info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti Ekonomi - Kıbrıs Annan Planı – Irak Bölgesi - Ankara / 7 Ocak 2003
22/05/2025 SİYASET 9

    Neler Okuyacaksınız

IMF Yardımı, Tefecilikten Başka Bir Olay Değildir

Efendim, bizi takip eden kardeşlerimize bir defa hayırlı geceler diliyorum. Türkiye'nin içerisinde bulunduğu iktisadi durumdan ziyade, “bunalım” diyelim buna. Efendim, IMF programlarıyla aşılabilecek ve de milletimizin önünü açacak mahiyete sahip değildir, bunu çok iyi bilmemiz gerekiyor.
Bu defa, IMF kuruluşu, IMF kurumu, dünyadaki para babalarının elinde bulunan parayı, mevduatı satabilme organizasyonudur; yani bu bir faiz kurumudur. IMF'nin Stand-by anlaşmalarında ortaya koyduğu şartlarda, verdiği parayı geri alabilmek için getirdiği esaslardır. Yani, o her ne kadar bir ülkenin kalkınması için kredi veriyor ise de, maksat kendi kurumunun kârlı çıkabilmesidir. Yani IMF kurumunun kârlı çıkabilmesi için efendim verilen, satılan paranın daha kârlı kazançlar temin etmesi mantığına dönük bir olaydır.
Şimdi o bakımdan, dünyada hangi devlet IMF'ye bulaştıysa, bunlardan hiçbir tanesi beklenen neticeyi alamamıştır. Buradaki mantık, borcun borç ile kapanması esasına oturur. Sizin 15 kuruş borcunuz var, bunu verebilmek için 15 kuruş alıyorsunuz, tekrar yeniden borçlanıyorsunuz. Yeniden borçlanmada efendim, siz yine yeni faiz yükleri altına giriyorsunuz. Yani IMF yardımı adı altındaki para satış olayları, tefecilikten başka bir olay değildir, bunu çok iyi görmek gerekir.
Şimdi bazen benim aklımın almadığı nokta, bunlar bize para vermiyorlar. Bunların hepsi lafı güzaftır. Zaten bu kurumun varlık sebebi, elindeki mevduatı satma felsefesi, projesi üzerine bina edilmiştir. Niçin sana para satmasın ki? Ha, para satmıyorsa alacağını garanti altına alabilecek anlaşmaları yapmadığı için o anda satmıyor. Yani nihai noktada efendim yaptığı iş, para satma olayıdır.

Memurun, İşçinin İstediğini Alamaması IMF Politikalarının Türkiye'ye Yansımasıdır

Şimdi bu programın bir de piyasaya yansıma tarzları, bankacılık sektörümüze yansıma tarzları, birbirini bütünleyici biçimdedir, hepsi birbirine entegredir. Mesela bankalar, uluslararası anlaşmalara göre efendim, dünya bankalarından, Türk bankaları sendikasyon yoluyla beraber kredi satın alırlar. Aldıkları bu krediye faizler verme durumundadırlar. Hatırlarsanız Derviş döneminde dünya bankalarının ödemeleri devreye girdiği zaman, bankalar ödemede sıkıntılar çektiler. Bunun üzerine Amerika Birleşik Devletleri, IMF vasıtasıyla "Türkiye bu bankaların borçlarına kefil olsun" demek suretiyle borcu devletin üzerine yıkmıştır. Böylece bankaların dünya bankalarından almış olduğu borçlar da kimin üzerine kalmıştır? Devletin üzerine kalmıştır.
Böylece IMF'den ve dünya bankalarından alınan ki buna biz iç ve dış borç diyoruz. İç borç, bankaların aldığı kredileri biliyorsunuz tahviller yoluyla devlete satıyor. Bankalar, satın aldığı paraları da devlete satıyor ve bunların da faiz yüküyle beraber Türkiye yılda çok enteresandır, yılda 55 katrilyon gibi bir faiz yüküne, yılda ödemek durumuyla karşı karşıya bu yıl geldi. Hatta bu yılın sonuna kadar da 68 katrilyon civarında bir faiz yükü ile Türkiye yükümlü olduğu bilinmektedir. Yani bu bir şeydir, çünkü döviz kurlarının zaman içerisinde artması, sabit kalmaması, bu serbest kur politikası vesaire bu yükü daha da arttırıyor.
Efendim, işte böyle bir IMF politikası, böyle bir yansımanın neticesidir. Şimdi, memur istediğini alabilir mi? Efendim, işçi bu sistemde istediğini alabilir mi? El cevap: “Alamaz.” Neden alamaz? Başta da ifade ettiğimiz gibi efendim, bu sistemin özünde verilen paranın tahsilatı yatar. Sana para veriyor ama babası senin babanın parasını vermiyor, kendi parasını veriyor. Bu parayı tahsil etmesi için gerekli şartları da koyuyor. Dikkat ederseniz geçmiş hükümet döneminde, 57. hükümet döneminde, birçok işçinin işinden çıkartılmasının, memurun işinden atılmasının sebebi budur. Kamu harcamalarını azaltmak… Nasıl harcayacak, kamu harcamaları nasıl azaltacak? Bu harcamaların azalması için işte ya işçiye verdiğinizi aşağı çekeceksiniz veyahut da işçiyi işinden edeceksiniz, çıkartacaksınız. Memur için de durum böyledir.
Şimdi, bu kural IMF'yle çalıştığınız süre içerisinde geçerli olduğuna göre, ben şimdi size soruyorum: İşçilerin efendim alacağı paralarda, parada maaşta, memurun alacağı maaşta bir artış söz konusu olabilir mi? Mümkün değil. Ha, olur %5, %6, %7 yani %10 olursa o bir lüks rakamdır. Şimdi mesela şu anda iktidar efendim, emeklilere bir koltuk çıktı, biraz daha fazla vermiş gibi görüldü, öyle değil olayın aslı… Şimdi işçiye, memura, faraza %7 vermesi gerektiğinin, %2’sini kesti veya %10 vermesi gerektiği insana %5’ini kesti ve emeklinin maaşına bunu ilave ettiler. Olayın şeysi bu, yoksa fazla para verdi şeklinde bir algılama olursa, çok yanıltıcı olur. Bu da bence doğru bir şey değil. Veremiyorsan hepsine müsavi verme, veriyorsan hepsine ver. Yani emekli efendime söyleyeyim, memur, işçi bunlar arasında ne fark var, anlatabiliyor muyum?
Ha şimdi şu imaj, bu siyasetten de kaçınmak lazım; “Bugün biz emekliye verdik, yarın kime vereceksin? İşçiye vereceksin, memura vereceksin. Veremiyorsun ki… Veremezsin yani vermen mümkün değil. Hayır, bu iktidarın vermemesi sadece bir kural, kanun değil. Sen de gelsen, ben de gelsem, bu program devam ettiği müddetçe ben de veremem, sen de veremezsin. Vermeniz hiç mümkün değil. Anlatabildim mi? Bu konuda zannıma göre meram ifade edilmiştir. İstirham ederim. 

IMF'yle Çalışmak; İnsanın Dilenmesidir, Avucunu Açıp Sürünmesidir

Şimdi bizim tabii bu konularda farklı bir yaklaşım tarzımız var. Bir defa IMF programlarına, politikasına kesinlikle Türkiye bu borç sarmalında ve bu faiz yükünden kurtulabilmesi için çıkması lazım. Yani IMF'yle çalışmasına son vermesi lazım, borç mantığına son vermesi lazım. Ha, bir ülke borç alamaz mı? Elbette alır ama bunun mantığı, şu anda alınan borç mantığı gibi değildir. Sen bütün milli kaynaklarını bir tarafa itiyorsun, hiçbirini devreye koymuyorsun, efendime söyleyeyim, devamlı surette elin açık, dilencilik yapıyorsun. Bu borç almak değil, bu hattı zatında bir insanın dilenmesidir, avucunu açıp sürünmesidir. Ha bu Türk milletine yakışmaz. 
Bir defa bundan biz her şeyimizle kurtulabilecek kabiliyete sahibiz. Neden? Çünkü Türkiye'nin çok ciddi imkânları var. Bizim yeraltı ve yer üstü kaynaklarımız, imkânlarımız var, insan kaynağımız var, yetişmiş insanımız var. Bütün bunları bir tarafa ittik, attık ve dikkat ederseniz, bu terk ediş insanımızı o kadar bedbin vaziyete getirmiştir ki artık kimse kimseye de itimat etmez hale geldi, devlete itimat etmez hale geldi, vatandaşlara itimat etmez hale geldi. Aslında bunun sebebi, efendim, bugüne kadarki siyasi iktidarların bu konudaki beceriksizliğidir, bilgisizliğidir. Yoksa Türkiye, bütün bu badireleri sadece bir kaynağından aşması mümkün. Sadece bir kaynağından...

Altın Madenimizi Niçin İşlemiyoruz?

Bak bizde fevkalade nispette altın yataklarımız var, yani bu maden İkinci, evet, dünyanın,  birisi Güney Afrika’da, ikincisi bizde, üçüncüsü de Amerika'da. Amerika işliyor, Güney Afrika işliyor, efendim Almanya, herkes işliyor altın yataklarını. Bak şu ana kadar bizde bir kuruşluk altın işlenmemiştir. Sen şimdi bütün bunları işlemiyorsun, elini açıp dilencilik yapıyorsun. Bu, bunun izahı mümkün değil yani buna ne derseniz deyin. Bu cahilliktir, bu aptallıktır, bu efendime söyleyeyim, bu şahsiyetsizliktir, bu kimliksizliktir, bu deliliktir. Ne derseniz deyin, hepsine bu uyar. Biz bunu yeni şey etmedik, yani eskiden beri böyle. Niçin işlemiyoruz altın yataklarımızı, altın madenimizi? Cevabı yok, değil mi?

2 Trilyon Dolarlık Mermer Yataklarımız Var

Bakınız yine biz bunu seçim sath-ı mahalinde alinde çok net olarak ifade ettik. 2 trilyon dolarlık bizim sadece mermer yataklarımız var. Bütün bunları bu siyasi şeyler, partiler bizden aldılar ama efendime söyleyeyim, bizi de kimseye anlatmadılar. Hepsini bizden aldılar. Bugüne kadar dikkat ederseniz, hiç kimsenin böyle bir iddiası yoktu. Bakın, İtalya bu dediğimiz taş cinsi mamullerini, madenlerini işlemek suretiyle her yıl milyar dolarlar ülkesine girdi temin ediyor. Bütün Arap İslam âlemine bakıyorsunuz, İtalyanlar ihracat yapmış. Ne? Bu dediğimiz madenleri işleyerek pazarlamasıyla. E, sen bunu yapacak bilgiden, beceriden mahrum musun? Nedir bu taşın, taşın şekillenmesi… Keseceksin onu, kalıplara koyacaksın, keseceksin, bir de parlatacaksın, işleyeceksin bunu. Bir taş yani mermer, olay bu kadar basit. Mesela Beytullah'ta kullanılan mermer, Ravza'yı Mutahhara'da kullanılan mermerleri biz işleseydik kendi dünyamızdan, bunlardan hem para kazanırdık hem de burada efendim bizim eserimiz olmuş olurdu. Ama maalesef bunu dahi biz yapamadık. 
Kısaca ben şunu demek istiyorum: Yani bizim elimizdeki imkânlar, öyle en az 5-10 tane borcu kapatabilecek imkân seviyesindedir ama şu ana kadar biz bunu devreye koymadık. İşte bizim devreye koymak istediğimiz kaynaklarımızı, kaynaklarımızla beraber borçlarımızı sıfırlayacaksınız, ondan sonra da bu borç sarmalından kurtulduktan sonra faiz yükünü sırtınızdan atacaksınız. O zaman sadece faizden kazancınız, giderinden kazancınız bugünkü parayla 55 katrilyondur. Yıl sonu parasıyla 70 katrilyondur. Şimdi siz bunu dağıtın, eşit bir şekilde vatandaşınıza verin, bununla kimi ihya etmezsiniz? Katriyon bu ya, kimi ihya etmezsiniz? İşçiye mi para veremezsin? Memura mı para veremezsin? Çiftçiye mi para veremezsin? Esnafa mı para veremezsin? Toplumdaki kadın kesimine mi para veremezsin? Ha, hepsine verirsin. Ama bu iradeyi ortaya koyacak, bilgili, becerikli, feraset ehli, donanımlı efendim bir kadronun işe sahip olması, işi yönlendirmesi lazım. Aksi takdirde bugünkü gibi yerimizde sayarız, hatta devamlı surette de geriye gideriz; bugünkü yaşanan hadise budur. 
Yani hepsini biz bir anda bu 6 aylık bilemedin, 8 aylık zaman içerisinde halledilebilecek bir meseledir. Rahatlıkla halledilir.

Durgunluğun ve Darlığın Olduğu Piyasanın Stagflasyonu Yaşaması Kaçınılmazdır

Şimdi efendim, biz istediğimiz ucuzluğu yapabilir miyiz? Elbette yaparız. Ama bugünkü şartlarda bu ucuzluğun yapılması mümkün değil. Neden? Çünkü bizim aldığımız tedbirler, enflasyonu aşağı çekme tedbirlerimiz, çok yanlış bir mantık üzerine bina edildi. Ha bu mantık üzerine bina edilen ekonomik anlayışta, enflasyon aşağı düşmez mi? Düşer. Bu enflasyonun aşağı düşmesi demek, malın ucuzlaması demek değil, malın zarara satılması demektir. Bu sistemle, bugünkü uygulanan sistemle piyasada durgunluk ve darlık olur. Durgunluğun ve darlığın olduğu piyasanın stagflasyonu yaşaması kaçınılmazdır. Hatırlarsanız bu programı ilk defa ortaya attıkları zaman, ilk defa Türkiye'de de ben karşı çıkmıştım buna. Bütün ilim adamlarımız, iş adamlarımız, hatta sendikacı arkadaşlarımız bu programı desteklemişlerdi. Hatırlıyorsunuz değil mi? Ecevit hükümeti döneminde biz "Hayır, olmaz" dedik. Neden olmaz dedik? Ekonomiyi bildiğimiz için olmaz dedik. IMF'nin koyduğu kurallar, kendi kârlı çıkabilme imkânlarını ortaya koyduğu kurallardır. Ha, sen bunlar sarsılmaz doğrulardır, mutlak hakikattir diye bunların peşine takılırsan, sürüm sürüm sürünürsün; %22’lerden %1’e düşersin efendim yani bu kaderi yaşama durumunda kalırsın.

Gerektiği Kadar Paranın Piyasada Olmaması, Piyasayı Ölüme Mahkûm Etmektir

Biz o zaman ne demiştik? Demiştik ki: “Bu enflasyonu düşüremeyeceği gibi, Türkiye'de stagflasyon olacak. İşçiler işinden çıkartılacak, memurlar işinden atılacak, kısaca Türkiye'de fabrikalar, işyerleri kapanacaktır.” Bunu demiştik. Bunu derken, şimdi onun gereğini anlatayım size: Niçin bunu dedik? Yani bu bir matematik problemidir. Bu problemin kurallarını bildiğiniz zaman efendime söyleyeyim, aynı benim dediğimi de siz de diyeceksiniz. Yani ekonominin kanunları bana göre farklı, sana göre farklı olmaz. İfade edebildim mi? İş bu şifreyi çözmek, bunu okumaktır. Şimdi sizin vücudunuzda 5 kg kan olması lazım, sizde 3 kg kan var. Ben sizin vücudunuzdaki kanı almaya teşebbüs etsem, ölüme mahkûm olur musunuz, olmaz mısınız? Olursunuz, değil mi? Ha şimdi, piyasada tedavülde bulunan para, sirkülasyon seviyesiyle, yani insanların arasında dolaşan para, eğer olması gerektiği kadar değilse, siz bunu olmasından daha da aşağıya çekiyorsanız, o zaman piyasayı ölüme mahkûm edersiniz, piyasa durgunluğa mahkûm olur. E ben ucuzluk yapacağım diyorsun, onun sebebini de izah edeceğim. Ucuzluk yapacağım diyorsun, parayı piyasadan çekiyorsun. Yani 5 kilo olması gereken kan, zaten 3 kg. Biraz daha alıyorsun, ne oluyor bu sefer? Hiç kimse ne alışveriş yapabiliyor ne satabiliyor, vesaire ödemesini yapabiliyor. Ne oluyor o zaman? İşte eee dükkânlar kapanıyor, iş yerleri kapanıyor, sanayiciler iflas ediyor. Ha, bunu biz yaşadık. Yaşamamızın sebebi: “olması gerektiği kadar paranın piyasada olmamasıdır.” Bu bir kuraldır. Bu kuralı biz reddettik. Nerden biliyorsun?
Şimdi dünyada milli gelirlerin %30’u piyasada tedavülde para halinde dolaşır. Mesela sizin 100 milyar dolar milli geliriniz varsa bunun 30 milyar, 35 milyar doları piyasanızda dolaşması gerekir. Eğer piyasada 35 milyar dolar paranız dolaşmazsa siz bir, iki, üç, bilemedin dört sene sonra iflasa mahkûmsunuz. Mecbursunuz buna. Neden? E kan lazım vücuda, yok, öleceksin. Bu neyse o da odur. Peki, efendim bizde ne var? Bizde %30 olması gereken tedavüldeki para miktarı yani piyasadaki dolaşan para miktarı, %30 olması gerekirken bizde ne? %3, %2 nispetinde bir para. %30 nerede? %2 nerede? Şimdi gel bu hastayı iyi et, edebilir misin? Bugün de aynı mantık devam ediyor, ayağa kaldıramazlar. 

Türkiye'de Olan Enflasyon Talepten Kaynaklanmıyor

Ha hoca efendim, %30’ a düştü. Ne %30’ a düştü kardeşim? %30’ a düşmek demek, maliyetin ucuzlaması demektir. Nerede var mı böyle bir maliyet ucuzlaması? Yok. O zaman, eğer enflasyon düştü diyorsan adam zararına mal satmayı kabul etti, kârsız mal satmayı kabul etti, budur. Böyle bir para düşüşü, enflasyonun aşağı düşmesi sıhhatli değildir.
Türkiye'de olan enflasyon, talepten kaynaklanmıyor. Eğer talepten kaynaklanmış olsaydı, bu alınan tedbirler %100 doğru olabilirdi. Ne? Mesela 100 tane kalem var, 1000 tane de müşteri var. 100 kalemi siz satışa arz ediyorsunuz, talip olanlar geliyor, bir tanesine 1 milyona, birine 2 milyona, bunu 100 milyona bile satarsınız. Niye? Alan insan on misli fazla, alacağı mamul on misli noksan, orada yarış bile olur, rekabet. Ha, işte burada bu rekabetin önüne geçmek, mamulü ucuzlatmak için cepteki parayı azaltırsın. Azalttın mı bu talebi önlemiş olursun, bu doğrudur. Ama Türkiye'de olan pahalılık bu değil ki, enflasyon bu değil ki. Türkiye'de olan enflasyonun temelinde yatan espri, mamulü biz pahalıya mal ettik, onun için pahalı satmak mecburiyetindeyiz. 
Peki, bir mamulü pahalılaştıran amiller nelerdir? 
Bir, verdiğimiz vergiler. Maliyeye verdiğimiz vergiler, işçi için verdiğimiz sigorta vergileri, işçi giderleri, enerji giderleri, hammadde giderleri, kredi faizlerinin giderleri. Şimdi bütün bunları topluyorsunuz, nereye ilave ediyorsunuz? İmal ettiğiniz mamulün üzerine ilave ediyorsunuz. Eğer siz mamulün üzerine bunu ilave etmezseniz, siz de üç gün sonra çıkarsınız aradan. Tamam mı?
Ha şimdi biz Türkiye'de enflasyonu aşağı düşürdük mü, düşürmedik mi? Ben soruyorum: “Enerji giderleri aşağı düştü mü?” Arttı. “Hammadde giderleri aşağı düştü mü?” Arttı. “Kredi faizleri?” Nispeten, ama esnafa verilen kredi faizlerinde düşüş yok. Bir peki, “bizim maliyeye verdiğimiz vergiler düştü mü?” Arttı. “Sigorta vergileri düştü mü?” 
Şimdi bütün bunları ne yapıyoruz? Diyorsun sen bana ki: "Ben enflasyonu aşağı düşürdüm." Yalan konuşuyorsun, kimi kandırıyorsun ya? 
Ha, bunu düşürecek irade, maliye vergilerini aşağı çekecek, sigorta vergilerini aşağı çekecek, hammadde giderlerini aşağı çekecek, kredi faizlerini aşağı çekecek. O zaman bu mamul ucuza mal olur mu? Olmaz mı? Olur. İşte bu, bunu yaptığınız zaman Türkiye de köşeyi döner. Bu iradenin, bu aklın, bu kafanın Türkiye'de mutlak surette söz sahibi olması lazım. 
Aksi takdirde vatandaş ne derse desin, efendime söyleyeyim, bugün kim iktidarda? Şu andaki neticeyi sen, aynı neticeyi almaya mecburdur. “Melekleri gökten yere indir, aynı neticeyi almaya mecburdur.” Niye? Bu bir kanun kardeşim. 2x2 eşittir ne eder? 4 eder. E bana diyorsun ki; “10 eder.” Haydar Hoca çarptı mı bunu 10 eder. Hasta mısın sen oğlum? Bu bir kanun, ekonominin kanunudur. Anlatabildim mi? Bu kuralı uygulayanlar ne yaparsa yapsınlar, Türkiye bu badireden aşamazlar, çıkamazlar ve bugüne kadar da hiçbir dünya ülkesi, bu kurallarla bu menzili aşamamıştır. Bunu böylece bilelim, anlaştık mı?
Ve şimdi geliyorum mevcut iktidara… Mevcut iktidar, vatandaştan oy isterken "Ben şunu yapacağım" demedi, Allah’ları var. Takiye de yapmadılar. Net dediler "Biz kırbaç yemeden, kulağımızı çektirmeden IMF'nin kurallarını uygulayacağız" dediler. Şimdi vatandaş diyor ki "Niye bunlar ucuzluk yapmadı?" Kardeşim, bu adam sana zamanında söyledi bunu. Anlatabiliyor muyum? Olayın özü budur. 

Ucuzluğun Olabilmesi İçin Evvela Vergileri Azaltmak Lazım 

Şimdi az evvel söyledik ya, ucuzluğun da olabilmesi için evvela vergiden başlamak lazım. Şimdi efendim, evet, devletin kanı da vatandaştan aldığı vergidir, bu doğrudur. Ancak bunu adil bir şekilde alırsa devlet ayakta durur. “Nasıl zalim hükümdar payidar olmazsa, böyle zalim bir şekilde vergi alan devlet de payidar olmaz.” Sen hiç kazanmayan adamdan vergi alacaksın, az kazanan adamdan vergi alacaksın, e ne olacak? O da aynen az evvel ifade ettiğimiz enflasyondaki kural gibidir: vücutta kan yok, sen bunun olanını çekiyorsun, öyle değil. Şimdi esasen bizim örfümüzde olması gereken ekonomik kural da budur. Bizim örfümüzde, bizim geleneğimizde, Türk toplumunun geleneğinde bir tüketen sınıf vardır, iki üreten sınıf vardır. Kapitalist düzen gibi dünya gibi değildir. Bizde üretenle tüketen iç içedir, bir ailenin içerisindedir, yanlış anlamayın efendim, ne olacak şimdi? Şimdi tüketen sınıf, tüketen sınıf bir defa vergide muaf olması lazım. Bunun sınırını koyarsınız; bu 6 olur, 7 olur, 10 olur, 100 olur, 1 olur… O günün şartlarına hangi rakam geçerliyse o rakamı koyarsınız. Bilmem anlatabiliyor muyum? 
Şimdi işte o standartların altında olan vatandaştan ki bu bizim hesaplamalarımıza göre en az vatandaşın %80'ini ihtiva ediyor yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşlarından, -7x8’in 56- 50 milyon insan bu vergi muafiyetinin dışında kalması lazım. Anlatabildim mi? 
Bugünkü şartlarda. Evet, ama yarın öyle imkânlar eline geçer ki, 70 milyonunda 70 milyonu vergi verecek seviyeye çıkar. İşte devlet iradesinin, ekonomistlerin fonksiyonu burada: “Alacak, onu getirecek bu noktaya yani devamlı taşıyacak.

Devleti İdare Eden İradenin Devamlı Vatandaşı Çalışmaya, Üretmeye Teşvik Etmesi Lazım

Nereye benzer bu? Efendim şim di, balığı tutmak için oltayı atıyorsun, oltanın ucunda küçücük bir yem var. Balık hep o yeme doğru koşar ve avlanır. Aynen iktisadi rejimlerde de o balık tutma oltasını ekonomist, devleti idare eden irade devamlı atması lazım; vatandaşı çalışmaya, üretmeye, yükseltmeye teşvik etmesi lazım, anlatabildik mi? Ha bugün vergi vermeyen adam, bir yıl evvel vergi vermemiştir, bir yıl sonra vergi verecek duruma gelmektedir. “Ama efendim, kamu giderleri ne olacak? Sen yüzde sekseninden almıyorsun.” Bu yüzde seksenin şu andaki vergi oranlaması 9 katrilyondur. Yani verginin, şuanda alınan verginin altıda biridir. Anlatabiliyor muyum? Ama bu %80 vatandaştır. Vatandaşın %80’idir. İşçisi bunun içinde, memuru bunun içinde, çiftçisi bunun içinde, bakkalı bunun içinde vergi vermeyen sınıf içindedir. Ha, bunun 9 katrilyon, diğeri 40 katrilyon, onun üstündekidir. Servet sahibidir, şöhret sahibidir bunlar. Ha, bundan alacaksın vergiyi. Nasıl? 
Bunun da kafasına vura vura değil ha, bakın buradan vergi almadık, buradan alacağımız %35 vergi gelir olarak bunu cebinde kaldı mı? Kaldı. İki, peki, bunun gelirine mukabil biz de düşündüğümüz sistemde emisyon genişleyecek. Genişlettiğin kadarıyla proje mukabile buna efendime söyleyeyim kredi vereceksin. Bunu cebindeki para 1 iken 10 oldu mu? Oldu. Şimdi cebinde parası olan adam pazara gidiyor. Kabul et 1 milyon var cebinizde, pazara gidiyorsunuz. 20 milyon var, pazara gidiyorsunuz. 5 milyar var, onunla da pazara gidiyorsunuz. Kendini bu vatandaşın yerine koy. 1 milyon veya 20 milyonla ne kadar pazardan iş yapabilirsin? En fazla 20 milyonluk iş yapabilirsin. 5 milyarın olursa, 5 milyarlık iş yapabilirsin. 20 milyar, 50 milyar olursa o kadar iş yapabilirsin. Ha, para sirkülasyonu senin boyutların kadar piyasaya hareket getirir. Anlatabildim mi? 
Bak, sen sen bir zamanlar bir dükkândan alışveriş yaptığın bir mağazadan bir tane gömlek alıyordun. Her zaman ayağın oraya alışmış, oraya girip çıkıyorsun. Bu sefer aldığın gömleği, senin gelirin artınca 1’e 16 artınca 10 tane gömlek fazla alıyorsun, 10 çift ayakkabı daha fazla alıyorsun. 1 takım elbiseyi 5 takıma çıkartıyorsun. Dikkat buyur! Evet, sen vergi vermedin hatta bunun yerine kredi aldın, anlatabildim mi? Ama bak, burada ne yaptık şimdi? Şimdi biz burayı canlandırdık, burası oo başını kaşıyacak zaman bulamıyor, hem üretimde hem pazarlamada. 1 yıl evvel 1 milyar vergi veriyordu, 1 yıl sonra 10 milyara çıktı. Bak, buradan alacağın 9, bunu 10 ile çarp, 90’a çıktı burada.
Ha, buradaki mantık adalet hem adalet hem kazandığı için rahatlıkla vergisini verecek, hem de kazanmadığı için burası teşekkür edecek, şükredecek. Harcamasını zaten bu, zaten bu harcama yapmasıyla beraber tüketmesiyle bunun gelirini, üretenin gelirini temin ettiği için vazifesini ifa ediyor. İşte bizim düşündüğümüz iktisadi temelin, formülün temelindeki kaynak budur. Bu harekete geçtiği zaman, bizim dediğimiz gibi örfümüzde var, âdetlerimizde var, geleneklerimizde bu var. Yani biz yeni bir şey getirip de uygulamaya koymuyoruz. İnşallah göreceksiniz biz bununla bütün insanlığı, sadece kendi ülkemizi değil çünkü bize bakarak onlar da bunu hayatlarına geçirecek ve o bakımdan “%80’i vatandaşın vergi vermezse Türkiye de vergisiz Türkiye olacak.” diyorum efendim.

Annan Planı Menfaatlerimize Aykırıdır, Zararlıdır; Kabulü Mümkün Değildir

Şimdi efendim, Annan Planı’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin menfaatine, oradaki Türk kardeşlerimizin menfaatine olmadığını ifade ederken, biz hayal kurarak bunu söylemiyoruz. Ne diyor bu planın 1. şartı? "Karpaz Burnu’nu diyor siz Rumlara vereceksiniz." Şu anda burası Türklerin elindedir ve Türkiye adanın en yakın olduğu burun burası. Burayı boşaltıp kime vereceğiz? Rumlara vereceğiz. 
2, Efendime söyleyeyim, Güzelyurt ve Maraş boşaltılacak, yine kime verilecek? Rumlara verilecek. Peki, buranın ehemmiyeti nedir? Buranın da ehemmiyeti; Güzelyurt’ta çok ciddi su kaynaklarının olmasıdır. Güzelyurt Türklerin elinden çıktığı zaman Türk tarafı, zaten şu andaki haliyle beraber efendim, yeterli su imkânlarına Kıbrıs sahip değil o zaman büsbütün Rumlara muhtaç hale gelecek Türk tarafı. Diğer taraftan, adada Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 40.000 silahlı kuvveti var. Bu esasa göre 9999’a indirilecek yani 10.000 bile olmayacak efendim. En önemlisi burada Türkiye'nin garantörlüğü tartışılır hale geliyor, anlatabildim mi? Yani Türkiye efendim, bu plana göre de artık bugüne kadar olduğu gibi bu garantörlük vazifesini bihakkın eda edemeyecek. Sadece bunun için bile Annan Planı’nın neresine bakarsanız bakın samimiyetsiz bir plan, bir proje olduğu ifade ediliyor. Artı, Türklerin egemenliği elinden gidecek. Şimdi bütün bunları bir araya topladığımız zaman, orada mevcut efendim kan kardeşlerimizin, bir defa geçmişe ait yaşantıları, tekrar bütün yanlışlarıyla nüks edecek bir hastalık halinde, o katliamlardı, sokakta öldürülmelerdi, baskınlardı, boğulmalardı, bütün bunlar tek tek gündeme gelecek. O zaman da bunun önüne geçmek için bu Annan Planı’na göre herhangi bir tedbir olmadığı için bu yönüyle de sakıncası ortadadır.

Kıbrıs’ta Bulunan Ülkeler Akdeniz'in Kontrolünü Rahatlıkla Elde Edebilirler

Kaldı ki Kıbrıs'a  bakıldığı zaman bütün bunların yanında Kıbrıs'ın ayrı bir özelliği, ayrı bir yeri vardır. Nerede? Bulunduğu iklimde, bulunduğu coğrafyada. Şöyle ki Akdeniz'in kontrolünü orada bulunan ülkeler rahatlıkla elde edebilirler. Artı, o bölgelerden gelecek olan zararların tamamının önüne geçebilirler. Sadece faydası değil, gelecek zararları da engelleyecek stratejik bir yapıya sahip. Daha nereye bakıyor? Avrupa'ya bakıyor, Anadolu'ya bakıyor, Asya'ya bakıyor ve de Afrika'ya bakıyor. Bütün bunlara bakan sabit bir okyanus gemisi, okyanus savaş gemisi de, uçak gemisi de ne dersen de. Şimdi, bu imkânları şu andaki haliyle ne kadar müzakere mütalaa konusu bol olursa olsun, ne kadar didişmeler fazla olursa olsun, şu andaki haliyle biz bu imkânlara sahibiz, şu andaki haliyle... 
Peki, uyacağız dedik mi bütün bunları kaybediyoruz, elimizde hiçbir şey kalmıyor. Peki, niçin biz bu Annan Planı’nı kabul edelim veya bunu müzakare masasında tartışılmasına “evet” diyelim ki? 
O bakımdan, Denktaş burada tarihi bir rol oynuyor. 

Türkiye'nin Yapacağı İş, Denktaş'ın Yanında Yer Almasıdır

Türkiye'nin de yapacağı iş, siyasilerin de yapacağı iş, Denktaş'ın yanında yer almasıdır. "E Canım, biz bu işi halledelim. Bu, şu kadar seneden beri Türkiye'nin başında problem." Sana ne ya! Yani sen bunu hallettiğin zaman oradaki haklarından mı mağdur oluyorsun? Şu anda problem haliyle bile bu dediğim faydaları var buranın sana. Türkler orada egemen vaziyette, istediğini yapar durumda, her türlü imkânlara sahip durumda. Türkiye coğrafyası emin ellerde, oradaki insanlar emin ellerde. Sen bütün bunları uyum adı altında terk ediyorsun. Böyle şey olmaz. Anlatabildim mi? Binaenaleyh, hem de dediğimiz şartlara malik olan bu adanın üzerinde Türkiye, kesinlikle ne olursa olsun zerre kadar taviz veremez. Zerre kadar taviz veremez. Biz burada sadece 1974 yılında 5000 insanımızı şehit vererek elde ettiğimiz bir yer değil, buranın mazisi çok eski. Bizim geleneğimizle efendim, bütünleşmiş bir yer, maneviyatımızla bütünleşmiş bir yer,  “Bunun kıyamete kadar Türk coğrafyası olarak kalması biraz da mecburidir. “diyebilirim efendim.
Elimizden, elimizden Kıbrıs’ı alarak açılacak olan Avrupa Birliği kapısı hiçbir zaman hayır kapısı olmaz. 
Kesinlikle açılmaz ama açıldığını kabul etsek bile o kapı bizim için hayır kapısı olmaz. 
Biz çok iyi hatırlıyoruz, çok iyi biliyoruz. Yani öyle fevkalade baskınlar, katliamlar, yol kesmeler, ev basmalar, bunu yapan Rumlardı. Yani bunu tekrar sen işte bir araya bu insanları getirmek suretiyle davet etmiş oluyorsun aynı halleri "E, güzel, şimdi yaşayın, e ben hakem olacağım size." demek istiyorsun. Kavga da hakemlik yani evet, olay budur. Buna Türkiye müsaade edemez, millet buna müsaade etmez. 

Birinci Körfez Çıkarması: Bir Projeydi

Şimdi tabii güneydoğuda her şey olabilir. Biz 1990'lı yıllarda yapılan Körfez Çıkarmasına şundan karşı çıkmıştık: O coğrafyaya olan müdahale ilk değil ve yeni değildi. O coğrafyaya olan müdahale 1850 yıllarından sonra başladı İngilizler tarafından, orası korkunç bir efendim ajan bombardımanına tabi tutuldu. Yani orada fevkalade bir çalışmalar yapıldı. O bölge, şu anda efendim harbin geçeceği coğrafya, tamamen Türklerin tasarrufundaydı. 
Petrolün, affedersiniz motorun icadından sonra petrol gündem edildi ve hangi coğrafyada olduğu da tespit edilince İngilizlerin orası istesek de istemesek de gündemine geldi ve İngilizler o zaman 200 yıl gibi uzun bir zaman efendim orada korkunç faaliyetler yaptı ve burada bulunan Müslüman Arapları bir noktaya taşıyarak Osmanlı'nın karşısına çıkarttı. Bugün Ürdün Kralı'nın dedesi olan Hüseyin bin Ali, o günün şartlarında efendim Osmanlı'ya karşı çıkartıldı vesaire. Çok ciddi organizeler yapıldı. Lawrence denilen adam Mısır'dan oraya getirtildi. O zaman o İngiliz ordusunda komutandı, yanılmıyorsam binbaşı rütbesindeydi ve düzenli bir ordu Bedevi Araplarından kurarak biz arkadan vurulduk ve o coğrafyayı terk ettik. Biz o coğrafyadan ayrıldıktan sonra o coğrafyanın hali ortada efendim ve bugünkü efendim şeyler, coğrafi sınırların tamamı elle çizilmiştir; masa başında yapıldı ve bunlar teker teker oraya getirildi. Daha düne kadar o coğrafyada pek huzur da yoktu. Mesela bu Saddam denilen delikanlı, bir ihtilalle beraber oraya gelmiş. Suriye, Ürdün, Irak vesaire, bütün bunlarda devamlı surette bir kaynama bundan dolayı var idi burada, tamam mı? İşte bunun devamı olarak Körfez Çıkarması, Körfez Çıkarması, o günden noksan kalanları tekrar elde etmek, hangi, niçin orada bu oyunlar oynanmıştı? Petrol için oynanmıştı, birinci çıkarmada. İki, niçin bu oyunlar oynanmıştı? 
O bölgeyi cadı kazanı haline getirmek için ve dikkat ederseniz, burada Kürt unsuru hem Suriye’de hem Irak’ta hem İran’da hem Türkiye'de vardır. Yani bir bölgeye onları koyup da isteselerdi o gün, şu anda tartışılması yapılan yerde bir devlet de bunlara kurdurabilirlerdi. Efendim, evet, biz buna belki o zaman da “hayır” derdik ama bugünkü kadar etkili olamazdık. Çünkü dört tarafımız düşman işgaliyle beraber nasıl, hangisiyle başa çıkacaksın ki? Şimdi şunu demek istiyorum: “Bu bir projeydi.” Bugüne sarkan yönleri işte birinci Körfez Çıkarmasıydı. Birinci Körfez Çıkarması yapıldı. O zaman bizim hatırımıza derhal bu dört ülkedeki dört aynı etnik gücün bir araya gelme projesi hatırımıza geldi. Ben o zaman şunu düşünmüştüm: “Bunları bir araya getirecekler, burada bir tampon bölgesi oluşturulacak. Bu tampon bölgesinde efendim, anarşi eğitimi yapılacak, anarşist yetiştirilecek kısaca. Fakat onlar benim düşüncemin de önüne geçtiler maalesef, bir devlet, fiili bir devlet kurdular.” Anlatabildim mi? 
O gün hatırlıyorsunuz değil mi? Şimdi efendim, bunun devamı ne olabilir? Bu fiili devleti o gün kurduk. Yani ondan sonraki gelişmeler bu fiili devleti kurdu. Bu fiili devlet kurulunca bunun bir resmisi olmaz mı? Peki, bugünkü hareket bu resmiyeti ortaya çıkartmak, ilan etmeye dönük bir tarafı olmaz mı? Olur. Peki, orada resmiyetle ilan edilen... Bak şimdi, evet, oradaki insanlar var ama onun bir kolu da senin coğrafyanın içerisinde. Ki o bizim Güneydoğu Bölgesi'nin coğrafi sınırları hâlâ Batı ülkeleri tarafından, özellikle Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınmamıştır. Neden tanınmamıştır? Merhum Mustafa Kemal Atatürk, Lozan görüşmeleri sırasında, efendim, bizden Amerika Birleşik Devletleri yeraltı kaynaklarımızı istiyor. Bugün adam "Bunlar yoktur, bunlar hayaldir" diyen birtakım aklı evveller var. Toryumun, efendim borun, boryumun, petrolün, altının pazarlığını o gün yapmak istediler. Merhum Mustafa Kemal Atatürk elinin tersiyle itti onları, "Hayır" dedi ve bunun üzerine bizim güneydoğu sınırlarımızı Lozan Anlaşması'nda bunlar kabul etmediler. Hatta azınlık tabirini o günkü şartlarda Müslüm-gayrimüslim şeklinde belirlenirken, bugün dikkat ederseniz Avrupa Birliği topluluğu diyor ki, "Ben o günkü tarifleri kabul etmiyorum, bu etnik ayrılık bizim için azınlık olmaya kâfi sebeptir." Tamam mı? Şimdi bu esasları bir araya topladığınız zaman, şu andaki çıkarmanın acaba hedef tahtasından bir tanesi Türkiye coğrafyası olur mu, olmaz mı? Olur değil mi? Ha, artı İran olabilir mi? Elbette olabilir. Şimdi böyle bir kabul etsek de etmesek de manzarayla karşı karşıyayız.

Körfez Savaşında Saddam Bahanedir

Geliyoruz olaya bir farklı yönden bakışa: Şimdi hedef  burada Saddam ise, Saddam efendim, kimyasal, biyolojik silahları var, şeklinde iddialar yapılıyor ki ben bunların hiçbirine inanmıyorum. Saddam’da şayet bunlar olmuş olsaydı, birinci Körfez Çıkarmasında çok şey yapardı, hiçbir şey yapamadı. Ondan bu tarafa Birleşmiş Milletler, devamlı surette denetim, denetim, denetim, Hiçbir şey yani ambargo; bir sürü insan öldü açlıktan, ilaç yokluğundan, çocuk çoluk çocuk ölüme terk edildi. Yani burada böyle bir silahın olması, çok kesin de konuşmayalım ama böyle bir şey yok. Olduğunu kabul etsek bile bunları veren bunlar. Saddam bunların müttefikiydi bir zamanlar. Şimdi bunu kullandılar, vadesi doldu, çiğneyip posasını çöp tenekesine atıyorlar. Kaldı ki o silahtan çok daha mükemmeli, nükleer silahı dolmak üzere şeyde var, İsrail'in elinde var. Yani bahane buysa, çok daha büyük çıban başı orada, tamamen çölün ortasında. Niye buna bir şey demiyorlar? Demek ki mesele Saddam meselesi değil o halde. Yani silah, elinde silah var, bunun için burası efendime söyleyeyim dikkate alınması gereken bir coğrafyadır. Bu noktadan hareketle buna gidemeyiz.
Gitsek onun gibi çok emsaller var ortada ve 100 milyar dolar bu savaş esnasında yapılacak olan harcamaya ayrılan bütçe. Savaş yapmadan en (az) 10 tane Saddam o parayla beraber oradan uçurulur, bir defa değil, 10 defa uçurulur. "Hayır, ben illa da fiilen buraya geleceğim" diyorsan, başka bir yönü var olayın. Allah aşkına söyleyin bakalım, Saddam’a ne denildi de yapmadı? Yani Amerika Birleşik Devletleri şunu söyledi: "Hayır, bunu yapmadı." Hepsini yerine getirdi. Ha, demek ki bahanedir Saddam. Burası çok daha farklı bir istek için efendim, bu sadece bizim coğrafyamızın yeraltı kaynaklarımızın şeysi de olmayabilir ya efendim Kerkük ve Musul, Kerkük ve Musul, Osmanlı hanedanının tapulu arazisidir. Hatta bir zamana kadar biz buradan petrol payımızı dahi alıyorduk. Esasen efendim, uluslararası hukuka göre bunlar dünya kamuoyu önüne getirilip haklarımızın burada talep edilmesi lazım. Ama şu anda ben bunun zamanı olduğu kanaatinde değilim, bilmem anlatabiliyor muyum?

Türkiye'nin Yapması Gereken Kuzey Irak’taki Muhtemel Savaşın Önüne Geçmeye Gayret Etmesidir

Zaten adamların gerekçesi hem bizim sınırlarımızı belirsiz hale getirmek, hem Orta Doğu coğrafyasını karıştırmak ve hem de oradaki petrollere el koymaktır, anlatabiliyor muyum? 
Şimdi böyle bir durum, durum ile biz karşı karşıyayız. Binâenaleyh, çok efendim nazik diyeceğim, çok ehemmiyetli ve de çok dikkatli olmamız gereken dönemlerden geçiyoruz. Oradaki İslam coğrafyasının bize bakış tarzı da çok mühim. Bütün bunları aksatmadan, onları müspete çevirecek Türkiye'nin bir politika uygulaması, uyarlaması gerekliliği lüzumuna ben inanıyorum şahsen.
Şimdi gaye, maksat o coğrafyayı karıştırmak. Maksat, bizim coğrafyamızı da sınırlarını belirsiz hale getirmek. Bunu en derin manada, en kötü şekilde düşünmek mecburiyetindeyiz. Bizim yeraltı kaynaklarımızsa, biz sınır boylarında çok iyi nöbet tutarak bu savaşın çıkmasına mani olma durumundayız. Yani biz, evet, bir tarafa vurulacak ama o tarafa vururken sana da toslanacak. Sen de yerinde şey kalacak, rahat kalacak değilsin. Şu anda Türkiye'nin yapması gerektiği husus: o coğrafyada kesinlikle yapılması muhtemel olan savaşın %100 önüne geçmeye gayret etmesidir. Ben şahsen bunu böyle kabul ediyor ve inanıyorum.
Ha efendim, oldu ki tamamen bir savaş hazırlığı… Bir savaş ki, Amerika Birleşik Devletleri'nin şu anda gittiği noktada, oraya doğru... O zaman efendim, bizim hakkımız olan yerlerimizi korumak vazifesi bize düşer. Biz bunu rahatlıkla korur ve ihtimal dâhilinde olan o birleşmeyi, yine o bölge o coğrafya içerisindedir, bunlar birbirine yakındır zaten bizim hakkımız olan Misak-ı Milli hudutları dâhilinde olan o yerle beraber şu andaki coğrafi sınırları arasında kalacak, hiçbir olaya da müsaade edilmez. Çok ciddi bir koruma, kollama vazifesi yapılır ve kimseye zayiat vermeden de bu savaşın neticesi beklenilmiş olabilir.
Bu savaşta, Allah korusun, ben çok ciddi zayiatlarına olacağı kanaatindeyim. Geniş bir coğrafya, geniş bir devletler topluluğunun sınırları tartışma konusu. Bu Ürdün Kralı Hüseyin'in kardeşi olan Hasan olması lazım, bir duyduğum şeylere gelen haberlere göre, yeni Irak coğrafyasında söz sahibi yapılacağı, Amerika tarafından söz sahibi yapılacağı şeysi kulağımıza geldi. Olabilir çünkü bunlar dededen kalma. Bu şekilde.
Yani bu olabilir yani. Onun için Ürdün bu olaya sıcak bakabilir. Abdullah mıdır Ürdün Kralı? Onun amcası oluyor bu. Yani bu, sıcak bakabilir. Ama diğer devletler için işte hoş karşılanmayacak durumlar orada olacağından dolayı Allah korusun çok kan dökülebilir. Bağdat'a yönelik bir Saddam’la ilgili olduğu için, Bağdat'a yönelik bir hareket olması münasebetiyle çok kan dökülebilir. Yani orada masum insanlar, masum insanlar nahak yere efendim öldürülebilir, öldürülebilir, şehit edilebilir. Neticede bunlar da bizim din kardeşlerimiz, insanlardır. Ataları geçmişte yanlış yapmışsa da biz merhamet ehli bir milletiz yani Türk'ün bu tarafı da çok mühimdir. Efendim o bakımdan çok ah alınacağı kanaatindeyim ve bu ahı alanın da iki yakası bir araya gelmez.
Bak, Saddam'ı bir ara İran'a karşı kullandılar, çok ciddi zulüm yaptılar. Saddam'ın bugünkü faturasının efendim bu şekilde ödenmesinin sebebi ne biliyor musunuz? O günkü İranlı hanımların ahlarıdır. O kadar insanı orada nahak yere efendim şey etti. Allah da şimdi belasını veriyor. Ben her zaman bunu söylüyorum. “Şimdi bugün orada da birçok masum insan var, onlar da ah çekecekler.” O ah Amerika'yı yerle bir eder. Göreceksiniz, Amerika'nın bence geleceği sağlam değil. Zaten ciddi bunalımda. Dolayısıyla bu, onun tamamen hesaplarını alt üst edecek, edecektir yani bunda kuşkumuz yok. 

Müttefikimiz Olan İnsanlarla İleride Takınacağı Tavırla Karşı Karşıya Gelme İhtimallerimiz de Vardır

Şu anda biz müttefikimiz olan bu insanlarla ileride takınacağı tavırla da karşı karşıya gelme ihtimallerimiz de vardır. Neden? Çünkü o hesaplar, bizim coğrafya üzerindeki hesaplar bitmedi. Ee bunu kulak kaldırdığı zaman herhalde “Türk milleti de buna gerekli cevabı vermeye muktedir olacaktır.” diyorum İnşallah.
Öyle görünüyor yani bizim olaya bakış tarzımız bu. Çünkü yapılan hazırlıklar sadece Saddam’a yönelik olsa aklınız var. Yani bu kadar asker bizim Türkiye'de konuşlanacak, bunun dışında güney kısmından da müdahale olacak. Bu kadar yani bu iş için bu kadar asker bana göre fazla, yanlış mı konuşuyorum?
Sonra beş yıl kalacak, bir buçuk yıl kalacak gibi şeyler bizim coğrafyada bunlar çok mahsurlu şeyler.
Yalnız, şurayı altını çizelim, kısaca burada, bu adamlar her ne kadar savaş olmasın diyor da, olur hale getirirse biz kendimize, kendi hakkımızı sınırları dâhilinde korumak üzere işin içerisinde olabiliriz. Bizim kanaatimiz budur. Kendi hakkımızı sınırlarımız içinde korumak üzere olabiliriz, kimseyi de oraya sokmamamız lazım. 

Milletçe El Ele, Gönül Gönüle, Omuz Omuza Olmamız Farz-ı Ayndır

Bizim millet olarak bir defa şunu çok iyi görmemiz lazım: “Türk milleti, insanlık ailesinin en şerefli, en haysiyetli ve en kabiliyetli milletidir.” Bunu bir defa hepimiz bilelim. Biz bunu kaybettik şu anda; bu kabiliyeti, bu aidiyeti maalesef kaybetmiş durumdayız ve sanki aciz bir millet, kabiliyetsiz bir millet, işe yaramayan bir millet pozisyonuna geldik. Bu da bizdeki bütün üstün hasletleri yok ediyor, tek tek kaybediyor. Efendim, birbirimize bu hal itimat etmez hale getirdi, endişe ediyoruz, kuşkuyla bakıyoruz, hatta hasım oluyoruz. Bunun zail olması lazım. Milletçe el ele, gönül gönüle, omuz omuza olmamız şart. Bu bize farz-ı ayn.
Ne olursa olsun, bilhassa bu ortamda artık işte "dediydi, demediydi", "yaptıydı, yapmadıydı", "şöyleydi" bunları terk edeceğiz. Her birimizin üstün vasıflarını ve hallerini görerek birbirimize yaklaşacağız. Ben sende, sen de bende ne kadar üstün meziyetler, vasıflar ve sıfatlar var bunları öne çıkartacağız. Bunu yapmak şart efendim, bu zaten millet olma durumunda olan, bizim özümüzde, örfümüzde, âdet ve geleneklerimizde var. Bunu bugün hayata kavuşturmamız lazım. Birincisi, en mühimi bence budur.

Dış Siyasette Türkiye Coğrafyasında Hesabı Olmayan Ülkelerle İş Birliği Yapmalıyız

İkincisi de dış politikamız . Dış siyasetimizde de her zaman ifade etmeye çalışıyorum; Türkiye Cumhuriyeti coğrafyası üzerinde hesabı ve gözü olmayan kim var, onları arayıp bulmamız lazım. Bu Ortadoğu'dadır, bu Kafkaslardadır, bu Balkanlar'dadır, bu Uzak Doğu'dadır, bu Türk dünyasındadır. Ha, bunlar aranıp bulunacak. Şimdi, benim şahsen dış dünya olarak, yani hariciye politikası olarak endişe ettiğim ve de kabul edemediğim bir husus var: Adamın gözü benim ailemde, benim evimde; ben kalkıyorum, evime onu davet ediyorum. Bunun adına resmen ne denir? O neyse, bizim yaptığımız yanlışlar da buna benziyor.
Yani biz şimdi şunu yapmalıyız efendim: “Kim bize dost, kim bize düşman, kim bize dost gözüyle bakıyor, kim düşman gözüyle?” Bunu derken, "falanla filanla ticaret yapmayalım" demiyorum. Ama biz ne diyoruz? Adam bizi yemeye çalışıyor, yok etmeye çalışıyor. İlla da "Sen, ben senin kuyruğun, ayakkabın olayım" diyoruz. Bu, bu zillettir; bu millete gelmez.
Ha, tekrar ediyorum: “Dünyada bizim iş birliği yapacağımız çok ciddi güçler var. Uzak Doğu'da var, Yakın Doğu'da var, Orta Doğu'da var, Balkanlar'da var, Kafkaslar ‘da var ama hiçbiri benim vatanımda, benim milletimde gözü olmayacak olan insanlar, milletler ve devletler olması lazımdır.” diyorum ve bizi takip eden kardeşlerimize de saygılar, sevgiler, hürmetler arz ediyorum.

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir