri ben yaratmadım” diyor Allah. (Zariyat Suresi, 56. Ayet)  Niçin yarattım? “İlla”, “yarattım ancak yarattım.” Ne için? İbadet etsin diye. Ehlullah, “li ya'budun” ayet-i kerimesini “li ya'furun” diye tefsir eder. “Bilsin, tanısın Allah'ı.” Yani ibadetin temeli bilmektir. Niçin ibadet ediyorsunuz? Tanıyalım diye, bilelim diye. Yoksa tanımaz… Yani ibadet sana arif olmayı temin etmiyorsa, o zaman sen Yunus'umuzun dediği gibi, “Kıldığın namaz değil.” Huzurullah'ta durup da gönlüne tecelli eden Cenâb-ı Vacib-ül Vücut Hazretlerinin o rüzgârını insan bir anda olsa yaşayacak ki, Allah Allah! O zaman niçin var olduğunu anlayacak ve varlık hikmetinin gereğine göre hayatını yaşayacak, yönlendirecek. Şimdi işte insan biz bunun için Allah'ı tanımak ve de bilmek için yaratıldık. En büyük zevk de bu ilimde yatıyor. Siz bir şey keşfettiğiniz zaman sevinciniz fazladır. Birçok şey keşfettiğiniz zaman o sevinç artar. Bir de düşünün ki size hiçbir şey gaip değil her şeyi biliyor ve de seyrediyor görüyorsunuz. Sizin sevincinizin sonu gelmez, moralsiz olmazsınız. Her zaman güçlü olursunuz. Dikkat edin bakın imanlı insanlar çok morallidir. Çok da güçlüdür. Niye? Asıl güç sahibini her zaman duygusuyla, gönlüyle yaşıyor da ondan. Bundan kopuk olduğun zaman efendim çok gayrimeşru şeylerle kendini doldurmaya, tatmine çalışırsın ama o da para etmez. “Varlık sebebimiz Allah'ı tanımak ve bilmektir. Ona kulluk etmektir” diyor. Evvela kendi nefsime sonra da bizi takip edenlere bu zevki manevi ve bu güzel vazifeyi tavsiye ediyorum. Başarılar diliyorum efendim. 


İbadet, Allah’ı Tanımanın ve Arif Olmanın Kapısıdır

Ayet-i kerimede Rabbimizin beyan ettiği “li ya'furun”  “li ya'budun”  “İbadet etmeniz için sizi yarattım.” (Zariyat Suresi, 56. Ayet)  Arif-i billah olan büyük zâtlarsa bu ibadet kelimesini “li ya'furun”  diye tefsir ediyor. Yani Allah'ı tanımanız için ibadetin kökünde ne var? Allah'ı tanımak var. Bu nasıl oluyor? Şimdi orayı dilerseniz açalım. Bakınız Allah Kur'an'ında, Estauzubillah “Fezkuruni ezkurkum” “Beni zikret ben de seni zikredeyim.” (Bakara Suresi, 152. Ayet)  Şimdi Allah seni zikrettiği zaman sen bu zikri duyar mısın? Elbette duyarsın. Nasıldır bu duyuş feyzi ilahinin kalbinizi ihata etmesidir. Yani Allah muhabbetinin sizi kuşatmasıdır. Nitekim Mevlid-i Şerif'te Miraç Bahri'nde Süleyman Çelebi Hazretleri,  “Şeş cihetten ol münezzeh zül-celâl, bîkemukeyf âna gösterdi cemâl.” Demek suretiyle Cenâb-ı Hakk'ın Allah sevgilisine cemalini gösterdiğini beyan ediyor. Bu cemal gösterişi sadece Allah sevgilisine değildir. Ümmetine de vardır, Ümmet-i Muhammed'e de bu vardır. Siz ne nispetle hangi esma ile Allah'ı anarsanız, o esmanın mukabilindeki tecellilere mazhar olur. O kulvarını Allah'ı tanırsınız. Allah size zâtını, isimlerini, sıfatlarını, fiillerini tanıtır. Anlatabildim mi? Allah tanıtır size kendisini. Nasıl ama beni zikret, pazarlık ediyor şimdi. Öyle zikretmeden de olmaz. “Beni zikret, ben de seni anayım.” Yani kendimi sana oradan tanıtayım. Ne diyor bu vadide Yunus'umuz? “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun.” Bir şey buldu ki bu adam kovanını dağıtıyor. Balın balını bulmuş, özünü bulmuş. Süleyman dediler.  
“Süleyman kuş dili bilir dediler. 
Süleyman var, Süleyman'dan içerû
 Bir ben vardır,     beni benden içerû”
Şimdi asıl bir sohbetimizde yapmış olmamız lazım. O “ben” dediğim şey Nefha-i İlahidir. Malumunuz insanoğlunda öyle bir, cevher var ki bunun izahı da çok zor. “Anlat” desek, otursak sabaha kadar, sen bir taraftan, ben bir taraftan o cevheri ilahiyi anlatamayız. Neden? O çünkü Cenâb-ı Hak'tan. Biz Allah'ı ne nispette tanırsak onu o nispette anlatırız. Ters orantılı. Bunu ne nispette beni tanırsak, onu da o nispette tanırız. Onun için Kâle Rasûlullah, “Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” “Kim nefsini tanırsa Allah'ı tanır.” Neden? Çünkü “benden” diyor, o “Nefha-i İlahi.” Sende ve bende… Ne muazzam bir âlem var. İnsan aslında büyük bir âlem, büyük bir kâinat. Arifler o kemale varmış insana insan demeye edeb ederler. “Hazreti insan” derler. Ondaki o nefha çok farklı şey. Onun için müfessirler malumunuz. “Veyes-elûneke ‘ani-rrûh kuli-rrûhu min emri rabbî vemâ ûtîtum mine-l’ilmi illâ kalîlâ” (İsra Suresi, 85. Ayet) Ruhu soruyorlar, işte “Nedir bu ruh” peki yani bu az bir ilim verildi ama ayette malumunuz. “Ruh hakkında nedir bunun aslı?” “Halik midir ki yani bu böyle?” “Hayır, halik değil.” “Mahlûk mudur?” “O da mahlûkta değil.” Allah Allah! “Ne halik ne mahlûk. Nedir o?” “Onun gölgesidir” diyor. Olması lazım yanılmıyorsam. Ruhun manası, yani sende ve bende öyle şey var ki hakkın gölgesi. Şimdi gölgeyi tutamazsın. Tutabilir misin? Koş peşine istediğin kadar tutamazsın. Sensin, sen osun. Gölgeyi bırakalım, sahibine koşalım o zaman. Kime aitse ona gidelim. Değil mi? Onun güneşinde, yani nurunda durursak ki o ancak zikrullah ile taat ile ibadet ile zuhur ediyor, ortaya çıkıyor. O zaman kimi tanıyoruz? O tecelli eden zâtı tanıyoruz, ona arif oluyoruz. Bu sefer ibadet ne olmuş oluyor? Bir ilim olmuş oluyor. Diyorsun “Allah”, diyorsun, “La ilahe illallah” diyorsun. Veya Kur'an-ı Kerim okuyorsun o senin bütün gönlüne tecelli ediyor. Tecelli eden Rabbi seyre başlıyorsun, ahlakına bürünüyorsun efendim. “Allah'ın ahlakı ile ahlaklanın.” Değil mi? Emir. Şimdi neyle oluyor; işte bu yol ile o ahlak, o Ahlak-ı Hamide güzel ahlak, Allah'ın ahlakı seni ihata ediyor, kuşatıyor. Nefsini eline alıyor. Bu sefer bakıyorsun ki ya bendeki bu sabır benden değil. Bendeki bu kanaat, gene benden değil. Bendeki tefekkür, gene benden değil. Bendeki izan, benden değil, iman… Allah Allah! Bu nedir? Meğer sendeki ahlak, onun ahlakı olmuş da sen farkında değilsin. Niye? Hep onu zikrettin, davet ettin, davet ettin, şimdi kömürü ateşe attın. Ne oldu rengi? Siyah kömür ama ateşte ateşin rengine büründü. Ben olmaktan çıktı, o oldu o da ateş oldu. Şimdi sen ondan olursan onu tanır mısın, tanımaz mısın? Soruyorum efendim. Tanırsın. O halde onu sana yaşatan ibadet, niçin ilim olmasın? Tanıtan, değil mi? Arif olursun. Allah hepimizi arif eylesin efendim. 

Vahdet Hali, Mahlûkatın Tamamını Tek Olarak Görme Halidir 

Şimdi İslam tasavvufunda üç ana yol vardır. Biz okurken sadece bir tanesini okuduk. Ne hikmetse ben okulu bitirdikten sonra baktım ki en az Meşreb-i Sufiye’nin iştigal edildiği yol bize anlatıldı. Hakikatte tasavvuf anlatılmadı. Yani şimdi hocalarımızın bunu bilmemesi mümkün değil. Tasavvufta üç ana yol vardır. Bunlardan bir tanesi ki en büyüğü tecelli ve ezkâr yolu, zikrullah yolu. Zikirle birlikte insanın tecelliye mazhar olması. Vahdet-i vücut efendime söyleyeyim o tecellinin devam etmesi halidir. Vahdet hali devam etmesidir. Fakat tecelli yolu ise, zikrediyorsunuz Allah tecelli ediyor, onu yaşıyorsunuz bir an, yaşadığınızı biliyorsunuz. Şimdi tecelli yolu çok enteresan. Vahdet hali, mahlûkatın tamamını tek olarak görme halidir. “Huve-l-evvelu vel-âḣiru ve-zzâhiru velbâtin ve huve bikulli şey-in ‘alîm” sadakallahülazim (Hadid Suresi, 3. Ayet)  “Evvelu” “Sonu” Görünen o, görünmeyen de o, her şey o, her şeyi de o biliyor.
“Bu bir demdir gelir geçer, demedim mi, demedim mi?” Şimdi az evvel bir şey söyledik. Dedik ki: “Bir Nefha-i İlahi var sende bende.” Eğer sen o nefhanın dışındakileri unutur, onunla olursan; hep o olur o zaman. O halin, o halin hal edilmesi vahdet halidir. Tamam mı? O hali yaşıyorsun, dışarıya çıkıyorsun, bakıyorsun o bene dıştan. Mahlûkata da bakıyorsun, Allah Allah! Ne azamet, ne kudret, ne kuvvet! “Nasıl yaratıldı bu? Bu cilveler ne?” diyorsun. Bu senin varlığına bir delildir. İşte o da sükût hali; şahitliktir o. Meşreb-i Sufiye'nin çok zevkli tarafları vardır, efendime söyleyeyim. İmam-ı Rabbâni Hazretleri bu işin, bu kervanın başını çeker. Muhiddin-i Arabi az evvel okuduğun vahdet halinin başını çeker. Ha bunların sadece bunların hali değil bu. Ta Allah'ın sevgilisinden, onlara kadar gelmiş onlar bunu isimlendirmişler. Zannetmeyin onlar icat etmiş. Bir de başta anlattığım asıl yol ki, o Peygamberin bizzat hayatının yolu ibadet, tecelli ve zikir yolu. Bir an insan taatta, ibadette öyle oluyor ki varlıktan geçiyor bu an an. Şimdi buna bir delil getirelim. Bir gün sahabeden Hanzala, Hazreti Ebu Bekir Sıddık Efendimize geliyor. “Ya Bekir Hanzala kâfir oldu.” “Lan” diyor, “Deli misin sen ya, Hanzala niye kâfir olsun?” diyor. “Bildiğin gibi değil” diyor, “Ben Allah'ın sevgilisinin huzurunda olduğumda sanki cenneti seyrediyorum, sanki cehennemi görüyorum, Sanki Cemalullah ile beraber oluyorum. Ama çıkıyorum dışarıya oluyorum buz gibi hiçbir şey kalmıyor bende.” “Vay” diyor Hazreti Ebu Bekir. “Yahu” diyor, “bende de durum aynı” diyor. “Ulan benim de” diyor, “o zaman imanım sakatlandı” diyor. “Gel Allah'ın sevgilisine, Resulüne gidelim.” Ve Peygamber Aleyhisselam Efendimize geliyorlar. Anlatıyorlar hallerini. O büyük insan Allah şefaatinden mahrum eylemesin. “Bu haller an andır, bizim meclisimizde olur” diyor. “Eğer sokakta yürürken bu haller sizde olsa, devam etseydi meleklerle sohbet ederdiniz.” Şimdi bazıları anlatır, “işte ben filancayla sohbet ettim görüştüm, Melaike-i Ervah ile görüştüm...” Bunlar hikâye değil. Tabi din şimdi bir hikâye tarikiyle anlatıldığı için, yaşananlar da neredeyse unutuluyor. Bu millet içinde evveliyetle onu söyleyeyim: Türk milletini iyi tanımak lazım. Çok büyük veliler gelmiş geçmiş. Hızır'ın dostu olan olmuş, Kırkların reisi olan olmuş, Melaike-i Ervah ile beraber sohbet edenler olmuş. Bu milletten yanlış anlamayın, Allah onların şefaatinden mahrum eylemesin.
 Ne diyeceğim asıl anlatmak istediğime geçeyim. Allah'ın sevgili öyle buyuruyor: Bir gün sevgili peygamberimiz Berat Kandili olması lazım. Gözleri yaş içerisinde bütün vücudu sırılsıklam olmuş. Hz. Ayşe yaklaşıyor. Şimdi olaya bakın. “Ya Resulullah, Ya Resulullah.” O öyle bir sekr halinde ki unutmuş. “Sen kimsin” diyor. İbadet diyoruz nedir? Şimdi meyhanede sarhoş olmak isteyenler neyi içeceğini bilmediği için hep aklını, şuurunu uyuşturuyor. Bu işin asıl sekr hali şuuru uyuşturmadan olanıdır. O kadehi içebiliyor musun? Allah'ın sevgilisi soruyor. “Sen kimsin?” “Ya Resulullah” dediği zaman. “Sen kimsin?” “Ben Ayşe'yim Ya Resulullah.” “Hangi Ayşe'sin” diyor. Allah Allah! Her gün aynı yastığa başını koyduğu karısı ve tanımıyor. “Karın Ayşe.” Evet, işte bu hal. Tecelli ezkâr hali de budur. 


Zikrullah, İnsanın Allah’a Yakınlaşmasını Sağlayan İbadetlerin Özüdür

Efendim şimdi zikrullah, bütün ibadetlerin gayesi zaten zikirdir. Neden haccediyoruz? Allah'ı tanımak bilmek için. Zikir de budur. Niçin namaz kılıyoruz? Allah'ı tanımak, Allah'ı hatırlamak için, unutmamak için. O da bir zikir. Nitekim ayeti kerimede; “Beni zikir için namaz kılın.” “Ekımis salate li zikri” sadakallahülazim. “Beni zikir için namaz kılın.” (Taha Suresi, 14. Ayet)  Yani namazın gayesi, Allah'ı zikirdir. Orucun gayesi, Allah'ı zikirdir. O zaman ne oluyor? Peki, efendim zikrin gayesi nedir? Zikrin gayesi de; Allah'ı unutmamak, her daim, her dem Allah ile beraber olmaktır. 
“Aşık-ı didar der, Allah Allah!
Zikir eyle ey yar
Her dem de, her bar
Aşık-ı didar der, Allah Allah!
Zikrullah eflakı geçer
Lahut ellerine göçer
Ölelim zikrullah ile 
Var olalım, Allah ile.”
Şimdi eğer insan benliğini orada unutursa, onunla oluyor. O vadide vurmuşlar, hallaca. “Enel Hak” demiş. Allah Allah! Yahu o bazısı da, “ulan bu nasıl adam ya, nasıl diyebilir ‘ben hak’” Yahu “ben” diye bir şey, unutmuş onu. O Nefsi Emmâreyi unutmuş. Dedik ya, “kömürdü ateşe girince o oldu.” Ve çok enteresandır, Hallac’ın idamında anlatılır, rivayet edilir ki yere “La ilahe illallah” yazılıyor; kanı öyle. Evet, zikir o bakımdan çok mühim. Zikrin bedeli nedir? Nefsin kurban edilmesidir. Niye? Çalışıyorsun bir şey kazanıyorsun ve veriyorsun, değil mi? Emeğini veriyorsun, zekânı veriyorsun her şeyini veriyorsun. Bunun mukabilinde bir şey alıyorsun. Allah da kuluyla pazarlık ediyor. “Beni almak istiyor musun?” “Evet.” “Öyle bir zikredeceksin ki, benliğin şehadet rütbesiyle rihlet edecek.” Yani benliğini yok edeceksin. Şimdi o, “çekilirsen aradan, geri kalır yaradan.” Benlik devreden çıkıyor, var olan o oluyor. Efendim bu bir zevki manevidir. İnsanımız değil bütün insanlık, bütün âlem çok samimi konuşuyorum her şeyimiz olmasına rağmen, hep bunu arıyoruz. Dikkat ederseniz bugün olmayan bir şey yok. Ama işçimiz, çiftçimiz, memurumuz, amirimiz, siyasimiz, bürokratımız, hamalımız her şeyimiz, “ben açım” diyor. Doğru, bir aç tarafımız var, yok değil. Ama aç olan bu mide değil; Allah'a sevdalanmış, ondan olduğunu haberinde olmayan ruhumuz. Onun için o sahibini arıyor. Kuşu bu kafesten çıkartalım. Hatırıma Mevlana'nın Dudu hikâyesi geldi. Adamın biri Hindistan'a seyahate çıkmış. Evindeki Dudu’suna; “Ne istersin?” “Bir şey istemem, ilk gördüğün Dudu'ya benim selamımı…” Gidiyor oda Hindistan'a girdiği zaman, bir Selvi ağacının tepesinde veya herhangi bir yerinde bir Dudu. “Hey Dudu benim evdeki Dudu'nun sana selamı var.” Bir de ne görsün, paldır küldür ölmüş yere düşmüş. Keşke bu selamı getirmeseydik, bu hayvancağızın canını aldık. Geliyor vaktaki evine, “ah Dudu” diyor, “hiç sorma” diyor. “Senin o güzel selamını getirdiğim arkadaşına, verdiğimde bir de ne göreyim; ölmüş yere düşmüş.” Dönüyor bakıyor kafesine ki, bu hikâyeden sonra kendi Dudusu da ölmüş. “Ya ne yaptık” diyor, “hem onun, hem bunun ölümüne sebep olduk.” Alıyor onu kafesten, çıkartıyor pencereye bırakıyor. Bir de bakıyor, pır pır uçmaya başlıyor. “Söyle Dudu, uçmasına uçtun ya” diyor, “hikmet neydi burada, bunu bana anlat.” “Ben bu kafesten kurtulmak istedim, arkadaşıma haber gönderdim, o hürdü. Nasıl hürriyetine vasıl oldun anlat bana.” Dedi ki: “Öldüm kurtuldum.” “Bana o mesajı gönderdi. Ben de öldüm kurtuldum.” Sen de şimdi, “Ey sahibim hürriyetine kavuşmak mı istiyorsun? Nefsini öldür öyle kurtul” diyor. Nefsinin ahlakı, tabi nefsi öldürmekten murad, Ahlak-ı Zemime’yi, Ahlak-ı Hamide’yi tebdil etmek demektir. Bunlardan vazgeçeceğiz. Din bir zevk işidir, bu sahadır işte, o zevki, sevdası… Bak bunları insan yaşarken ilahiler, kasideler, şarkılar naatlar… Ooo için içine sığmaz. Şu anda birisi olsa da, biz de söylesek. Evet efendim, kâfi mi? 


Allah İçin Yapılan Her İş İbadettir

Şimdi tabi bu kadar geniş meseleyi ele aldıktan sonra herhalde sadece ibadet bunlara demek biraz nakıs olacak. Değil mi? Allah için attığınız her adım, bakın Allah'a endeksli yaptığınız bütün işler ibadettir. Nedir bu? “Ben şunu yapıyorum, Allah benden razı olsun beni sevsin.” “Nedir o?” Bir bardak su alıp, bir kardeşinize ikram etmeniz, ibadettir. Hani Allah'ın sevgilisi ne buyuruyor: “Yolda” diyor, efendim “alırsınız taşları, bir tarafa atarsınız; bu imandandır.” Değil mi efendim? Yani ibadettir o. “Bir dikeni alırsın, bir tarafa koyarsın”, ibadettir. “Allah benden razı, beni sevsin, ben onu seveyim.” “İnsanların arasını bulayım, Allah benden razı olsun”, ibadettir. “Çalışayım, çoluk çocuk bakayım”, ibadettir. “Çalışayım, ülkemi kalkındırayım, milletime, devletime, bayrağıma, sancağıma feda olayım Allah için”, ibadettir. Yani hayatın bütünü ibadettir. Fakat tabi insanların arasında çeşitli rütbede şeyler var, ibadet arasında da rütbe var. Padişahın, ibadeti namaz. Değil mi? O Cumhurbaşkanı. Oruç devlet bakanı, zekât maliye bakanı yani, hülasa “hepsinin insan hayatında bir yeri var” diyoruz efendim.
 

Güzel Dostluklar ve İbadet, Ahlak-ı Hamide’yi Kazandırır

Üzüm üzüme baka baka kararır. İmam-ı Gazali’ye demişler ki: “Filan insanı bize anlatır mısınız? Huyu, tabiatı, ahlakı nasıldır?” “Arkadaşını söyleyin bana, onu anlatayım” diyor. Şimdi hiçbir zaman bir kahvede oturan insan, “oranın sigara kokusundan etkilenmiyorum” iddiasında bulunamaz. Itriyat deposunda, yani güzel kokular satan bir yerde olan insan güzel kokar. Kahvede oturan da sigara dumanı kokar. Şimdi senin maneviyatta gül kokan insanlarla dost olman, o kokuyu ruhunda taşır yani taşırsın. Onun kokusu sana sirayet eder. Bu mantık olarak böyle, gerçek olarak da böyle. Çok anlatırız Sadi'nin bir hikâyesi vardır. Ariflerden biri hamama gitmiş bakmış ki; “Aaa padişah başını toprakla yıkıyor Allah Allah!” demiş ya. Sabun yok ne var? Toprak var. Sormuş o toprağa, o kile, “Aaa” demiş, “sen nasıl oldu da padişahın başına çıktın, hâlbuki arkadaşların ayaklar altında ezilir senin.” Cevap vermiş demiş ki: “Ben bir zamanlar gül ağacının altında idim, yaprakları üzerime düştü kokusu da bana sirayet etti. Padişah oradan geçerken bu kokuyu aldı, zannettik ki koku benden. Şimdi onun için beni başına taç etti” diyor. “İnsan insanın kurdudur” batılıların sözü. Dolayısıyla mutlaka iyi bir dost, ahlak sahibi, fazilet sahibi efendime söyleyeyim insanları kendimize arkadaş seçmeliyiz bir. 
İkincisi, efendim güzel ahlak ile münasebeti de malum nasıl insana arkadaşı etki ediyorsa, ibadet de etki ediyor. Niye? İbadet de insan hattı kuruyor. Kiminle? Rabbiyle kuruyor. Rabbinin tecellileri ile birlikte onun ahlakını da ediniyor. Yani siz Allah'ın tecellisine mahzar olduğunuz zaman, farkında olmadan onun ahlakıyla ahlaklanıyorsunuz. O halde ne kadar fazla taatte, ibadette bulunursanız o kadar fazla Ahlak-ı Hamide sahibi olursunuz, diyoruz efendim. 

İbadet, Ahiret İnancını Güçlendirir ve Kalp Gözünü Açar

Şimdi tabi bu halde baştan beri anlattığımız mantık ve mantalite ile hayata bakan insanın öldükten sonra hesap vereceğine, Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda yaptıklarının mükafat ve cezasına inanacağı aşikardır. Bu olursa insanın kalp gözü açılır. Esasen dünya ile ahiret arasını da görmeye başlar. Geylani'ye sormuşlar, “Elest Meclisi'ni hatırlar mısın?” Buyurmuş ki, “Dün gibi.” Yani “gaiptir, ahiret” diye, biz sanki yokmuş gibi davranıyoruz. Bir de düşün ki bizim için, o bilinen bir şeydir. Ona hazırlık yapmaz mıyız? İşte ibadet, o bilinmeyi gerçekleştiriyor, o bilimi, o ilmi ortaya koyuyor. “Onun için eğer ahirete inancımız zayıfsa, ibadette ısrar edelim ki itikadımız güçlü olsun”, diyor, bizi takip eden kardeşlerimize hayırlar, saygılar arz ediyorum efendim.  

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir