Neler Okuyacaksınız
“Olgun İnsan” Derken Yaratılış Maksadına Uygun İnsanı Kastediyoruz
Şimdi efendim mademki Cenâb-ı Hakk'ın halifesi olarak insan yeryüzüne gönderilmiştir. O halde Allah'ın halifesi insanın ne olması lazım geliyor? Bunu evvela düşünmemiz ve bu şekilde onu yönlendirmemiz gaye ve maksadına uygun bir biçime koymamız lazım. Biz insan, evvela insan, “olgun insan” derken işte bu yaratılış maksadına uygun insanı kastediyoruz. Yaratılış maksadına uygun insanı siz kazandığınız zaman evvela o insan kendi nefsi için kazanılmıştır. Kendisi için faydalıdır. Kendisi için faydalı olan insanlardan bir başka ifadeyle olgun, vasıflı kişilerden vücuda gelen toplum da olgun ve de vasıflıdır. Siz fildişi kuleden bahsediyorsanız mutlak surette malzemeniz fildişinden olması gerekir. Yani tahayyül ettiğiniz, tasavvur ettiğiniz bir planı ve programı, projeyi uygulayabilmede malzemenin fonksiyonu büyüktür. İşte insan da hakikatte hayatın en güçlü malzemesidir. Siz onu yaratılışı istikametinde yönlendirmediğiniz maksadına mani kılmadığınız takdirde hayatında bir anlamı olamayacaktır. O mükemmeliyete vasıl olduğu zaman, o insan mükemmel bir çöpçüdür. O mükemmeliyete vasıl olduğu zaman yani o hali ona kazandırdığınız zaman mükemmel bir öğretmendir. O vasıfta insan mükemmel bir çiftçidir. O vasıfta olan insan mükemmel bir tacirdir, tüccardır. Mükemmel bir sanayicidir. Mükemmel bir hukukçudur. Mükemmel bir mühendistir. Kısaca işte o vasıflı insanı siz nereye koyarsanız en önde o vasıf olursa, o vasfı ona kazandırırsanız işte o vasıfla birlikte o insan o mesleğin en mükemmelini yerine getirmede en başarılı insan olur, varlık olur. Buradan hareketle diyoruz ki bugün eğer bir hizmet yapılacak ise bu hizmeti yapacak olan kişiyi yetiştirmek ve de kazanmak şart. Bunun için de onu eğitmemiz gerekiyor.
Eğitim ve Öğretim Birbirini Tamamlayan Öğeler Olmalıdır
O halde eğitim nedir diyoruz? İnsanı bütün bu meslek gruplarında öne geçirerek faydalı ve de ahlak-i hamide sahibi yapma şuuruna, haline, eriştirme gayretine biz ne diyoruz? Eğitim diyoruz. Öğretim de bütün bu çalışmalarda ona lazım olan malzemeleri vermektir. Fikri, akli, maddi, manevi malzemeleri önüne koymaktır. Bunun iç tabiatını ilgilendiren bilgiler vardır. İki: dış tabiatını ilgilenen bilgiler vardır. İşte bu malzemeyi bu iç ve dış tabiatına taallûk eden, bilgi yığınlarını, birikimlerini ona vermenin adına da “öğretim” diyoruz. İnsanın karakteriyle öğretilerek yetiştirilmek istediği meslekler arasında da aslında bir mutabakatın olması lazım. Yani öğretimle eğitimde varılmak istenilen şahsiyetin budanmaması. Tenakuzlar içerisinde o insanın yüzmemesi. Eğitimde arzuladığınız seviye insanı getirdiğiniz zaman öğretimle birlikte onu takviye etmeniz. Eğitimiyle öğretiminin birbirine ters düşmemesi. Hakikatte toplumun ve bir milletin asıl maksadı ve de gayesi olmalıdır.
Geçmişte ben bunun yaşanmış tezat şeklini gördüğüm için buraya değinmek istedim. Zira “eğitim” derken ben Milli eğitim sadece eğitimin bir kısmıdır, bir bölümüdür. Asıl eğitim, benim kanaatim ailede başlar. Geçmişte bizim okula gitmeyen çocuklarımız okul çağına kadar ailesinden belli bir terbiye alıyorlar, bir eğitim alıyorlar. Okula gittikten sonra ailede öğrendikleriyle birlikte bir şahsiyet tekemmül ediyor. Aileye gelen bu çocuk ailesine ters düşüyor. Yıllar ilerledikçe aileyle o çocuk arasında korkunç vadiler, uçurumlar açılıyor. Bu nereden kaynaklanıyor? Biraz sonra inşallah yeri gelir. Bu eğitimde eğitilmiş insanların geldikleri noktayla öğretimde verilmek istenilen ögelerin birbirini bütünlememe düşüncesinden ve de çatışmasından kaynaklanıyor. O bakımdan demek istiyorum ki bugün şayet eğitim ve öğretimde ideal bir netice elde etmek istiyorsak eğitim tarzımızla, öğretim malzememizin veya kurumlarımızın, öğelerimizin birbirini tamamlaması lazım.
Şimdi eğitim, aslında öğretim kullandığımız malzeme, yetişmek için belli bir karakter, belli bir düşünce şuur, fikir, mizaç sahibi olabilmek için, bilgi sahibi olabilmek için bir şeyler öğreniyoruz. Bunun neticesi, yani öğretimin gayesi eğitim oluyor. Yani siz öğretimle yola çıkıyorsunuz, neticede eğitiliyorsunuz. Yani öğretim olmadan yanlış veya doğru, yanlış veya doğru da eğitim olmaz. Yanlış veya doğru eğitimin ortaya çıkabilmesi için yanlış veya doğru şeylerin öğrenilmesi lazım. Onun neticesinde insanda bir karakter zuhur ediyor. Aldığınız bilgi malzemesine, yığınına göre birtakım haller, sıfatlar ortaya çıkıyor. İşte az evvel anlatmak istediğimiz bunların birbirini tamamlamış olması lazımdır diyoruz. Daha doğrusu birbiriyle çelişmemesi lazım. Mesela siz tarihi bir bilgiyi alıyor, efendime söyleyeyim bir de o tarihi bilgiyi alırken, geçmişinize ait değerlerinin sevilmesini, sayılmasını terbiye olarak kabul ediyor da eğer öğretim safhasında tarihinizi inkâr ediyorsanız, siz o zaman çelişki halindesiniz. Kendi kendinizle beraber barışamazsınız. Kendi kendinizi inandıramazsınız. Buna birçok misaller verilebilir.
Eğitim Açısından İlk İnsanla Bugünkü İnsan Arasında Fark Yoktur; Değişen Sadece Dış Tabiatın Malzemesidir
Şimdi eğitim açısından ilk insan ile bugünkü insan arasında çok büyük bir fark yoktur. Dünün insanı da seviyordu, bugünün insanı da seviyor. Dünün insanı da ürperiyordu, bugünün insanı da ürperiyor. O günün insanı da ümit ediyordu, bugünün insanı da ümit ediyor. O da düşünüyordu, bugünün insanı da düşünüyor. O da hayal ediyordu, bugünkü insan da hayal ediyor. O da yalan konuşuyordu, bugünkü de yalan konuşuyor. Yani insana biz potansiyel bir varlık olarak baktığımız zaman, Hz. Âdem Safiyullah Efendimiz'in dönemindeki varlıkla, bugünkü varlık arasında değişen bir şey yok. Onun değişen sadece dış tabiatındaki malzemeleridir, görgüleridir. Anlatabildim mi? Yaratılış maksadına göre o günkü insan, efendim, o günkü şartlarda o malzeme birikimiyle, bilgi birikimiyle belli bir noktaya gelmiş, o insanı aynı vadide, aynı maksatta çok daha zengin malzeme birikimiyle siz aynı terbiyeyi ona verebilirsiniz. Nitekim insanların, irade eğitiminde, hakkı bulmasında, peygamberlerin yolları tektir. Ancak itikat esasları tektir. Hiçbir peygamberde, bir peygamberin devrinde ve döneminde mevcut olan itikadi kurallar inkâr edilmez. Hepsi tasdik edilir. Mesela hepsinde Allah'a inanmak şartı vardır, meleklere inanmak şartı vardır, peygamberlere inanmak şartı vardır, kitaplara inanmak şartı vardır. Yani bizim peygamberimize döneminde ait olan kurallar neyse, itikadi kurallar neyse, geçmişteki peygamberler dönemindeki itikadi kurallar da aynıdır. Peki değişen nedir? O peygamberlerin kendi döneminde mevcut olan birtakım içtimai, iktisadi, hukuki kurallar ve de kaideler vardı. Anlatabildim mi? Ha bu kurallar değişmesi gerek, şartlar, maslahata göre kuralların yenilenmesi gerek. Yoksa dinler, Hazreti Âdem ile Safiyullah Efendimiz ile başlayan İslam, Hazreti Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in dönemine kadar İslam olarak gelmiştir. Yani Hazreti Lut'un getirdiği de din İslam'dır. Hazreti İdris'in getirdiği din de İslam'dır. Hazreti Musa'ya gelen din de İslam'dır. Hazreti İsa'ya gelen din de İslam'dır. Hepsi İslam'ı getirmiştir. Ha peki, Hazreti İsa'ya gelen dinin adı “İslam”, Hazreti Musa'ya gelen dinin adı “İslam” da, Hazreti Muhammed ile aralarındaki fark nedir? İtikad ölçüleri tamamında hepsinin aynıdır. Ancak işte hepsinin dayandığı dış tabiatımıza taallûk eden ahkâm değişmiştir. Bu ahkâma o günün kaide ve kuralları, o peygamberde mevcut olan kurallar cevap veremez. Tedricilik esası vardır İslam'da. Diyelim ki Hazreti Âdem’de, Safiyullah Efendimiz’ de İslam bir tohumdu. Ama Hazreti Fahri Âlem Efendimiz’de bir ağaç, meyvesi dalı budağı olan bir mükemmel, mücessem bir ağaçtır. Yani o devirde tohumu vardı, şimdi böyle mükemmel bir ağaç haline gelmiştir. Yani şu neticeye gelmek istiyorum. Dış tabiatımıza taallûk eden kurallar, kaideler, “şer'i şerif” diyoruz. Değişen bunlardır, bu kurallardır. Yoksa dinin hakikati ve de özü aynıdır. Hepsi İslam'dır.
Öğretim, Eğitim ve Maslahat Birbirini Tamamlamalıdır
Şimdi efendim, biz kalkıp da bugünün şartlarında, dünün şartlarına taallûk eden ahkâmı uygularsak, şer'i şerifi uygularsak, acaba hakikatte biz gerek geçmiş peygamberlere ümmet olabilir miyiz? Veyahut da tam ideal bir terbiye alabilir miyiz? El cevap “hayır, alamazsın ve de ümmet de olamazsın.” Çünkü bugünün şartlarında, dünün şartlarına göre senin birtakım olayların içerisinde, birtakım kuralların içerisinde bulunman gerekliydi, zorunluydu. Ama bugün bu zorunluluk yok ki. Mesela Hazreti Âdem, Safiyullah Efendimiz'in dönemini ele alalım. Mesela o dönemde, o devirde bir kardeşin bir kardeşle evlenmesi zaruriydi. Şartlar müsait değil. Anlatabildim mi? E şartlar müsait olmayınca kardeş kardeşle evlenecek. Ama şimdi gelelim Hz. İdris'in, Hz. Yakup’un döneminde. Bu şartlar kalkmıştır, insanlar çoğalmıştır. Şartlar değişmesi münasebetiyle o kurallar da o gün ortadan… Kısaca her peygamberin devr-i saadetinde birtakım şartlar, diğer öndeki şartlardan daha mükemmel hale geliyor. Onun için en son peygamberin, Peygamberimiz Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in devr-i saadetindeki şartlar bütün hepsini kapsar. Hepsini ihata eder ve de kuşatır. Bugünün insanına bu şartlara göre cevap vermek gerekir. İşte o şartların peygamberi Hz. Muhammed, dini de Resulullah'ınkidir. Binaenaleyh onunla beraber olacaksın ki Allah'ın irad ettiği Müslüman tipini ortaya koyabilirsin. Aksi takdirde o Müslüman tipine siz kavuşamadığınız zaman, kendi kendinizi aldatırsınız. “İnandım” dersiniz ama hakikat inkâr içerisinde olursunuz. Onun için ayet-i kerimede Hz. Fahri Âlem Efendimiz için Cenâb-ı Halik, “Muhammed'im şayet seni kabul etmiyorlarsa, diğer peygamberlerin tamamını da inkâr etmişlerdir” buyuruyor. Yani asıl ölçü sensin. Adam şimdi kalkıyor, “e ben Hz. Musa'yı kabul ediyorum. Hz. İsa'yı kabul ediyorum.” “Kimi kabul etmiyorsun?” Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'i kabul etmiyormuş. Hadi oradan be. Sen kim? Hz. İsa kim? Hz. Musa kim? Peygamberimizi kabul etmiyorsan bil ki bütün peygamberleri de inkâr ettin. Anlatabildim mi? Yani ölçü o peygamberin zatıdır.
Niçin bu noktaya geldik? Yani bu tedricilik esasına göre, işte terbiye de o şartlara göre insanlara verilir. İnsanlar o şartlar içerisinde tekemmül eder ve de istenilen noktaya varır. Bu düşüncemi şöyle bir misalle daha iyi bir izah tarzına kavuşturalım. Ömer-ül Faruk Efendimiz'in devr-i sadetlerinde muazzam bir kıtlık oluyor, malumunuz tarihi bir olay. Sahabenin hemen hemen aç kalanların tamamı hırsızlık yapmak mecburiyetinde oluyor. Karnı acıkmış bir şey yiyecek. Aç kalan sahabe dediğimiz gibi hırsızlık yapıyor. Tabiinden de var tabi bunların içinde. Biliyorsunuz İslam'da hırsızlık yapan kişinin cezası haddir. Had cezası uygulanır ona. Ömer-ül Faruk Efendimiz hırsızlık yapanlara bu cezayı vermiyor. İleri gelen sahabe geliyor Hazreti Ömer'e. “Ya Ömer ne yapıyorsun sen? Niye ceza vermiyorsun? Bunların şahitlerle sabit hırsızlık yaptıkları.” “Maslahatın müsait olmadığı yerde şer'i şerifin kurallarını uygulayamam” buyuruyor. Yani “şartlar müsait olmayınca e ne yapamam?” “Ben de” diyor “hukuku uygulayamam.” Nereye benzer bu? Abdestin farzı kaçtır? Dörttür. Kolu olmayan adam için indi üçe. Ayakları olmayan için indi ikiye. Kısaca maslahat müsait değil. İşte öğretim ve eğitimde maslahatın da birbirini tamamlayarak müsait olması lazım.
Temel kural ve kaideler değişmediği için de netice değişmez. Sadece malzemeler değişir. Yani bina bir katlıydı da sen yaptın otuz katlı. Yani o gün onun temelini attın. O büyüyor, o ağaç büyüyor. Büyüyen ağacın kendisidir. Başka bir şekil, başka bir cins değildir.
Eğitimde Aile, Milli Eğitim ve Medya Bir Bütünlük İçinde Olmalıdır
Şimdi tabii hangi müesseselerde eğitim yapılır? Genel olarak bugünkü günümüzden başlarsak aile de eğitim. Geçmişte de aile vardı, bugün de var. Yani ilk insan Hazreti Âdem Safiyullah Efendimizle birlikte aile hayatı başlamıştır. Kıyamete kadar da bu devam edecek. Eğer cemiyetler, toplumlar en küçük birimi olan bu kurumu güçlü yaparsa mutlaka o kurumlardan teşekkül etmiş milletler de çok güçlü olurlar. Onun için de eğitimin ilk başladığı yer ailedir, aile eğitimi. İkincisi o milletlerin kendine has örflerinden, adetlerinden, geleneklerinden kaynaklanan bir maarif anlayışı, eğitim anlayışı vardır. Ki buna günümüzde “milli eğitim” diyoruz. İnsanlar orada da eğitilir. Üç, bugün dünya artık teknolojik olarak iletişim araçlarını çoğalttı. Medyayla yaygın eğitim. Yani bugün siz yaptığınız programlarla sizi seyreden insanların eğitilmediğini mi zannediyorsunuz? Düşünce ve istikametlerinin değişmediğini veya doğru veya yanlışa gitmediğini mi zannediyorsunuz?
Dilerseniz bu noktaya gelmişken bir hatıramı nakledeyim. Efendim, Mesaj televizyonunu kurmadan önce kardeşimiz bana Ankara'da “hocam ya bu televizyonların etkisi çok büyük. Böyle düşünmez misin bir televizyon kuralım diye.” “Dedim bir fizibilite hazırla, rapor hazırla. Ona bakarak biz de bu televizyonu kurma teşebbüsüne geçelim. Evet, ben de isterim. Ama cebimiz delikse nasıl yapalım” dedim yani bu… Allah razı olsun kardeşimiz o günün şartlarında bana bir rapor getirdi. Ooo milyarlar. Dedim “ya sen deli misin kardeşim biz bu kadar parayı nereden bulacağız?” Bizim sahamız farklı. Uzatmayalım. Şimdi nasıl etki ediyor soru şeyini izah etmek için bunu anlatıyorum. Ben de haberlerin dışında pek televizyon seyretmem, pek değil hiç seyredemem. Zaten malumunuz vaktimiz de olmaz. O çeşitli oturumlar olursa, açık oturumlardı, paneldi işte harikulade haller haberlerin dışında olursa bunları seyrediyoruz. Bu sebeple haberleri ben evimde kendime mahsus bir yerim vardır oraya çekilir orada seyrederim. Üçüncü kata çıktım işte haberleri seyretmek üzere, televizyonu açıyorum enteresan şu anda ismini hatırlamayacağım bir televizyon bir film oynatıyor. Filmde iki delikanlı bir tane anne, yani iki delikanlı kardeş enteresan bir sahne. Birisi diğerine diyor ki “sen” diyor affedersiniz “benim hanımımla ilişkilerde bulunuyorsunuz.” Çok açık ve net. O da diyor ki “evet” diyor “ben senin” diyor “hanımınla filan filan tarihlerde aynı yatağa bölüştük.” O da cevaben “peki” diyor “bunun faturası beni arkadan vurmak mı olacaktı?” Anne de üzülüyor. Çok samimi konuşuyorum. Bu haberi ben böyle şey haberden dokuz veya yedi, sekiz dakika önce bu manzara. Daha seyretme durumunda olamadım kapattım haberleri izlemedim. Hemen telefona sarıldım. Dedim “oğlum ben neyim var neyim yok ceketim de dâhil ortaya koyuyorum. Sen de neyin varsa ortaya koy da şu televizyon mudur nedir” dedim “bunu hemen kuralım.” Ve öyle başladık. Şimdi efendim buradan nereye geleceğim? Bu diziyi seyreden kardeşlerimiz, ben etki altında kalmam onu gel benim kulağımın arkasına söyle. Bir ara hatırlarsanız evlatlarımızın bakireliklerini diline doladı bazı efendim medya kanalları vesaire. İnanır mısınız o günün şartlarında efendim bunu çok basite indirgedikleri, “artık buna lüzum yok” dedikleri için sohbet ettiğimiz bazı doktor arkadaşlarımız o dönemde birçok evladımızın “bakireliğini kaybettiğini” ifade ettiler. Burada neyi anlatmak istiyorum? Yani sen burada konuşuyorsun hocam kimi etkileyeceksin? Etkilersin. Bir başkası konuşuyor mutlaka etkiliyor. Bu “etki tepki” derken işte terbiye böyle oluyor. Terbiye derken bir müspeti, bir ahlak-ı hamide sahibi olarak insanın yetişmesi var. İki, hayır ahlak-ı hamide değil de ahlak-ı zemmime sahibi olarak yetişmesi var. Aile” derken nedir bu? İşte ailede bu medya ile beraber insanlar eğitiliyor. Şimdi hepsine bu kurumların vazife düşüyor eğitimde. Hem medyaya vazife düşüyor. Hem maarife yani milli eğitime vazife düşüyor. Hem de ailemize vazife düşüyor, ailelerimize vazife düşüyor. Bunlar entegrasyon olarak birbirini tamamlaması lazım. Şimdi bir masanın ayakta durabilmesi için bacaklarının sağlam olması gerekiyor. Dört bacaklı bir masayı düşünün bir tanesini kırarsanız o sağlam olarak duramaz ayakta. Üç bacaklı bir masa bir tanesi kırılırsa bacağının yine sağlam olarak duramaz. İşte bu eğitim kurumlarının birbirini tamamlaması lazım. Birinin sakat olmaması lazım. Hepsi mükemmel olarak birbirini entegrasyon olarak tamamlaması, hatta tekzip etmemesi gerekiyor. Zannederim biz zaman zaman bu çelişkileri yaşadığımız hayatın içerisinde görüyoruz. Onun için de bazı nahoş hadiseler istemediğimiz halde gündem ediliyor. Gün yüzüne çıkıyor, ortaya çıkıyor. Efendim “bunların halli nasıl olacak?” dersek bu bütünlüğü temin etmek lazım.
Aile Temelleri Çürük Atılmamalıdır
Şimdi efendim ben şahsen aile eğitimine çok affedersiniz düğünle başlamak istiyorum. Düğün ne demektir? Bir erkekle bir kadının bir arada hayat boyu kalabilmeleri için yaptıkları akitin ilanıdır. Bir akit yapıyorlar Allah rızası için. İcap ve kabul. Birisi teklif ediyor, öteki de kabul ediyor. Ve şahitler huzurunda “bu böyledir” deniliyor. Bu yapıldığı için böyle bir güzel akit yapıldığı için, ne olmuş oluyor? İlan edilmiş oluyor düğünle, deflerle, davullarla, zurnalarla her neyse. Şimdi peki bir insanın yuva kurması, bir başka deyimle evlenmesi; dinen ya onun üzerine farzdır, ya sünnettir veya menduptur veya haramdır. Eğer iktidarı yoksa, maddi manevi iktidarı yoksa haramdır. Her şey yerindedir, ihtiyacı vardır, farzdır. Efendime söyleyeyim daha aşağıdır sünnettir. Şimdi kısaca haram da olsa, farz da olsa, sünnet de olsa bu nedir? Dini bir icraattır hakikatte. İcap ve kabulün yerine gelmesi hatt-ı zatında dini bir anlayıştır. Yani siz bir noksanlığı tamamlıyorsunuz. Öyle bir noksanlık olmasa belki bazı günahları işleyeceksiniz. Olursa, yani böyle bir noksanlığınız olursa bazı günahları işleyeceksiniz. İşte o günahların işlenmemesi için maddi gücünüz yerindeyse, sıhhatiniz yerindeyse evlenmeniz farzdır İslam'a göre. O bakımdan her Müslüman genç, Türk genci evlenir. Akıl baliğ olduktan sonra. Şimdi burada geleceğim nokta şu. Yani siz evlenme akdini yapıyorsunuz. Farz olan bir şey ilan ediyorsunuz. Peki, ibadet olan bu işi ilan ederken sorarım sana. İbadetin ilanını içkiyle, şununla bununla yapabilir misin? İbadet bir eylemdir. Yapabilir misin? Şimdi biz ibadetimizi ilan ederken sarhoş ilan ediyoruz. İlk defa hayat boyu tanışacağın insanla bir araya geldiğin zaman karı koca birisi sarhoş. Temel çürük atılıyor baba. O halde diyorum buradan işe başlamalıyız. Yani bu sünnetin, bu farzın yerine gelmesi hususunda çok titiz olmamız lazım. Biz Müslüman Türk milletiyiz. Örfümüzde, âdetimiz yanlış anlaşılmasın, “def çalınmasın, saz çalınmasın” demek istemiyorum. Sarhoş olunmasın, haramlara kayılmasın. Anlatabildim mi? Zaten çalacak millet oynayacak. Tamam. Ama bu meşru olan hal ve hareketi, gayrimeşru hal ve hareketlerle bağdaştırmayalım. Anlatabildim mi? İstersen bağdaştırırsan bunları bir araya getirirsen ne olur? İşte temel çürük atılır. Dersin işte tras mıdır o çimentonun cinsine ne diyorlar? “Şöyle çimento koydum.” E sen atarsın onu kesmiş çimentoyu. Tutmaz. “Vay çatlamış beton.” Niye? Baba sen sağlam temel atmadın ki. Buradan başlıyor iş.
Helal Kazanç, Aile Eğitiminde Önemlidir
İki : helal kazanç. Ailelerin bence çok fazla üzerinde duracağı hususlardan biri ve değil ki, helal kazançtır. Efendim eğitimle bunun ne ilgisi var? Bir lokma haram gırtlağımızdan aşağı gittiği zaman bilesin ki o insanın ahı sadece senin nefsin üzerinde değil. Hukuku sadece senin nefsin üzerinde değil. Seninle ilgili olanların üzerinde tesirini halk edecektir, ortaya çıkaracaktır. O zarar, o ziyan mutlaka bir tarafta ortaya çıkar. O bakımdan helal kazanç. Çalmak, iftira ile, gasp ile, efendime söyleyeyim çeşitli hile yollarıyla şununla bununla Allah muhafaza eylesin. Bunu şey edeceğiz. Daha bu aile efradının çocuklarına güzel ahlakta önce örnek olması lazım. Çocuğa der ki “evladım haram yeme.” Kendisi haram yerse dinlemez onu çocuk. “Yalan konuşma.” Annenin babanın yalan konuştuğunu çocuk yakalarsa etkili olamaz. E der ona “ya ana sen işte yalan konuşuyorsun. Baba sen bu işi beceremiyorsun.” Değil mi? Evet, annenin babanın o halde ahlak-i hamide sahibi olması lazım. “Hocam ahlak-i hamide sahibi olabilmesi için ailelerimiz özel bir terbiye metodundan sisteminden geçmedi.” İnsanın eğitilmesinin yaşı olmaz. Şu an başlarsın hemen kendine… Karar vermektir aslında eğitim. Yani insanın inandıklarını nefsine hayatına geçirmesi olaydır. Bunun hiç zor bir tarafı yok. Hesabı, kitabı düşünen her insan hemen kendi nefsini eğitime tâbi tutar. Zorla veya efendime söyleyeyim zorlamayla bazen kolay olur yapacakları nefsine yaptıracakları, bazen de zor olur. Alıştırmak, bunları alıştıra alıştıra Allah'ın lütfuyla belli bir noktaya gelelim. Ve bildiğini yaşaması lazım aile.
Aile, Eğitimde Çocuğuna Canlı Örnek Olmalıdır
Üç , çocuğuna canlı örnek olması lazım. Tavsiye ettiği işlerde canlı örnek olması lazım. Eğitimde canlı müşahhas örnek esastır. Yani çocuğa sözden ziyade annenin babanın hali tesir eder. Şimdi çocuğa çok ciddi ve de çok kuvvetli bir sevgi vermek gerekiyor. Yani çocukları korkutmak, çocukları azarlamak, çocukları yıldırmak mantığı yerine metot olarak bunu değil. Ya? Sevdirmek suretiyle onları belli bir seviye kazandırmak, onlara belli bir atmosfer içerisine onları koymak lazım. Anne ile baba bazen bir meselede çocuk üzerinde müşterek hareket etmeleri lazım. Bazen değil, bütün meselelerde müşterek. Yani bir tanesi çocuğa “bağırmaması lazım, azarlamaması lazım” diyoruz ama bir de oldu ya anne azarladı, baba azarladı. Baba veya anne müdahale etmemesi lazım. “Ters yapıyorsun, niye bunu böyle yaptın.” Çocuk oradaki çelişkiyi yaşamaması gerekiyor. Daha, çocuğa sabırlı davranmak ve sabrı öğretmek gerekiyor. Mütevazı bir tavırla davranıp tevazuyu öğretmek gerekiyor. Çocuğa “saygı nedir?” bunu öğretmek lazım. “Sevgi nedir?” bunu öğretmek lazım. “Teslimiyet nedir?” bunu öğretmek lazım. “Hürmet nedir?” bunu öğretmek lazım. Ve bütün bunları da dediğim gibi yaşamak lazım. İnsanlarla iyi ilişkilerimizi, çocuğun bizatihi canlı müşahhas örneği olarak karşısında sergilememiz lazım. Bu aile eğitimi dilerseniz başlı başına bir konu olduğu için bu genel eğitim kavramı içerisinde bu kadarla bunu tamamlayalım. Bir başka sohbete ayıralım.
İnsanın Dünyaya Geliş Maksadı Allah’ı Bulmaktır
Şimdi insanın, ilk insanın yaradılışına baktığımız zaman Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede “ben ona kendi ruhumdan üfledim” buyuruyor. (Hicr Suresi, 29. Ayet) Yani Cenâb-ı Hakk'ın ruhu insanda nefhadır. “Nefha-i ilahi” denir buna. Bu her insanda var. İnanmış da, inanmamış da, her birimizde vardır Nefha-i ilahi. Şimdi Cenâb-ı Halik işte evvela bunu halk etti. O nefhasını yarattı mahlûk olarak. Önce peygamberi Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'i; bilahare ondan da bütün bu ervahı, yani ruhları halk ediyor, yaratıyor. Ve Cenâb-ı Halik-i Zülcelal vel Kemal Hazretleri bu ruhlara soruyor. “Elestü birabbikum” (Araf Suresi, 172. Ayet) “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” “Galu” dediler ki “Bela” “Evet sen bizim Rabbimizsin.” Büyük mutasavvıf Allah dostu Hz. Mevlana Kaddesallahu Sırrahul Aziz buyurur ki “Bu mecliste kul Cenâb-ı Hakk'ın sesini duymuştur. Öyle güzel bir ses almıştır ki bu sese âşık olmuştur. O bakımdan insanoğlunun “aşk” dediğimiz duygusu o sesi arayışıdır.” İki, “öyle bir cemal gördü ki o mecliste, güzellik gördü ki o güzeli arıyor.” Üç, “o mecliste öyle güzel bir koku aldı ki, bu kokuyu arıyor.” Güzel yüz, cemal, güzel ses ve güzel koku. Dikkat ederseniz, Fahri Âlem Efendimiz Cenâb-ı Hak'tan “bana üç şey” buyuruyor. Bunların ikisi odur. Şimdi efendim burada gelmek istediğim nokta şu. Yani biz Cenâb-ı Hakk'a kabul etsek de etmesek de aşığız. Şuurumuzun altında böyle bir güç saklı. Bu güç sahibini arıyor. Geldiği Rabbine gitmek istiyor. Allah Kur'an'ında Celle Celaluhu “Kalu inna lillahi ve inna ileyhi raciun” “Allah'tan geldiniz, tekrar ona döneceksiniz.” (Bakara Suresi, 156. Ayet) Ayet-i kerimesiyle, beyanıyla yani mutlaka döneceksiniz. Dönmeme diye bir durum yok. Tertemiz dönün. İşte bu şuur altındaki arayış, Allah'ı arayış, Efendim, ondan oluşumuzdan hatta “Ve yes'eluneke anir ruh, kulir ruhu min emri rabbi ve ma utitum minel ilmi illa kalila” (İsra Suresi, 85. Ayet) Âlusi tefsirinde “ruh” kelimesini burada, “Ruh” der “ne haliktir ne de mahlûktur.” Ya nedir? Cenâb-ı Vâcib-ül Vücut Hazretleri'nin buradaki ruh kelimesini tefsir ederken, gölgesidir. Asıl değildir ama gölgedir. Ve enteresandır şimdi hakikaten, insan ezeli değildir ama dikkat ederseniz ebedidir. Sonsuzdur yani. Sonsuza kadar gideceğiz. Şimdi nereye geleceğim? Yani bu arayış duygusu bizde var. Bunu atmamız mümkün değil. Peki terbiye ile, insanın eğitimi ile, öğretimi ile, bunların bütünleşmesi değil mi? İnsanın dünyaya geliş maksadı Allah'ı bulmaktır. Zaten Cenâb-ı Hak onu zarureti istikametinde yaratıyor. Yani onun zatını bulmak esasen kulun kendi fıtri ihtiyacıdır. Ona koşmak kulun kendi kabiliyetindendir. İşte “terbiye” dediğimiz zaman, o istidadı, kabiliyeti, ihtiyacı olan yöne, insanı öğretimle, eğitimle sevk etmektir. Onu sevk ettiğin o caddeye, o vadiye koyduğun zaman, maksat hâsıl olmuştur. Değil mi? O zaman insan, eğitim ve öğretimle varacağı nokta neresi olmuş olur? Kendisini, yaradan Cenâb-ı Vacib-ül Vücud Hazretleri’nin zatı, sıfatı ve de esma-ı ilahisi olmuş olur. Cenâb-ı Hak böyle bir eğitimi, öğretimi nasip eylesin bizlere.
Allah’a Vâsıl Eden İstikamet Doğru Yoldur
“Sırat-ı Müstakim” dediğimiz eğitim işte odur. İnsanı yaratıcısına vasıl eden bir arayışı, neticesini veren yani Allah'a vasıl eden, onu aldığımız zaman işte istikamet odur. Yani ondan seni uzaklaştıran eğitim istikamet olmaz. Din adı altında da olsa istikamet olmaz. Onun için Cenâb-ı Fahri Âlem Efendimiz, bir gün böyle bir çalı parçasıyla yere birtakım çizgiler çiziyor. “Bunların hepsi yoldur” buyuruyor. Bir tane de ortadan çiziyor. Ama “tek doğru olan sırat-ı müstakim budur. Diğerlerinin her birinin başında bir şeytan yatar, saklıdır, sizi saptırır” buyuruyor. Yani yol hakikatte sırat-ı müstakim tektir. Onun için ehl-i sünnet vel cemaat meşrep ve mezhebinin yolu esastır. TGRT'nin Bölge Müdürü Sayın Mustafa Ulusoy Bey kardeşimizin, Allah razı olsun, sevip takdir ettiğim hakikaten ruhumun sevdiği bir insan olarak özelliği, işte bu ehl-i sünnet vel cemaat meşrep ve mezhepleri üzerinde ısrarla, hatta inatla konuşması, vurgulaması. Diyebilirim ki hayatını o kardeşimiz bu vadide Allah için koymuş ve de harcamaya durmuştur. Allah razı olsun. Yani bir misal olsun diye söylüyorum. Örnek alınacak bir dostumuz, kardeşimizdir. İstikamet ehl-i sünnetin gösterdiği, vel cemaat, meşrep ve mezhebinin gösterdiği yoldur, istikamettir. Değil mi? Onun için adam kalkıyor bugün, “istikamet diye bir şey yok.” Herkes müçtehit kesilmiş kafasına göre. Siyasetten, iktisattan, hukuktan, ooo bin türlü ahkâm kesiyorlar. Aman ya Rabbi! E bu adam da Hz. İmam-ı Azam'ı kabul eder mi? İmam-ı Şafii’yi kabul eder mi? “Hocam” diyor “senin dediğini kabul etmiyor.” Ula oğlum beni niye kabul etsin? İmam-ı Azam'ı kabul etmeyen, İmam-ı Mâtürîdî kabul etmeyen herif beni kabul eder mi ya? O çileden çıktı, o çizginin dışına çıktı. Değil mi? Peki kim kimi kabul eder? Bir ölçüsü, bir mikyası, ehl-i sünnet vel cemaat, meşrep ve mezhebi içerisinde bir terbiyesi olan dostumuz ve de kardeşimiz, bu mümkün değil inkâr etmesi. Nasıl inkâr etsin o geçmişi? Hep evliya yetiştirmişler o mübarekler. Hayatları boyu dostlar, Allah dostları. Yani her birinin hayatında yüzlerce harikulade haller. Ki buna “keramet” diyoruz değil mi? Peygamber değil bunlar. Ama öyle mübarek haller ve de tavırlar ki, Allah şefaatlerinden mahrum eylemesin. İşte bunların istikameti. Onlar kitaba ve sünnete tam olarak uyarlar. Şimdi efendim sünneti kabul ediyoruz, alıyoruz elimize hadis kitaplarını, öyle bir mantık geliştiriyoruz ki, o zayıf, bu zayıf, o zayıf, bu zayıf, “zayıf” da demiyorlar. Bazen de “mevzu” diyorlar. Bir şey kalmadı geride. Nasıl o mübarek külliyata dil uzatılabilir. O peygamber mirasına, değil mi? İşte bunda bu anlayışın zıttı kâmili olan, ehl-i sünnet vel cemaat meşrep ve mezhebinin anlayışını yaşamak suretiyle istikamet bulunur. Hemen şunu ifade edeyim, “Hamper” denilen İngiliz ajanı, hatıratında bu arada kültür müdürümüz, belediye, Trabzon Belediyesi'nin kültür müdürünün çok güzel hizmetleri var. Allah razı olsun o kardeşimin çıkardığı bir eserde. Bu dediklerimizi, yani günümüzde din adına konuşan adamların, sanki o gün adam öğreticiliğini, profesörlüğünü yapmış. Onlara birtakım planlar, programlar göndermiş. Bugün de biz bunları icra ediyoruz, gibi görülüyor. Allah ayıktırsın efendim.
İbadet İnsanın İnandığını Amele Geçirmesi, Sevda Haline Dönüştürmesidir
Şimdi zaten ibadetsiz eğitim olmaz ki dostum, kardeşim. İbadet insanın inandığını amele geçirmesi, sevda haline dönüştürmesidir. Namazda huşuya dikkat ederseniz titizlikle riayet etmek lazım ve “namaz namaz” derken büyüklerin namazından bahiste aman ya Rabbi “Allah da bana böyle bir namaz kılmayı nasip etsin” deyip dua ederiz. Şimdi neden “Allah-u Ekber” diyerek sen bir âlemi geriye atıyorsun? Bir sen, bir de Cenâb-ı Vâcib-ül Vücut Hazretleri var o ibadette. Allah'ı yaşıyorsun, Allah'la berabersin. Secdene başını koyuyorsun, secdeye başını koyuyorsun, “ben yokum ya Rabbi, sen varsın.” Sen “Subhane Rabbiyel Âlâ”, “en Âlâ Rab’sın seni tesbih ederim” diyorsun. Sen rükûda, bak rükûda aslında secdeye gidişe hazırlıktır. “Sana geliyorum ya Rabbi.” Bir tazimdir onun bir örneği. Şimdi ibadette, işte kul bu zevki manevi; Allah da Cenâb-ı Hakk'ın tecellilerine ermenin muhabbetini yaşar. Onun ruhuna, nefsine işler bu haller. İşte o bakımda da ibadetten insanı terbiye eder. Farkında olmadan insan olgunlaşır. Olgunlaşan insanın cemaline bakın, yüzüne bakın. Vallahi farklıdır renk. Allah Allah ya! Görürsün adamı, “ya ne güzel bir yüzü varmış” dersin. Böyle fizik olarak güzel değil ha. Burnu belki Laz burnudur, uzundur, çaprazdır, şudur budur ama onun estetiği, onun zarafeti, onun ne bileyim yumuşaklığı, onun letafeti, onun işte o güzellik, psikolojik hali sana bir başka zevk verir. İbadet işte terbiyenin o bakımdan ta kendisidir. Ve de malumunuz Allah'ı bilmedir. Ubudiyetle Allah bilinir. Cenâb-ı Hakk'ı bilmek istiyorsan mutlaka o ilme sarılacaksın. İbadet ilmine sarılacaksın. Hal ilmini Allah verir sana. Yani yaşayışta Allah'ı tanırsın.
İşte “ehl-i sünnet yolu” dediğimiz yol da bu oluyor. Peygamberlerin bilgileri, ilimleri vahye dayalıdır. Onların kontrolü, kontrol uzmanı, murakıbı, murakabecisi Cenâb-ı Vacib-ül Vücut Hazretleri'dir. Onun için onlarda hata olmaz. Bazı aklıevveller diyor ki “efendim ya o da beşerdir.” Oğlum onu kontrol eden Allah, beşerdir ama ilahi iradenin eli onun başının üzerinde. Değil mi? Zelle nispetinde çok hafif o da beşer olduğunu insana hatırlatmak için işte çok zelle nispetinde küçük küçük hata dediğimiz şeyler olur. Yoksa büyük haşa, mümkün değil. Anlatabildim mi? Niye? Allah onun başının üzerine mübarek iradesini koymuş, onu yönetiyor. İlahi iradenin istikametinde yönleniyor. İlahi iradenin istikametinde peygamberler nefislerini oraya râm ediyor. Cüz-i iradesi, külli iradenin istikametine, vahyin kontrolüne, vahyin murakabesine giriyor. Onunla birlikte olanlar da peygamberinkine; yani çekiyor. Düşünün peygamber bir girdap. Sahabeyi, sahabesini kendine çekiyor, o girdapta hepsi dönüyor. O peygamber Cenâb-ı Hakk'ın külli iradesinin girdabında dönüyor. E tabi onlar eğitilecek baba. Tabi onlar Allah'la beraber olacak, değil mi? İşte o büyük bir sevdadır. “Evliya” dediğimiz sınıf da o girdaba ilham yoluyla Allah'ın füyûzâtına peygamber vasıtasıyla nail olan kişilerdir. İşte onlarla birlikte biz bu hazzı, bu ruhu, tadar, bu terbiyeyi alırız. O terbiyeyi alan insan hakikatte gaybı dün gibi bilen ve buna inanan. Hz. Abdülkadir Geylani Efendimiz'e demişler ki, “ezel ervahı”, ezel ervah malum ruhların az evvel söyledik ya, “yaratıldığı alemi hatırlıyor musun?” Cevaben buyurmuş ki, “dün gibi hatırlıyorum.” İşte böyle yaşarlar. Allah şefaatlerinden mahrum eylemesin.
İnsanın Nefsini Tanıması Allah'ı Tanımasıdır
Şimdi, Kâle Rasûlullah Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem “Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” Sadaka Rasûlullah. “Kim nefsini bilirse Rabbini bilir.” Demek ki insanın nefsini tanıması Allah'ı tanıması oluyor. O ilim bu işte. İnsanın Allah'ı, hakikati tanımasıdır insanın. Değil mi? Hak ve hakikati tanıyacağız. Peki, insanın nefsini tanıması için neye ihtiyaç vardır? Nefsin tezkiyesine ihtiyaç vardır. Nefs-i emmare, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime, mutmainne, raziye, merziye, safiye. Bunların tamamının tezkiye, temizlenmesine ihtiyaç vardır. Ne ile temizlenir? Allah'ı zikir ile bunlar temizlenir. Bir kul Cenâb-ı Hakk'ı zikretmek suretiyle onun tecellisini kalbine ve nefsine davet eder. O kulun kalbine Cenâb-ı Hak misafir olur. Değil mi? O tecelliler nefisteki hurdaları yakar. Kirleri yok eder. Tıpkı kalaycının elindeki bakırı nişadırla beraber ateş üzerinde yumuşatması, kirini çıkartması gibi. Allah'ın bir insanın Cenâb-ı Hakk'ın esmasını zikrederek, ayetlerini okuyarak tesbih etmesi, onu zikretmesi bunun gibidir. O ilahi cazibeye kapılır ve de nefsinin kirlerini temizler. Temizlenen kalp, Cenâb-ı Hakk'ın güzelliklerini yansıtmaya başlar. Buna da “ayine-i ilahi” denir, yani o kalbe. O bakımdan tasavvuf, bir mürşid-i kâmilin muallimliği ile beraber, öğretimi ile beraber insana bu halleri yaşatmaya, bu insanı bu badirelerden, bu yollardan geçirmeye hazırlanmış bir mükemmel, muazzez bir yoldur. Allah hepimize nasip eyleye de böyle güzel yollardan, kalp yolculuğunda Cenâb-ı Hakk'a vasıl olan kullardan olalım inşallah.
Maddi İlimlerin Her Biri, İnsana Cenâb-ı Hakk’a Giden Bir Yol Açar
Şimdi, tabii günümüzdeki eğitim her ne kadar “iyi, güzel” diyorsak da, şahsen benim arzuladığım derecede ekmeliyete sahip bir eğitim tarzımız yok. “Neden?” diyeceksiniz. Başta zaten konuşmaya başlarken biraz olsun bunu ifade etmeye çalıştım. Bizim tarzımızda, yetişmemizde ve de gayemizde Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, seçtiği kul olma mantığı ve de mantalitesi vardır. Dünyaya geliş maksadımız da budur. Eğitimde biz bunları almaya başladığımızda, örfümüzle, âdetimizle, geleneğimizle birlikte bütünleşmemiz gerekirdi. Hâlbuki bu bütünleşme bizde olmamıştır. Ne olmuştur? Bizde Batı’nın materyalist anlayışına dayalı bir eğitim metodu gelişmiştir. Dolayısıyla, eğitilmekte bulunan, insan modelimiz, örf, adet gelenekleriyle bütünleşen bir insan modeli olmak yerine, batılı herhangi bir milletin veya devletin modeli oldu. Örfü, âdeti, geleneği... Belki ortaya çıktıktan sonra bu model, birçok yönlerini, yanlarını bizde beğenmedik ama metot ve gaye olarak bu materyalist tipi önümüze koyduk. O zaman karşımıza, bir batılı delikanlı çıktı, batılı hanımefendi çıktı. Bu batılı delikanlı, batılı hanımefendi, devamlı kendisiyle çatışma halinde bulundu. Tatmin olamadı. Tatmin olamadığı için de devamlı bir arayışın içerisine girdi. Bir çemberde, devamlı döndü, döndü, döndü, durdu. Hala arıyor. Niye? Çünkü, yani bir insanın maddi ilimleri tahsil etmesi, onun materyalist olmasını gerektirmez. Esasen maddi ilimlerin tamamında, Cenâb-ı Hakk'a giden bir yol vardır. Bütün maddi unsurlarda Allah'ın tecellisi mevcuttur. Allah'ın tecellisinin olmadığı bir an, bir yer, bir mekân düşünülemez ki. Ama materyalist mantık, insanın bu tarafını tamamen kapattığı ve bu işi de tesadüflere bağladığı için, insan sanki Allah'tan uzak bir âlemde ve de kâinatta yaşıyor. İşte bu materyalist mantık, insanımızı manen, boş, başıboş, çok affedersiniz, böyle ne derler, kaba idrak sahibi bir varlık, görünüşte her ne kadar nezaket ve nezafet ehli olarak da ortaya çıkıyor ise, hakikatte bu nezaket ve nezafetin adamı değil. Çünkü, nezaket ve nezafetin, insanın iç tabiatında, derununda olabilmesi için, evvela onun nezaket ve nezafetin sahibi, peygamberini ve Allah'ını tanımış olması lazım da ondan. E bu yok onda, o insanda bu yok. Onun için o insan boşlukta oluyor. Daha, alabildiğine kontrolsüz bir hürriyetin kendisine verilmesini, murakabesiz bir hürriyetin kendisine verilmesi, anlayış içerisinde. “Efendim, hürriyet olmayacak mı?” Elbette olacak. Hürriyetsiz insan olur mu? Ama, siz her istediğini yapabildiğini zanneden bir insanın hür olduğunu kabul ediyorsanız, bence yanılıyorsunuz. Şuurlu ve de kontrollü vermek gerekiyor. Her faydalı şeyi, her yaşta, her gündeki çocuğa yedirebilir misiniz? Mümkün değil. Değil mi? Et çok faydalıdır, protein maddesi içinde çok fazladır. Hadi doğan, kundaktaki çocuğa git hadi köfte yedirmeye çalış, pirzola… Yediremezsin ki, yiyemez. Yani demek istediğim, hürriyet de böyledir. İnsanın algılayabileceği, kontrol edebileceği, şuurlu, aşırı derecede hür olan bir insan, hakları gasp edilmiş, esir insan gibi mustariptir. İşte bu ikisinin ortası olan modeli yakalamak lazım. Ki bizim geçmişimizde bu vardı. Bunu bulduğumuz zaman, bence çok mükemmel bir model ortaya çıkacak.
Bir İnsanın Hayatta Muvaffak Olması, Kendini Mesul Kabul Etmesiyle Mümkündür
Bir de, mesuliyet dediğimiz bir olay var. Bir insanın hayatta muvaffak olması veya olmaması, bir mesleğe, bir hizmete kendini vermesi ile orantılı bir olaydır. Mesul kabul etmesi ile ilgili bir olaydır. Siz kendinizi mesul kabul ederseniz bir şeyde hazırlanırsınız, bir vazifeniz olur, başarırsınız. Mesul kabul etmezseniz kesinlikle ne başarırsınız ne de bir vazifeniz olur. Yani mesuliyet hissi. İşte bu mesuliyet hissini de, materyalist mantık insana maalesef vermiyor. Birtakım maddi öğeleri ona öğretmeyi biz eğitim olarak zannediyoruz. Onu teçhiz etmeyi, çocuğa hakikati aradığını veremediğimiz, içinde korkunç bir mesuliyetsizliğin içine giriyor. Bakın, bugün eğitim kurumlarımızda bu tip modeller çoktur. Ve hocalarımızın, ailelerimizin en fazla şikâyet ettiği tipler de bunlardır. Niye? İşte bu mesuliyet duygusunu veremedik de ondan. Bu mesuliyet duygusu maarife aileden geçer. Çocuğu evvela o şekilde aileden teslim alırsa, o çocuk mükemmel olur. Çocuk evvela kendi nefsine karşı mesul olması lazım. Yani kendi kendinin adam olacağına inanması lazım. Hani “adam olamazsın” hikâyesi var ya, adam olacağına kendisi inanması lazım. Artı, gencin veya çocuğun birtakım değerleri vardır. Bu değerleri korumasını ona öğretmek ve onunla onu bütünleştirmek. Hiç şüphesiz ki bunun ilki ve birincisi manevi kurum olan dinidir.
Maneviyatla Yoğrulan Gençlik, Vatan ve Bayrağı Sevmeyi Öğrenir
İkincisi örfüdür, âdetidir, geleneğidir. Bununla çocuğu, genci bütünleştireceğiz. Daha bunların üzerinde bir vatan mefhumu vardır, bir kurumu vardır. Aile kurumu vardır. Bunları sevdireceğiz. Millet sevecek, sancak sevecek, bayrak sevecek. Şehadet niçin bizde üstündür? İşte başta o maneviyata bağlı bir hayatı yaşamaya, yaşamayı gaye edindiği için insan ölürse, bu şehittir. Yoksa böyle bir manevi gayesi yok, öldü. E o zaman baba, Rus da ölürse olur şehit. Şehit mi olur yani? Bu ideali, bu gayeyi buna verirsek, bu şehit olur. Ama elhamdülillah, bu milletin askerinin adı “Mehmet'tir, Mehmetçiktir.” Mehmetçik, Muhammed kökündendir. Yani asırlarca bu millet, Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in mübarek dinini omuzlarında ve gönlünde taşıyarak serhat boylarında onun irşad ve tebliğ mübeşşirleri olmuşlardır. Binaenaleyh bizim askerimiz öldüğü zaman şüphesiz ki şehittir. Allah şefaatinden mahrum eylemesin. Yani demek istediğim, bu gayeye matuf bir eğitim tarzı ona vereceğiz.
Daha insan haklarına, ilme saygılı bir nesil yetiştireceğiz. Daha sabırı, kanaati, tevekkülü, tefekkürü o gençliğe hem hal ilmi olarak, hem de akıl ilmi olarak vereceğiz. Gününün müspet ilimleriyle mutlak surette genci donatacağız. Artı yetmiyor bu. Mutlaka en az iki yabancı dil öğreteceğiz. Değil mi? Bütün bunları verirken de gencimizin gayesi kendisinden üstün hiç kimseyi görmemeli ve herkesten Allah rızası için üstün olmaya gayret edebilecek bir anlayışı ve de şuuru gencimize, insanımıza, maarifimize vermeliyiz diyorum efendim. Allah hepimize nasip etsin.
Biz asırlar boyu bu model insanı yaşadık. Biz şimdi bundan uzak değiliz. Onunla beraber olursak her şeyimiz mükemmel olur.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız
