
Neler Okuyacaksınız
Eğitimde İnsanı Tanıma ve Sorumluluk Bilinci Kazandırma Amaçlanmalıdır
Şimdi farkındaysanız asrımızda biz insanla uğraşmak yerine insanın bizatihi kendisiyle meşgul olmak yerine, hep insanın dış tabiatında mevcut olan varlıklarla… Bunun adına teknik dedik, teknoloji dedik, sanat dedik, eğitim dedik, efendime söyleyeyim ziraat dedik, ormancılık dedik, tarımcılık vesaire… Hep insanın dışında mevcut olan realite ile malzeme ile bunlarla uğraştık. Bir bakıma insanı biz yalnız bıraktık. İnsan kendi kendine yalnız kaldı. İşte burada insan kendi kendine yalnız kalınca yani bir noktada kendinden insan kopunca onun da tedaviye ihtiyacı var, onun da gıdaya ihtiyacı var. Bu açlık, bu gıdasızlık onda birtakım hastalıklara sebep oldu. Kendi kendini tanıyamadı, ne olduğunu bilemedi. O zaman onda bir “Adam sende, boş ver” devri başladı. Şimdi ben bir pedagog, psikolog değilim ama görebildiğim kadarıyla en yakınlarımdan olaya baktım. Allah Allah! Çocuğa bakıyorsun, delikanlıya bakıyorsun, zekâsı fevkalade, hafızası fevkalade, kavrama kabiliyeti fevkalade, bir netice alamıyorsun bundan. Bir iş veriyorsun, bakıyorsun sıfır. Yakınlarımdan bir tanesinden misal vereceğim. Faraza yarın diyelim imtihanı var matematikten, işte belli iki üç tane mevzu, konu vardır. İşte “oğlum, kardeşim” neyse, “şuraya çalış bakalım.” “Ben seni bir saat sonra imtihan edeceğim, deneyeceğim.” Bir saat sonra alıyorsun huzuruna. Bir saat çalışmış olmasına rağmen en azından o mevcut olan konular içerisinde bir tanesini yapması lazım, en az. Bir satırını yapmamış. Ne o kitabın başından kalkmış, ne bir başka yere gitmiş. Kitaba bakıyor ama kendisi bir başka âlemde seyrediyor. “Yavrum etme, ne yapıyorsun sen, deli misin? Senin kafan çalışıyor.” Şimdi dikkat edin ve bu tip insanların zekâ seviyelerini test ettirin. Korkunç bir zekâları var. Mesela bu bahsettiğim delikanlı benden daha zeki, hafızası benden güçlü, test ettirdim. Ben onun kadar not alamadım, o benden fazla not aldı. Tabii onu devreye koymanın da birtakım metotları var. O metotlarla giriyorsun, bir saatte yaptıramadığın bir sayfayı 20 dakikada, 20 sayfa yapıyor. Mübalağa da değil. O zaman diyorsun ki demek bu tip insanlarda, bu modellerde bir rahatsızlık var, bir hastalık var. Dünyaya boş vermiş, okumaya boş vermiş. Her türlü imkânı önüne siz sermenize rağmen netice alamıyorsunuz. Efendim bu işte öyle bir hastalık ki kendini hiçbir şeyde mesul kabul etmiyor. Mesuliyetsizlik, duyarsızlık artık ne derseniz deyin. Bu günümüzde had safhada insanın kendi kendini böyle bir badireye sokması zor bir olay ama hadiseler, olaylar öyle bir noktaya getiriyor onu ki okula gidiyor, okulda başarmıyor, okumuyor. Meslek veriyorsunuz, meslek de başarılı olmuyor. Efendim işe koyuyorsunuz, işte başarılı olmuyor. Sanata veriyorsunuz, sanatta başarılı olmuyor. Hülasa ebeveyn veya yakını bir bunalıma düşüyor. Allah Allah, nereye verdiysek başa çıkamıyoruz. Temelde yatan espri, nükte, hastalık mesul kabul etmiyor; o genç, o delikanlı, o hanımefendi kendisini. O mevzuyla ilgili bir sorumluluk yüklenmiyor. Anlatabildim mi? Sorumluluk yüklenmediği için de sen ne dersen de. Hani çingenenin yüzüne tükürmüşler, “Çok şükür yağmur yağıyor” demiş. Lan kardeşim “harekete geç.” “Yok.” Şimdi görebildiğim kadarıyla günümüzde tahsil çağındaki gençliğimizde, hatta yüksek tahsilde olan eğitim çağındaki bu arkadaşlarımızda maalesef bu hastalık alabildiğine yoğun derecede görülmektedir. Ne o gençler kabiliyetsizdir, ne zekâ seviyesi düşüktür, ne hafıza kaybı vardır. Hepsi fevkaladedir. Sadece onu mesuliyet ile iç içe bulamıyorsunuz. Aynı delikanlı bir yanlış eyleme karar veriyor. Aynı hanımefendi bir yanlış meseleye karar veriyor. Bir bakıyorsun ki Allah Allah. Ya bunu nasıl yapmış? Yani bunu yapmak için öyle az zekâda yetmiyor. Az çalışmak da kâfi gelmiyor. Orada o kendisini mesul kabul ediyor. Yani “ben bu işi yapacağım, yaparım.” Bir noktada müspette kendisini ispatlamayan genç, menfi yolda ispatlıyor. İnanır mısınız? Bunlar benim tespitlerim bunlar. “Hiçbir şey beceremiyor” diyorsun. Bir de bakıyorsun öyle bir darbuka çalıyor, öyle bir saz çalıyor. Allah Allah. Lan, “Nereden öğrendin bunu?” Veya bir başka yönüyle komiteci. Lan nereden çıktı bu? Böyle o öyle bir kulvarda kendini kulvara kanalize etmiş veya o kulvarda kendini mesul kabul etmiş ki, netice oralardan alınıyor. O zaman demek ki, biz bir şeyi yanlış yapıyoruz. O yaptığımız nedir? İnsanı tanıma ve onu yönlendirme. Bir eğitimci olarak bizlere düşen vazife insanı tanımadır. Ben Trabzon Lisesi'nde çalıştığım dönemlerde arkadaşlarımla bazı konuları münazara, münakaşa ederdik yani istişare mahiyetinde. Biz şimdi eğitimciyiz. Eğitimci olarak bizim kafamızdaki model nedir? Nasıl bir insan tipi biz meydana getireceğiz? Okuyacak arkadaşımız, dostumuz, oğlumuz, kızımız… Peki, nasıl bir insan olacak? Diye bunu çok sorardık. Hatta ben bizi teftişe gelen müfettiş hocamıza da bu soruyu tevcih ettim. Allah Allah. “İlk defa” dedi, “ben böyle bir soruya karşılaşıyorum.” “Çok ilginç” dedi. “Doğru konuşuyorsunuz. Hakikaten bizim modelimiz nasıl bir modeldir?” Şimdi şu anda ben tabi bakanımıza, Sayın Milli Eğitim Bakanımıza sorsak o bir model tarif edecek. Ama resmen bizim böyle bir modelimiz yok yani. Kısaca ne yetiştirdiğini bilmeyen bir anlayış, eğitim anlayışı. Herhalde bu insanı bu gençliği mesuliyetsizlik, badiresiyle iç içe bırakıyor ve ondan istenilen neticeyi istihsal edemiyor. Onun için eğitimimizde bu temelleri atacak Türk gençliği modelini ideal bir gaye olarak ona benimsetecek bir anlayışa, bir eğitime ve de öğretime geçersek, kanaat-ı şahsiyem benim o ki bu hastalığı tedavi edip yeni bir döneme, yeni bir devreye kavuşacağız inancındayım efendim. Fazla mı konuştum?
Din, İnsanlığın Her Devirde Vazgeçilmez İhtiyacıdır
Şimdi bu akşam Ebu Bekir Bey kardeşimizi Mesaj TV'de takip ettim. Fazlurrahman'ın düşüncelerinden hareketle fevkalade bir program icra ettiler. Ayrıca kendisine bu mevzu itibariyle tebrik ediyorum, ona teşekkür ediyorum. Şimdi din bazılarını zannettiği gibi öyle 15. asırda vardı, 17. asırda olacaktı, 19. asırda biraz ihtiyaç vardı, 20. asırda buna gerek yoktur, 30. asırda hiç gerek yoktur mantığının çok ötesinde; her dönem ve devirde insanların mutlak ihtiyacı olduğu bir kurumdur, bir müessesedir. Din bir defa, din kurumu, din müessesesinin kurucusu olan, vazedeni olan, kural ve kaidelerini, prensiplerini belirleyen, bizatihi Cenâb-ı Vacibul Vücut olan Rabbimiz Teâla ve Tekaddes Hazretleri. Yani Allah'tır, Cenâb-ı Hak din kurumunu koymuştur. Şimdi bu kurum kurulmamış, Allah bunu insanoğluna ikram etmemiş olsaydı, o zaman insanoğlu ne benliğinden ne Rabbinden haberi olmayacaktı. Hatta geçmişteki âlimlerimiz, insan şayet onlara bir nebi, bir peygamber gelmemiş olsa, mesuliyetleri sadece Allah'ı bulmak olurdu. Neden? İşte tabiata bakarlar; Siyâk, Sibâk karinesiyle “bir varlık vardır, bir yaratıcı vardır” derler. Buna da delil olarak, Esteuzubillah “E fillahi şekkun fatırıs semavati vel ard” “Yerin ve göğün yaratıcısı olan Allah'tan şüphe mi ediyorsunuz?” (İbrahim Suresi, 10.Ayet) Bu münasebette bazı ulemalar, Ehl-i Sünnetten, insanoğlu aklıyla “hiçbir şey de olmasa Allah'ı bulma mükellefiyetindedir” der. Bunun ötesinde hiçbir şey bilmez, yapamaz. Buradan hareketle ben diyorum ki, insanın Allah'ı tanıması, yani “var” demesi de yetmiyor. Günümüzün en büyük derdi de bu. “Allah var” diyoruz ama “var” dediğimiz bu Allah benim neremde veya ben onun neresindeyim? Şimdi öyle bir inanç ki bu, günümüzün inanç seviyesini anlama babında söylüyorum. Burada hiç kimseyi de tahkir etme, tenkit etme niyetimiz kesinlikle yok. Bir realite. Haşa “Allah âlemi yarattı, seni beni yarattı, çekildi bir tarafta, oturdu aşağı” bu mantık. Şimdi böyle bir Allah'a haşa benim ihtiyacım yok. Yani eğer Allah'ın kabiliyeti sadece yaratıp bırakmaksa bu o kadar büyük bir hüner değil. Hâlbuki Allah diyor, buyuruyor ki, “Ben sana şah damarından yakınım.” Bu bir; ikincisi, yetmiyor. “Ben her an yaratıcıyım, yaratıyorum.” Kim? Tabiatta yaratıyor, insanın iç tabiatında yaratıyor, dış tabiatında yaratıyor, bünyesinde yaratıyor. Bakın şu hücreler her gün diriliyor, ölüyor. İnsan bünyesinde, hayvan bünyesinde, tabiatta… İşte bu özelliklere baktığın zaman o Rab o kadar güçlü ki her an bir işle meşgul. Yani her şeyin faili, öznesi bir başka ifadeyle. Bu kadar iş gören, kadir olan, muktedir olan, Rahman olan, Rahim olan, hakim olan hülasa, 99 Esma-i İlahi’nin sahibi ve faili olan Allah, eğer onu ben bir tarafa böyle koyar da oturtursam haşa, bu tabir belki yanlış ama anlatabilmek kastı ile söylüyorum, “Bu ilahın, bu Allah'ın evrende, yeryüzünde hiçbir işi yok.” Benim de senin aranda eğer o Rab olmazsa, o Allah olmazsa ne çıkar, o haşa o Allah'tan? Eğer “iki kişinin üçüncüsü oysa” diyor. Değil mi? Yani ikinin üçüncüsü o olması lazım, üçün dördüncüsü o olması lazım. Bu ne demektir? Hem bana benden yakın, hem seninle bir araya geldiğimiz zaman o var, bir kişi daha ilave edildiği zaman yine o var, bütün işlerde o var, bu şu demektir. “Kullarım, ben madem her yerde varım ve ben sana madem senden yakınım, sen yaptığın bütün işlerde bana danışacaksın, beni hakem edeceksin.” Müslüman tarif edilirken Kur'an'da vasfı nedir? Allah'ı hakem kabul etmesi, değil mi? Hakem kabul etmenin adı nedir? Allah'ı hakem, “ben onu kabul etmiyorum” diyen ne oluyor? “Kâfir.” Yani illa herhangi böyle kaba idrakin anlayacağı tarzdaki işlerde mi o hakemdir? Benim yaptığım işlerde de hakemdir, senin yaptığın işlerde de hakemdir, seninle benim aramdaki olan işlerde de hakemdir, her yerde hakemdir. “Ama hocam sen de işini çok büyüttün ya bu hakemlikte bu kadar olur mu?” “Olur.” “Nasıl öğreneceğiz onun bize doğru veya yanlış dediğini?” “İşte Kur'an, Kur'an-ı Kerim.” “E hoca hepimiz biz hafız değiliz, bu işin ilmini bilmeyiz.” “Yani hepimiz ‘Kur'an ne diyor’ bunu mu öğreneceğiz?” E tabi bu çok zor bir hadise. Kulluk dediğimiz bir olay var. “Bildiklerinizle amel ederseniz, bilmediklerinizi size öğretirim” diyor Cenâb-ı Hak. Öyle mi? Sen bildiğinle amel ediyorsun, ibadette, taatta ısrar ediyorsun. Öyle bir şey oluyor ki hakikaten hiçbir şey bilmiyorsun, birden o bilmediğin şeye Allah seni âlim yapıyor, arif yapıyor. Bendeniz bunu çok hayatımda yaşadım. Öyle mesele oluyor ki takılıyorum. Dini bir konu. Allah Allah. Acaba bunun cevabı nedir? Arasam araştırsam o devir için konuşuyorum, belki kaynak eser de bulamayacağım. İnanır mısınız? Faraza namaz için camiye gidiyorum, bakıyorum ki Vaiz efendi o konuyu mevzu edinmiş. Çok affedersiniz, rızık meselesini bir gün düşünüyorum bir konu oldu. Geldi bir dilenci sail, bana başladı nasihat etmeye. Hem para istiyor benden. O zaman dedim ki “Bildiklerinizle amel ederseniz Allah bilmediğinizi hem dilenciyle öğretir, hem hamal ile öğretir, hem hoca efendiyle öğretir.” Yeter ki okumasını bil. Bu tabiat, bu kâinat bir Kitab-ı İlahi. Okuyacaksın bunu. Ama nasıl? İşte bu kalp dediğimiz merkeze Allah'ın muhabbetini koyarak, onun rızasını kazanmak kastıyla hareket edersen. İşte soruyorsun “ha bu doğru mu, yanlış mı?” O da sana bir sail ile dilenciyle cevap veriyor, hamalla cevap veriyor, futbolcu ile cevap veriyor, hoca efendi ile cevap veriyor. O zaman vicdanın rahat oluyor, kalbin mutmain oluyor. Allah'tan memnun oluyorsun, Allah'tan razı oluyorsun. He vallahi, o da senden razı oluyor. Zor bir iş değil. Bu sefer Allah'a yürüdüğünü hissediyorsun. Ne ile yürüyorsun? Bu ayaklarla değil, kalp ayaklarıyla yürüyorsun.
Din İnsanın Mutluluğu ve Düzeni İçin Vazgeçilmezdir
Şimdi geliyoruz dinin lüzumuna. Her insanın Allah'a ihtiyacı var. O inkâr ediyor adam, haşa “o yoktur.” Aslında arayışı o kadar şiddetli ki onu. Bu arayışının hangi yönde olacağını bilmediği için inkâr yoluyla onu bulmayı hedefliyor. İnkârın nedeni bu. Yoksa onu gördü ruhu, Elest Meclisi’nde. “E lestu birabbikum” “Ben senin Rabbin değil miyim?” (Araf Suresi, 172. Ayet) “Kalu” dediler ki “belâ” “evet.” Şimdi şuurunun altında bu gerçek yatıyor. Ama nefis de “sakın ona gitme” diyor. Önüne bir perde çekiyor. Bir huzursuzluk da var ona, ondan uzak olması münasebetiyle. Bu huzursuzluğu aşmak için inkâr budur. Hâlbuki mutlak huzur da onda. Evet, şimdi eğer insan o kalp kulvarında dini yol ile beraber, dini prensip kurallarla beraber Rabbine yürümezse hayatında mutluluk, saadet, huzur bulması, yaşaması hiç mümkün değil. Şahsiyetli bir karakter olması hiç mümkün değil. Öyle bir kimlik çıkıyor ortaya ki, insan ama şekli insan. İçinde korkunç bir canavar var, aslan var, tilki var, affedersiniz yılan var. Kimlikler gizlenmiş içine. Bir mesele de tırrrrrrrr sokuyor böyle, Allah Allah! İşte her dönem ve devirde bu kimliğin mutlaka insan kimliği olması lazım. Sadece suretinin değil, yakışıklı delikanlı. “Aa ne güzel” diyorsun ama bir de bakıyorsun ki hiç bir şey yok onda. İşte insan kimliğine onun bürünmesi için, dinin inkâr edilmez, aşılması mümkün olamayan lüzumu var, yani bu lüzum aşılamaz. Sadece din de değil, o dini uygulayan Allah'ın sevgilisinin müşahhas sünneti de olacak ha yanlış anlama. O çünkü olayı canlı hale getirmiş, sahabesi onu görmüş. Yani Kur'an'ı adeta müşahhas hale getirdi, canlı hale getirdi. Şimdi sahabe Kur'an okuduğu zaman görmüş canlısını, hemen “ha budur” diyor, “ayet.” Şimdi sen ben onu görmediğimiz için çok sıkıntı çekiyoruz. Anlayabilmek için işte böyle Fazlur Rahman gibi vesaire kullardan modernist şu ist, bu ist havalar çıkıyor. O da bir arayış peşinde. Bitmiş, tükenmiş adam aslında. Sünneti aşarak, Kur'an'ı aşarak… Neymiş insanoğlu o kadar tekâmül etmiş ki akıl kuralları vahye daha ihtiyacı yokmuş. Şimdi aklın bildiği saha var. Görünen sahalar akıl bilir, doğru. Ve bunda da yanılır. Deneme yanılma metotlarıyla gene bir şey… Ama öyle gerçekler var ki aklın verası. Zaten felsefenin lüzumu aklın verasından kaynaklanıyor. O aklın ötesine ulaşabilme aklın işi değil. Niye? Organ deneyimi yok orada. Göz görmüyor, kulak işitmiyor, dil tatmıyor, el tutmuyor, deri dokunmuyor. Anlatabildim mi? E nasıl o meçhul hakkında akıl karar versin ki? Aklın şahitleri onlar. Getiriyor bilgileri, akılda diyor; “ha bu budur, şu şudur.” Tefrik gücüdür akıl, ayırma. E şimdi hiçbir yerden haber aldığı yok. Ne diyecek, iyi mi diyecek, kötü mü diyecek? Anlatabiliyor muyum? Ölçü yok elinde. Onun için bilhassa insanı anlamada, insanın hayatının nizamlı ve düzenli olmasında din kurumuna mutlaka ve mutlaka ihtiyaç vardır. Tarihin hiçbir döneminde onun için dikkat edin dinsiz millet olmamıştır. Bizim komünist dönem hariç. O da gitti gitti 70 sene gitti, 73 sene gitti. Birden tekeri “pat” diye patladı. Yani gitmesi mümkün değil. Kısaca her dönem ve devirde insanın her yaşta Allah'a ihtiyacı var. Allah'a varabilmesi için din yoluna mutlak surette ihtiyacımız var. O yolu terk eden huzurlu, mutlu olduğu görülmemiştir. Belki çok ciddi teknik imkânları var, zengindir, her şeye gücü yetmektedir. Emreder bir yerine on bin yapılır; doğrudur ama mutluluk, huzur, saadet yoktur. Eşyayı kullanma, nezaketi, nezafeti, davranış biçimi bunlar yoktur. Hangi açıdan alırsanız alın. Dine, din kurumuna ve onu tebliğ eden peygambere ve onun yolundan gidenlere her dönem ve devirde ihtiyaç vardır ve olacaktır. Fazla mı konuştuk?
Mutlak Hürriyet, Allah’la Beraber Olmaktan Geçer
Şimdi mutlak hürriyet var da şu tabi evrende mutlak hürriyet yok. Yani sen ve ben kabul etsek de etmesek de esiriz. Yani bir insanın esir olması için veya hür olmaması için dış tabiatımızda birtakım düşmanların bize pranga vurması şart değil. İnsanoğlunda iç tabiatında iki duygu var. Bir nefsani duygular, hayvani duygular. Bunlar insana hâkim olur, onun esiri olur insan. Ve hayatını o kulvarda geçirir. Hür dediğin insan, o duyguların esiridir. Esaretin de hayatını sürükler. Bir de ruhani duygular vardır. O da direkt insanı Allah'a bağlar. Ruhî Sultan, Ruhî Hayvan. İki yön var insanda. Şimdi ya onun esirisin, ya bunun esirisin. Yani ya hayvani duyguların esiriyiz veyahut da ruhani duyguların; ikisinden bir tanesinin. Aklı olan, akıllı olan kişi odur ki ruhani duygulara hayatını teslim eder, aklını teslim eder. Şimdi bu duygular, bu temalar, İbadat-ı Ta'at ile zikir ile özellikle öyle bir yücelir ki ruh yücelir. Allah'ın tecellisine mazhar olur. Kendisini Yaradan ile beraber olur. O tecelli öyle bir sevda, öyle bir muhabbet, öyle bir aşk, öyle bir haldir ki işte hürriyet orası, o andır hürriyet. Yani hürriyeti insan her zaman yaşamaz. An an yaşar. O bir sevda boyutudur. “Vuslatın başka âlem, sen bir ömre bedelsin.” İşte o haldir bu. Şimdi biz insanlar olarak yaptığımız işlerde, yapacağımız işlerde her işimizi Allah'a endekslersek, yani onun rızasını kazanma niyeti ve maksadı olursa ruh hep o kulvarda ona yücelir. Yaptığın en basit işte bile muhabbet alırsın. O hürriyeti yaşarsın, o zevki alırsın. En basit nedir? Yolda giderken bir taşı alıp kenara koymak. O taşı alıp kenara koyarken, o sana öyle tecelli eder ki; “Bir kulumun ayağının ezilmesine, ayağına çarpmasına sen mâni oldun, aferin benim kulum.” O, o, o sesi duyar. Vicdan işte. Ne bileyim, okul yaptırır, fakire fukaraya el uzatır; orada Rabbinin onu met ettiğini hisseder, duyar. Ruhu onunla beraber görüşür. Zaten Müslümanlık bu. Ya başlarken söyledik ya “sanki Allah uzak…” Haşa öyle değil. Allah her zaman, her mekân da hazır ve nazır. Abdülkadir Geylani Efendimiz buyuruyor ki, “O zamanın zamanı, mekânın da mekânıdır.” “Zamanın zamanı, mekânın mekânıdır.” Rabbül Âlemin. Zamanın ve mekânın dışında varlık var mı? Yok. Esasen varlık onun ki “bu elektron hareketi” diyoruz buna değil mi? Çekirdeğin etrafında elektron hareketi… Varlık nedir? O hareketin devamı. Allah her an oluşta ya, o hareketler devam ediyor. Oluş o devam. O devam dursa madde olmayacak. “Kün” “ol” diyor, “Fe yekün” “oluyor.” (Yasin Suresi, 82. Ayet) Yani o oluş her an devam ediyor. Yani Allah o kadar yakın ki nasıl izah etsem bilemiyorum. Bu işte bu duyguyu bir müminin yaşamasıdır iman. Hürriyet budur. Böyle bir insan her zaman o yüce Rab ile beraber olduğunu, Allah ile beraber olduğunu yaşasa, onda zafiyet söz konusu olur mu? Acizlik söz konusu olur mu? Onu yaşayan insana diyeceksin ki işte, “Rusya ile bizim savaşımız var, askerdir faraza, bayram gelir ona.” Güneydoğu olaylarında 30 defa çatışmaya girmiş bir arkadaşımız, soy ismi ‘Ağır’ arkadaşımız anlatıyor da bir çatışmayı, yani “öyle oldum ki” diyor, “bildiğin gibi değil” diyor, “hocam” diyor. Yani ölümden korkma, bunları hep aşmış; bir sevda boyutu. “Sade ben değil” diyor, “askerleri de…” Kendisi orada komutan. İnsan niye bu hale giriyor? Yaratıcısı ile beraber oluyor da ondan o gücü görüyor, kuvveti yaşıyor. Niye korkak olsun? Onun için tarihte “Türk Milleti bu hali hayatına gaye yapmış” diyebilirim ki, tek topluluktur. Onun için bu milleti çok iyi tanımak lazım. Fazla mı konuştuk? Yani esiriz ama mutlak hürriyeti istiyorsak bunun yolu da Allah'la beraber olmaktan geçiyor.
Din, Aklın Ötesindeki Hakikatin Rehberidir
Şimdi siz güzelce yemeği yaptınız, önünüze koydunuz. Efendime söyleyeyim, o cinsten olmayan, farklı bir şey ilave ederseniz, her şeyi allak bullak edersiniz. O kurumu, o zaten Mevlâna bu vadide diyor ki; huzur ve saadeti, mutluluğu, Allah'ı tanıma, o yolda gitme, “akıl” diyor “Bu kulvarda, çamura saplanmış merkebe benzer, eşeğe benzer.” Aklın sahası bu değil. Akıl insana huzuru getirmez. Yanlış anlama, akıl Allah'ı da bulmaz, bulamaz; o güç yoktur onda. “Allah nedir?” Bunu da anlamaz. “Ne değildir”, anlar. Şimdi, “Allah ne değildir?” diyen akıl, din yolunda ne vaaz edecek? Onu söyle bana da oradan girelim işte. Yani ne diyecek sana da, alacaksın onu. “Allah değildir” diyecek. Hâlbuki biz “Allah'tır”a varabilmek için bir şey istiyoruz. Ha akıl olsa olsa, orada, onun koyduğu yasakların, hikmetini ortaya koyabilir. O da basiret sahibi ise. Eğer, kendi, mantığıyla, mikyası ile değerler üzerine değer ilave etmişsek, yani onu, beşeri sıfata malik bir hale getirdiysek, o zaman o din, ideolojinin dışında, senin kuralın olur, benim kuralım olur; sana ait olur, bana ait olur. Sen ben bu işi halletseydik, bin sene evvel hallederdik. Yani bin sene evvelki adamlar, bizden deli miydi? Bizden akıllı… Kafaları çalışmıyor muydu? Çalışıyordu. Ha demek ki o sahayı, yani verası, aklın ötesini bulması, yaşaması mümkün değildi ondan. Beşeri olunca, bu öyle bir dengedir ki, matematik problemini yapıyorsunuz, mesela artı bilmem yirmi çıkması gerekiyor, siz eksi yirmi çıkardınız. İkisi de yirmi ama birisi artı, birisi eksi. “Söyle matematik dille cevap ver bana. Yaptığınız işlem doğru mu olur, yanlış mı ?” El cevap. Ama canım efendim, “Ya biz baksana, burada da yirmiyi elde ettik, burada da yirmiyi elde ettik.” “Ama birisi artı yirmi, oğlum; birisi eksi yirmi.” Değil mi? Onun için, dine hiçbir yabancı müdahale yok, olamaz.
Peki, hocam içtihat nedir? İçtihat, dinin koyduğu kurallar, kaideler istikametinde aklın akıl yürütmesidir, yani onlarla beraber… Bu kıyastır. İşin illetini bulmak, hikmetini ortaya çıkarmak, bu ayrı konu. O din kurumuna, birtakım kaideleri ilave etmek değildir. Mevcut olan kuruma, efendime söyleyeyim, izah etmek, onu anlatmak, onu açmak, o farklı şey; o zaten şart. Bizim demek istediğimiz; onun doğru dediğine aklın yanlış demesi, yanlış dediğine doğru demesidir. Anlatabildim mi? Olay budur.
Dünya Serveti, Allah’ın Rızasını Kazanmak İçin Bir Araçtır
Şimdi burada gaye olarak işe bakacaksınız, yani niyet olarak. Yani bir insan dünyada bir geçici bir varlık. Eğer bunu bu maksat ile kavrayamazsa o zaman dünyayı ilahlaştırır karşısında. Sanki burada hiç ölmeyecekmiş gibi kalır, asıl maksadını unutur. Maksadı Allah'a yürümektir insanın, Allah'ın rızasını kazanmak. Bu maksadı unutunca dünya senin önünde koskocaman bir put olmuştur. Anlatabiliyor muyum? Ama eğer onu Allah'a yürüyeceğin bir zemin olarak kabul edersen, nasıl, ne şekilde yürümene de gene imkânlar orada sana bahşedildi. Yani burada kulluk yapacaksın. Sema’da kulluk yapmıyorsun; şu arzın üzerindesin. Buradaki şartları da ona endeksleyeceksin, Allah'a endeksleyeceksin. Onun rızası istikametinde her işini eylem haline getireceksin. Bu çalışmak olabilir. “Allah benden razı olsun” diye bir insan gece gündüz çalışırsa, servet ederse bu ibadet olur. Sırf “Allah benden razı olsun.” “E peki hocam niye?” “E ben bununla sadaka vereceğim, zekât vereceğim, hayır yapacağım, komşuyu doyuracağım, okul yapacağım, efendime söyleyeyim yol yapacağım”, inanç bu. “Allah benden razı olsun.” Yani sen dünya servetini yaptın binek, bindin sırtına, o seni Allah'a taşıyor. Odur ibadet. Ama bir de şöyle yaparsan, “Lan kazanayım, zengin olayım, şöyle olayım, böyle olayım…” Hiç kimseye hayrın olmasa, sanatın olmaz, yakınlığın olmaz, kimsenin gözüne üflemezsin, o da senin için büyük bir zarar kaynağı olur. Hep ona yönelirsin. Ona yöneldiğin için, yüzünü o tarafa döndüğün için Allah'ı unutursun. Bak ikisinde de çalışıyorsun. Niyet ve maksatlar birbirinden çok farklı. Niyet ve maksadın Allah'a gitmek, onun rızasını kazanmak olursa, ne kadar fazla çalışırsan çalış ibadet, onu unutmak olursa büyük bir zillet olur. Değil mi efendim?
İslam’ın ve İmanın Şartları Bir Bütünün Parçalarıdır
İmtihanın dışında aldığımız her nefeste imtihan var, aldığımızdan verdiğimize kadar. Yani biz her şeyimizle deneniyoruz ama her şeyimizle. Şimdi bir gün sohbeti, “Hocam ama bak İslam'ın şartı beş tane, ‘sen her şeyimizde’ ” diyorsun. “İmanın şartı altı tane, ‘sen her şeyimizde’ ” diyorsun. “Evladım imanın şartı faraza İslam'ın şartından bir namaz.” “Namazın şartını söyle bana” dedim. Bir durdu. O namazın şartı da, şartları da İslam'ın şartı. “Abdestin şartlarını söyle bana” dedim. Durdu. “Bak abdestsiz namaz olur mu? İstediğin kadar kıl abdestsiz.” O da İslam'ın şartı. Hülasa burada öyle büyük bir incelik var ki İslam'ın beş şartıyla, imanın altı şartına Kur'an'ın tamamı girmiştir. Yani o 6.660 ayeti böyle otur, feraset ehli bir ulema sana hepsini koysun ortaya. Hiçbir tanesi dışta değildir. Ne iman şartının, ne İslam'ın şartının. Şimdi bazıları şöyle bir zanna kapılıyor. “İmanın şartını say bakayım.” Sayıyor. “E bak gördün mü burada bu yok.” O benim eşşek oğlum. Ne kadar kalın kafalısın sen. Efendim “İslam'dandır, İslam'ın şartından değildir.” E benim eşşek oğlum. Ne kadar kalın kafalısın. Geçen gün bir tanesi geldi dedi bana. “Böyle böyle hocam.” “Eee?” “İslam'danmış da, İslam'ın şartından değilmiş.” Bir şey İslam'dan olur da, şartından olmaz mı? Peki dedim, “Sen bana namazın şartlarını söyle bakayım.” Mevzuya tam girmeyeyim de ehlince malum, bilenler biliyor. Saydı. “Setr-i Avret.” “Nedir bu?” dedim “İşte, filan filan mekânların yerlerinin örtünmesi.” “E peki bu örtünme olmazsa namaz olur mu?” “Hocam olmaz.” “Namaz neydi?” İslam'ın şartıydı. E bu olması olmadığına göre şimdi söyle bakayım bana. “İslam'ın şartı mıdır, değil midir?” “Hocam İslam'ın şartı.” “Yarım hoca insanı dinden, doktor da candan edermiş.” Onun için çok dikkatli olmak lazım. Böyle gelişi güzel, konuşmak, yazmak… Niyetimiz ne olursa olsun bunlar mesele değil. “Niyetim çok iyi, çektim vurdum seni.” Ne biçim niyet bu ya? Anlatabildim mi? Öyle şey olmaz. Yani İslam'da ne var? Hepsi onun şartıdır veya imanın şartıdır. Ya imandandır yahut da ameldendir. İslam'ın şartı dediğimiz ameli esaslar, rükünler yani; farzlar, vacipler… Bu, budur; bu, manadır. Haddi aşmayalım.
Hiçbir Günah, Allah’ın Rahmetinden Büyük Değildir
Şimdi efendim nefis sahibi olarak her insan bunu bir defa unutmayalım. Mutlaka hata yapar, günah işler. Allah Gafur-ur Rahim’dir. Biz yaptıklarımıza güvenmeyeceğiz, Allah'ın rahmetine, merhametine güveneceğiz. Onun için kardeşlerimiz ne yaparsa yapsın şunu unutmamaları gerekir. Allah'ın rahmeti bizim o günahlarımızı yok eder. Güvencimiz bu olacak, inancımız bu olacak. Ben burada, “Lâ taknetû min rahmeti” “Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz.” (Zümer Suresi, 53. Ayet) Ayeti nazil olduğu zaman Resulullah'ın amcası Hz. Hamza'yı şehit eden Vahşi, “Ben de mi ümit kesmeyeyim” diyor, “O Allah'tan.” “Şayet” diyor, öyle bir şey varsa o da sağdan solda İslam'ı duyup Müslümanların geliştiğini, tekâmül ettiğini görünce ciddi bir nefis muhasebesi yapıyor. Müslüman olmanın gerekliğine inanıyor ama öyle bir iş yapmış ki; Hz. Vahşi, Resulullah'ın mübarek amcasını şehit etmiş. O da yetmiyor; kalbini yerinden çıkarmış, Hind’e vermiş, Ebu Süfya'nın karısına. Tabi o sahneyi hatırlıyor adamcağız o sahabe, tüyleri ürperiyor. “Ne muazzam bir yanlış” diyor. İşte Resulullah'a haber gönderiyor. “İman etsin, merak etmesin” diyor. Şimdi hiçbir insanın günahı Allah'ın rahmetini aşamaz. Ne yaparsak yapalım. Fazilet insanın dönüşüdür, o viraj. Allah ondan memnun oluyor. “Bu kulum gelmiş bana yalvarıyor.” İstediği Rabbimizin bu… Bazı insanın nasibi çoktur. Ergenlik çağından itibaren hep o kapıdadır. Ona tam piyango vurdu. E baba sana da gene şey vuruyor yani az bir şey değil o. “Cemalullah, cennet; hangi yaşta olursa olsun efendim dönüş yapıp Allah'a yürümenin yollarını aramamız, o kulvara girmemiz lazım”, diyorum.
Ebedi Genç Kalmanın Sırrı
Ebedi genç kalmanın sırrı: Şimdi, cesedin bir ömrü var. Eğer aklımızı onun ölçülerine mahkûm edersek pörsürüz. 30 yaşında da pörsürsün, 40 yaşında da pörsürsün, 20 yaşında da pörsürsün. İhtiyarlık budur, insanın atıl kalması, kendi kendini birtakım duyguların mahkûmu yapmasıdır. İhtiyarlık budur. Gençlik ise insanın Allah'la arasını, hukukunu daha doğrusu Allah'la kendi hukukunu sağlam bir zemine oturtması “hep ondan, ondandır” diye hayatını yapması, yaşaması ve diri kalmasıdır, diriliktir bu. Yani ruhani bir olaydır bu. Gençlik her zaman genç kalmak, ruhani bir diriliktir. Onunla beraber olduğunuz zaman tabir-i caizse bir oluk sizin kalbinize bağlanmıştır. Bir sevda… Ağlarken sevinirsiniz, gülerken sevinirsiniz, koşarken sevinirsiniz, kızarken sevinç vardır sizde. İşte böyle bir insan olmak. O insan, genç insan; asıl delikanlı o. Ama bunu bulamadığı bundan uzaktır insan, pörsümüştür. Allah ona da yardım etsin.
Sevgi ve Merhamet, Milletimizin Manevi Temelidir
Sevginin temeli de yine merhametten, yani rahmetten; Allah'la ilgidir bu, alakadır. Allah'la alakayı, ilgiyi bağı kurdunuz mu? O bağ yoluyla, “oluk” diyelim buna. O size nazar ediyor, bakıyor. Sevgi, o Rabbin size bakmasıdır. Allah'ın nazar etmesidir. Yani kuluna tecelli ediyor kalbine. Kalbiniz yumuşak oluyor, sert olmuyor. “Yumuşak kalpli” dediğiniz zaman, ne anlatmak istiyorsunuz? Merhametli insan anlatmak istiyorsunuz, şefkatli insan anlatmak istiyorsunuz, re'fetli insanı anlatmak istiyorsunuz; ben de onu anlatmak istiyorum. Değil mi? Şimdi her şeyin temeli o sevgi ve merhamet de. Bu milleti seveceğiz. Ben bu milleti severim. Ben milletime aşığım. Milletim, çok başka bir millet. Yani bunu lafta değil, hayatımıza geçirmemiz lazım. Bir tarihine bak bu milletin. Ne yapmadı bu milleti? Her şeyi yaptı. Yani çok medeni bir milletiz. Elhamdülillah. Türk milleti farklı.
Bu milletimizin özünde var, geleneğinde var, âdetinde var; her şeyin de mevcut maneviyatında var. Ona dönüp bakması kâfi. Onunla olması kâfi yani milletimiz o konuda ariftir. Yalnız biraz tembellik yapıyor. Uyarmak lazım.
Erdemli İnsan, Toplumu Huzura Taşıyan İnsandır
Maksadımız sadece biz nefsimizi bir seviyeye getirmek olmamalı. Sadece bu, evet. Başkasına yük olmadığın için iyi ama faziletli, erdemli, kâmil insan demek; herkesi bir noktaya taşıyan insan demektir. Kimsenin elinden, dilinden zarar görmediği; bilakis fayda gördüğü insan demektir. Anlatabiliyor muyum? Onun için o hem sözüyle, hem duygusuyla, hem fikriyle hem maddiyatıyla Karz-ı Hasen yapmalı. Yardımda, ihsanda bulunmalı. Onlar zaten onu huzura, mutluluğa, anlatmaya çalıştığımız hayata taşır. Sosyal hayatımızda bizim bugün asıl noksan tarafımız bu. Bunu bu yönü, bu özü ortaya koyup, her birimize, her kişiye mal ettiğimiz zaman efendim çok şeylerin değil, her şeyin değiştiğini göreceğiz. Bu arada bizi takip eden kardeşlerimize saygılarımızı, sevgilerimizi de arz ederim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız