
Neler Okuyacaksınız
İnsanlığın Asıl Problemi Kendisidir
Siz hastalığın sadece siyasi boyutlarda olduğunu ifadeyle, ülkemizde mevcut olan rüşvetin, hilenin, dolandırıcılığın vesairenin mevcudiyetinden bahsettiniz. Ben bunu biraz daha genelleştirerek hastalık sadece siyasi vadide değil, ülkemizin birçok kurum ve kuruluşlarında olduğuna dikkatlerimizi çekmek istiyorum. Bizim ülkemizde ticari kuruluşlarımız da sınai kuruluşlarımız da ziraat kuruluşlarımız, dericilik kuruluşlarımız, kurum ve kuruluşlarımız istediğine netice elde edemiyor. Bence bunu, bendeniz bu bir tek sebebe bağlıyorum. O halde, toplumda eğer kurum ve kuruluşlar gereği gibi vazife yapmıyor, bundan dolayı da netice istetilen istihsali temin edemiyorsa, demek ki o kurum ve kuruluşlarda vazife gören insanımız çürüdü demektir. İnsanımızı biz kaybettik. Bendenizin devamlı ifade etmeye çalıştığı husus da budur. Biz ülkemizde hatta dünyada insanlığın asıl problemi kendisidir. Bir ülkede siyasi, iktisadi, ticari, hukuki mesele olmayacak demek değildir. Bu her zaman vardır. Dünyanın her dönem ve devrinde, insanlığın kendisine ait birtakım problemleri olmuştur. Bunlar ticari problemlerdir, bunlar zirai problemlerdir, sınai problemidir, siyasi problemdir, hukuki problemdir ama bütün bunların önünde öyle bir problem var ki, insan problemi. Siz o problemi aştığınız zaman, onu hallettiğiniz zaman, bütün problemleri hallediyorsunuz. Onu aşamadığınız zaman, halledemediğiniz zaman, hiçbir problemi halledemiyorsunuz. Bu da nedir? İşte insanın bizatihi kendisidir. Bence bugün asıl mesele insan meselesidir. Onu yetiştirme, eğitme, evvela kendi yararına kazanma, kazanılma olaydır.
Kendiyle Savaş Halinde Olan İnsan Hukuka Uymaz
Bugün insanlık adeta kendi hukukunu çiğniyor. Kendi hakkını gasp ediyor. Kendisine, kendi hukukuna kendisi uymuyor. Şimdi nerden biliyorsunuz derseniz, esasen insanın nefsinin asıl davası inancıdır , Allah'a olan ihtiyacıdır. Yani biz inanmakla aslında en büyük ihtiyacımızı gideriyoruz. Nasıl günde bir iki defa veya üç defa, birtakım gıdalarla midemizi doyuruyor, tatmin ediyorsak, bir de bizim ruh cihetimiz var ki, bunu maneviyatla, inançla, ibadetle tatmin etmemiz lazım. Bu insanın kendi öz davası, öz hakkıdır. Bugün insanlık bunu atmış bir tarafa. Dolayısıyla kendi hukukunu çiğniyor. Kendi kendine isyan ediyor. Kendi hakkını gasp ediyor. Yahu, sen kendi hakkını gasp eden insandan, bir hayırlı netice beklemek mümkün mü? Himmete muhtaç olan dede, âleme himmet ede . Bu hiç mümkün değil. Demek isterim ki asıl mesele insan mesele. O halde insanı biz kendi yararına, kendi faidesine kazanacağız. Şimdi kendi yararına kazandığımız insan, ailede mükemmeldir. Kendi yararına kazandığımız insan, mahallede mükemmeldir. Kendi yararına kazandığımız insan, kazada, vilayette, bürokraside mükemmel, her yerde mükemmeldir. O öğretmen ise mükemmel bu öğretmendir. İşçiyse mükemmel bir işçidir. Çiftçiyse mükemmel bir çiftçidir. Efendim, milletvekili ise mükemmel. Siyasi ise, çok mükemmel bir siyasi, bilim adamı veya uygulayıcıdır. Sen şimdi bunun yerine kalkıyorsun, robotlara koyuyorsun. Robot rol yapıyor. Yani bu insan tipi örgüde yok. Kendiyle savaş halinde olan, kendi hukukuna uymayan insan, Allah'ın hukukuna senin benim hukukuma uyar mı? Değil mi?
İnsanlarımızı Kendi Adetimize, Örfümüze Göre Kendisi İçin Kazanmamız Lazım
Şimdi burada bir şey hatırama geliyor. Bendeniz bunu her zaman söylerim. Ölümden sonra dirilmeye inanmayan bir insan neden çalmasın? Yapacağı en tabi iş çalmaktır, yontmaktır.Tabi canım değil mi? Kısaca biz o halde insanı tamir etmemiz lazım. İnsana kendi örfümüze, âdetimize, geleneğimize, maneviyatımıza göre, evvela kendisi için kazanmamız lazım. Ben deniz aynı zamanda bir eğitimciyim. Bu nedenle diyorum ki bütün mesele insanda toplanıyor. Bir misal ile bu mevzuyu izaha kavuşturmak istersek, derim ki: Bakınız esasen sistemler gerek hukuku olsun gerek içtimaı olsun gerek ahlakı olsun, insan elinde bir vasıtadır, vesiledir. Yani bunların mükemmel olması, yayınlaması insanın karakterine, ona kendisini vermesine bağlıdır. Hangi nispette o işi benimsiyor, ona kendisini veriyor, onu çıkarına kabul ediyorsa, o sistem verimli demektir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Nereye benziyor bu? Şimdi bir bıçak. Annemiz bununla soğan, patates, ekmek doğrar, önümüze getirir. Yemek hazırlar mutfakta, değil mi? Ama bir doktor hayat kurtarır. Bir kasap bununla rızkını kazanır. Aynı bıçakla bir katil, tasavvur ettiği cinayet işler. Bak dikkat edersek, bireylerin elinde kullanılan vasıta aynı olmasına rağmen, fonksiyonlar farklı farklıdır. Aynı vasıta. O halde gelin bir sistemmiş, şuymuş, buymuş bunlarla mücadeleyi, kavgayı bırakalım. Neyle mücadele edelim? Kendimizi bu noktaya iten görüşlerle, yanlışlarla, inançsızlıkla bunları yok edelim. İnsanı kazanalım. Evvela kendimizi kendi yararımıza kazanalım. Kazanmanın seferberliğini ilan edelim. Bugün Türk toplumunun asıl ihtiyacı bunadır. O zaman bak göreceğiz. Siyasilerimiz ne kadar mükemmel devlete, millete, orduya her şeye sahip çıkacak. Değil mi? Bu sorumluluk duygusu, bu hesap duygusu, bu muhasebe duygusu, bu murakabe duygusu, inancı, insanın gönlünde taht kurduğu zaman, o memlekette asayiş tamamdır. O memlekette adalet tamamdır. O memlekette siyaset tamamdır. Her şey tamamdır. Yani kısaca insanın şahsında, ben her şeyi görüyorum.
Tarihine Sahip Çık, Ağlayan Yüzler Gülsün
O bakımdan bendenize sorarsan bu insanı nasıl yetiştiririz? Evvela ülkemizde şunu görmemiz gerekir ki, ciddi bir eğitim boşluğu var. Bu eğitim boşluğunu, en kısa zamanda tamamlamamız şarttır ve de zaruridir. Artı bizim tarihimizden gelen, sivil kurumlar var. Bunlar meşrepler ve de mezheplerdir. Bunlar manen insanları eğiterek, doruk noktaya, fevkalade bir seviyeye ulaştırıyorlar. Şimdi bunlar bedava da vazife görüyorlar, hiçbir şey de istemiyorlar devletten. Aslında imparatorluk döneminde, bu insanlar yetişsin diye bu sivil kurumlara tahsisat ayrılır idi. Ve o toplumda düşünebiliyor musunuz? Bir vilayette, bir yıl geçiyor aradan, bir cinayet işlenmiyor. Neden? Bireylerin tamamı kendi yararına, hak hesabına kazanılıyor. Bu eğitim veriliyor, o kurumlarda, o kuruluşlarda?
Aslında devlet bu kurum ve kuruşlara sahip çıkması lazım. Bak o zaman göreceğiz nasıl cennete dönüyor Türkiye. Osmanlı dönemindeki insanla, bugünkü insan arasında bir fark yok. O günkü insan da duyuyor, hissediyor, konuşuyor, akdediyordu, vehmediyordu, hayal kuruyordu. Bugünkü de aynı. Ama onların yetişme tarzı, eğitim tarzı, kendi yararına kazanılma metotları çok farklıydı. Ben de onun için bir şiirimde diyorum ki: “Tarihine sahip çık, Ağlayan yüzler gülsün.” Milletin tarihine sahip çıkması lazım. Tarihiyle küskün bir millet olur mu ya? Tarif bir milletin hafızasıdır. Sen hafızanı kaybettin mi deliye dönersin, fert olarak. Sağa çarparsın, sola vurursun, gider duvara çarparsın. Bu ne? Ha tarihi kaybetmek de budur. Muhasebeyi yok ederiz. Hesabı kitabı olmayan milletin istiklali, istikbali olur mu? Onun için biz istiklal vadeden horozlar gibi de değiliz. Değil mi? Evet efendim.
İnsanın Kendiyle Hesaplaşması Kadar Büyük Bir Meziyeti Yoktur
Gururlanma padişahım senden büyük Allah var. Münadiler devamlı etrafında padişahı söylermiş. Bilhassa cumadan çıkarken, etrafında efendime söyleyeyim, mahfillerde bulunan cemaat bunu söylermiş.
Zira insanın kendiyle hesaplaşması kadar büyük bir meziyeti de yoktur. Yani, hani vicdan dediğimiz olay da budur. Sen kendi indinde, kendi özünde, kendini temize çıkartacaksın. Yani bu duyguya kavuşacaksın ki, toplum huzurundaki hesabı kitabı kabul edesin. Buna utanma duygusu da diyebiliriz. Bunu kaybeden bu arı kaybeden insan niye senden utansın? Niye benden utansın? Kendinden insan çekinecek evvela. Değil mi efendim? Hani eskiler derler, yüz kalmadı ki… İşte budur.
Osmanlı Demek, Şeyh Edebali Demektir
Şimdi bizim tarihimizde bu eşsiz misaller çokçadır. Bugün bugünün insanı aynı şekilde o maziye sahip çıkmakla, o geçmişe sahip çıkmakla, aynı noktaya varması çok tabidir ve de çok da kolaydır.
Bu, bence “nasıl olur?” dersek, o tarihi vücuda getiren, işte kurum ve kuruluşlardaki bireylerin, merkezi noktasında bulunan kâmil mürebbiler, insanlar vardır. Buna biz geçmişte “insan-ı kâmil” diyoruz. Bugün erdemli insan da denilebilir buna. Bu zevat, geçmişte adeta böyle, hallaç pamuğu gibi insandan topluma kadar bütün fertleri atıyor, onları teşkilatlandırıyordu. Mesela Osmanlının kuruluşuna baktığınız zaman, bir Şeyh Edebali görmezseniz, körsünüz. Çünkü Osmanlı demek, Şeyh Edebali demektir. Aynı hüner bugünkü insanımızın içerisinde mevcuttur. Ama belki, Şeyh Edebali kadar hüner sahibi değildir ama onu andıracak onda meziyette mevcuttur. Şimdi Osman Bey'i, Osman Bey yapan nasıl bir Şeyh Edebali ise, bugünkü efendim çeşitli kurum ve kuruluşlarda hizmet eden ağabeylerimizi, kardeşlerimizi, hakikaten o bulunduğu mevkiinin, mümessili temsilcisi yapacak olan da bunlardır. Bunlar bizim toplumumuzda var. Her zaman var olmuştur. Önüne geçilmek istenmiş olmasına rağmen, birçok birtakım yalan yanlış sözler, iftiralar edilmiş olmasına rağmen, bu eşhas mevcuttur. Ve kanaatime göre, bu millet kıyamete kadar da bu mümessilleri devam ettirecektir. Buna inancım tamdır.
Biz bu iki kurumun dışında aradığımız gibi, bu iki kuruma da hiç sahip çıkmadık. Bilakis onları ittik. Değil mi? O zaman aradığımızı bulamadık. O zannettik, getirdik uygulamada baktık. O değil. Yani o aranılan tip değil. Bir daha koşuş yaptık, bir başkasını bulduk, getirdik. Dediğimiz yere koyduk. Bu ticari, sınai, siyasi herhangi bir sahaya koyduk. Allah, gene bu değil. Bir daha değiştirdik. A gitti, B geldi aynı, C geldi aynı… Yani bütün herkes değişti ama oraya gelen insanlar değişmedi. İsimleri, cisimleri birbirinden farklı. Tabiatları, muhasebe, murakabe anlayışları aynı. Yani, değişmesi de mümkün değil. Bu yapıyı değiştirmek için, bu anlayışı değiştirmek için evvela o değişikliği kendi iç tabiatında yaşayan insanı, söz sahibi yapmamız gerekir. Değil mi? İşte bu kurum ve kuruluşların ihya edilmesine bağlıdır bunlar. Yani mezheplerimizin, meşreplerimizin bizzat devlet eliyle beslenmesine, desteklenmesine ve bunlar tarafından yetiştirilecek insanların böylece himaye edilmesine bağlıdır.
Genç Demek, Yaş İtibarı ile Değil Ruhen Diri Olan İnsandır
Bizim hem görmek isteme arzumuz var, hem de ümidimiz var. Zaten ümidi vatan da gençliğimizin kendisidir. Bundan bunun neticeyi beklemek de bizim hem hakkımız hem de idealimizdi. Şimdi genç insan demek benim anlayışıma göre, inancıma göre, yaş itibariyle şu veya bu yaşta olan insan değil. Ruhen diri, her zaman için atılgan, cesaretli, şecaatli, hesaba kitaba inanan, dilini şu mutlak kabul eden ve bu anlayış üzre hayatını canlı bir şekilde, diri bir şekilde, yaşayan insanın adına genç diyorum. İhtiyar da pörsümüş, içi geçmiş, insana diyorum. Bu 20 yaşında da olsa ihtiyardır, 90 yaşında da olsa ihtiyardır. Az evvel tarif ettiğim tip, 90 yaşında da olsa gençtir, 20 yaşında da olsa gençtir. Yani bu bir sıfattır bence, yaş değildir.
Bir insan gençliğinin ispatını yapabilmesi için, evvela inanması lazım. İki, inandığı şeyi aksiyon haline getirmesi lazım ki buna da ibadet denir. Yani biz inandık diyorsak, inancımızı ispat eden ibadetimizi, mutlaka sergilememiz gerekir. İbadetler insanın inancının ispatıdır. Mahkemeye gidiyorsunuz, size bir şahit soruluyor. Evet geldin ama şu adam senin paranı çalmış veya sana bir şamar almış. Şahidin var mı? Şahidi gösterebiliyorsanız , o zaman sizin davada kazanma şansınız %90 veya %99, %100 olabiliyor. Gösteremiyorsanız, o zaman siz haklı olan davanızı kaybediyorsunuz. Şimdi ben inanıyorum demek aslında büyük bir iddiadır, bir davadır. Bu davanın ispatı ibadetleridir. Gencimize o bakımdan ben, bu iki şeyi mutlaka tavsiye ediyorum. Nedir? Bir inanması, iki inandığı dinin kurallarını hayatına geçmesi yani ibadetidir. Mutlaka bunu yapması zaruridir ve de şarttır.
İbadet Allah’ı Tanıma İlmidir
Sonra ibadet aynı zamanda kişinin olgunlaşmasını temin eden bir yoldur. İbadetle insan nefsini tezkiye eder, büyür yani olgunlaşır, kemale erer, mükemmel bir varlık haline gelir. Artı ibadet aynı zamanda bir bilim dalıdır, bir ilim dalıdır. Nedir bu ilim dalı? Allah'ı bilme ilmidir. Allah'a arif olmak istiyorsak, ibadetle iştigal etmemiz lazım ki onu tanıyalım. Yüz binlerce sayfa kitap okuyun Allah'ı tanıyamazsınız. Bilemezsiniz ama namazdaki bir huşu ile Allah'ın sizin kalbinize bir tecellisi ile o Allah'a olan yakınlığınız kendisini size tanıdır. Yani ibadette Allah kulunun kalbine tecelli eder. Bu tecelli esnasında da kul Rabbini tanır. Onun için ben deniz diyorum ki ibadet Allah'ı tanıma ilmidir.
Efendim insanlar bugün Allah'ı tanımıyor, tanımak istiyor ama ne okutalım bunlara? Hiçbir şey okutmayacaksın, inandıracaksın, inandığın şeyin kurallarını da uygulatacaksın. Mesela namaz. Mesela Allah'ı zikir. Enteresandır. Bir ayet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz: “Fezkuruni ezkurkum” (Beni zikret, ben de seni zikredeyim). (Bakara Suresi, 152. Ayet) Bu ne demektir? Sen “Allah” diyorsun, o da sana “Buyur kulum, ne istiyorsun?”. Bu demek bu. Şimdi düşün ki kul bu manayı yaşayarak Allah, Allah, Allah diyor. Bu şekilde Allah ile beraber irtibat kuran insan, onun o tecellilerini kalbinde yaşayacak. Sen onu kessen bile, “ben onu yaşıyorum kardeşim ya sen manyak mısın” der. Yani o bir hal ilmidir, ibadet. İbadet hal ilmidir. Öyle bazılarını zannedip iddia ettiği gibi herhangi bir hareket tarzı değil, şekli değildir. Onun için, ibadetlerimizi de arkadaşlarımıza ve bizi dinleyenlere tavsiyem, kalbi huzur içerisinde, Allah'ın huzurundaymış gibi onu yapmaya gayret etmektir. Buna da ihsan hali denir. Bu hale zaten insan vasıl olduğu zaman, o zevki maneviyi tattığı zaman, her anında ister ki hep öyle olayım. Asıl sevda da budur. Aşk da budur.
Aşk nedir? İnsanın, Allah'ın, insanın kalbinde kendini sevmesidir. Yani, seven de sevilen de O’dur. “Sevilen, kendi zatıdır; değil sanma Gayrullah.” Yani insan kimi seviyor aslında? Kalbinde Allah'ı seviyor. Bir sevda, yani din bir sevda yumağıdır. Bir sevda selidir. Hakiki sevdalı, Allah aşklarıdır. Yoksa bugün, bize geçici fani varlıklara böyle hayatını feda eder derecede kapılan insanların yaptığına, Allah gani gani rahmet eylesin ki; bizim yetişmemizde de çok büyük unsur ve vasıta olmuştur. Necip Fazıl: “Onlarınkiler eşek aşkıdır.” Değil mi efendim? Allah'ı sevmek, Allah aşkı… İnsanın kalbine olan tecellisidir Allah'ın. O tecelli zaten aşktır, muhabbettir. Hani onu yaşama halidir. Onu yaşadığımız zaman işte isteriz ki hep o tadı, o lezzeti bulalım. Ona varalım.
Bak, ubudiyetle hayatını geçiren insanlar mektep medrese görmemişler. Ama gidin, bir sohbet edin; ariftir. O kadar tatlı sohbetler yapar ki. Ben anamla her zaman iftihar ederim. Allah gani gani rahmet eylesin. Allah rahmet eylesin. Hem babamın ölümünde, hem de annemin ölümünde, ikisi de kucağımda ruhlarını Allah'a teslim etti. Zaten öyle dua ederlerdi. Ben de öyle dua ederdim. İkisini de ben uğurladım. Kur'an-ı Kerim okuyarak, şehadet getirerek öyle göçtüler. Her ikisi de çok tatlı bir gidişte gitti. Efendim ben şunu anlatmak için şey ettim. Bu misali verdim. Yani Cenâb-ı Hakk'ı zikreden insan, mesela benim annem okuma yazma bilmezdi. Ama inanır mısınız? O kadar arif bir kadın, arife bir kadındı ki ticari meselelerimi, sınai meselelerimi, meslek meselelerimi, oturup onunla beraber sohbet ederdim. Efendim ne derse onun dediği gibi çıkardı o neticede. Oğlum bunu böyle yap, şunu şöyle yap. Bunu böyle yaparsan böyle olur, şöyle yaparsan böyle olur. Neydi bu peki? Bu ilmi nereden alıyor? İşte ibadetten. Arife oluyor. Bilgi sahibi oluyor efendim.
Gençliğimizde, gençliğimizde işte aranılan bence en büyük hususiyetler, vasıflar bunlar olması lazım. Bu oldu mu istikamet tamamdır. Sırat-ı Müstakim, Allah Kur'an'ında öyle beyan etmiyor mu? Bu yaşlı da olsa, genç de olsa yaş itibarıyla o Sırat-ı Müstakim’e girdiğimiz zaman orada bir defa gençlik huzurunu bulacak, tadını elde edecek. Kaba hoyrat olmaz, yıkıcı, yakıcı olmaz, sadist olmaz. İnsanın uyumlu olması için evvela kendiyle başta söyledim, uyumlu olması lazım. Bu uyumu ne temin eder? İşte ubudiyet temin eder. Tavsiyem budur efendim.
Milli Eğitimin Gayesi Bir Fransız Hanımefendisi, Delikanlısı Tipi Yetiştirmekti
Ne tavsiye edeceğiz? Bizim geçmişimiz bu misallerle doludur. Ama ben öğretmenlik yaptığım, lisede hocalık yaptığım çağlardan, zamanlardan çok iyi hatırlıyorum. Bizim milli eğitimin o zaman maksadı, gayesi bir Fransız hanımefendisi, bir Fransız delikanlısı tipi yetiştirmekti. Hatta öğretmen olarak arkadaşlarla yaptığımız müzakere de ya biz Fransız değiliz ki, biz Türk milletiyiz. Yarın bu çocuklar, bu gençler büyüyecek, bunlar Fransız bilmem oldu yani onların örfünü, âdetini, sergilediği zaman bunlardan bir şikâyet edeceğiz. Nitekim de öyle oldu. Yüksek tahsile liseden sonra giden öğrenciler, arkadaşlarımız, kardeşlerimiz geldiler. Memleketinde annelerine, babalarına isim takmaya başladılar. Efendim annesine, koca karı babasına moruk. Bu neden? Şimdi kendi benliğiyle, kendi örfüyle, âdetiyle, iftar edemeyen, etmesini bilmeyen, başkasını taklit eden, başkasının ne bileyim malzemesi haline gelen insanın neticede yapacağı iş budur. Bu bir çatışmaya da vesile olmuştur bir zamanlar. Devamlı surette okuyan insanımızla, okumayan insanımızın arasında korkunç bir çatışma olmuştur. Okuyan okumayana beğenmemiştir. Okuyan okumayana beğenmediği için, okumayan da okuyan beğenmemiştir. İnsanların birbirini bu şekilde inkâr ettiği, ikinci bir toplum bilemiyorum var mı, varsa gene bizim toplum olmuştur o zamanlar.
Peki efendim çıkar nedir? Çıkar yol nedir? Bizde geçmişte bu medeniyetleri kuran insan tipleri mevcut. Bunlar yaşanmış, ispatlanmış. Bu bizim örfümüzde saklıdır, adetlerimizde saklıdır, geleneklerimizde saklıdır. Dinimizde maneviyatımızda bunlar mevcuttur, müşekkel haldedir. Aynısını alacağız, kopya edeceğiz yani adapte edeceğiz bugünkü hayatımızı. Bu olduğu zaman o zaman istenilen genci kazandık demektir. Hanımefendimizde kazanılmıştır, beyefendimizde kazanılmıştır. Hayır, bunları bulamadık. Biz beyhude gayret sarf ederiz . Bilmeden bir Fransız hayranı, bir İngiliz hayranı, bir Amerikan hayranı… Efendim bunların tekniğini, sanatını almayalım. Onu demek istemiyorum. Ruhen onlara adaptasyonunu tamamlamış, insan tipleri ortaya çıkar ki, ona artık şeklen Türk diyeceğiz. Hakikatte Türk demek biraz belki zor olacaktır. Yani biz kendi öz değerlerimizden hareketle bu insan tipini yetiştirmek durumundayız. Bu kavşağa geldik. Bence bizi idare eden siyasi irade. Bu hususu çok iyi görmesi ve değerlendirmesi lazım. Bunu görmediğimiz zaman, akıbetimiz kabul etsek de, etmezsek de meçhuldür. Niye? Çünkü her millet kendi mümessilleriyle, bireyleriyle ayaktadır. E senin birey tiplerin sana ait tipler değil ki. Değil mi? Adeta geçmişte buna casus denildi. Biz casus yetiştiriyoruz. Olmaz. Evet efendim. Buna da bunu diyebiliriz .
Tabi bu da yine siyasi iradenin ve milli eğitimin vazifesidir. Çünkü doruk noktadaki insanları yetiştiren bunlardır. Kanun tekliflerini veren de bunlardır. Şunu bunu yapan, hep bütün bunlar. Bunlar yaptığı zaman, modelleri yetiştiren tarzı ortaya sunduğu zaman, sivil kurumları işler hale getirdikleri zaman bu modeller çoğalacak. Değil mi?
Milli İrade Milletin İradesi Demektir
Aksi takdirde. Şimdi milli irade diyoruz. Milli irade ne demektir? Milletin iradesi demektir . Milletin iradesi olmayan iradeye milli irade demek saflıktır veya aptallıktır. Şimdi milli iradeyi temsil etmek için, bilmem kaç senede bir seçim yapıyoruz. Geliyoruz meclise. Bu milli irade mecliste, aynı tıkanıklığı bir önceki siyasi iktidarlar gibi bir şey yaşıyor veya yaşatıyor. Bu nedir? O halde biz milli iradeyle bir şey taşımıyoruz oraya. Ne yapıyoruz? Belli kulvarda, efendim bizi şartlandıran insanların düşüncelerini taşıyoruz. Hâlbuki millete hakikaten gidilse, millete sorulsa, daha doğrusu rejim çalışsa, milletin duygusu, düşüncesi, örfü, adeti, geleneği, bakışı, maddi ve manevi açıdan olaylara yön verişi, meclise, mümessilleri tarafından taşınsa ve bunlar müzakere konusu olsa, o zaman mesele tamam ama böyle olmuyor.
Niye? Şimdi dediğim gibi belli kulvarlarda koşma mecburiyeti var. Neden? E bugün milli irade yerine milli şef var. Milli başkanlar var. Bunların dediğinin dışına hiç kimse çıkması mümkün değil. Ne padişahlığı? Kurban oldum padişahlığa. Padişahın etrafında bir heyeti vardı. Bir vüzera grubu vardı. Onuna istişare yapardı. Şimdikilerin öyle bir derdi de yok. Yani bir taraftan adeta, sanki böyle sen böyle yapacaksın diye teşvik ediliyor, güçlendiriliyor, kuvvetlendiriyor. Adam daha kimseyi dinlemiyor. Sulta sahibi oluyor. Mühür kimdeyse Süleyman da O oluyor malum. O halde milletin iradesi meclise taşınmıyor.
Şimdi her yeni seçim aslında yeni bir yenilik demektir. Bakın bizde göreceksiniz. Her yeni seçim yeni bunalım olacak. Neden? Yenilikleri bekleyeceğiz, eskileri göreceğiz. Fertler değişmiş, insanlar değişmiş veya şekiller değişmiş ama düğmeye basan tek olduğu için hep onun dediğini herkes tekrarlıyor. Aynı şey tekrarlanacak ve bu netice elde edilmeyecek.
Şeffaflık, Milletin Hesap Sorması Demektir
Dönüyoruz başa. İşte o insan tipini yetiştireceğiz. Birbirine s aygılı olacağız. Sevgimiz, muhabbetimiz sonsuz olacak. İtimat edeceğiz. Teslim olacağız. Bakın, Hz. Ebubekir Sıddık Efendimiz ne buyuruyor? “Eğer ben”, diyor, “yanlışlık yaparsam beni kılıçlarınız da düzeltin”. Şimdi bu ara bizimkiler dediler ki, “ya şeffaf olalım”. Ben de sevindim, hakikaten gideceğiz diyeceğiz idareciye “Gel bakalım buraya. Sen şunu şunu yaptın.” Nerede? Mümkün mü? Kafanı kırarlar. Bir sürü engeller. Şeffaflık bu demektir. Milletin hesap sorması demektir. Millet vekil. Asıl olan milletin kendisidir. Şimdi vekiller asıl milletvekili oldu. He ya böyle olmaz efendim. Hani burada benim gördüğüm, ne sistemde kabahat var, ne şurada ne bunda. Kimde? Bu işi algılamayan bizlerde hata var. O halde biz düzelelim .
Niye iyi olacaktı biliyor musun? Ya biz muhtar seviyesinde insanların olduğu mahallelere gidiyoruz. Her taraf cennet gibi ya. Güllük gülistanlık. Ama yukarıya çıktığımız zaman bu cennet bahçesini bulamıyoruz. Ki o adam belki de ilkokulu bile bitirmemiştir. Muhtar dediğimiz ağabeylerimiz. Allah razı olsun. Ama feraset ekle. Neyle yönetiyor? O inancıyla, örfüyle, o adetiyle, o geleneğiyle, o saygısıyla, o muhabbetiyle insanlara hâkim oluyor. Ha orada o zaman idare tamam. Şimdi yukarı çıktıkça, bu kalıyor geride tek insanın şahsına. O insanın kültürüne kalıyor. Onun görüşüne bakıyor. Onun olaylara bakış tarzına kalıyor. Yorumlama tarzına kalıyor. Ondan sonra erkeksen çık işin içinden. Hiç çıkamıyorsun.
Ruhun Bir Karanlık, Bir Aydınlık İki Yönü Vardır
Burada tabi çok enteresan bir incelik var. Nefis de o ruh aslında aynı şeydir. Ruhun iki kanadı var veya iki yönü var. Biri onun gecesi biri de gündüzüdür. Nefis dediğimiz karanlık taraf, ruh dediğimiz aydınlık tarafıdır. Bu tasavvuf sınıfı buna “ruhu hayvan” “ruhu sultan” der. Şimdi Cenab-ı Hak'tan bize nefa-i ilahi olarak verilen bu özün içerisinde bu iki şey de mevcuttur. Tamam mı? Birisi kahir tecellisidir, birisi cemal tecellisidir. Celal ve cemal denir buna. Şimdi Allah'ımızın istediği bizden, o celal tecellilerini cemale çevirmektir. İşte terbiye dediğimiz olay da budur. İnsanın kendi üzerinde bulunan, nefis dünyasında bulunan, ahlak-ı zemimesinin yok edilmesi, o ahlak-ı hamideye tebdil olunma olayı. İşte sivil kurum dediğimiz yerler de, bu işte bize yol gösteren bir mektep gibidir. Orada biz kendi iç tabiatımızı tezkiye ederiz. Ahlak-ı hamideye, ahlak-ı zemimeyi tebdil ederiz. Yani bu o bakımdan çok mühim. Evet zannederim bu kadar kâfidir. Fazla da dinleyicilerimizi sıkmayalım.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız