info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Eğitimde Temel Unsurlar / 1997

    Neler Okuyacaksınız

Eğitimde Hedef Önce İnsanın, İnsan Olarak Yetiştirilmesi Olmalıdır

Esasen ülkenin istikbale hazırlanması konusunda hazırlanan plan ve programlar mutlak surette kendi mantıklarına göre doğrudur. Bu münasebette bizim takdim edeceğimiz çözüm belki bunların daha önünde, fevkinde olabilir. Şu mana anlaşılması da yanlış olur ‘bu doğrudur, bir başkası yanlıştır’, bu anlaşılırsa yanlış olur. Mutlak surette her projenin uygulama sahası vardır ve çözümü, getireceği çözümler milletin, memleketin hayrınadır. Ama bazısı bunun milletin hayrına %80 olur, bazısı  %50 olur, bazısı %40 olur. 
Şimdi bizimkinin, benim ifade etmek istediğim projenin esası hem milletimiz için daha menfaatkar hem de zaman bakımından milletimizin hayrınadır. Şimdi düşününki bir işi, işlemi yapacak olan insanın kendisidir. Bizim yapacağımız işe göre insanları eğitmemiz şarttır. Hatırlarsanız bundan birkaç akşam evvel Mesaj TV ekranlarında Diyalog Programı’nda diyelim eğitimle ilgili bir panel yapıldı, müzakere programı yapıldı. Sayın Meltem Koleji Müdürü Ali Gedik Bey'in enteresan bir tespiti oldu ki o tespitleri aşağı yukarı Ertuğrul Günay Bey'in de tespitleri ile hemen hemen yakındı; ‘evvela insanın yetişmesi lazım, insanı yetiştirmemiz lazım’ denildi. Fevkalade bir tespit. 
Hatırlarsanız biz İcmal olarak 1983 yılında ortaya çıktığımız zaman, ilk ve son sözümüz ‘insanı yetiştirmek, insanı kazanmak’ olmuştur. Şimdi siz, insanı insan olarak eğitir, yetiştirirseniz ona mesleki sıfatları yüklemeniz zor bir hadise olmaz. Yani, varlıklar içerisinde insan apayrı bir varlık; hayvan da bir varlık, nebat da bir varlık, ağaç, taş da bir varlık. Ama bunların içerisinde insan çok farklı bir varlık. Ayrı bir bakım istiyor, ayrı bir yönetim istiyor, ayrı bir eğitim istiyor, kültür istiyor. O insan olabilmesi için gerekli eğitimin ona verilmesi şarttır ve de farzdır. Bunu siz bir defa insan yaptınız. Ne yapacağız bundan? Mühendis yapacağız; o zaman mesleki bilgiyi ona yüklersiniz. Öğretmen yapacağız; öğretmenlik bilgisini ona yüklersiniz. Doktor yapacaksınız; insan doktora, doktorluk bilgisini yüklersiniz. Böylece o hem adam olur hem doktor olur; hem adam olur hem vali olur. Hani adamın ifade ettiği gibi “Oğlum, ben sana vali olamazsın demedim ki adam olamazsın dedim. Babasını ayağına çağıran, adam mı oldu ki… O gün de adam değildin, bugün de adam değilsin”. Biliyorsunuz meşhur bir menkıbe. Adamın birisi oğluna “Senden adam olmaz” diyor.  Vali oluyor, babasını çağırıyor “Bak” diyor “bana ‘adam olmaz’ derdin, ne oldum şimdi? Vali oldum”. “Oğlum ben sana adam olamazsın demiştim, vali olamazsın demedim ki. Sen adam olsaydın babanı ayağına çağırmazdın”. Yani kısaca insan olmak, adam olmak; bütün espri burada. 
Biz Türk milli eğitiminde bir defa bunu hedef olarak, gaye olarak benimsemeliyiz. Bizim örfümüzde, geleneğimizde, adetlerimizde bu tip var, bu model var. Ondan sonra meslek erbabı, meslek eğitimi… 
Artı, şimdi insanı istediğimiz gibi yetiştirdik; işi yapacak olan mimarı yetiştirdik, ustayı yetiştirdik. Peki bu ne yapması lazım? Üretici olması lazım. Hangi sahada? Sanayi sahasında. Değil mi? Ticarette üretici olması lazım. Ticareti öğretmemiz gerekiyor. Artı, ülkeyi tanıtmamız gerekiyor.

Günümüzün Ana Meselesi Birlik ve Beraberliktir

Bugün bence bir başka sorun, mesele daha var ki belki bütün bunların da önündedir. Bir ve beraber olmak lazım, kardeş olmak lazım, sevmek lazım, birbirimizi desteklememiz lazım. Ülkenin kabul etsek de etmesek de bugün doğusu-batısı artık hep bir tarafa çekiyor veya çektiriliyor. Şimdi bu ortamda en hayırlı hizmet, ülkeyi bir ve beraber görmek, insanları ile beraber olmaktır, hepsini sevmektir. 
Efendim hatası yok mu? Elbette olacak canım. Ben hiç unutmam, Akçaabat Ak Camii'nden 1970’li yıllarda öğle veya ikindi namazını kılmış, çıkmıştık. Yaşlı, Osman Efendi isminde bir zat,  şöyle bir bakıyor insanlara, Akçaabat'ın haftası salı günü oluyor bu, kalabalık tabii “Ey kurban olayım Allah'ıma, ne kadar da güzel insanlar yarattı. Ne kadar güzel insanlar yarattı” diyor. Yanında onun yaşında vefakat onun kültürünü alamamış “Ya hocam” dedi “bunların içinde bir sürü eşkıyası, şusu, busu, yalancısı var” dedi “Bunu sen de biliyorsun. Niye işte ne güzel insan diyerek bunları taltif etmeye çalışıyorsun?” Cevaben hiç unutamayacağım, çok mükemmel bir söz beyan etti orada, Allah rahmet eylesin.  Affedersiniz, “Bunlar sevilir mi?” dedi “her türlü hurda, hışır hareket bunlarda”. “Oğlum” dedi “iyiyi herkes sever. İş” dedi “fenayı sevmektir, kötüyü sevmektir”. Bundan ilham alarak diyorum ki bizim insanımızın fenası var, doğrudur. Kötüsü var, o da doğrudur. Yanlışı var, hatalısı var, günahkârı var, hırsızı var, yolsuzu var, sarhoşu var, serkeşi var, şusu var, busu var; doğru. Ama bunu sevmemiz lazım. Sevebiliyorsak, işte o ülkenin sahibi biziz. Ülke bugün bu sahibi bekliyor. Siz çocuğunuz yalancılık yaptığı zaman, hata yaptığı zaman, isyan ettiği zaman kapı dışarı atıyor musunuz onu? Ara sıra bir ceza verdiğiniz oluyor ama atsanız bile bir elinizle tutuyorsunuz ve çocuğunuzu adeta sevgi bağında büyütüyorsunuz. Bugün ülkenin insanlarının tamamının bu muhabbete ihtiyacı var. Bu insanlar bizim kardeşimizdir.
Ne diyor Hz. Ali Efendimiz, Allah şefaat mahrum eylemesin, valisini tayin ederken “Gittiğin yerdeki insanlar ya senin din kardeşin yahut da karında kardeşindir”. Anlatabildim mi? Şimdi şu ülkede yaşayan insanlar ya bizim din kardeşimizdir yahut da karında kardeşlerimizdir. Değil mi? O halde bu ülkenin insanı ne suç işlerse işlesin, büyüklük burada zaten; bunları alıp kalbimize, bağrımıza basacağız, seveceğiz, bir ve beraber olmaları için gayret sarf edeceğiz. Az evvel söylediğim gibi, o model insan tipine hepsini namzet yapacağız. O insandan mükemmel bir sanayici olacak, o insandan mükemmel bir tüccar olacak, bakkal olacak, bir çöpçü olacak. Kısaca, ülkenin her kurum ve kuruluşunun mümessili olan insanı, insan ve meslek erbabı olarak yetiştirmemiz lazım, yetiştireceğiz diyorum efendim.

Eğitim Maneviyatla, Tarihimizle, Örf ve Adetlerimizle Şekillendirilmelidir

Şimdi evvela işe dinin kurumlarının eğitiminden başlayalım. ‘Nasıl olmalı?’ sorusunun cevabını biz kendi düşüncemize göre değil; Allah bizden ne istiyor, bundan başlayalım. Ben derim, şöyle bir insan istiyorum; şöyle mükemmel bana göre bir tip, insan tipidir. Mühim olan o tipin Allah tarafından beğenilmesidir. Bizim insan modelimizi Allah'ımız beğeniyor mu? Cevap olarak diyorum ki işte dinin kurumlarının insan modeli, Allah'ın beğendiği insan modelidir ve bu model, bu tip bizim tarihimizde, örfümüzde, adetimizde, geleneğimizde, maneviyatımızda mevcut modeldir. Eğer milli eğitim dediğimiz yaygın örgün, bir başka adı ile eğitim sistemimiz bu modeli öne çıkarır, böyle bir insan tipini ideal olarak seçerse; milli eğitim hakikatte vatana, millete, devlete fevkalade hizmeti olur. 
Şimdi, öne çıkarmazsa ne olur? Bu modeli seçmedi. Bir model seçecek. Bu seçtiğim model ya batının modeli olacak, ya Uzakdoğu'nun modeli olacak; yani bir şey olacak bu. Sen şimdi batı modeline göre bir insanı veya Uzakdoğu modeline göre bir insanı şekillendirmeye çalıştığın zaman o insanın senin örfünle, adetinle, geleneğinle, maneviyatınla, tarihinle, seninle barışması mümkün değil. Niye? O çünkü bir başka şahsiyet, bir başka karakter olarak çıkacak ortaya. O karaktere diyorsun ki, sen benimle barış. Ya o senin geçmişteki karakterin bu değil. Mazide yaşanan olaylardaki insanın bu değil. O değişmeye başlıyor, sonra da şikâyet ediyorsun ondan. Niye şikâyet ediyorsun? Sen dedin ona, böyle ol. 
Ben hiç unutmam, 80’den önce şikâyet ediliyor; işte gençlerimiz şunu yapıyor, bunu yapıyor. Sen maneviyatın önünü kestin, tarihe giden kapıların önünü kestin, örfün önünü kestin, adetlerin önünü kestin. Bu adam ne yapacak? Yani, bu bir şey olacak. Yani, bir şeye inanması gerekiyor bunun. Taşa da, yani taş da olsa ona inanacak. Bu şuna benzer; bir insan düşünün ki acıkmıştır, gıdaya ihtiyacı var değil mi? Eğer onun önüne helal bir lokma gelirse onu yer, gelmezse haramı yer. O illa karnını doyuracak. Eğitim de böyle; insanın aklı, ruhu buna ihtiyacı var, bu bilgiye ihtiyacı var. 
Şimdi bizim bunu vermemiz lazım. Yani, neyi vermemiz lazım? Kendimize has bu eğitimi vermemiz lazım. Kendi örfümüz, adetimiz, geleneğimiz neyse tarihte bunu yapmamız lazım.  İşte eğitim, milli eğitim dediğimiz sınıf bunu vermesi gerekiyor. 

Eğitimde Milli Eğitim, Medya ve Ailenin Birbirlerini Tamamlamaları Gerekir 

Artı, bu modeli, bu tipi medyanın… Bugün medya , etkinliği son derece tartışılmaz noktada olan bir kurumdur. Çocuk açıyor televizyonu, geçiyor karşısına; adete onun dediklerini taklit etmeye, tatbik etmeye çalışıyor. Sen diyemezsin ki ‘bu bana etki etmiyor’. Nasıl etmiyor? Rüyalarına bile giriyor. Çok samimi konuşuyorum. Bazen çocuklar dikkat ederseniz rüyalanırlar; kalkıyor, filmde seyrettiklerini anlatmaya başlıyor. Ben buna çok şahit oluyorum. Etki ediyor. Demek ki bu eğitimin bir dalı da bugün medya dediğimiz kurumların yaptığı eğitim oluyor. O halde medyamız, bu konuda çok hassas davranması lazım. Gazeteler, kabul etsek de etmesek de eğitim veren birer merkez haline gelmiştir ve bunların halk üzerinde fevkalade bir etkisi var. 
Artı, aile kurumu… Aile kurumu da az evvel saydığımız bu iki kurumdan etkileniyor. Eğer aile kurumu, bu iki kurumun fevkinde çok daha farklı bir kurumsa; bu belki bir toplumda on binde bir, milyonda bir çıkar ki buna malumunuz müstesna diyoruz, bunlar da kaideyi bozmazlar. Aile, bu iki kurumun eğitimini veriyor. Bu iki kurumun eğitimi ile bir aile modeli oluşuyor. Bu üçlünün fevkalade mutabık kalacağı bir eğitim tarzı. Bu eğitim tarzı nereye göre olması lazım? İşte dinin kurum ve kuruluşlarının koyduğu karaktere bina edilmesi lazım. 
Geçmişte sivil kurumlarımız vardı. Bu kurumlar ülkenin yöneticisini, tacirini yani tüccarını, hamalını, muallimini, hocasını, hacısını eğitirdi. Aynı vazifeyi bugün tekrar bu kurumlara tevdi etmemiz gerekiyor. Bu olursa, milli eğitimin de vazifesi rahatlıkla çok daha iyi bir seviyeye gelir ve de hepsi birbirini tamamlayarak ideal bir eğitim oluşturulmuş olur. İnsanlarımızı nefsinin, çevresinin, milletinin, devletinin, vatanının yararını kazanmış oluruz, diyorum efendim.

Meşreb-i Sufiyye Mükemmel İnsanı Yetiştirir 

Şimdi, başta girerken bir insan modelinden bahsettik. Meşreb-i sufiyye bu modeli her zaman ideal bir model olarak, Allah'ın sevip seçtiği bir insan modeli olarak benimsemiş; Allah'ın seçtiği o modeli kendi ocaklarında yetiştirmiştir. Yani insanı terbiye etmişler, bir noktaya getirmişler. Bu insan, terbiye edilen insandan da evvela Allah razı. Düşün ki kendi yaratanın senden razı, böyle bir tip ortaya çıkıyor. Allah'ın razı olduğu insandan diğer kullar razı olmaz mı? Değil mi? Diğer kulları da razı olur. 
Şimdi meşreb-i sufiyyenin işte bu ideal insan eğitim modeli insanları birbirine bağlamış, aile kurumunda fevkalade bir tesanüt görülmüş. Daha? Ticari kurumları birbirine bağlamış, fevkalade bir tüccar sınıfı görülmüş. Değil mi? Adalette bu görülmüş, siyasette bu görülmüş. Niye? Bütün bu mükemmel insan tipini, dediğimiz meşrebi sufiyye kurumları eğitmiş, vücuda getirmiş, devletin siyasi iradesi adeta onları insan yetiştiren merkezler olarak, mektepler olarak değerlendirmiş, istifade etmişlerdir. Bu münasebetle, bu eğitimden geçen insanların tamamı kendi yararlarına; milletinin, toplumunun, devletinin yararına her zaman ve devirde kazanıldığını gördük, görüyoruz. Meşreb-i sufiyyenin bu konudaki etkisi tartışılmayacak kadar büyüktür, diyebiliriz efendim.
Şimdi hukukçu olmakla insan olmak ayrı şeyler; bir doktor olmakla insan olmak da yine aynı şey. Biz mükemmel bir hukukçu yapacağız ama evvela insan olmanın… Mesela sabreden, kanaat eden, tevekkül eden, tefekkür eden, Allah'ı seven, Allah'tan korkan… Bak bir model çıkıyor ortaya; çalışan, tembel olmayan, insanları seven, insanlara yardım eden, insanlarla beraber olan, insanlara hizmeti gaye edinen… Bak bir modeli biz koyduk, bir tip. Bu tip şimdi ne olacak? Bu tip gidecek hukuk fakültesine, hâkim olacak. Tamam, bu adam iyi bir hâkim olur. Tıpa gidecek, doktor olacak. Yani mühim olan, bu modelin olması. İşte meşreb-i sufiyye, o insanı ortaya koyuyor. 
Dikkat ederseniz bakın Osmanlı döneminde medreseyi ya tamamlamadan veya tamamladıktan sonra bu modeli oluşturmak için mutlaka bir şeyh-i kâmil huzuruna gidilir, bu insan olmaya gayret edilir. Yani, adam olmaya çalışılır. Misyonu çok büyük. Anlaşıldı mı efendim? Bilmem anlatabildim mi?

Toplumumuzda Eleştirmek Bir Hastalık Haline Geldi

Şimdi tabii bütün paketlerin bir gerçeklik payı vardır. Yani siz şu anda dünyanın en mükemmel paketi dersiniz, getirirsiniz onu önüme; o sizin mükemmel dediğiniz şeyde ben bin tane hata bulurum. O bakımdan bence olaylara biz farklı bir nazarla bakıyoruz; hep septik olduk, millet olarak hep septik olduk. Bir kaynak gösterildiği zaman “Aaa bu değildir”. Bir başka kaynak gösteriyoruz “Aa bu da değildir”. Baba o değil, o değil. Peki nedir bu? Yani mutlaka bunlardan bir tanesidir. Bir defa, itimadı biz kaybettik; birbirimize teslimiyeti, itimadı kaybettik.  Ben sana, sen de bana uzak düşünce; benim sana dediğim batıyor, seninki de bana. Ben paketleri böyle görüyorum. Yoksa bunların her birinin realitede bir payı var. %100 olmazsa bile %80 veya %60 mutlaka uygulanabilir bir tarafı var. Uygulanmayacak diye, bunlardan netice istihsal edilmeyecek diye bir anlayış çok yanlış. O halde birbirimize itimat etmesini bilelim, sabırla bekleyelim. Anlatabildim mi? Yani bu konuda birbirimize hürmetkar olalım ve efendime söyleyeyim suizan sahibi değil hüsn-ü zan sahibi olalım. Yapılır, edilir, ondan sonra netice ortaya çıkmazsa ‘bak baba, sen bunu şöyle yaptın da onun için netice ortaya çıkmaz’ denilir. 
Şimdi bir başka husus, ben burada politikacıları da eleştireceğim ‘Bu pakette iş yok’. Mesela bir ticari kuruluş, iş adamları kuruluşu diyelim ‘olmaz’ diyor ‘böyle olmaz’ diyor. Peki ne ile olur? ‘Ne ile olur?’ dediğin zaman, olurunu da söylemiyor. O zaman sen hava atıyorsun. Veya bir parti, ‘efendim bu doğru değil’. Doğrusu hangisi? O da doğruyu söylemiyor. Veya o parti iktidar olduğu zaman, o da doğruyu getiremiyor. Yani şunu demek istiyorum, bizde eleştirmek hem de öyle bir eleştirme ki adeta kökünü kazırcasına, hiç hak payı tanımadan eleştirmek adeta bir hastalık haline geldi. Bunu unutmamız lazım. Hüsnüzan sahibi olmamız lazım. Ben sadece iktidar için, muhalefet için bunu söylemiyorum. Yani genelde karşımıza gelen insanlara, iradeye bir zaman tanımak, bir hak ölçüsü, ‘mesamesinde doğru düşünüyor’ demek, en azından kendi süresi içerisinde bir imtihan hakkı tanımak lazım. Hiçbir şey tanınmıyor. Hemen baştan ‘trak’ bindiriliyor. Bu olmaz, bu yanlış. Ben bu konuda bunu söylüyorum. 
Bana dersen ki senin paketin nasıl olur? Ayrı konu. Yani senin paketinden bu ayrı şey. Benim paketimin doğru olması bana göre ölçüttür, onunkinin de doğru olması kendine… Benim doğruluğumu, benim zamanımın içindeki uygulama; onun doğruluğunu, onun kendi zamanı içerisindeki uygulama ispat eder. Bu ispatlar olmadıktan sonra kimsenin kimseye ‘yanlıştır, noksandır, hatalıdır’ demeye hakkı yoktur kanaatime göre.

Devlet, Üretim ve Ticarette Rehber Olmalı, Üretimi Teşvik Etmelidir

Şimdi tabii gayrimenkullerin yeri gelir satımı da elzem olur. Değil mi? Sırtında hep yük taşıyacağına, satarsın. Yani kalkıp da devletin, şu arazi alıp satan adamın adına ne denir? Emlakçılık yapmasına gerek yok ya. Devlet, devlettir; bir gücün, bir kuvvetin, bir iradenin adıdır. Şimdi biz bakıyoruz, bir noktada devletin yaptığı iş, ticaret işi; devletin yaptığı iş, bakkalın yaptığı iş. Sana o değil. Devlet yasama, yürütme, yargıyı ortaya koysun, o kurumları muhafaza etsin; en büyük hizmeti yapmış olur. Bunları yapmadıktan sonra… Ha bunların iktisadi gelire ihtiyacı yok mu? Vatandaşına bunu yaptırsın, gelirinden vergisini alsın. Onunla beraber ayakta… Batılı ülkeler bunu yapıyorlar. 
Şimdi bana göre ülkede… Ben, üretimin artmasından yanayım. Yani evet, ticaret de çok karlı bir saha ama hem üretim hem ticaret. Üretimin artması için de mutlak surette bizim millet olarak sanayiye ağırlık vermemiz gerekiyor; rekabet edelim veya edemeyelim. Şimdi, bir Avrupa pazarına girmemiz münasebetiyle gümrük indirimi vs. bu münasebetle rekabet edemeyeceğimiz mamulü üretmeyelim. Hiçbir mamul başlangıçta rekabet edilecek düzeyde kaliteli üretilmez. Adam teknolojinin son safhasında, zaten kendi ürünü, o noktada mamulünü üretiyor; sen, ondan transfer edeceğin teknoloji ile mamulünü üreteceksin, onun seviyesine çıkacaksın. Bunlar bir defa hava. Bu ne sanayi bilmek olur ne ticareti bilmek olur. Ha nasıl? Bunun belli bir birikimi olacak. O gün başlarsın, o gün rekabet edemezsin. Ama 5 sene sonra bal gibi rekabet edersin. Sanayinin biz içinde olduğumuz için biliyorum. Başladığımız günde en basit bir meselede bile rekabet edecek gücümüz yoktu, tekniğimiz yoktu, bilgimiz yoktu, kültürümüz yoktu. Şimdi bana öyle geliyor ki biz bunların en güçlüleri ile de rekabet edebiliriz. Öyle geliyor değil, öyledir yani. Ama bir birikim oldu şu kadar zamandan beri; makinesinden kalıbına kadar bizim bir birikimimiz oldu. Değil mi? Kısaca, üretim ve ticaret; iktisadi olarak, diyorum efendim.

Ehl-i Sünneti Hayatına En Güzel Tarzda Ehl-i Beyt’in Yolunda Giden Milletimiz Geçirmiştir 

Şimdi ehl-i sünneti vel cemaat mezhep ve meşreplerinin yolu olması lazım, bir defa bunu iyi bilelim. Ehl-i sünnet yoludur bizim çıkışımız. Sırat-ı müstakim dediğimiz yol, ehl-i sünnetin yoludur; sünnet ehlinin yoludur. Bunu da tarihte en güzel şekilde hayatına geçiren meşreb-i sufiyye müntesibleri, yani tasavvuf ekolleridir. Bizim tarihimizde de bunu, Türk tarihinde de bunu çok açık ve net olarak görüyoruz. Ehl-i sünneti hayatına en güzel tarzda Ehl-i Beyt’in yolunda giden milletimiz çok mükemmel bir surette geçirmiştir. 
Mesela bakınız, Kutadgu Biligler, Yusuf Has Hacipler, Kaşgarlı Mahmutlar, Hoca Ahmet Yeseviler, Şah-ı Nakşibendler, ne bileyim Yunus Emreler, Hacı Bektaşi Veliler işte bu yolun insanlarıdır. Bu yoldan gidenlerin ben pişman olduğunu görmedim. Hayatlarını kullukla tamamlamışlar, kul olduklarını bilmişler ve bu hayata Allah'ın irad ettiği, rızası istikametinde bir şekil vermeye ve o tarz bir hayatı yaşamaya gayret etmişlerdir. Kendileri ile başkalarıyla devamlı uyumlu olmuşlardır. Kavgadan, gürültüden, yıkıcılıktan, bozuculuktan çok uzak ama çok uzak olmuşlardır. Günümüzde de eğer insanımızın İslam’ı yaşamasını arzu ediyorsak ki hepimizin arzusu da odur, ehl-i sünnet yolunu herkesin yaşaması ve tavsiye etmesi lazım. Meşreb-i sufiyye dediğimiz o yola intisap etmeleri, o yolda sabit-i kadem olmaları lazım ki Cenab-ı Hakk'ın rahmetine, feyzine, bereketine hep beraber milletçe nail olalım. 

İrşad ve İkazın Maksadı İnsanı Allah'a Taşımaktır

İrşad ve ikazın maksadı, insanı Allah'a taşımaktır. Zaten biz Cenab-ı Hak'tan geldik, Cenab-ı Hakk'a gideceğiz; yani Allah'tan gelen biz, dönüşümüz mutlaka ona. Rabbimiz Ayet-i Kerime’sinde ‘Benden geldiniz, bana döneceksiniz’ buyuruyor.  Ama siz iradenizle dönün, yani ölümle mecburi olarak değil; ölmeden evvel bana dönün ki bu dönüşünüzün bir manası olsun, bir esprisi olsun. Şu anda siz mükellefsiniz. Meşreb-i sufiyye işte bu dönüşü hızlandırmış ve maksadımızı kavramışızdır ‘neden varız, niçin yaşıyoruz, nereden geldik, nereye gidiyoruz?’. Yani ‘Nereden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş’ diyor Niyazi Müsri. Bunu anlıyorsun ‘Ya ben bir hayvan değilim. Ondan farkım olması lazım’. İşte kulluğu kısaca idrak ediyoruz. Yani, kul olma esprisini kavrıyoruz. Bütün mesele de zaten Allah'a kul olmaktır. Bunun da tek çaresi, yolu ibadetten geçer. İbadet, ibadet, ibadet… İbadetsiz gün olmaz.  Her şeyin aslı, özü Allah'a kulluk yani ibadette yatıyor. Allah ubudiyeti ile rızasını kazanan ve bu istikamette amel edip milletine hayır yapan insanlardan, kullardan etsin diyelim. 

Ölçünüz Yanlış İse Doğrularınız da Yanlıştır 

İnsanlar olaylara baktığı zaman, olayları kendi ölçüleri ile beraber değerlendirirler. Ama sizin elinizdeki ölçü doğruysa, yaptığınız ölçüm doğru olur; yanlışsa, doğru olmaz. Eğer siz 1 metreyi 100 santim olması gerekirken 80 santim olarak kabul ediyor, ölçüyorsanız; her metrede 20 santim fire verirsiniz. 10.000 metrede 10.000 x 20, şu kadar metre eder. Yani, şunu demek istiyorum; burada bütün mesele, ölçünün doğru olmasıdır. Ölçünün doğru olabilmesi için de bir ölçü sahibi insanla beraber olmamız şarttır. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin hak, neyin batıl olduğunu sana öğretecek. O bakımdan bizim tarihimizde ‘hangi hocadan okudun?’ esprisi çok mühimdir.  O hocanın ahlakını taşırsın, huyunu taşırsın. Bilgiyi alırsın ama onun huyu seni adam etmemiştir, insan etmemiştir. Öyle insan da vardır ki o hocanın huyu seni adam etmiştir, insan etmiştir; bilgisi de ekstradan üzerine biniyor ve de adam ediyor, meslek sahibi ediyor, insan ediyor. E buna bizim elbette bugün de ihtiyacımız var. Bizim en büyük noksanımız da bence, bu tip örneklerin toplumda azalması, hiç denecek niteliğe, nispete inmesi. Bundan dolayı da insanımız çok kaliteli, çok verimli, çok efendime söyleyeyim alakalı olmasına rağmen örnekler azaldığı için veya olmadığı için bu mükemmel insandan, mükemmel netice alamıyoruz.  E bu mükemmel insanı ancak boğuşurken seyretmekte iktifa ediyoruz. O mükemmellere ihtiyacımız var, kamillere ihtiyacımız var.

Mükemmel Bireyler Bir Araya Gelirse Mükemmel Aile Ortaya Çıkar

Mükemmel bireyler bir araya gelirse, mükemmel bir aile ortaya çıkar. Nikahta ‘kefai’ diye bir olay vardır; yani, denklik. Kalkıp da inanmış bir mümine sarhoşla evlenemez, kumarbazla evlenemez; dengi dengine. İslam ahlakı ile mücehhes, İslam ahlakı ile sıfatlanmış kadın ve erkeğin bir araya gelerek kuracağı bu güzel yuvalardan, mükemmel aile örnekleri zuhur edecektir. Millete, memlekete hayırlar taşıyacaktır, diyorum efendim. 
 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir