info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Görev ve Sorumluluk Bilinci / 25 Temmuz 1999

    Neler Okuyacaksınız

Toplumsal Düzen, Bireylerin Görevlerini İfa Etmesiyle Sağlanır

Şimdi görev ve sorumluluk mevzuu hakikaten çok mühim, çok hassas faydasına binaen üzerinde her zaman durulması gereken bir meseledir, bir hususiyettir. İnsan bedeninde birçok organlar var. İç tabiatımızda organlarımız var, dış tabiatımızda organlarımız var. Gözümüz var, kulağımız var, dilimiz var, burnumuz var; hülasa beş duyu dediğimiz bu duyu organlarımız mevcut. Düşünün ki bunlardan bir tanesi görevini ihmal ediyor. Mesela gözünüz görme vazifesini eda etmiyor, yerine getirmiyor. Göz tembelliği var mıdır bilmiyorum ama böyle bir hastalığın olduğunu görevini ifa edememesinin ne demek olduğunu bir düşünsek, sorumluluğun görevin ne demek olduğunu çok daha iyi kavrarız. Mesela işitme problemi olan bir insan, kulak işitmek içindir ama kulak işitmiyor. Yani kulak görevini yapamıyor. Dil tatmak içindir ama dil tadamıyorsa o insan bünyesinde vücuda gelen ıstırabı şöyle bir tahayyül ederim, hayal ederim. Veya mide vazifesini yapamıyor. Aldığımız gıdaları hazmedemiyorsa insanın iç tabiatında, iç âleminde vücuda gelecek olan rahatsızlıklar, hastalıklar insanı nasıl perişan ederse, nasıl rahatsız ederse, huzurdan mahrum ederse; toplum hayatında da aynen bu organlar gibi, insanlar üzerine düşen vazifeyi ifa etmezlerse, toplum bünyesinde, toplum anatomisinde bu rahatsızlıklar vücuda gelir ki, o zaman toplum hayatımızın dengesi, düzeni kalmaz; bereketi olmaz, huzuru olmaz. Binaenaleyh herkes üzerine düşen vazifeyi bir hakkın eda etmesi lazım ki, o toplum hayatı insanların sürmekte olduğu, yaşamakta olduğu efendim hayatı rahat olsun. Huzur içerisinde olsun, bereketli olsun. Evet, o bakımdan mükellefiyetin hangi boyutta olursa olsun edası her insan üzerine çok ciddi bir görev yüklemektedir. Eğer bu görevi insan yapması kadarıyla ifa etmez, eda etmez ise o nispette hem kendi için çok ciddi bir zafiyet bir hastalık, hem de ifa edeceği bir topluluğun parçası olması münasebetiyle o topluluk için, o cemil için, o bünye için bir zafiyet bir hastalık olur. Bir misal ile bunu ifade etmek istersek; mesela düşünün ki bir presin başında çalışmakta olan işçi. Presin düğmesine basacak, faraza bir dakikada bir mamulü imal edecek. O pres başında bulunan kişi bir dakikada veya iki dakikada neyse biz misal olarak verdiğimiz için, bir mamulün imalatında üzerine düşeni bir dakikada değil, on dakikada ifa ederse, eda ederse o zaman onda bir “o iş geriler” demektir değil mi? Matematik olarak. Yani bir dakikada yapılacak olan işi, bir düğmeye basmayı sen o dakika içinde yapmıyorsun, on dakika sonra yapıyorsun. Ne oluyor? On adet vücuda getirecek olan mamulü, vücuda gelecek olan o mamulü; on adet olacak olan şey, on dakikada maalesef bir taneye inecek. Niye? Siz on dakika sonra vazifesini, vazifenizi ifa ediyorsunuz. Vazifenizi yerine getiriyorsunuz. Hayır, bu tembellik biraz da aşırı gidiyor. Bu on dakikada değil de, bir saatte vazifesini yapıyor. Bir dakikada yapması gereken vazifeyi bir saatte yapıyor. O zaman bu insan çalışma saatinde her saatinde bir defa o presin düğmesine basarsa sekiz saat çalıştığını kabul edersek, sekiz tane imalatı olacak. Hâlbuki diğer matematiksel neticede saatte altmış tane imal edeceği şey, altı sekizin, dört yüz seksen tane olması gereken imalat; maalesef sekiz âdete düşecek. Yani “ya bunu yerine getirmese ne olacak?” En basitinden kaba bir idrakle ortaya çıkacak olan netice işte bu matematik olarak. Şimdi siz bunu, bu misali toplumda her yere taşıyabilirsiniz. Mesela ev işlerinde bir hanımın veya bir hizmetçinin yapması ile mükellef olduğu bir meseleye taşıyın, orada uygulayın. On dakika, yirmi dakika, yarım saat içerisinde yapacağı işi, beş saatte yapıyorsa o evin işleri o gün bitmez. Çok affedersiniz. O eve pislikten girilmez, kokudan girilmez. Tabii bu örnekler çoğalabilir. Burada anlatmak istediğimiz, ifade etmeye çalıştığımız husus herkes mükellefiyetinin gereği olan edaya mecbur olduğu gerek şahsına ait, gerek topluma ait, gerekse Allah'a ait, Allah'a karşı vazifelerini ifaya mecburdur. Buna bir hakkın kendisini memur olarak görmesi lazım. Hiçbir kazancı olmasa dahi insan olarak “mademki ben bu toplumun bir bireyiyim, buradan bir parçayım, ben vazifemi yapmazsam bu toplum sıhhatte olmaz.” Düşüncesi ve gerekçesiyle en azından insanlığa ve insanlar olan saygısıyla vazifesini ifaya mecburdur. Buradan hareketle izah etmek istediğimiz husus mademki mükellef olduğumuz görevlerimizi, vazifelerimizi ifaya mecburuz. Tersi olduğu halde yani ifa edilmediği, yerine getirilmediği halde ortaya çıkacak olan netice bütün toplumu ve nefsimizi ilzam edeceği için hakikat ortadadır diyorum. Çok fazla konuşmaya da gerek görmüyorum. Onun için bizi takip eden kardeşlerimize, gerek kendi nefislerine ait olan sorumluluklarında; gerekse anasına, babasına, ailesine, çevresine, komşusuna, milletine Allah'a karşı ve insanlığa karşı olan vazifelerinde insan çok ciddi düşünmeli ve de sorumluluğunu ifa etmelidir diyorum efendim.


Ruhun Allah’a Vuslatı İbadet ve Taat İle Mümkündür

Şimdi tabii Allah'a karşı olan sorumluluğumuzun çok ciddi bir denge unsuru olduğunu da görmemiz lazım. Biz kabul etsek de etmesek de Cenâb-ı Hakk’ın nefhasıyla vücut bulmuş varlıklarız. Yani insanoğlunda Nefha-i İlahi vardır. Artı insana, insanın bünyesi de dâhil olmak üzere, artı dış tabiatında mevcut olan tabiat varlıkları malzemeleri de olmak üzere hepsi Allah'ın bir ikramıdır. Dolayısıyla insanın kendi kendini değerlendirmesinde, kendi kendini kullanmasında veya kendi yararına kendini kazanmasında Allah'la olan hukukunu, münasebetini dengede tutması gerekiyor. Ruhun özlemi onu yaradan Allah'a vasıl olmaktır, vuslat etmektir. Ruh devamlı bunu ister. Ona varacak olan yol da taat ve ibadettir. Yani ruhun Allah'a vuslatı oturarak olmaz. Gönül yoluyla, kalp yoluyla, Allah'a yapacağınız ibadetle, taatla efendim mümkündür. Bunu yaptığınız zaman hem mükellefiyetinizi ifa ediyorsunuz, hem de sizi yaradan Rabbinizi hoşnut tutuyorsunuz, sizden hoşlanıyor. “Kulum beni seviyor, kulum beni duyuyor, kulum beni, benimle beraber olmak istiyor.” Ama bunu yapmadığınız zaman Allah'la alakanızı, ilginizi kesiyorsunuz. Bir başka ifade de Allah'ı darıltıyorsunuz. Böyle dostluk olmaz, böyle arkadaşlık olmaz veya böyle komşuluk olmaz. Sen nasıl Allah'la komşusun, nasıl Allah'la arkadaşsın, dostsun ki; onu hatırlamıyorsun, onu yâd etmiyorsun. İnsan Rabbini sevdiği iddiasıyla hayatını yaşıyor. Özellikle Müslüman mümin olarak bizler “Rabbimizi çok sevdiğimizi” iddia ederiz ki bu doğrudur. Ama bu bir iddia, ispatı lazım. İspatı da nedir? İşte bizim yapacağımız efendim Allah'ı hatırlamadır, unutmamadır, ibadettir, taattır. O zaman bizi yaradan Rabbimiz memnun olur. Ayette bu bakımdan Allah, “Feżkurûnî eżkurkum” “Beni zikret, an, ben seni anayım.”(Bakara Suresi, 152. Ayet)

Allah'tan Razı Olan Kul, Allah'ın Rızasını Kazanır  

Şimdi insanoğlunun nefsinde kademeler var. Mutasavvıfı zümresi, Nefs-i Raziyye, Nefs-i Marziyye diye ki bu ayetlerde geçiyor. Yani razı olan nefis, razı olunan nefis. Ne demektir bu? Şimdi Allah'ın bizden razı olması için ki en büyük arzumuz budur değil mi? “Allah benden razı olsun.” Herkes bunu ister. Allah'ın bizden razı olması için, evvela bizim Allah'tan razı olmamız lazım. Yani sen Allah'tan razı olacaksın ki, o da senden razı olsun. Peki, nasıl oluyor bu? Onun sana kader olarak tayin ettiği bir hayat var, ona razı olacaksın. Sana ikram ettiği nimetler var, ona razı olacaksın. Seni denemek için verdiği musibetler var; “ondan geliyor” diyor, ona razı olacaksın. “Adam nedir bu? Neye veriyorsun? Kimsin?” Dedin mi fren patlar. Bu arkadaşlık, bu dostluk olmaz. İbrahim Hakkı Hazretleri çok güzel demiş bu konuda. 
“Hoştur bana senden gelen:
 Ya hilat-ü yahut kefen,
 Lütfunda hoş, kahrında hoş.”
 Yani kulun Allah'tan razı olması bu halidir bu. Eğer sen bu hakikaten duyguyu, bu yaşayışı bu hali bu sevgiyi bu muhabbeti hayatına yansıtabiliyorsan, etrafına verebiliyorsan; bil ki Allah de senden razıdır. Çünkü bu o kadar enteresan bir haldir ki, razı olandan mutlaka Allah razı olur. Nasıl onu zikrediyorsan, o, onu zikrettiğin zaman cevap veriyor. Seni, o da zikrediyorsa razı olandan da Allah razı oluyor. Yani kim Allah'tan razı? “Allah benden razı mı?” Şimdi sor, kendine sor, kendini muhakeme et. Cevabını yine sen ver, müftü sen ol, vaiz sen ol. Kendi kendine sor, yine sen cevap ver. Mevlana'nın ifade buyurduğu gibi. “Sen sor, yine sen cevap ver” diyor. “Ey ulular ulusu.” Şimdi sor kendine bakalım. “Sen Allah'tan ne kadar razısın?” Eğer hakikaten Allah'tan çok razıysan, bil ki Allah da senden çok razı. Hayır, verdiğiyle kavga ediyorsun, münakaşa ediyorsun, dinlemiyorsun. O da seninle aynen öyledir. O halde kul olarak, insan olarak ilk adım bizden. Bu işin kanunu bu, statüsü bu, gereği bu. Ama o adımı da attın mı, hiç merak etme. O adımı attığı zaman, nasıl bir iş yapmış oluyorsun? Döner bir merdivene adım atmış oluyorsun. Adımınızı bastınız, merdiven başlar dönmeye. Sen yürümesen de o yürür. Çünkü Allah ona öyle bir kural koydu ki, onun kendisi dönüyor. Yani onun için Allah o kadar kullarından memnun, o kadar razı ki; asıl razı olmayan, memnun olmayan biz, müşteki olan biz. Ee sen şimdi Allah'tan şikâyet eder, kavga eder, onu kabul etmez, benimsemez… Ne kadar sabır var kardeşim ya. Adam oturuyor; bu kadar güzel göz vermiş, kulak vermiş, el vermiş, ayak vermiş. Ne bileyim? Bir organizma vermiş bakıyorsun şaheser. Servet vermiş, sıhhat vermiş, evlat vermiş, hanım vermiş… Hepsini vermiş, hepsi. Kalkıyorsun sen, vay, bırak efendime söyleyeyim, razı olmayı;  inkâr ediyorsun ya. Şu kafaya bak! İnkâr ediyorsun. Söyle sen şimdi, “seni inkâr edenden sen razı olur musun?” “Ama o çok merhametli.” Ben bunu bir sohbette büyük bir zâtın sohbetinde dinlemiştim. “Allah'ın kâfir kullarına olan muhabbeti, bizim Evlad-ı İyali’mize olan muhabbetimizin en az yedi katıdır” diyor. Düşün ki küffara bu merhamet var. Ya ona taatta, ibadette ısrar eden kuluna nesi olmaz? Şeyde ayette onun için Allah'ın sevgilisine hitaben, “Ve ma erselnake illa rahmeten lil alemin.” “Seni ben rahmet peygamberi olarak gönderdim Muhammed'im.” (Enbiya Suresi, 107.Ayet) Enteresandır Uhud'da Cenâb-ı Fahri Âlem Efendimiz ’in mübarek dişi şehit olur, yani kırıyorlar. O anda Hazreti Fatıma annemiz beddua etmek istiyor. Sevgili peygamberimiz “Sus ya Fatıma, rahmet olarak, rahmet peygamberi olarak gönderildim. Ben bu insanların helak olmasını isteyemem.” “Ve Allahüm Mehdi kavmi fe innehum la ya'lemun” buyuruyor. “Ya Rabbi bu insanlar senin merhametini, senin aşkını, senin sevdanı, senin büyüklüğünü bilmezler, anlamazlar, tanımazlar; beni de tanımazlar. İsyanları bundandır, onlara sen hidayet nasip eyle.” Diş şehit oluyor, diş gidiyor. Birçok sahabe şehit oluyor. Şu merhametin enginliğine bak. Bir de düşün ki, onun Rabbinin merhameti ne, ne derecedir. Değil mi? Onun için Allah'ın rahmetinden bir insan ümit kesmemesi lazım. “La taknetu min rahmetillah” “Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin.” (Zümer Suresi, 53. Ayet) O bakımdan eğer kâfir bu sonsuz merhameti bilse kesinlikle küfründe ısrar etmez, hemen kapısına koşar. Ama adaleti ve gazabı da ona göre büyük olduğu için mümin de bu dengeyi, bu hassas dengeyi düşünerek kullukta ısrar eder, ediyoruz efendim. 


Toplumsal Huzur, Anne-Babaya Hürmetle Sağlanır

Şimdi bu öyle bir olay ki bir binada bir taşın görevi neyse, sizin de bir toplum içerisinde vazifeniz odur. “Hayır, efendim ben yapmazsam bir şey olmaz.” Birey olarak dediğiniz zaman düşünün ki bütün bireyler sizin düşüncenizdedir. O bina olmaz. Onun için bütün toplumu vücuda getiren bireylerin aynı düşüncede, aynı istikamette olması lazım. Yani biz üzerimize düşen mükellefiyeti mutlaka eda etmeliyiz. Bunu düşünürse, o zaman ilk defa, kendine kim yakın? Onu dünyaya getiren insan yakın. Bu kimdir? Annedir, babadır. Dikkat edilirse ayeti kerimede Cenâb-ı Hak “Onlar sizin yanınızda ihtiyarlarsa, onlara ‘öf’ bile demeyin.” (İsrâ Suresi, 23. Ayet) Yani onlara hürmet edin, onlara saygı besleyin, onlara hizmet edin. Şimdi ben burada bizi izleyen kardeşlerimize tavsiye edeceğim. Anne ve babalarına son derece itaatkâr olsunlar, hizmet etsinler. Fevkalade mevki, makam, rütbe kazanırlar. Onların gönüllerini yaptıkları zaman Allah o kadar hoşnut ve memnun olur ki o insanlardan. Çünkü insanları Elest meclisinden alıp, bu fani dünyaya taşıyan vesilelerdir onlar. Değil mi? O vesile olmasa biz bu âlemde olmayacaktık, bu dünyada. Dolayısıyla insan olmak gibi büyük bir nimete nail olamayacaktık. Yani insan olmamızın sebebi o ana, o baba, o anne baba. Geliyorsun ve üzerine düşeni de ifa ediyorsun. Sonra annenin ve babanın seni getirdiği yere tekrar vuslat ediyorsun. Tertemiz olarak. Değil mi? İşte o seni bu âleme taşıyan o sebep çok ciddi değere sahip. Bakınız bu manada Allah'ın sevgilisi, “Cennet annelerin ayağı altındadır” buyuruyor. Anne mukaddes, İslam'ın kadına tanıdığı izzet, şeref, mevki dünyanın hiçbir sisteminde, hiçbir dininde yoktur. Yani eğer Allah'tan sonra itaat edilmesi gereken bir varlık olsaydı ana olacaktı. Değil mi? Anne çok farklı, o da kadındır. Onun için bizim toplumumuzda Batı'nın telakkileri şu anda biz kültürümüzü maalesef bir dejenerasyona tabi tuttuğumuz ve bir emperyalizme, kültür emperyalizmine kurban olarak sürüklediğimiz için bu meselelerin muhakemesini derinlemesine yapamıyoruz. Çok ortadan konuşuyoruz, çok kenardan konuşuyoruz. Meseleleri detaylı enine boyuna alıp da yerine oturtamıyoruz. Ben birkaç akşam evvel Nazik Hoca Hanım'ı televizyonda dinlerken onun mevzulara vukufiyeti çok fevkaladedir. Benim ilahiyatta Yüksek İslam Enstitüsünde edebiyat hocamdı. Allah selametini versin, hürmet ve saygılarımı arz ediyorum ona; çok fevkalade büyük bir insan. Dikkat etmişseniz olayları o kadar güzel bir mantık ve mantaliteyle önünüze koyuyor ki, adeta pişmiş taam gibi ondan yememeniz mümkün değil. Yani işi kavramamak, anlamamak mümkün değil. Şimdi bu bir misaldi. Yani biz kendi kültürümüzle, kendi mantalitemizle, kendi diyalektiğimizle beraber kadın meselesine baktığımız zaman evet bizim dünyada kadın sanki kapalı dünyanın mahsulüdür. O bir dünyanın, dünyanın en mümtaz, en mükemmel eşrefi mahlûkudur. O oranın hanımefendisidir, o dünyanın kraliçesidir. Her evin annesi, her evin hanımı bir kraliçedir. Hâlbuki siz bunu ancak bir tane Batı’da bulursunuz. Yani ona kraliçe muamelesi yapmak mükellefiyetindedir. Gerek çocukları, gerek beyi ve sahip akrabası şusu busu… Nikâhında dahi Allah onu “şuradan şuraya, şunu al da koy” diye mükellefiyet vermemiştir. Bir iş konusunda. Nikâhını akdederken beyine sorulur. Asıl olan nikâh sünnet olarak kıyılan nikâhın manası budur. “Sen bunu bakmaya muktedir misin, değil misin?” Şayet “ben değilim” derse caiz değildir nikâh. Yani kadın kendini bakmaz. Şimdi çalışmayı hak diye ortaya sunuyorlar. Deli misin sen kardeşim ya? O naziktir, narindir, nezafettir, nezaket ehlidir. Onu sen bir gül gibi ortaya koyacak, o öyle bakacaksın ona. Ne? Sen sürüyorsun onu. İşçi yapmış onu da hak vermiş ona, çöpçü yapmış onu da hak vermiş ona. Kimi kandırıyorsun be? Değil mi? Ha bu bakmakla mükellefsin. Efendim niçin o kapalı dünyada? Çünkü orada o kendi değerlerini, özünü koruyor. Onunla beraber büyüyor, onunla gelişiyor. “Osmanlı kadını” derler. Hakikaten kültürüyle, konuşmasıyla, oturmasıyla, kalkmasıyla; bizim büyük annelerimizi düşünün, annelerimizi düşünün. Öyle ve yine hoca hanıma getiriyorum, Nazik Hoca Hanım'a. Bir bakıyorsunuz, Osmanlı kadını her şeyiyle tavrıyla, edasıyla, konuşmasıyla, düşüncesiyle, fikriyle doymuyorsan demek adamlığın kalmadı senin. Yani bu işte o dünyanın bir parçası olmak. Kısaca şunu demek istiyorum. Yani bizim dünyamızda ananın, babanın yeri çok farklıdır. Ona karşı olan mükellefiyetimizi eda etmeliyiz. 


Adalet ve Müsavat Olmadan Toplumsal Denge Sağlanamaz

Artı komşularımız var. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Allah'ın sevgilisi buyuruyor. E şimdi bakıyoruz kardeşim; işçi sokağa dökülüyor, “Açım” diye. Memur sokağa dökülüyor, “Açım” diye. Ondan sonra da milletin dengesinden bahsediyoruz. Bu kadar işçinin bu kadar memurun yalan konuşması mümkün değil. E reva mıdır ki sen trilyonları kazanırken, ona şu kadarını reva görüyorsun. Ha? Değil mi? Ondan sonra adaletten bahsediyorsun, müsavattan bahsediyorsun. Bunlar olmaz. Değil mi? Ben bu siyasi konular olduğu için girmek istemem ama bir şey söyleyeceğim. Altmış yaşına gelmiş bir insan, diyorsun buna “çalış.” Ya desen ona git ibadetini yap, güzel bir şey söylersin. Altmış yaşına gelmiş insan nasıl çalışacak ya? Bir işçiyi düşün. Elli beş yaşına gelmiş bir kadın nasıl çalışacak? Sen sanayicisin. Çalışabilir mi? Mümkün olmayanı, mümkün hale getiren bir mantık adaleti, müsavatı takdimde tehirde kalır. Yani “temin edemez” diyorum ben. Hülasa çevremize karşı, komşularımıza karşı olan mükellef… 
İslam buna geçmişte eserleri okursanız bir tanesiyle sohbet ediyoruz diyor ki, “Ya insan hakları yok İslam'da.” Nereden bahsediyorsun sen ya? İslam'ın ele almadığı konu var mı ki, hakkından bahsediyorsun. Kul hakkı diye bir mefhum vardır, kul hakları. Bendeniz veda hutbesini hazırlarken ki benim tezim bu malumunuz, kul hakları mefhumundan girerek ondan istifadeyle meseleyi gündem ettik. Nasıl yok? Nereden rüyamı gördün sen? Veya hiçbir İslam'ın literatürünü tesadüf mü etmedin? Bir hoca efendimi dinlemedin. Bu hakları ele alıp lime lime yapıp, efendim söyleyeyim; nokta nokta, virgül virgül işleyen sadece İslam'dır. İnsanlığa beyan eden ve veren bu hakları İslam'dır. 

Her Birey Üzerine Düşen Vazifeyi Yerine Getirmelidir

Evet, bir son zamanlarda dedikodu mevzu olduğu için bunu da bir milli görev olarak atfediyorum. Bizim bir de insanlığa karşı, yani mümin olmadığı halde efendim Ehl-i Kitap olan insanlara karşı da vazifelerimiz var. En azından onlara İslam'ı hakkı tebliğ etmek mükellefiyetindeyiz. Yani bunu ben yapacağım, bunu sen yapacaksın. Efendim “onları olduğu gibi kabul ederim” hoşgörüsü mantığıyla ortaya çıkmak, hem kendi akıbetini perişan, hem de onu perişan etmek demektir. Bakınız Hazreti Ömer'ül Faruk Efendimiz bir gün bir zât görüyor, yaşlı, böyle solgun benizli ağlıyor. Sahabe diyor ki: “Ya Ömer bu gördüğün zât papazdır, bir Hristiyan'dır. Niye ağlıyorsun? Yani hoşuna mı gitti?” “Hayır” diyor. “Onun için ağlamıyorum. Bu kadar taatte, ibadette ısrar etti, hâlbuki Allah diyor Kur'an'ın da Gâşiye Süresinin üçüncü ve dördüncü ayetlerinde; “Yaptığı ibadetler boşa gidiyor, onları nardan kurtarmıyor, ateşten kurtarmıyor.” “Ateşten kurtulamadı diye ona ağlıyorum.” Şimdi sen nasıl merhamet ehli bir insansın ki, gözünün önünde uçuruma yuvarlanan bir insanı tutmak mükellefiyetinde olan sen, manen ayağı kayan insanı tutmuyorsun. Artı bunu bir tarafa bırak. Bu millet asırlar boyu örfüne, âdetine, geleneğine ve maneviyatına bağlı kalmıştır. Millet olmanın gereğini bu bağlılıkla devam ettirmiştir. Şimdi siz bu inanç mozağını örfe, âdete, geleneğe ve maneviyata bağlılığı bir çalımla aşarsanız; “onu şu yapacağım, bu yapacağım, şu menfaati ona temin edeceğim” derseniz millet diye bir varlık ayakta kalmaz. Şunu çok iyi görmemiz lazım. Bakın Bulgaristan, Macaristan bunlar öz ve öz Türklerdir. Ama bugün Türklük ‘ten bahsetmek mümkün mü? Niye? Neden? Dinini koruyamadığı için, milliyet mefhumunu da koruyamamıştır. Değil mi? Kısaca insanlara karşı da, insanlığa karşı da bugün asıl olarak vazifemiz onları manen eğer peygambere ümmet olduğumuzu, o insanın çok yüce bir insan olduğunu kabul ediyor ve inanıyorsak onun getirdiği tezin yolu bu insanlara, insanlık kardeşlerimize ki onlar bizim karında kardeşimizdir. Hazreti Ali olması lazım. Evet, gönderdiği zaman bir valiyi, tayin ettiği zaman ona diyor ki; “Gittiğin yerdeki insanlar ya senin dinde kardeşin veyahut da karında kardeşindir.” Dinde kardeşin olmayabilir. Onun için insanlık ailesine bizim hizmet borcumuz var, ona hizmet edeceğiz. En büyük hizmette kavgayla, gürültüyle, bağırmakla, dövmekle, sövmekle… Haşa böyle değil. Güzellikle, kavliyle Hazreti Musa'ya Cenâb-ı Hak “Git Firavun'a rifk ile muamele et. Beni anlat” diyor, “Beni tanıt” diyor. Firavun ‘un iman etmeyeceğini Cenâb-ı Hak bilmiyor mu? Ama oradaki nezaket, oradaki nezafet Firavun ‘un değil, sihirbazların imana gelmesine sebep oluyor. Hülasa bunlar ayrı konular. Şunu demek istiyorum. Hem insanlara maneviyatı güzelce anlatacağız. Onlarla kardeş, öz ve öz kardeş olmak için, bir bünyenin organları olmak için, efendim anlatacağız ve onları aydınlatacağız. Aydınlatmadığımız zaman onlar karanlıkta kaldığı müddetçe bunda sen mesulsün. Anlatmadan Huzur-u Mahşerde senin de yakana yapışılacak. “Sen dalkavukluk yaptın, riyakârlık yaptın.” Değil mi? Binaenaleyh üzerimize düşen vazifelerimiz hem insanlığa karşı, hem ailemize karşı, hem çevremize karşı, hem bilhassa milletimize karşı olan, millet bireyleri birbirine bir tarağın nasıl efendim bir zeminde dişleri bir arada bulunuyor ise millet bireyleri de böyle birbirine bir zeminde beraber olmaları lazım. Bütün işleri göğüslemeleri lazım, hep beraber tutup kaldırmaları lazım. Türk milleti tarihin her dönem ve devrinde, bunu hiç unutmayalım. Çok ciddi insanlık örnekleri, örneği olmuş ve insanlığa ders vermiştir. Orta Asya'dan gelip Anadolu Bozkırlarına yerleştiği zaman ta oradan bu tarafa efendim “Türkler at sırtında…” Türkler medeni bir millettir, bunu iyi bilelim. Efendim yani bu milletin bir bireyi olarak ve onun İslam'a yaptığı hizmeti de unutmadan insanlık tarihinde, İslam'a Türk milleti kadar hizmet eden ikinci bir milleti bulmak da mümkün değil. Ha efendim insanların hataları, yanlışları olmaz mı? Kardeşim biz melek olduğumuzu iddia etmiyoruz. O zaten olmuş olsa onun adı insan olmaz, olur melek. Ama insanlık ailesi içerisinde böyle bir mümtaz soy bulmak zor, belki de imkânsızdır. Onun için bu millete güvenmek lazım. Bu milletin siviline, bürokratına, askerine, polisine, hamalına, çiftçisine, çöpçüsüne bütün bireylerine karşı mükellefiyeti eda mecburiyetinde olduğumuzu bilmemiz lazım. Bunu yaparsak herkes üzerine düşeni ifa ederse kanaatim benim o ki;  problemlerimiz kendiliğinden halledilir. Huzurumuz, saadetimiz, mutluluğumuz efendim bir gül bahçesinin güllerinin açtığı gibi açar diyorum efendim. Kusura bakmayın biraz fazla konuştum. 


İslam’ın Hakikatini Anlatmak, Müslüman’ın Vazifesidir

Şimdi efendim Resulullah isterseniz bir hadisle onu bu konuda çok hadisler var ama bir tane kâfidir. Bu yaz gecesi bizi takip edenleri de fazla yormayalım. Peygamber Efendimiz Hazreti Muaz'ı Yemen'e vali olarak tayin ettiği zaman, malum “Neyle amel edersin, neyle hükmedersin?” İşte “Ya Resulallah, Allah'ın kitabıyla bulamadın ondan; Resulünün sünnetiyle, onda da bulamadın. O zaman” diyor, “Onlara ters düşmeyen aklımla hükmederim.” Allah'ın sevgilisi o zaman diyor ona ki: “Doğru söyledin” diyor “Ve senin vazifen Allah'ı bir olarak tanıtmak. Gittiğin topluluk Ehl-i Kitap topluluğudur, kitap ehlidir onlar. Allah'ın bir olduğunu anlatacaksın onlara, hakkı tebliğ edeceksin. Ve Resulü Muhammed Mustafa'nın peygamberi olduğunu anlatacaksın. Bunu anlattığın zaman kabul ederlerse, o zaman onlara namaza anlatacaksın. Onu da kabul ettiler, o zaman onlara zekâtı anlatacaksın. Hülasa onu da kabul ettiler, orucu anlatacaksın.” Buradaki incelik bazı arkadaşlarımızın zannedip iddia ettikleri gibi onlar “siz kendi dininizde kalın” denmemiş. Bilakis Allah'a, Resulüne, imana, itaate davet edilmiş ve ibadet etmeleri tebliğ edilmiştir. E bunu, bu zaten Müslüman’ın hem İslami ve insani görevidir. Bunu eda etmediğiniz zaman İndallah’ta çok ciddi bir vebal altındasınız. Bu kadar kâfi zannederim.


Nefsimize ve Emanetlere Karşı Vazifelerimizi Yerine Getirmeliyiz

Şimdi insanın bir defa Emanet-i İlahi’dir insan, Nefa-i İlahi’dir başta girerken. Bize ait bir şey yok ki,  Allah'ın verdiği emanetlerdir. Siz bir başka insanı kurşun veya bıçakla ölümüne sebep olduğunuz zaman, onu öldürdüğünüz için suçlu değilsiniz. Onu zaten eceli gelmiştir ölecekti. Ama bu başkası olmadı da sen oldun. Buradaki nükte siz emredilen, yasak edilen harama, harama teşebbüs ettiniz. Onun için de suçunuz odur, yanlışınız odur. Ceza bundan terekküp ediyor. Nasıl bir başkasının emanetine ihanet etme mükellefiyetinde veya salahiyetinde değilseniz, şahsınıza ait emanetlere de kıyma yetkisinde salahiyetinde değilsiniz. Yani bir insanı siz öldürdüğünüz zaman nasıl katil oluyorsanız, kendi nefsinize karşı işlediğiniz cinayetten dolayı da osunuz. Çok ciddi bir suçu olmuş oluyor. Binaenaleyh böyle bir şeye teşebbüs etmek de, böyle bir şey düşünmek de, aslında çok sakıncalıdır. Ama birtakım hastalıklar var ki insanları mesuliyetten kurtarır, onlar bahsi diğer. Yani insanlar hasta olur, hastalıklar nedeniyle birtakım olaylara teşebbüs ederler, onlar bizim şeyimizin dışında. Şimdi nefsimize karşı olan vazifelerimiz ve bunların edası konusu ise evvela insanın manen kendini tezkiye etmesi, bir terbiye ile kendini olgunlaştırması, yetiştirmesi madden de sadece manevi bir varlık değilsiniz; iki kanatlı kuşsunuz siz. Bir kanadınız dünyada, biri de ahirette. Yani birini diğeri için de terk etmeyeceksiniz. Maddi ihtiyaçlarınızı da karşılayacaksınız. “O dengeyi kurabilecek bir irade, bir hareket göstermeniz lazımdır” diyor. Bizi takip eden kardeşlerimize hürmet ve saygılarımızı arz ediyorum efendim. 
 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir