info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Güncel Dış Politika ve Ekonomi / 2 Ağustos 2004

    Neler Okuyacaksınız

Türkiye, İran’a BOP Adına Gittiği İçin Eli Boş Dönüyor

Şimdi efendim Türkiye siyasetinin İran hakkında kendi inisiyatifi ile aldığı siyasi bir tavır değildir. Yani neden Türkiye siyaseti hem doruk noktadaki bir temsilcisiyle, başbakanı ile İran'a gider? Hiçbir netice almadan geriye eli boş döner? Aslında gerek havaalanı konusunda, İran'daki Tahran Havaalanı konusunda gerekse GSM konusunda gerek doğalgaz konusunda Türk siyasetinin kendi iradesiyle Türk milletinin lehine yapılmak istenilen bir anlaşma, uzlaşma gibi bir husus olmuş olsaydı; bunda hiç şüpheniz olmasın ki İran'da mevcut olan hükümet tarafından en müspet yankıları alırdı. 
Niçin bu sefer bunu alamadık da netice böyle oldu? Şimdi, İran'ı çok iyi tanımak lazım, İran'ı çok iyi değerlendirmek lazım; İran bir defa leb demeden leblebiyi anlayan, basiretli siyasete malik bir ülke. Yani bizim gibi kafası başkaları tarafından doldurulmuş; kendi milleti hesabına çalışan, edenler değil. Onlar bilakis kendi milleti hesabına hesabını yapan bir devlet olduğu için, kolay kolay faka basmazlar. 
Bakınız şimdi, Türk siyaseti bir defa bu üç meseleyi halletmek için mi oraya gitti? Yani GSM konusunu halletmek için mi, Tahran Havaalanı meselesini, ihalesini halletmek için mi, doğalgaz bağlantısını ve bu konuda yapılması gereken anlaşmayı yapmak için mi oraya gitmiştir? Cevap olarak basına bakarsanız bunlar. Ama işin hakikatine bakarsanız, bunlar birer maske. Bizim siyasetimiz İran’a BOP adına Amerika Birleşik Devletleri'nden aldığı talimatı, İsrail’e avukatlık olsun diye gönderildi; gitti de demeyeceğim, gönderildi diyeceğim.
Şimdi, kendisine gelen bir elçi… Yani, bir devleti temsil eden irade olarak görmüyor; bir elçi olarak görüyor. İşte bu üç meseleye de bu elçi kimin adına geldiyse onlara mesaj olsun diye cevap veriliyor, ‘hayır’ deniliyor. Yani, lafın tamamını deliye anlatırlar; hepsine meydan okuyor. “Ben” diyor “ne senin BOP’unu tanırım ne ABD'ni tanırım ne de İsrail'ini tanrım”. Hatta orada çok enteresandır , İran Genelkurmay Başkanı tehdidi ve de ikazı bizim ağzımızdan daha evvel bizden değil de yaptığında, “Seni” dedi “yerle bir ederim, coğrafyadan silerim, köpek leşi gibi leşini bir tarafa atarım. Kafana akıl koy”. 

İran, Irak İle Savaşıyor Görünürken Aslında Bütün Dünyayla Savaştı 

Şimdi bunu  diyen bir Genelkurmay Başkanı, 10 sene Saddam'ın şahsında bütün dünyaya meydan okumuş bir Genelkurmay Başkanı. Düşünebiliyor musun? 10 sene. Irak'ın şahsında, Irak'la mücadele etmedi; tabii bütün dünya ile mücadele etti. Bütün dünya o gün Suudi Arabistan’a, Suudi Arabistan kanalı ile Irak'a ne yapmadı ki? Hatta o savaşta Suudi Arabistan'ın kayıplarının hala faturasını Suud ödüyor; fakirleşti. O günün şartlarında çok zengin; biz umre ve hacca gittiğimiz yıllardan çok iyi biliyoruz. Fevkalade bir geçim standartlarına malik olduğu halde böyle oldu ki; şu anda o günle, yani 15 sene evvelindeki Suud’la bugünkü Suud arasında ekonomik olarak %100 büyük farkları var. 
Irak Savaşı münasebetiyle verdikleri destekten dolayı Suudiler’in bilmem ne kadar petrolünü Amerika Birleşik Devletleri kapatmış vaziyette. Yani şimdi buradan ben şuraya geleceğim; İran denilen devlet ki o zaman merhum Humeyni hayattaydı, Saddam ile beraber mücadeleye kalktığı zaman, mücadele ettiği zaman karşısında sadece Saddam denilen bir şahıs vardı, Irak vardı. Görünüşte buydu ama hakikatte bütün dünya ki daha sonra Kuveyt'e mesela Saddam girdi. Kuveyt’e girmeden evvel, o savaşta petrol yardımları ile beraber Irak’ı desteklemişti; yani onlar da satın aldıkları silahlarla birlikte Saddam'ın yanında olmuşlardı. Amerika Birleşik Devletleri, bütün o Arap ülkeleri; Saddam'ın yanında olmuşlardı. Kısaca; Irak görüldü ama bütün dünya ile İran savaştı.

İran Kültüründe Ehl-i Beyt Anlayışının Müthiş Bir Etkisi Vardır

Şimdi bu derece tecrübeli bir devlete senin siyasetin gidiyor, misafir oluyor ve mesaj taşıyor; kimin adına konuştuğunu çok iyi bildiği için de işte gerisin geriye elini boş gönderiyor sonra. O dünyayı, o bölgeyi çok iyi tanımak lazım. Yani bu, çoluk çocuk işi değildir; bunu çok iyi tanımak lazım. İran coğrafyası, eski Horasan dünyası dediğimiz bölge olmak suretiyle, ilk defa İslam’ı kabul eden insanların yoğunlaştığı bir bölgedir. Bunun içerisinde sadece Acemler değil, bizim Azeriler de vardır; yani, Azeri Türkleri de vardır. Türkler o bölgede… Çok enteresandır, bu bölgenin insanları evvela Hz. Fahri Alem Efendimiz’in soyundan gelen insanların tebliğ ile beraber irşad ve ikazı ile İslam’ı kabul etmişler, o bölgede adeta yoğunlaşmışlar. İran kültüründe bu İslam’ın kabul edilişinin müthiş bir etkisi vardır. Yani Ehl-i Beyt anlayışı onlarda o derece ileri gitmiştir ki bunu her dönem ve devirde iktisadi, hukuki, ahlaki, siyasi hayatlarına yansıttılar; hatta Şah'ın döneminde bile. Şah ile aralarındaki çatışmanın asıl mantığı da buydu. Anlatabildim mi? Yoksa bu mantık olmamış olsaydı, koca bir Şah yani padişah alaşağı edilebilir miydi ve bir insanın arkasından 10 milyonlar toplanabilir miydi? Olay bu, bir. 
İkincisi; Pers dediğimiz bu millet, bu coğrafyada 2500-3000 yıllık bir millettir. Yani bu coğrafyada iki hâkim unsur, iki hâkim devlet vardır; bunun bir tanesi İranlardır, İkincisi de Türklerdir. Biz, kökümüz Orta Asya’da olması münasebeti ile bu coğrafyada onlardan daha az bir zaman durumunda buradayız. Şimdi bu coğrafyada gerek Amerika Birleşik Devletleri gerek bütün batı dünyası ne adına olursa olsun ki bugün ABD'nin hazırlanıp ayağa kalktığı savaşın adı şu veya bu isimde zikredilebilir. Ama bunun asıl maksadı, bir haçlı savaşıdır. Bunu Bush, bilerek ya da bilmeyerek Irak, affedersiniz Afgan Savaşı'nda ağzından kaçırdı, işte ‘şu kadar yıl devam edecek olan bir haçlı seferi başlamıştır’ diye. 

İran Ziyaretinde Mesaj Taşıma Operasyonu Türkiye Siyaseti Adına Bir Fiyasko İle Neticelenmiştir

Şimdi gelen bu elçinin, aynı zamanda o savaşın mesajlarını da taşıdığını bu insanlar biliyor ve bunlar haçlıya karşı da şu anda kendilerini en hazırlıklı kabul etmiş ve de hazırlamış da bir millettir. Yani işin neresinden bakarsan bak, yani göğüslerini gere gere “Biz, İslam'ı temsil ediyoruz” diyen dünyada tek millet bunlardır. Şimdi sayın beyefendi, bugüne kadar İslam kahramanı geçinen bu insanlar, şimdi kalkıyor tabir-i caizse ‘elçilik’ yapıyor. Adamın kursağında bırakırlar. Sonra, medyanın bütün bu konularda verdiği haberlerin tamamı yalan. Yani bir tanesi sahi de diğeri yanlış değil ve hepsi yalandır. 
Kısaca; İran ziyareti adı altındaki mesaj taşıma operasyonu, Türkiye siyaseti adına benim gördüğüm kadarıyla bir fiyasko ile neticelenmiştir ve benim gördüğüm kadarıyla Genelkurmay, İran Genelkurmayı’nın verdiği mesaja bakarsanız, hem ABD'ye karşı ve hem de İsrail'e karşı fevkalade bir birliktelik ve hazırlık var görüntüsü ben şahsen görüyorum. Ha böyle bir olay var da, neticesi ne olur? Neticesini şu andan kestirmek biraz zor ama ABD'nin hesabına göre BOP’ta başta İran vardır, onu susturmak vardır, onu yok etmek vardır. Evet, böyle bir niyet var, böyle bir maksat var. Böyle bir mücadele başlayacak. Bu mücadelede Türkiye'nin siyaseti de çok evvelden söz vermiş; ABD'nin yanında BOP adı altında, NATO adı altında yer alacak. Ha ne olacak? Ne olacağa gelince, ben diyorum ki; evet, İran hırpalanacak ama öyle zannedildiği gibi ortada vahim bir netice İran'ın aleyhinde değil. Evet, çok kayıpları olacak Ortadoğu coğrafyasında; Müslümanların lehine fevkalade tecelliler olacağı kanaatindeyim. Ben, bu olacak diyorum. Türk siyaseti, aklını başına alması lazım; ona göre hesabını, ayağını uzatması lazım. Aksi takdirde adamın belasını Allah verir, diyorum efendim.
Evet, Türkiye’yi bu belanın içine… ABD öyle cesaretli değildir. ABD kalkacak… Bak bu coğrafyada ABD iki devletle savaşamaz; bunun birisi İran’dır, birisi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir.  Biz kendi kıymetimizi bilmiyoruz. Kendimize olan takışıklığımızdan, aramızdaki nifaktan o beraberlik ruhunu kaybettiğimiz için gücümüzü, kuvvetimizi, kabiliyetimizi bilemiyoruz. Ha bu coğrafyada dünyanın bütün güçleri gelse, Allah'ın izniyle bu yüce millete bir şey yapamaz. İki; İran’a da bir şey yapamaz.  Bunu böyle bilelim. 

Türk Milletinin AKP Vekillerini Ayıktırması ve Tavrını Ortaya Koyması Gerekir

Şimdi adam ne yapacak? İki aslanı karşı karşıya getirip kavga edecek, arkadan da sinsi sinsi işlerini yürütecek; yapmak istediğine, vasıl olmak istediğine vasıl olacak. Yani, iki aslanı mücadele ettirecek tabir-i caizse. Bu mücadelede kim kazanır? Ne İran kazanabilir ne Türkiye kazanabilir. Kim kazanabilir? Bunlara alet olan, affedersiniz bunları kendisine alet eden mutlaka irade kazanır, devletler kazanır. Burada çok akıllı olmak lazım. Türkiye siyaseti, Türk milletini bu noktaya sürükleyecek akıbetten mutlaka %500.000 kaçınması lazım. Ben, bunu söylüyorum. 
Bu feraseti mukabil olarak gösterip oyuna gelmemesi lazım ve bilhassa AKP milletvekillerini bu konuda Türk milletinin ayıktırması gerekiyor. Sorması gerekir “Ya kardeşim, bizim İran'la ne alıp vereceğimiz var? Ne istiyoruz ki alamadık? Ne bizden istiyor ki biz veremedik? Yani, aramızdaki huzursuzluğun kaynağı ne? Hiçbir şey olduğuna göre kalkıp da problem yaratmaya, başkalarının oyuncağı haline gelmeye kesinlikle müsaade edemeyiz” tavrını Türk milleti koyması gerekir. 
S oruyorum; Trabzon Limanı isteniyor, Samsun Limanı isteniyor. Niçin isteniyor buralar, söyler misin bana? Neden isteniyor? Yani sen bu insanları aptal mı zannediyorsun? Samsun’la, Trabzon’la kimi karşına alıyorsun? Rusya'yı karşına alamayacağına göre… Değil mi? Burada olan bir devlete karşı bunu yapmak istiyorsun. Sonra ne adına yapıyorsun? Haçlı seferini ilan etmiş bir millet adına bunu yapacaksın ve haçlı saflarına geçeceksin; haçlının safında Müslümanlara karşı kullanacaksın. Buna ne kul müsaade eder ne Allah müsaade eder. Olayın özü budur.

Türkiye Aşağı Yukarı 16 Yıldan Beri Kendi İmal Ettiği Mamulüne Karşılık Bir Tek Kuruş Para Basmıyor

Vatandaşın fakirleşmesi... Şöyle bir önemli husus var; bakınız, biz siyasi hayata geçtiğimiz günden beri anlatmaya çalıştığımız bir husus var. Bu husus da şudur; her devletin milli bir geliri vardır. Bu milli gelirin efendime söyleyeyim bir kısmı o devletin elinde mal olarak mevcuttur. Yani emtia dediğimiz, üretim dediğimiz mamul olarak elinde mevcuttur. Zaten para demek de malın karşılığı olan değer ölçüsü birim demektir; para budur. Yani elinizde malınız vardır, ürettiğiniz bir mamul vardır; onun karşılığında mal mübadelesi dönemi geçtiği için, onun karşılığında siz parayı basarsınız ve o para ile beraber iş görürsünüz. Daha evvel paranın karşılığında devletler, altın hazinelerinden biriktirirken buna mukabil paralarını basarlardı. Fakat Amerika Birleşik Devletleri bunu II. Dünya Savaşı'ndan sonra kabul etmedi, kaldırdı. Ondan sonra para birimi olarak ortaya konulan ölçü, devletlerin milli gelirine mukabil emtia ve para ölçüsü olmuştur; yani, mal ölçüsü olmuştur. Malınız var, onun karşılığında paranız da vardır. 
Şimdi, her yıl devletlerin kendi kazançları var; mal olarak kazandığı, efendime söyleyeyim kazançları var. Bu kazanç artık senin %10’undur, senin %20’ndir, %30’undur ama bu ciddi bir paradır; ciddi bir kazançtır yani. Bu kazanç olmasa zaten o millet de ayakta durması mümkün olmaz. Şimdi paranızın mukabili elde ettiğiniz kar olarak mal, eğer paraya dönüşmez ise piyasa paraya sıkışır. Düşünün ki siz paranızı çalıştırdınız, mal elde ettiniz; paranızı çalıştırdınız, mal elde ettiniz; çalıştırdınız, malı stokladınız, büyüttünüz. Mal büyüyor, bunun karşılığında para yok. Şimdi, devlet de bir işletme gibi malı kazanıyor ama karşılığında para basmıyor; malı kazanıyor, karşılığında parasını basmıyor. Ne oluyor o zaman? Mal piyasada istediğiniz kadar var ama karşılığında paranız yok. İşte emisyon dediğimiz olay, bu malın karşılığında paranın senyoraj hakkını devletin kullanarak basması demektir. Bunu bütün dünya yapar, hür devletlerin tamamı bunu yapar. Türkiye aşağı, yukarı 16 yıldan beri böyle kendi imal ettiği mamulüne karşılık bir tek kuruş para basmıyor. Peki ne yapıyor Türkiye buna karşılık? İşte IMF'nin, ABD'nin, Avrupa Birliği'nin, Avrupa ülkelerinin talimatıyla diyor ki “Sizin yapacağınız iş, malınızın karşılığında para basmak değil”. Bu dediğim esasen ekonomik kuralını, çok özür dilerim yani itham etmek istemiyorum ama bizim maliyecilerimiz de bilmiyor. Affedersiniz yani, ne yaptığını bilmiyor bu adamlar. Ne diyor? “Benden” diyor “borç alacaksın. Benim adamlarım var; senin ülkende onlardan borç alacaksın. O piyasanda olmayan parayı, piyasaya süreceksin; benim param olacak, benim adamımın parası olacak”. Biz bir yıl içerisinde, bir sürü para alıyoruz. Bu yıl aldığımız iç ve dış borç miktarı, bu nev’iden para 320 milyar dolar paraya bali oldu; 320 milyar dolar. 
Şimdi, halbuki biz kendi hakkımızı kullanarak bunu yapmamız gerekirken yapmıyoruz; 320 milyar dolar borç alıyoruz. Bu aldığımız borcun da 1 yıllık faiz tutarı, 150 katrilyona çıktı. Bu yıl Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmen iç ve dış kaynaklara ödeyeceği faiz miktarı 150, 145 katrilyon para. Şimdi bakınız “IMF ile yola devam edeceğim” demek “Gelecek sene 225 katrilyon borç ödeyeceğim, faiz ödeyeceğim; ondan sonraki sene 300; ondan sonraki sene 350, 400 katrilyon faiz ödeyeceğim” demektir. Olay budur. Niye? IMF kurmuş pazarını “Türkiye gibi” diyor “3 tane piyasa olsa; benim adamlarım, ben köşeyi dönerim”. Bu kadar faiz olur mu ya? İşte oluyor. 

Bu Derece Borçlu Olan İkinci Bir Ülke Gösteremezsiniz

Şimdi Sayın Başbakan “2004 yılının sonunda biz bu işe son vereceğiz” dedi.  Ne demiştim size? Bunlar bu kafayla buna son veremezler. Neden veremezler? İki sebepten. Bir; ekonomiyi bilmiyorlar. Ekonomi çok kötüye gitti, ülke battı; batıyor değil, ülke battı. Bu derece borçlu olan ikinci bir ülke gösteremezsiniz. Bu kefasette, bu gelirde, bu giderde ikinci bir devlet gösteremezsiniz. Türkiye gitmiştir.  Ha biz bunu söyledik; bizi dinlediler, dinlemediler. Halkı da ben burada yeriyorum, bu konuda. Neden? Çok söyleniyor. Adam biraz düşünmez mi? Esnafa gidiyorsun “Siftah edemiyorum”. Niye konuşmuyorsun? Bak dünkü işte; bir sene bekleyelim, iki seneye geldi. Ne yaptılar? Hiçbir şey yapamazlar.  Olayı bilmiyorlar. Şimdi sen bir şey bilirsen; güvenle konuşur ve yaparsın. Sen bir şey bilmiyorsan; yapamazsın, yapmam mümkün değil. Bunlar ekonomiyi bilmiyor. IMF ekonomisinin formülünün dışında bir sistem bilmiyorlar. Ha biliyor. Neyi? Çalıştığını, IMF ve tarafları alacak; bunu biliyor. Bunun dışındakini bilmiyor. 

Bu Gidişatla Türkiye'nin Hayırlı Bir Nefes Alması Hiç Mümkün Değil

Şimdi, bu gidişatla Türkiye'nin hayırlı bir nefes alması hiç mümkün değil, bir. İkincisi; Türkiye kesinlikle batma noktasına doğru hızla, Titanik gibi gidiyor. Türkiye ekonomik olarak hızla batma noktasına doğru gidiyor ve bütün bunlara karşı senin dayanağın olan milli gelirlerin, yeraltı kaynakların, yer üstü imkanların peşkeş çekiliyor. Bak, Mustafa Kemal Atatürk döneminden bu tarafa işletilmeyen madenlerimiz, hele altın madenlerimiz bedava fiyatına… Vallahi bunların hesabını hiç kimse veremez, öyle kolay değil bunlar; trilyon dolarlık yatırımlar bunlar, kaynaklar bunlar ve sen birini… Hiçbir şeye de, bedava fiyatına… Boşnak ve Hıncak teşkilatları vardı, Ermeni teşkilatları; bunları destekleyen Ermeni firmalarına satıyorsun. Yani, milli bir firmaya da satmıyorsun bütün bunları.  Hülasa, Türkiye bu gidişle hiçbir şey yapamaz. Yine bu borç batağı devam eder ve önümüzdeki yıllarda Allah korusun ‘paramızı niye veremiyorsunuz, vermiyorsunuz’ diyerek işgal hareketine dahi kalkacak olan maalesef milletler olabilir, devletler olabilir. 
Şimdi, iş işten geçmedikten sonra iktidar yeni atılımlar, yeni tedbirler ortaya koyabilmesi için mutlak surette aklı başında insanlarla istişare edip işin çözüm yollarını bulmak mecburiyeti vardır, mükellefiyeti vardır, diyorum efendim. 

Global Sermayenin İşi Kendi Ürettikleri Mamullere Pazar Bulmaktır

Şimdi, IMF niçin dış ticaret açığı bu derece büyümesine rağmen ‘tedbir alın’ demiyor; yani ‘ithalatı kısın’ demiyor? Olayın sebebi şu; ithalat yapıldığı zaman kendi mamullerine pazar aranıyor, pazar bulunuyor. Burada senin açığın ne kadar olursa olsun, takmış günahına. Sen batmışsın, çıkmışsın, yok olmuşsun; bunu hesap ettiği yok. Ya? Kendi mamulüne pazar bulduğu zaman, sen çok iyisin; ama bulmadığı zaman, sen en kötüsün. Şimdi bütün uğraşları, gayretleri kendi gerek metal cinsinde mamullerine gerekse tarım cinsinden, nev’inden mamullerine vs. bütün mamullerine pazar yapmaktır dünyayı. Bu global sermayenin, serbest pazar ekonomisi adı altında yaptıkları iş; kendi ürettikleri mamullere pazar bulmaktır. Bütün mesele bundan ibarettir. Yani sizi kendisine pazar edecek şu veya bu yolla.
IMF'nin de vazifesi, faizde parasını satmaktır; adamlarının parasını satmaktır, parayla para kazanmaktır. Anlatabildim mi? Şimdi Türkiye'de olan bu; yani, Türkiye bir adım ileri gitmiyor. ‘Türkiye ileri gitti’ deniliyorsa bil ki IMF bizden çok daha fazla para kazandı. ‘İleri gitti, maliye düzeldi’, bizi adamlar çok daha iyi pazar ettiler; bunun manası bu. Bu gidişatın sonu, helak olmaktır. Bunu çok iyi görelim.  

Borcu Borçla Kapatmak Değil, Yeraltı Kaynaklarımızı İşletmek Gerek

Elbette bizim demek istediğimiz de zaten Türkiye'nin kendi şartlarında büyümesi. Bunun olması için de borcu borçla kapatmak değil, borcumuzu bir defa borçlardan kurtarmamız lazım. Ne ile olur bu? Evvela bunun başta olması gereken, 24 saat vatandaşın çalışması gerekiyor. Hepimiz çalışacağız. Bu ülke hepimizin, bu vatan hepimizin, bu devlet bizim. Bunu çalışarak bir noktaya biz taşıyacağız. Ha bizden, bizim sırtımızdan devletin aldığı vergiler; o borçlu faizleri bir defa yok edecek. 
Artı yetmiyor, ne olacak? Bizim yeraltı kaynaklarımız var. Bu yeraltı kaynaklarını vakit geçirmeden, zaman geçirmeden mutlak surette devreye koymamız lazım; yabancı sermayeyi Türkiye'ye getirerek bedava fiyatına onlara vermek değil. Bu büyük bir ihanettir. Trilyon dolarlık o sermayeleri yerin üstüne çıkartıp bugün dünyanın geldiği teknoloji ile bunları işletmek ve de işletme ortaklığına bu milleti getirip ortak yapmak lazım. Yani, işletmeci kim olacak? Sermaye sahibi kim olacak? Benim işçim olacak, benim çiftçim olacak, benim orman köylüm olacak. Bunu ben gezim sıralarında anlatırdım. Şimdi “Ben bir altın işletme şirketi kursam, hanginiz buna ortak olursun?” dediğimde yeminle konuşuyorum “Hocam ya, neden bahsediyorsun? Nasıl ortak olmayız? Neyimiz var, neyimiz yok satarız mutlaka. Sen altın şirketi kuracaksın, yeraltından altını imal edeceksin, bana ‘ortak ol’ diyeceksin; ben sana ortak olmayacağım. Öyle şey olur mu? Mutlaka oluruz” kısaca böyle. Geliri hakikaten fevkalade olan, verimliliği çok üstün olan bu kaynaklara vatandaşı, insanımızın tamamını, yurt dışındaki işçilerimizi ortak etmek suretiyle onların getireceği gelirlerle birlikte en kısa zamanda bu borç sarmalından Türkiye’yi kurtarmamız lazım. 

Yedisinden Yetmişine Oturmaya Paydos Deme Vakti

Artı bak kadınını , çocuğunu, gencini, yaşlısını herkesin hayatını garanti altına almamız lazım. Ya Avrupalı senden, benden akıllı mı kardeşim? Hepiniz, hepimiz gittik, gördük; o insanların bizden çok üstün farkı var mı? Ben, Allah aşkına böyle bir fark göremediğim gibi Türk milleti ile de mukayese ettiğim zaman, çok affedersiniz biraz daha da geride görüyorum. Yani bunu hakir görmek mantığıyla konuşmuyorum, olayın aslı da bu. Ha biz insanımızı… Onlar işsizlik maaşı veriyor. Bir işsiz insanına maaş veriyor. Devlet, onu garanti altına almış bak. Elbette olacak, devlet budur zaten. Büyük devlet olmanın gereği de budur. Ha biz kadınlarımızı emekli edeceğiz. İşçilerimize liyakati nispetinde, yani lüzumu kadar maaşlarını vereceksin. Adam elindeki fileyi dolduramıyor, evine boş gidiyorsa; bunun aldığı maaştan da bir şey olmaz. Yani gününü gün etmek değil, hakikaten kazandığına inanmak gibi duruma onu getirmemiz lazım. Memurumuzu, emeklimizi, çiftçimizi… Hülasa sanayicimizi; herkesi belli bir seviyeye devlet olarak taşımamız lazım. 
Bunun faydası nedir? Bakın ekonomilerde ihmal edilen büyük bir husus var; o da pazar olma hususu. Yani siz üretebilirsiniz ama ürettiğinize cebinde parası olan insan müşteri olmadığı müddetçe üretiminizin kıymeti olmaz.  Şimdi bu üretimi yapacak insana pazar bulacaksınız. Bu pazarı bulduğunuzda da devlet, gelirini alacak vatandaşı buldu demektir. Niye? Kendisine pazar bulan insan ürettiği mamulünü rahatlıkla pazarladığı için, kazancı da rahat olacak. Rahat kazandığından da çekinerek değil severek, devletine hizmet etme aşkı ile vergisini verecek. 
Kısaca demek isterim ki yedisinden yetmişine bir defa oturmaya artık paydos deme vaktidir. Herkes ayağa kalkacak, çalışacağız. Kendi mesleklerimizde çalışacağız. Mesleklerimize imkan tanıyabilmek için devleti iktidar sahibi yapacağız. Artı, kaynaklarımızı devreye koyacağız. Bütün bu kaynakları devreye korken de adilane bir şekilde milletin huzurunu temin edecek ölçüleri korumuş olacağız, diyorum efendim.
Bir de burada mesela bakınız, dış ticaret açığı diyoruz; 30 milyar dolara çıktı, 30 milyar dolar. 24, 23 milyar dolarken kriz çıkmıştı. Demek, olan kriz şu anda gizleniyor. Cari işlem açığıyla aşağı yukarı 12 milyar dolara bali oldu ki kim nereden, hangi ekonomist bakarak buna ‘iyi’ diyorsa onun aklına şaşmak lazım. Yani, böyle iyi olmaz. Ecel yatağında son nefesini bekleyen hasta gibi, o duruma geldi. Allah encanımızı hayır eylesin. 

Sayın Bahçeli ile İktidar Halef-Selef Gibi

Şimdi tabi Milliyetçi Hareket Partisi'nin bu, takdirine kaldı; işlemdir, iyidir-kötüdür. Ancak ben burada Sayın Bahçeli'ye şu hususu ifade etmek isterim; güzel de aynı mantığı sen ortaya koyduğun zaman sana karşı direnen Enis Öksüz'ü görevinden niçin aldın? Ulaştırma Bakanı iken bunu yerinden sen aldın; ben almadım. Sen de aynı yoldan gidiyordun. 
İki; Apo dosyasını sümen altına alıp adamı şu anda bey gibi bakan sizsiniz. Şühedanın, ailelerin desteği ile iktidar oldun. Apo'ya da yaşama hürriyetini, hakkını sen verdin. Nasıl mı verdin? Sümen altı ederek. Bunu sen yaptın. Azınlıkların hakkı senin döneminde gündem edildi. Bunlara ‘evet’ sen dedin. Helsinki’de Avrupa Birliği uyum yasaları münasebetiyle yaptığınız çalışmalarda Kıbrıs'ın gidişine, elimizden çıkışına ilk defa sen ‘evet’ dedin. Öyle değil mi? Mesela Kemal Derviş’i Türkiye'ye getirip Türkiye’yi IMF'nin rıhtımına bağlayan sen oldun. Şimdi söyle bana, senin ondan farkın ne de kalkıp onu şikâyet ediyorsun? 
Eğer şikâyet edeceksen, dilekçeyi çift yazman lazım; kendinden şikâyet edeceksin, bu işleri de selamete alacaksın, diyorum ben. Ama yaptığı iş doğrudur, yanlıştır ona müdahalem yoktur. Ama yapılan işler yanlışsa, kendi de bu yanlışı icra etti; şimdi onun Halef-Selef meselesi efendim, ikisi bir. 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir