Neler Okuyacaksınız
Fransa’nın 1915 Kararı Esef Vericidir
Fransa 29 Mayıs 1998'de Ulusal Meclisi'nden 1915 olaylarının Ermeni soykırımı olarak tanınması kararını geçirmiş 16 karar Fransız Senatosu'nun 7 Kasım 2000 tarihli oturumunda Senato tarafından da 40'a karşı 160 oyla kabul edilmiştir.
Şimdi Batı'ya Türkiye açılırken, hatırlar iseniz ilk defa Fransa ile açılmıştır. Yani Batı dünyasıyla bizim münasebetlerimizdeki kapı Fransa'dır. Tanzimat'tan bu tarafa, yani Batı'nın nüvesi, Batı'nın mikyası, maketi olarak hep biz Fransa'yı gördük. Zira Fransız ihtilalinden sonra Batı'da Fransa'nın çok ayrı bir yeri olmuştur. Dolayısıyla aydınlarımızın Osmanlı döneminde kadrolaşması dahi hep Fransa'da olmuştur, Paris'te olmuştur. Paris'te gezerken eski bir Fransız arkadaşınız varsa, yani yaşlı bir Fransız arkadaşınız varsa, Osmanlı aydınlarıyla yaşlı Fransızların ediplerinin, şairlerinin, yazarlarının oturduğu kahveleri, yerleri size ayrı ayrı gösterip hatıralarını nakledebilirler. Buradan ben şunu anlatmak istiyorum. Yani bu bizim Avrupa ile yakınlığımız bilhassa Tanzimat'tan sonra Fransa kapısıyla olmuş ve hemen hemen onları hayatımıza geçirmeye çalışmışızdır. Yani onları hayatımıza geçirmeye çalıştık. Bu kulvardan olaya baktığımız zaman ve de değerlendirdiğimizde, hakikaten Fransa'nın, böyle bir kararı alması, esef vericidir. Niçin?
Durup dururken düğün değil, bayram değil. Farklı yorumlar yapılabilir ama günümüz hep olaylara iktisadi pencereden baktığı için, o kulvardan baktığımızda, karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor. Malumunuz, Bakü petrollerini Türkiye kanalı ile birlikte satışı söz konusu. Bir defa Batı dünyasının iş adamları, Amerika'daki, efendim, petrol işleriyle uğraşan büyük iş adamları, Türkiye hattı üzerinden bu petrolün pazarlanmasına karşı. Ekonomik olarak kendi çıkarları doğrultusunda değil. Ya, şöyle bir hattın da, daha faydalı olabileceği inancındalar. Bakü, Ermenistan, İran ve Basra. Böyle olursa, efendim hem Batılı iş adamları hem Amerikan iş adamları, burada çok daha kârlı çıkacak hesabı yapılıyor. Böyle bir boyut, hatıra geliyor. Ama ne bileyim, insanların üç beş kuruşluk çıkarı içinde, durup dururken bir milleti telin etmek, bir milleti refüze etmek, bir milleti, tamamen insanlık dışı muamelelere, ne bileyim, reva görmek, o da tabii çok ciddi bir yanlış. “Yapar mı bunu?” diye insanın hatırına geliyor. Bizim milletimiz, tarihte böyle, başka milletleri ilzam eden, aleyhte bir karar aldığına şahsen ben şahit değilim. Yani bir defa bizim örfümüze, âdetimize, geleneğimize, insanlık anlayışımıza, bu davranışlar yakışmıyor. Bunu biz kendimize, olmayan bir şey varmış gibi göstererek, itham etmek, iftirada bulunmak, bunu yapamayız. Maalesef, Batılı müntesiplerimiz, dostlarımız, müttefiklerimiz, artık ne derseniz deyin, bu manzara karşısında demek yapabiliyorlar diye hüküm veriyoruz. Yani bu iftiralar olabiliyor.
Bu Coğrafyada İstikbali Olan Tek Devlet Türkiye Cumhuriyeti’dir
Bir de şunu çok iyi görmek lazım. Bugün Avrasya'nın yer altı zenginlikleri dünyanın malumudur. Bizim Türkiye Cumhuriyetler dediğimiz bu bölgede sadece Amerika'nın, Almanya'nın veya İngiltere'nin hesabı yok. Fransa'nın da bir hesabı var. Şimdi burada istikbali görünen bu bölgede bir tek devlet var. O da Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir. Farkındaysanız, İsrail de bizim sırtımızdan, sıçrama yaparak bu topraklar üzerinde veya altındaki kaynaklardan istifade etmek istiyor. Yani sıçrama tahtası Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak görülüyor. İsrail de bunu böyle görüyor, Fransa da böyle görüyor. Bu milletlerin bunu görmesi çok tabidir ve de normaldir. Peki, normal de anormal olan taraf nedir? Anormal olan taraf, şimdi Türkiye'ye sıçrama tahtası olarak, dengesi olarak tamam, doğrudur. Ama söz sahibi bir devlet olması düşünüldüğü zaman bu doğru değildir. Batı bunu böyle hesap ediyor. Yani orada kabul etsek de etmesek de Türkiye Cumhuriyetler Bölgesi'nde hem bunlar ırktaşları hem dindaşları. Yani siz, Batı'yla bizim münasebetlerimiz yıllardan beri. Birçok insanımız işçi olarak gitmiş, şimdi iş adamı olarak orada kalmış. Siyasi münasebetlerine karışmışlar, ticari münasebetlerine karışmışlar, sosyal münasebetlerine karışmışlar. Yani orada bir bütün olmuşlar. Ama enteresandır, Batı'ya gittiğiniz zaman, hiç gitmediğiniz, yeni gitmeye başladığınız, Avrasya insanının yakınlığını o Batı'da göremezsiniz. Orada herhangi bir kapıyı çalarsanız çalın, kimin kapısı olursa olsun; devlet başkanından sokaktaki çöpçüsüne kadar herkes sizi çok ciddi bir yakınlıkla evine davet eder, çayında, kahvesinde, izzetinde, ikramında bulunur. Bu yakınlığı, bu sıcaklığı orada bulursunuz. Neden? Onlarla birleştiğiniz bir örfünüz var, âdetiniz var, geleneğiniz var, bir maneviyatınız, bir din bütünlüğünüz var. Ama biz senelerden beri dediğim gibi, Batı dünyasında olmamıza rağmen, Batılı bizi kendisinden kabul etmiyor. İstesek de bu budur, istemesek de. Nitekim Avrupa topluluğuna, hadi diyelim Türkiye Cumhuriyeti ayrı bir devlet, ama Kıbrıs, Rum ve Türk kesimlerine, Avrupa Birliği'nin bakması gayet enteresandır. Bir tarafı kabul ediyor, bir tarafı reddediyor. Kabul edemiyor değil mi? Şimdi biz her ne kadar “onlardan olduk” desek de, onlar bizi kendisinden kabul etmiyor. Bu kardeşlerimiz, bu arkadaşlarımız. Şimdi bağnazlık kimde? Kabul etmeyende mi? Yoksa bizi kabul edip ondan olmak isteyende mi? Bence kabul etmeyende bağnazlık. İnsanımız her türlü fedakârlığa bu konuda yaklaşmıştır, bu fedakârlıkta bulunmuştur. Denilenleri, efendim, yapmıştır ama onlar yine de bizi kabul etmemiştir, etmekte zorluk çekiyorlar. Buradan ben şunu anlatmaya çalışıyorum. Bizi ne hikmetse Batı hazmedemiyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne ayrı bir yer veriyor. Biz kendimizi o noktada görmek istemesek de veya görme durumunda olmasak da onlar bizi farklı bir boyutta, kulvarda görüyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti, Bir İmparatorluğun Devamıdır
Bir defa Türkiye Cumhuriyeti Devleti farklı bir devlet. Yani biz önümüzü görmesek de onlar görüyorlar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmadan bir imparatorluktu. Biz o imparatorluğun devamıyız. Hayır, sen istediğin kadar “ben devamı değilim” desen de devamıyız. Yani halkı çünkü o insan. Belki bürokrasisi değişmiş olabilir. Kurallar, kaideler değişmiş olabilir. Ama halk değişmemiş, halk aynı halk. Bürokrat insanlar da oradan çıkıyor, siyasiler de o halktan çıkıyor. Dolayısıyla halkın değişmesinin mümkün olmadığını gördükleri için “siz” diyor “Osmanlı'nın devamı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısınız.” Peki, bu olursa ne olur? Bu olursa şu olur diyor: “Siz” diyor “liderliğe alışmışsınız” diyor. “Dünyanın hiçbir döneminde ve devrinde Orta Asya'dan bu tarafa kuyruk olmadınız.” “Siz olacağınız yerde mutlaka baş olacaksınız.” Nitekim adamlar biraz daha doğruyu konuşuyorlar. İşçi gönderdik, tüccar oldular Avrupa'da iş adamı oldular. Yani kardeşlerimiz, işçi arkadaşlarımız gitti. İş hayatından hiç anlamadıkları halde sanayici oldular, tüccar oldular, işveren oldular yani bugün binlerce, on binlerce işçi, işçimiz iş adamı olmuştur. Bu yönüyle olaya baktığımız zaman şimdi geldiğimiz nokta şu. Yani Batı bizi, biz gibi görüyor. “Siz sizsiniz” diyor. “Siz biz olamazsınız.” “Tedbir alıyorlar” diyelim. Şimdi biraz da haklılar. Siz buğday tohumunu gördüğünüz zaman başağını tahmin edemez misiniz? Mısırı tane olarak gördüğünüzde Mısır'ın sapını göremez misiniz? Yani o kültürünüz var. Batı'nın da bu kültürü var. “Bu tohumdan” diyor, “bu devlet bu millet çıkar ortaya.” Kanaatime göre bunu görüyorlar. Bunu gördükleri için de bunu yeşertmek istemiyorlar. “Bunu bastıralım” diyorlar. Nasıl yani bunun kafasını nasıl basacaksın? Herhalde “al gülüm ver gülümle olmaz.” İşte oyun yapacaksın, iftira edeceksin, fitne çıkartacaksın. Ne bileyim olmayan şeyleri olmuş gibi göstereceksin. Ki bence Fransa'nın bugün pozisyonu bu noktadadır. Yapmak istedikleri bu kulvara giriyor. Yoksa Türkiye Cumhuriyeti'nin varis olduğu Osmanlı, o iddia edildiği gibi soykırımını yapması hiç ama hiç mümkün değil. Hiç mümkün değil.
Osmanlı Soykırım Yapmış Olamaz
Yani neden Osmanlı bunu yapamaz? Siz hem dünyaya hükmetme durumunda olacaksınız, tek kutuplu dünyanın tasarruf sahibi kısa bir dönem içinde değil, evet Osmanlı'nın hayatını 620 sene olarak kabul edersek, bunun en az 300 senesi tek başına dünyayı idare etmek olmuştur. 300 küsur sene, 350 seneye yakın bir dönemi dünyaya tek başına hâkim olma devridir. Şimdi siz 600 yıl hayat süreceksiniz, bunun 350-400 yıla yakını dünyaya tasarruf etmekle geçecek ve siz adil olmayacaksınız, zalim olacaksınız. Dünyada böyle bir zalim imparatorluk devlet gösterilemez. Yani bu tabiat şartlarına, insanların algılaması tarzına tamamen terstir. Bir devletin, ne bileyim, zulümle beraber hayatını sürdürdüğü ne tarih şahit değildir. Ha sürdürür, kime? Kendi toplumuna, kendi vatandaşına sürdürür. Ne kadar gider? 50 sene gider, bilemedin 60-70 sene. Burada en uzun ömürlü olan Rusya'dır. Efendime söyleyeyim ki, 73 sene o da sürmüştür. Ki Rusya'nın her türlü baskıcı imkânları olmuş olmasına rağmen, bütün dünyaya kapılarını kapamış olmasına rağmen, şişirilmiş bir balonun içinden patlaması gibi bir anda söndü gitti. Yani şunu demek istiyorum: Yani zulümle bir milletin payidar olması hiç ama hiç mümkün değil. Hele asırlık, zaman dilimine uzanan bir boyutta hayat süreceksiniz, bu o zaman hiç ama hiç mümkün olmaz. Kaldı ki bunun içerisinde Rum kardeşlerimiz var, Ermeni kardeşlerimiz var, Yahudi kardeşlerimiz var, Sırplı kardeşlerimiz var, Bosnalılar var, Arap kardeşlerimiz var. Yani yediden yetmişine, yani tabiri caizse tabiri caizse yetmiş iki ırktan insan var. Bu kadar ayrı ayrı kavimleri, kabileleri, siz tasarrufunuzda neyle? Despot kılıcıyla beraber tutacaksınız. Mantığınız kabul eder mi bunu? Sonra öyle bir imparatorluk ki, hani İstanbul bölgesinde olanı belki tuttunuz, uzattınız kolunuzu, hemen, efendime söyleyeyim, seni dinlemeyeni aldınız bir tarafa koydunuz. Ama kardeşim, ta Japon sınırlarından Viyana kapısına kadar uzanmış bir imparatorluk. Üç kıtada hükümranlık yapmış, hâkimiyetini tesis etmiş. Kısaca bu böyle olmaz. Peki, bunun temelinde ne vardır? Bunun temelinde adalet var, fazilet var, izzet var, şeref var, haysiyet var; “kul hakkı” dediğimiz İslam literatüründe, bugünkü manada “insan hakları” var. Yani bu idarenin temelinde tamamen insan hakları vardır. Bu haklar olmazsa, ne sen, efendim, Ermeni vatandaşları bir arada tutacaksın, Yahudi vatandaşları bir arada tutacaksın, bilmem şunu bunu bir arada tutacaksın.
Ermeni Soykırımı Dedikodudur
Şimdi, olayın bir başka boyutu, bakın Osmanlı çok alicenap bir millettir. Çok merhametlidir, çok şefkatlidir. “Nereden biliyorsunuz” dersen, Osmanlılar, İspanya'dan Yahudiler, tehcir edildiği zaman, sürgüne tabi tutulduğu zaman, ilk defa Yahudi, Türkiye'de, bilhassa İstanbul'da yaşayan Yahudi vatandaşlarımıza kucağına açan Osmanlılardır. Filistin topraklarında onlara arazi veren yine Osmanlılardır. Hatta şu anda bölgesini tam hatırlayamayacağım, Ermeniler de, efendime söyleyeyim, böyle bir olayla karşı karşıya kalmış, onlara da yine ilk defa kucağına açan Osmanlılardır. Şimdi kucağını açtığı insana, onu mezara mı koyar, yoksa onun önüne istikbal mi hazırlar? İstikbal hazırlar. Nitekim 1877 yılına kadar, bak burası çok mühim, 1877 Rus Harbi'ne kadar, bizim Ermeni vatandaşlarımızla zerre kadar bir anlaşamadığımız nokta yoktu. Azınlıkların hiçbiriyle anlaşmadığımız bir konu yoktu. “Sadık millet” diyorduk, deniliyordu, seviyorduk. Ve Anadolu'ya gidin, İstanbul'da bilhassa olanlar, bizim kapı komşularımız hep Ermeni kardeşlerimizdir. Böyle tuz almak, gaz vermek hep böyle olmuştur. Aynı duyguyu paylaşırlar.
Bakınız ama 877, 1877 farklı bir dönemdir. Ruslarla beraber harp yaptığımız bu dönemde, o tarihlerde, bu bir sene de oldu, iki sene de oldu, beş sene de oldu, bilemeyeceğim. Bunun o kulvarda derinleşme yapmış tarihçi arkadaşlarımız iyi bilirler. Ruslar tarafından Ermeniler maalesef istikametlerini saptırdılar. Yani saptırılanlardan olmuştur. Osmanlı'nın aleyhinde. Ki hatırlarsanız bu tarihler, Fransız ihtilalinden sonraki tarihlerdir. Bu tarihlerden sonra kavmiyetçilik duyguları geliştirilmiştir. Hatta bizim Osmanlı aydınları, Ermenilerin, Yahudilerin, Rumların kavmiyetçilik anlayışını körüklemiştir. Şimdi, işin enteresan tarafı ben olayın bir başka boyutuna eğileceğim. Yani hiçbir zaman bizim Türk aydını da “siz üstün ırksınız” bunu dememezlik, onlara söyletmemişlerdir. “Siz de güzel ırksınız.” Bunun empozesini yine Türkler onlara yapmıştır. Yani Türkler bu kadar cömerttir. Ama tabi sen bunu söyle derken kalkıp da “balyozla kafama vur” demek istemedi. Ama bunlar işi saptırdılar. Ruslarla beraber kültürel ve siyasal birtakım diyaloglara, o da gizli diyaloglara girildikten sonra, hatta Rus ordusunda Ermenilerin yer aldığı görülmüştür. Asâkirlik yani askerlik yaptığı görülmüştür. O zaman ne oldu? İçten içten, mesela biz Doğu Karadeniz'de yaşlılarımız bize anlatır. Ruslarla birlikte olan Ermeniler, Rusların hiç zulmünü görmedik ama Ermeniler içten içe çok ciddi, efendim, felaketlerle bizi karşı karşıya bırakmış, cinayetler işlemiş, hatta yolsuzluklar, hırsızlıklar yapmışlardı. Bunu böyle menkıbe olarak anlatırlar. Bolşevik ihtilaline kadar, yani 1917 yılına kadar, bu böyle içten içten olmuştur. 1877 savaşı, Rus savaşı olduğu zaman düşünebiliyor musunuz? Ermeniler camiye yaşlıları, kadınları topluyor ve de yakıyorlar.
Bir teşhir olayı vardır. Bu teşhir olayın temelindeki hadise budur. Abdülhamit Cennet Mekân bakıyor ki, “yahu bu kadar gaddarlık yapan insanları elbette Türk affetmez.” Sen de affetmezsin, ben de affetmem. Sen camiye toplayacaksın, insanımı yakacaksın, ee “ne güzel yaptın” diye ben seni taltif mi edeceğim? Hangi hukuka başvurursanız vurun, bunun cezası, efendime söyleyeyim, verilir. Bakın Sultan Abdülhamit bunu yapmadı. Ne yaptı? Yanlış anlaşılabilir gelecekte diye kalktı bunları, memleketlerini oradan çıkardı. Yani herhangi bir durum olmasın diye ve gidecekleri yerin mülki amirlerine talimatla haber verildi, “bunları kollayın, asayişi temin edin” diye. Yaptıkları da budur. Şimdi sen dünyada böyle bir millet zulüm yapacak, sen bunun hayatını garanti altına alacaksın. Hangi millet yapar bunu? Söyle bakayım. Hiçbir millet. Ama Türk, Osmanlı bunu yapmıştır.
Niçin bu taraflar gündem edilmiyor? Benim anlamadığım nokta bu. Kısaca şu noktayı ifade etmemizde fayda var. Yani zaten Osmanlı eğer büyükse, uzun ömürlü yaşamaya mecbur ve memur kendisini addediyorsa, bu zalimliği yapamaz. Bu zulmü hiç yapamaz. Ve onun için zulüm etmemiştir. Bunu iyi bilelim. Bunların tamamı dedikodudur, iftiradır, bühtandır. Dünyanın en korkunç zulmü bırak yabancı, kendi vatandaşına karşı yapan kendileridir. Yani böyle bir milletin kalkıp da başkasının hakkını müdafaa etmesine talip olması, hiç düşünülemez.
Asıl Mesele Sistem Değil, Onu Uygulayan İnsandır
Şimdi hangisi olursa olsun, hangi sistem olursa olsun şu noktayı gözden kaçırmamamız lazım. Dünyanın en mükemmel sistemini uygulayan da insandır. En bozuk sistemini en verimli hale getiren de yine insandır. Yani siz bana bir sistem gösterin ki bunun insanla uzaktan yakından alakası olmasın, ilgisi olmasın. Sistemler insanların mahsulüdür. Yani ben bir bina yapıyorum. Bu ne ise sistemde odur. Mimar efendim işte böyle, mimari eserlerin projelerini çizer. Usta da bunu gündem eder, bakarsın mükemmel bir şaheser yapar. Sosyologlar da insanların hayatlarına, siyasiler ve sosyologlar insanların hayatlarına nizam verecek projeler, programlar üretirler. Bunlar sonunda mevzuat olarak sahip oldukları sisteme göre kanunlaşırlar. Hukuki bir boyut arz eder. Ama onu düşünen de hayata geçiren de dediğimiz gibi insan. O halde diyoruz ki nizamları yapan da insandır, uygulamaya koyan da insandır. Siz ne kadar mükemmel nizam yaparsanız yapın. Asıl olan tarafı bu şimdi. Onu hayata geçirecek olan mükemmel insanı bulmadıktan, yetiştiremedikten sonra yaptığınız bütün sistemler, rejimler, hukuki kural ve kaideler yok olmaya mahkûmdur.
Bence Türkiye'de tıkanan nokta prensiplerin, kuralların vaaz edilmesi değil. Nitekim sayın vekillerden duyuyoruz. İşte “80 tane” bilmem şey çıkacak, “kanun çıkacak, 100 tane kanun çıkacak.” E demek bu meclisler kanunu çıkartıyorlar. Ama kanunu uygulayacak insanı yetiştiremiyoruz biz. Yani biz her şeyi eskittiğimiz gibi kanunları da hemen eskitebiliyoruz. İngiltere'de anayasa bile yok ya. Yani adamların örfü, âdeti, geleneği anayasa. Şimdi şunu demek istiyorum. Biz bence bizim asıl tıkandığımız nokta insan yetiştirme noktamızdır. Orada biz bittik. Neden bittik? Esasen bunun üzerinde çok iyi durmak lazım. Şimdi dikkat ederseniz bütün kurumlarda şikâyet var. Hadi sistemi sen, devleti idare eden mekanizmayı değiştir. Ama buna bağlı olarak ticaret sistemini de değiştiremezsin ya baba. İmalat sistemini de değiştiremezsin. Eğitim sistemini değiştiremezsin. Yani böyle büyük bir inkılaptır bu. Bu on seneye yirmi seneye sığmaz. Sadece bir idare tarzını… Alacaksın onu meclisten vereceksin filancanın eline. Veya mecliste onun elinde tutacaksın. Bu bir şeydir, değişikliktir. Onun elinde de olsa aynı şey, bu tarafın elinde de olsa aynı şey. Fark eden bir şey... Ama topyekûn bir değişikliğin olabilmesi için dediğim gibi yirmi sene, otuz sene belki de elli senenin geçmesi lazım.
O halde mesele o zaman sistemler üzerinde durarak bunları değiştirmek değil. Hayır bunların hiç mi fonksiyonu yok? Yani demiş ki “hiç mi” demiş, “tamam bizde hata var ama karşı tarafın hatası yok.” Evet sistemde de birtakım tıkanıklarının olması çok tabi ve de normaldir. Ama “biz bunu değiştirdik değiştireceğiz de mevzularımızı, meselelerimizi halledeceğiz.” Buna inanmak bence yanlış.
Asıl Çürüyen Yönümüz İnsanı Anlama, İdrak Etme Yönüdür
Bakın aynı Türkiye'de geçmişte siyaset yapan insanlarımız bazıları çok muvaffak oldular. Bazıları dikkat edin, aynı şahsın olduğu dönemleri ben isim vermeden anlatacağım. Bizi takip eden insanımız bu işi çok iyi biliyor. Aynı insan kadrosunun dejenerasyonu yüzünden aynı insanlar korkunç zafiyete muarız kaldılar. Aynı insanlar. Ne kanun değişti ne şu ne bu. Aynı hukuku, aynı geleneği, aynı örfü, aynı bilmem ne bileyim devlet âdetini başladıkları noktada performans çok farklıydı, aldıkları netice çok daha farklı oldu. Fevkalade verimli oldu. Bir dönem geçti aşındılar. Yani insan aşındı. Aynı insanlar, aynı hukukların, kuralların, nizamların koyucuları kendileri olduğu halde dejenere olanlar yine kendileri oldu. Bilmem anlatabiliyor muyum? O halde mesele koyduğun kural kanun değil. Nedir? Onu yapan sen, hayata geçirecek olan sensin. Bugün bence çürüyen asıl yönümüz insanı anlama, idrak etme yönüdür. Ve maalesef biz eğitim olarak bu noktaya pek temas etmiyoruz. Bendenizin bu konuda düşüncesi şudur: Tabii her konuda olduğu gibi biz esasen dini hayatımızdan çıkardık. “Ben Müslümanım.” “Tamam baba sen Müslümansın. Allah razı olsun güzel ama senin bu Müslümanlık dediğin şey nereye yarar?” Ticaretine yaramaz, ibadetine yaramaz, örfüne yaramaz, âdetine yaramaz, geleneğine yaramaz, ahlakına yaramaz. Nereye yaradı bu? Veya nereye etki etti? Biz öyle bir uzaklaştık ki hiçbir şeye yaramaz.
Din, İnsan Yetiştiren İlahi Bir Kurumdur
Şimdi dinin ben fonksiyonunu burada izah edeyim. Din insan yetiştiren ilahi bir kurumdur. Meslek adamı yetiştirmez, insan yetiştirir. İnsan farklı şey, meslek adamı daha farklı şey. Siz çok mükemmel bir insan olabilirsiniz. O çok mükemmel insan hiçbir meslekten de anlamayabilir. Ama o mükemmel İbrahim Efendi'yi biz iyi bir aile reisi eğiterek onu yapabiliriz. İyi bir ziraatçı da yapabiliriz. İyi bir mühendis de yapabiliriz. İyi bir öğretmen de yapabiliriz. İyi bir televizyoncu da yapabiliriz. Niye? O çok mükemmel bir insan ya. O insanı insan olarak biz aldık. Peki, efendim meslek nedir? İnsanlık nedir? Bu çizgileri çok iyi ayırmamız lazım. Bence bugün Türkiye'de karışan asıl nokta bu. Şimdi meslekçi yetiştirmek istiyoruz. Diyoruz ki “bunu” efendim “İslam'la.” Yok, İslam meslek adamı yetiştirmiyor, insan yetiştiriyor. Meslek adamı Amerika'da da meslek adamıdır. Türkiye'de meslek adamıdır. Orada da insandır, burada da insandır. Orada onu iyi bir İslami eğitimle bir noktaya taşırsan mükemmel bir insan, iyi de bir meslek eğitimi verirsin, Müslüman meslek adamı olur. Binaenaleyh iyi insan olarak eğitmemiz ve de yetiştirmemiz lazım. Peki, bu ne ile oluyor? Ona biraz temas edelim.
Şimdi bizim amentü şartlarımız. Ben çocukken camiye giderdik. İmam efendi işte “amentünün şartı kaçtır say bakalım” derdi. O günün şartlarında ilkokula gittiğimizde de ilkokul hocamız dalga geçerdi. “Nedir yani bu bir eğitim mi filan?” Ama ben sonra anlıyorum ki bizim eğitimcilerimizin bile dalga geçtiği o eğitimde biz çok büyük temeller almışız. Ne diyor orada bak: “Allah'a inanacak.” “Ne demek Allah'a inanmak?” “O her zaman var. Beni murakabe ediyor, kontrol ediyor; zamandan mekândan münezzeh.” Yani “ne zamana sığar ne mekâna sığar. Zaman da onun içinde, mekân da onun içinde. Onsuz hiçbir şey yok.” Şimdi düşün bu şekilde sen bir ilahi idrake maliksin. Yani bir Allah inancın var senin böyle bir inancın var. Ve o seni “hayrihi ve şerrihi minallâhi teâlâ ve'l-ba'su bi'âdel mevt.”(Amentü Duası) “Hayır ve şer ondan öldükten sonra diriltecek hesaba çekecek.” Bunu da sana veriyor hemen ardından bu inanç. Hadi erkeksen suç işle sen bakayım. Hırsızlık yap, yalan konuş, rüşvet al, hile yap, çalışma. Mümkün mü bu? Ha? Hayır soruyorum mümkün mü? Hiç mümkün değil. Niye? Öyle bir Allah ki her zaman… Şimdi bizim Allah'ı kabul eden ben veya sen oturmuş bir kenarda şu kâinat bu kadar büyük sanki Allah o kâinatı yaratan değil de kâinatın yarattığı bir şeymiş gibi koyduk onu bir tarafa. Bizdeki inanç, idrak… O bizi murakabe muhasebe etmiyor veya hesaba çekmiyor da biz ona bir yer tayin etmişiz. Bu itikattaki Allah'ın ne dünya hayatımıza vereceği bir şey vardır ne ahiret hayatımıza. Ama inandığımız Allah ki aslı da odur. Öyle bir Allah ki her zaman seni beni kontrol ediyor, murakabe ediyor. Sonsuz bir iradeyle sana hürriyet tanımış. O kadar kendine güveni var ki ne kadar isyan edersen et, hiç umurunda bile değil. Ne diyor? “Kalu, İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” “Sonunda bana döneceksin” diyor. ( Bakara Suresi, 156. Ayet) “O kadar azma” diyor. “Haberin olsun” diyor. “Çakarım tokatı!” İhtar da ediyor sana gönderdiği peygamberleriyle. Aklın başındaysa ayıkıyorsun. “Ya özür dilerim kusura bakma ben anlamadım yaptım” kul oluyorsun. Değilse sapıtıp gidiyorsun, sille yiyorsun. Şimdi böyle bir ilah.
Kısaca insan olmada bu itikat, bu inanç. Bu inancın etrafında bir ahlak yapısı. Bu nedir? Sevmektir. Sabretmektir. Çalışmaktır. Efendime söyleyeyim insanlara yardım etmektir. Düşkünleri tutmaktır. Fakire fukaraya el tutmaktır. Şimdi buna inanan insan düşkünlere yardım eder. Böyle bir inancı olmayan insan “çalıştım vereceğim, enayi iyim ben ya?”
Bakın, Peygamber Aleyhisselam Efendimiz'e sahabeden Sâlebe isminde bir zat. Geliyor “ya Rasulallah dua et zengin olayım. İşte kazandıklarımla da Mekke'nin fakirlerine, Medine'nin fakirlerine tasaddukta bulunayım.” “Haline şükret ya Sâlebe” diyor. Aradan zaman geçiyor yine geliyor, Peygamberimiz aynı cevabı veriyor ona. Öyle oluyor ki bir zaman hakikaten zengin oluyor. Vadiler dolusu koyunu oluyor. Zekât emri geldiği zaman Peygamberimiz gönderiyor ona zekât memurlarını zekâtını versin. Önce namazı terk ediyor. Sonra da işte zekât istiyor, diyor “bunu ben sizde kazanmadım ki size bunun zekâtını vereceğim.” Şimdi insan inanmadı mı işte böyle çizgiden çıktı mı bir başka ifadeyle, her türlü sapıklığın içine ama inandı mı “aman aman aman” diyor.
Bak Ambar'ın fethinden sonra Hazreti Ömer ağlıyor. “Niye ağlıyorsun Ambar düştü. Muzaffer bir efendime söyleyeyim bir devlet başkanısın.” “Ömer nasıl ağlamasın” diyor. “Oradaki bir köprüden geçen bir koyun var düşer bacağını kırarsa huzur-u mahşer de Ömer'den hakkını isteyecek.” “Onun tasarruf ettiği bir beldeden ben düştüm, ayağımı kırdım. Şimdi ya Rabbi bunun karşılığını istiyorum.” “Ne yapsın Ömer” diyor. “Onun için ben düşünüp de ağılıyorum.” Şimdi bir ona bak bir buna bak. Birisi lider yani, halife; öteki bir vatandaş tabiri caizse. O ne diyor, o ne diyor.
İnanç insana öyle bir kabiliyet kazandırıyor ki o kabiliyet etrafını düşünmeye mecbur ediyor seni. Etrafına dağıtıyorsun, veriyorsun. Verdiğin zaman yükseldiğinin bilincinde oluyorsun. Vermediğin zaman düştüğünün farkında oluyorsun. Bunu bana veren kim? Niçin vermiş? Bunun emanet olduğunu görüyorsun. Emanet her şey emanet. Mülk de emanet. Can da emanet. Ten de emanet. Emanet olmayan hiçbir şey yok. Bunu kavrama işte mantığını insana din veriyor. İşte insan olma. O insan sabrediyor, kanaat ediyor, tevekkül ediyor, tefekkür ediyor, seviyor; Allah için korkuyor, Allah için yardım ediyor, Allah için el tutuyor, Allah için düşenin yardımına koşuyor. Hastaneydi, yoldu neyse… Bütün bunları yapıyor bu insan. İnsanı kazandık. Bunu o din eğitimiyle kazanıyoruz.
Ne yapacağız bunu şimdi efendim? Haa buna şimdi bir meslek mi? O zaman bir mesleğe intisap ettireceksin. O meslek ziraatçı olabilir, eğitimci olabilir ne bileyim bugün bilgisayarcı olabilir, vesaire vesaire; onu verirsin, işte dört dörtlük bir insan olur. Bizim bugün Türkiye'de siyasetçi olabilir. Onu insan olarak yetiştirdiğinizde iyi bir siyasi eğitim de verirseniz. Dört dörtlük bir siyasetçi olur ki. İşte o zaman Türkiye'de herkes “bal tutar bal yalar.” Ha bu olmadığı için de buna biz ehemmiyet vermediğimiz için de efendim benim kanaatim üç günde bir, beş günde bir anayasa değiştiriyoruz, kanun değiştiriyoruz, sistem değiştirmeye çalışıyoruz. Gene de huzuru, saadeti, mutluluğu vesaire aradığımızı bulamıyoruz diyorum.
Zekâ İnsanın Kendisi Değil, Kullandığı Bir Malzemedir
Şimdi neden Batı yakalayamadı bu gerçeği? Batı insanın zekâsı üzerinde durdu. Bunun insanın üzerinde ehemmiyeti yok mu? Tabii elbette var. Ama zekâ insanın kendisi değildir. Zekâ insanın kullandığı bir malzemedir. İnsan gönüldür, gönül. Gönül var ya. İşte o gönüldeki “ben” dediğin asıl cevheri eğitmek, onu bir noktaya yerleştirmek. Ondan sonra onun eline işte vereceksin o zekâyı onu kullanacak. Biz onu eğitmeden kötü sıfatların sahibi olarak aklını geliştirdik. Ama içteki iç tabiatını hiç eğitmedik. Kötü duygularını gem vurmadık. Asalet sahibi yapmadık. Onun için o pırıl pırıl zeki çocuklarımız, evlatlarımız her bir anarşist olmuştur. Ama onlara baktığınız zaman her yönü çok zengin insanlar. Örfü zengin, âdeti zengin, geleneği zengin, ne bileyim sülalesi zengin her yönüyle. Yani duygu yönüyle, örf yönüyle, adet yönüyle, gelenek yönüyle, insanlık yönüyle. Bakınız benim çeşitli kulvarlarda her düşünceden dostum arkadaşım olmuştur ve vardır devam ediyorum. Hepsini severim. Hepsi samimi, hepsi de beni sever. Hiç zannetmediğiniz kulvardaki dostlarım. Zannedemezsiniz yani. Ateistinden tutun, aşırı komünistine kadar.
“Yok, yahu nasıl?” Ya bu insan, bir defa insan. Allah'ın yarattığı eşrefi mahlûk. Eğer benim okuduğum kurallar, kaideler doğruysa Allah'ın tecellisi, zübdesi onda da mevcut, sende de mevcut, bende de mevcut. Bunun kabahati değil bu mükemmel hazinenin ortaya çıkmaması. Kimin kabahati? Onu kullanan, onu yetiştirmeye memur olan, senin benim kabahatim. Ebeveyninin, ailesinin, siyasi iradenin kabahati. Ha o eğer bir köşede kalmış ise bunun vebali onu orada bırakanındır. Onu alıp tertemiz hale getirecek olan işte irade mükellef olan insanındır. Bu yapılmadı. İnsanın, bütün insanlarda bu var. “Aşırı dinsiz” dediğin, eğer siz Arap kabilesine, cahiliye dönemine bakarsanız, peygamberi öldürmeye giden Hazreti Ömer Müslüman oluyor. Bak ne diyor Allah'ın sevgilisi onun için son anda, “eğer benden sonra gelecek bir peygamber olsaydı o da Ömer olurdu.” Düşünebiliyor musunuz? Yani Hazreti Ömer, Ömer-ül Faruk Efendimiz. Hazreti Ömer-ül Faruk Efendimiz peygamberi öldürmeye giden bir katil namzedeyken peygamber eğer gelecek olsa o olabilecek kabiliyet olarak çıkıyor ortaya. İnsan olarak çıkıyor. O halde biz insanımıza insan gibi yaklaşmanın yollarını aramalıyız. Evvela onların insani taraflarını öne çıkarmalıyız. Ondan sonra da dört dörtlük bir meslek adamı olarak eğitip yetiştirmeliyiz ki ülke madden ve manen kalkınsın, belli bir seviyeye gelsin.
Milleti, Devleti Sevmemiz, Bütünleşmemiz Lazım
Müsaade ederseniz, ben burada olayı bir noktaya taşımak istiyorum. Bak biz de kendi kabiliyetlerimizi görmüyoruz. Biz istesek de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin vatandaşıyız, istemesek de. Buradan başka bir vatan yok baba. Onun için bu millet, bu milleti sevmemiz lazım. Bu devleti sevmemiz lazım. Bununla bütünleşmemiz lazım. Siyasetiyle, bürokratıyla, halkıyla, hamalıyla, âlimiyle, cahiliyle bir bütün olmamız lazım. Bugün ülkenin geldiği nokta budur. Bir söz vardır, “oğlan yer oyuna gider, kız yer koyna gider.” Şimdi geldiğimiz nokta da maalesef bu noktadır. Herkes bir tarafa çekiyor. Bu “ayrılıkçı” anlayışı bir an evvel el ele verip ortadan kaldırmak, efendime söyleyeyim, bir ve beraber olarak dünyanın geçmişte olduğu gibi şimdi de gözde devleti ve de milleti olma hamlesine, yarışına girmemiz gerekir. İnanacağız. Birbirimize inanacağız, güveneceğiz. Eğer insanlarımızı yaptığı hatalardan yola çıkarak yargıladıktan sonra “bir noktaya varalım” dersek hiçbir noktaya gidemeyiz. Şimdi epey zamandan beri farkındaysanız seksen meselede anlaşıyoruz, yirmi tane meselede anlaşamıyoruz. Anlaşamadığımız yirmi meseleyi ortaya koyuyoruz, otuza çıkıyor, kırka çıkıyor, elliye çıkıyor, ondan sonra birbirimize hasım oluyoruz. Hâlbuki anlaştığımız mevzularda, anlaştığımız noktalarda birbirimize yaklaşırsak Allah muhabbetimizi arttıracak, bizi kardeş edecek. Benim âcizane tavsiyem bu. Biz büyük bir milletiz. Bunda tereddüdümüz ve de şüphemiz olmasın diyorum. Bizi takip eden kardeşlerimize saygılarımızı, sevgilerimizi, muhabbetlerimizi arz ediyorum. Geceleri hayırlı olsun diyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız
