
Neler Okuyacaksınız
Batılı Olmayı Devlet Politikası Haline Getirdik
Şimdi efendim, çağımızın değerlendirmesini yapabilmek için bundan en azından 20-30 sene evveline, 50 sene evveline bir gitmekte fayda var. Biz şu anda coğrafya olarak batıyla doğu arasında bir köprü vazifesi görüyoruz. Yani, Türkiye batıyla doğu arasında bir ülke. 1920'den bu tarafa da, hatta Tanzimat’tan bu tarafa da, Batı dünyasına kapılarını alabildiğine açma yolunda gayret sarf eden bir ülkeyiz. Bu şu demektir; Eğer siz bir ülkeye veya bir dünyaya, bir medeniyete kapınızı açmışsanız, o dünyayı olduğu gibi kendi dünyanıza transfer etme durumundasınız. Aslında öyle değil ama biz bunu bu şekilde telakki ettik. Batı dünyasından almamız gereken teknik olması lazım gelirken, onu da pek beceremedik. Ama sosyal yapısını vesairesini kendi dünyamıza transfer etme yolunda hayrı gayretleri sarf ettik. 1920 yılından sonra da batılı olmayı biz planladık, proje haline getirdik. Yani devlet politikamız oldu. Şimdi dikkat ederseniz biz batı dünyasının bir parçasıyız diye devamlı surette argümanlar sahnelemeye çalışıyoruz. Ama batılı bizi kendinden kabul ediyor, etmiyor, ayrı bir konu. Buradan şunu anlatmaya çalışıyorum. Yani biz hayli zamandan beri batının bir parçasıyız. Onun için bizim değerlendirmemiz şark dünyasından ziyade, batı dünyasıyla ilgili olması lazım.
Parçası olduğumuz dünyadan bahsedelim ki, bizim yerimiz nedir? Bunu bir görelim. Şimdi Batı temelinden itibaren tevhid akidesini benimseme ile benimsememe arasında git-gel yapmaktadır. Bu visalet sahibi Hz. İsa Ruhullah Efendimiz ‘den zamanımıza kadar böyle geldi. Batı bir anlamda dinsiz kalmadı ama dindar da olmadı. Dindar olduğu dönemlerde kilisenin tahakkümü ile hayatının birçok yönünü doldurdu ve tamamladı. Bu sebeple de tahakküm altında kaldığı kiliseye karşı çok ciddi bir nefret, çok ciddi bir husumet beslerdi. Bu tabi haklı sebeplere dayanan husumet, haklı sebeplere dayanan bir reddiye. Ama bütün bunları yaparken de kendisine huzura, saadete, mutluluğa, onu sevk edecek yolları da aramayı ihmal etmedi. Biz nasıl olmasa manevi hayattan aradığımızı bulamadık diyerek, Batı tam tersine materyalizme kapılarını ardına kadar açtı. Öyle ki yani onun maneviyat filozofları dahi hattı zatında bilmeden materyalist düşüncenin, felsefenin temellerini attı. Bunun hikâyesi uzundur. Öyle bir zaman geldi ki işte Emile Durkheim , Freud’lar, Darwin’ler vs. gibi insanların görüşleri, bu tip insanların ortaya koyduğu prensipler, kurallar Batı dünyasının idealleri haline geldi. Ve hayatlarının yegâne çizgisi, materyalizmin temelini atan bu insanlar oldu.
Batı’nın Arayışları ve Maneviyattan Uzak Oluşu
Bunun arkasından malumunuz komünizm geldi. Komünizm işte iktisadi sahada liberalizm, kapitalizm, sosyalizm, bunu çoğaltabilirsiniz. Bütün bunlar hep birbirini tamamlayan dünya yaşantıları. Ama öyle bir yaşantı ki, hepsi gerçek maneviyattan uzak, alabildiğine kuru bir dünya Ve batılı insan bu kuru prensiplerin, kuralların içerisinde hep kendisini aramaya çalıştı. Kapitalizmi ciddi anlamda denedi. Hatta ona gelmeden mesela feodal dönemi hatırlarsak, feodalizmin yaşandığı o dönemde yaşadığı hayat onu doyurmadı, tatmin etmedi. Bir de baktık ki Batı'da, feodal dönemden kaçış, kapital dönemi özleyiş. Kapitalizm sosyal bir vaka olarak, Batı'nın gündemine gelme mecburiyetinde kaldı. Yani şimdi bir arayış var. Bu arayış, bir takım ihtiyaçlardan doğuyor. Yani adam durup dururken, sosyal yapıda bir inkılap olmuş değil. İhtiyaçlar ortaya çıkıyor, bu ihtiyaçlara cevap verilemiyor, arayış başlıyor. Bir de bakıyorsunuz ki Batı, bu arayışı işte bir inkılapla, bir fikri inkılapla, bir sosyal inkılapla veya ihtilalle diyelim, aşma durumunda kalıyor. Kısaca öyle bir arayış ki, sosyoloji eserlerinde, felsefi ekollerde gördüğümüz, düşündüğümüz her şey Batı'nın kendi iç tabiatında, dış tabiatında yaşandığını gördük. Bunlardan kademe kademe geldi geldi bugüne. Yani çok tecrübelerden geçerek bugüne geldi.
Kısaca, Orta Çağ’dan evveline dahi gidersek, ilahi vahdaniyetin tevhit hürriyetine kavuşamayan insanın zaten psikolojisi bundan başka da olamaz. Şayet olmuş olsa o zaman tevhid akidesinin, gerçekliği ortadan kalkması gerekecektir. Ben bir hatıramı nakledeyim. Azerbaycan'da o zaman o arkadaşım ilahiyatta, efendim affedersin dekan muavini, ilahiyatın dekan muavini, temiz bir arkadaşımız. Azeri arkadaşlarımızdan şikâyet ediyor. Efendim, “şu noksanları bu noksanları var” diyor. Dedikleri de o zaman için doğru. Ben kendisine şunu söyledim, ya bu insanlar 70 küsur sene dinden uzak kaldılar. 73 yıl komünizmin hâkimiyetiyle ve hâkimiyet dediği tahakkümüyle beraber bir ömür yaşadılar. Sosyal, iktisadi, hukuki, ahlaki bütün boyutlarına, aile mahremiyetlerine kadar bu hayat sirayet etti. Şimdi buradan bu boyunduruktan kurtulan insanların, bu baskıdan kurtulan insanların, efendim tertemiz olmasını, dört dörtlük olmasını beklemek yanlış. Eğer öyle mükemmel bir aile, mükemmel bir insan modeli olmuş olsaydı, o zaman bizim inancımızın ehemmiyeti kalmayacaktı. Demek ki insanlar her türlü inançlar adını bulabiliyor ve de yaşıyor, dürüst olabiliyor, neticesi ortaya çıkacaktı. Aynı şeyi ben burada da söylüyorum.
Şimdi Batı eğer bizim hakikaten özlediğimiz modeli ortaya koyabilmiş, mutmain olabilmiş, huzur ve saadetin mutluluğu yakalamış olsaydı, İslam'dan uzak yaşamanın demek faturası çok mükemmel olması gerekiyor neticesi ortaya çıkacaktı. Ben dikkat ederseniz, her sohbet ve konuşmamda bütün dünya İslam'a muhtaçtır. Özellikle de Batı. Ve yanlış anlamayın Allah'ın lütfudur da, biz Batı’yı çok iyi biliyor ve tanıyoruz. Yani afaki değil, ruhi derinliklerine en deruni, efendim iş tabiatlarındaki meknuz olan hadiselerinin tamamına kadar. Bir roman değil ilim olarak bunu biliyoruz. Batı İslam'a hasret, aradı aradı o noktaya geldi. Öyle bir patinaj yaptı ki tabiri caizse, küt diye kafasını duvara vurdu. Şimdi bizim insanımızın görmediği bir nokta var. Elinde anahtar kapıyı açacak haberi yok. İmreniyor oraya. Ondaki dış tabiattaki güzellikler onu yanıltıyor. Değil. Yani diskoda sabahlayan bir insanın efendime söyleyeyim şu hayatı ne bileyim yaşamaya çalışan bir insanın bir sıkıntısı var, bir derdi var bu adamın. Bunu biz göremedik ve bunu göremediğimiz için bu realiteyi yaşayamadığımız için, hep o bize çok güzel geldi. Moda şeklinde kendi dünyamıza transfer ettik. Dikkat edin bakın o hayatı taklit eden bütün insanlar, insanımız, ailelerimiz huzur içinde değil, mutlu değil. Kavga ediyorlar, şunu bunu yapıyorlar. Faturasını da sana bana çıkarmaya çalışıyorlar. Niye sen mükemmeli yaşıyorsun da ona örnek oluyorsun, demek istiyorlar. Benim çocuğum seni taklit ediyor. Bunu yaşama ki seni taklit etmesin gibi bir takım yanlış saçma düşüncelere de sapıyorlar.
Kısaca, geleceğim nokta şudur yani Batı her şe yi denedi. Sosyolojik nizamlarından, iktisadi, hukuki, ahlaki prensiplerine kadar… Ne derseniz deyin bunun adına. Bundan 100 sene evvel şuydu, daha ondan 100 sene evvel buydu, bütün bunları Batı denedi. Denedi denedi geldi. Patinaj yaptı şimdi. Araba gitmiyor, tekerlerde hava yok. Teker de yok. İnsan olmanın haysiyetini duyuyor görüyor. Medeniyetlerle bazen çok iç içe oldu. İslam'ı gördü. Bizim hiç saymadığımız işçimiz orada öyle bir prensipler mecmuu sade bir hayat ortaya koydu ki.
Bütün Dünya İslam'a Muhtaçtır
Bakınız ş imdi bir misal vereceğim, Allah rahmet eylesin. Haydar Ağabeyimiz vardı rahmetlik oldu. Bizim arkadaşlar dedi. Avrupa'ya gittiği zaman gitti dedi, Alman'ın evine dedi. O 20'lik çiviler vardır. Kapısının arkasına diyor, keserle pat pat pat vururdu. Çıkardı astı ona paltosunu. Belki de yani çok kaba bir hareket gibi görülen o şey ama Batı'ya bir şey getirdi. Bir incelik getirdi, Batı dünyasına. O bizim insanımızın o kaba idraki, öyle bir nezaketi, öyle bir nezafeti orada sergiledi ki, farkında olmadan Batı onlardan insanlığı öğrendi. Samimi konuşuyorum. Davranış bütünlüğünü gördü. Namusun, hayânın… Bak bunlar çok şikâyet ediyoruz. Laçkalaşmış, kokmuş bizim arkadaşlarımızın hayatından. O şikâyet ettiğimiz o şeyler, onlardaki bir manada ahlaki bunalımın derinliklerini onlara gösterdi. Ayna oldu bunlar. Çünkü hiç de yoksa bir ahlakla gitti oraya, bir maneviyatla gitti, bir değerle gitti. Bir sabırdı, kanaatti, tevekküldü, tefekkürdü, teslimiyetti, hayâydı, iffetti. Bütün bu duygular orada çok az da olsa yansımaya başladı. “Allah Allah” dedi. Hiçbir şöyle böyle bir şey gördüğü yok Batı'nın, Batı dünyasının. Kısaca bunlardan mı olacak artık bilemeyeceğim. O insanımız bile oralarının, o insanların irşadına, ikazına çok ama çok ciddi manada vesile oldu. Şimdi böyle odak odak bir bakıyorsunuz ki, Batılılar İslam'ı taklit eden bir mahalle oluşturmaya çalışıyor. Yani yaşanılan hayat artık Allah‘sız insanın olamayacağını, Allah'la barışmanın şart olduğunu, böyle ilahi bir gücü mutlak surette var olduğunu, madde ise onun sadece bir yarattığı mahlûk esir olduğunu, insanoğlu yaşayarak anlamaya başladı. Kısaca maneviyatın kapısının önüne gelindi. Şimdi kapı çalınıyor, içeri girilmek isteniyor. Bundan sonra ne olacak? Onun sahipleri olan bu yüce milletin evlatları, eğer geçmişte olduğu gibi Alperenler gibi o kapıları ardına kadar açar, o aşk vadisinde, muhabbet okyanusunda onları yıkayabilirlerse, bana kalırsa bu asır tevhid asrı olacak, aşk asrı olacak, vecd asrı olacak. Bu kime bağlı? Dün bunu Hoca Ahmet Yesevi yaptı, Kaşgarlı Mahmut yaptı, Hz. Mevlana yaptı, Yunus yaptı, bugün de sen yapacaksın. Ama evvela millet olarak, bugün biz bunu kendimize kana kana verelim ki, yani önce biz dirilelim ki, başkasını da diriltme cesaretini kendimizde bulalım, diyorum efendim. İstirham ederim efendim.
Allah’a Yakınlık İbadet ile Kurulur
Allah'la nasıl barışacağız veya onunla nasıl irtibatı kuracağız? “Ben size şah damarınızdan yakınım” diyor Cenâb-ı Vacibul Vücud. Bizden uzak değil ama biz onunla çok uzağız. İmam-ı Gazali çok manidar cümleler beyan ediyor bu vadide. “Allah'a uzak olan sen, zannetme ki senden o uzaktır. Uzak olan sensin ama o sana şah damarından yakın. Hatta bütün âlemleri bir araya toplasan sen, belki de Allah'a ondan da uzaksın ve fakat zannetme ki o sana uzaktır. O sana senden de daha yakındır.” Yani bize bizden yakın olan Allah'a, biz niçin bu kadar uzağız? Demek ki biz onun atmosferine girmiyoruz her zaman. Ne yapacağız? O atmosferi o dünyaya, o âleme geçmemiz lazım. Onun yakınlık sahillerinde, gemimizi yüzdürmemiz lazım. Kayığımızı yüzdürmemiz lazım. Onun okyanusuna Aşk Vecd okyanusuna açılmamız lazım. Peki bu neyle olur? İbadetle olur. Ve birinci soruyla bağdaştırmak istersek yani din bir felsefe değil. Konuşarak sadece konuşarak insanları ikna etme yolu değil. Ya, ubudiyettir. Gece yarısı kalkıp Allah için ağlamaktır. Kısaca huzurlu bir tebessüm etmektir. Allah'la sohbettir. Bak ne diyor? “Sen beni nefsinde zikret, bende seni zikredeyim.” Allah Allah, bu ne tatlı bir sevda. Demek ki Allah dedin mi? Vallahi de, “ey kulum” diyor o. Ne var? Şimdi bu yakınlığı neyle kuruyorsun? İşte o ibadet caddesinde ibadet de kuruyorsun. Bunu kulun hissetmemesi, yaşamaması çok yanlış. Bence nasipsizlik de değil. Bu kalın kafalılık, ahmaklık, salaklık… İbadetten büyük sevda mı olur? İbadet başka bir âlem. Yani insan o kulvara girecek, o vadiye girecek. Şimdi ben etrafımızdaki arkadaşları, din adına konuşanları seyrediyorum. Yani sanki ibadetten insanları kaçırmaya çalışıyoruz. Sen kimden neyi kaçırıyorsun? İbadet Allah'ı bilme, yaşama ilmidir. Ayeti onu demiyor mu? “Ve ma halaktul cinne vel inse illa li ya'budun.” “İnsanları ve cinleri ancak ibadet etsin diye yarattım.” (Zariyat Suresi, 56. Ayet) Bitti. Sen bu hüküm ortadayken felsefe yapıyorsun. Hadi lan. Nesin sen be? Nefsine, şeytana kölelikten başka bir şey yapmazsın sen. Eğer nefsini ve insanları o kulvara, o ibadet caddesine çekmezsen.
Kullukta Asıl Olan Allah’a Teslimiyettir
Peki, burada en mühim adım nedir? Teslimiyettir. Allah'a teslim olacaksın. Kim gibi? İbrahim'i gibi. Ateşe atacaklar onu. Allah Allah. Atıyorlar, atacakları bırak. Geliyor Hz. Cebrail. “Bak işte gidiyorsun diyor, dileğin var mı? Ne istersin? Söyle ki Rabbim ‘den isteyim alayım senin için.” “Şu andaki halimden” diyor, “Allah'ın haberi var mı?” “Var” diyor. “Ne girersin aramıza” diyor. Şu teslimiyete bak ya. Şu mahviyete bak. Zaten kullukta asıl olan nedir? Kulun Allah'a teslimiyetidir. Siz çocuklarınızda dikkat edin bakın. En çok sevdiğiniz, size en yakın olanıdır. Kafası çalışmasa da, aptal da olsa, değil mi ki her şey sana sorar. Yani teslimiyet unsuru onda fazla vardır. Onu istemeyerek daha fazla seversin. Olay budur. Teslimiyet, teslimiyet, teslimiyet. Onun için, Allah Kur'an'da: “Bana, Muhammedime ve sizden olan”, ne? Ülü'l-emr yani ulemaya, ümeraya ve müşrid-i kâmile teslim olun, diyor. Ülü'l-emr de mana. Yani teslimiyet esastır. O teslimiyetle kul Allah'a ibadet edecek. Allah-u Ekber dediği zaman, Allah'la beraber olduğunu bilecek, teslim olacak ona. Ve onun yolunda hizmet edecek. Hizmet, hizmet, hizmet.
Şimdi Allah için hiçbir şeyini vermiyor. Kim? İnsan veya ben, sen? Hâlbuki Kur'an'ın, İslam'ın yaşantısından zamanımıza kadar gelen hayat, İslam hayatına baktığımızda Allah için bir şey vermeyene, Allah bir şey vermiyor. Pazarlık ediyor. Mallarınızı, canlarınızı vereceksiniz karşılığında cenneti mi vereceğim size? Bazı arkadaşlar, yok Allah'ın buna ihtiyacı mı var? Benim eşşek oğlum. Allah'ın tabi ihtiyacı yok. Senin ihtiyacın var. İmtihan olunan sensin. Denenen sensin, dimi. Allah seni deniyor. Bu kulum bakalım ne yapıyor diye. Allah bunu bilmiyor. Elbette biliyor. Ama seni denemese, sana bildirmezse, yarın sana bir karne gösterdi, zayıf. Demez misin ki, hangi şeyle denedin beni de bu zayıf karneyi veriyorsun bana? Hak sahibi olursun. Şimdi deniyor seni zayıf da, iyi de, ortada alıyorsun sen. Nereye benziyor? Hazreti İbrahim, “Ya Rabbi, ölüleri nasıl diriltiyorsun? Bana göster.” “Ya İbrahim, inanmıyor musun?” “Ne demek ya Rabbi ne demek. Ben nasıl inanmam? İnanıyorum da kalbim mutmain olsun.” Değil mi? Hem imtihan hem itminan. Binaenaleyh, işte bunun için Allah kullarını deniyor. Denemekte de işte teslimiyet. İkincisi hizmettir. Allah yolunda hizmet. Biz hiç hizmet ettiğimiz yok, açık konuşalım. Hatta hizmet edenlere bazen enayi mantığıyla bakıyoruz. Ya bunlar deli ve serseri. Ama ben öyle insanlar gördüm ki, hizmeti hayatına adayan, adayanlara Allah öyle maddi manevi güzellikler ve zenginlikler ikram ediyor ki. Sen ve ben uzaktan bakıyoruz, kıskanıyoruz onu. E oğlum niye kıskanıyoruz? Biz de onların yaptığı gibi yapalım ya. Allah bize de ikram etsin, değil mi efendim?
İnsan Allah'a Teslim Olacak ve Gönülden Ona Yalvarmasını, Yakarmasını Bilecek
Hatırıma, Hıdravi diye bir zat var meşhur. Meşayih-i kiram hazeratından onun bir menkıbesi geldi. Müsaadenizle onu nakledeyim. Hıdravi Hazretleri, böyle sosyal hizmetleri çok yapan bir zat. Cebinde de yok. Neticede bu adamın o gün sanayisi de yoktu, ticareti de yoktu, bağ bahçesi de yoktu ama seni teşvik ediyor, beni teşvik ediyor, kendi elindekini koyuyor, sosyal hizmetler yapıyor, kamu hizmetleri yapıyor. Bu vadide de çok borçlanmış. Biraz sonra da çocuk geldi ki “parayı verin de gideyim.” Nerede bulacaklar hepsi züğürt. Dediler “ya biz zaten alacağımızı almaya geldik bir şey alamadık.” Çocuk bunun üzerine başlar ağlamaya. E “yazık günah değil mi? Ben bunu işte ustamdan aldım. Ona ne getireceğim? Mal olsaydı, hiç olmasa malı getirirdik, helvayı getirirdik. Şimdi siz onu da yediniz!” Ahu figan ediyor, enin ile ağlıyor ve Cenâb-ı Hakk'a rica ediyor, yalvarıyor. “Ne yapacağım ya Rabbi!” Gözlerden akan yaşlar derken efendim, bu esnada kapı çalınıyor. Devrin komutanlarından bir tanesinden bir sandık altın. Allah Allah. Nedir bu? İşte “Hıdravi hazretlerine bizim komutanımız gönderdi. Filan kale eğer feth olunursa, bunun ganimetinden ona bir sandık altın gönderilecek diye vadetmişti, Cenâb-ı Hakk'a. Şimdi o vadini tuttu, gönderdi.” Alacaklara diyor ki işte “ne alacaksanız alın, çıkın gidin” diyor. Yanındaki dervişan soruyor. “Hazret diyor, güzel ama o çocuğun ne günahı vardı? Yani onu niye ağlattın?” “Bu” diyor “ötekilerin hiçbir ihtiyacı yoktu. Aslında o bizim nereye bunu sarf ettiğimizi onlar gayet iyi biliyordu. Eğer hak rızası için onu bağışlasalardı, Allah onlara manevi mükâfatlar ihsan edecekti. Ama istemediler. Allah da şimdi maddi karşılıklarını ikram eyledi. Çocuğa gelince, onun ise durumu çok farklıydı. Ustasına, mal sahibine ne verecekti? Onu düşündü. Kalpten, gönülden acı acı ağladı, feryat etti. O da Gayretullah'a dokundu. O Gayretullah işte bu şekilde tecelli edip, bu altınlar ondan geldi. Yoksa o gözyaşı olmasaydı, bu altınlar da olmayacaktı.”
Şimdi burada bir nükte var. Yani bir insan hizmette de, hizmetini yaparken de Allah'a teslim olacak ve gönülden ona yalvarmasını, yakarmasını bilecek. Her zaman ben söylerim, sizin çocuklarınız var. Çocuklarınız sizden bir şey ister; bir defa vermezsiniz, iki defa vermezsiniz. Allah aşkına söyle, dört beş defa tekrar etse, bu dört beş defa isteğini tekrar eden çocuğa hangi ana, hangi baba istediğini vermiyor ki? Hepimiz veriyoruz. Olmasa da veriyoruz. Olsa da veriyoruz. İşte bu hizmette öyle bir hizmet mantığıyla bu kulvardan, bu vadiden içeri girmeliyiz ki, burada yaptığımız hizmetlerle Cenâb-ı Hakk'a kurbiyet ihsan edildiğinde, istemesini de bilmeliyiz. Vallahi bu konuda söylenecek çok sözler var, daha aşk var, daha takva var ama bunlar kâfidir zannederim. Başlı başına esasen bunların her biri bir sohbet konusu, bu sohbetimizde bu kadar kâfi zannederim.
İbadetler Başta Taklitle Başlar
Şimdi efendim siz sporcusunuz, sanatkârsınız elbette bir yeteneğiniz var. Bu ikisini öğrendiniz, hem sporu hem sanatı. Dünya çapında sanatta yeriniz var bu iltifat değil. Birincilikleriniz var. Efendim aynı zamanda neyzensiniz. Şimdi, siz bu noktaya gelirken bu kadar kademeleri aştınız. Hep kabiliyetiniz mi sizi bu noktaya taşıdı, yoksa birilerini taklit ederek, birileri size yol gösterdiği için bu noktaya geldiniz? Elbette ki birilerini taklit ettiniz. Efendim, bilmiyorum hat sanatında kimi taklit ettiniz? Bir hocanı taklit ettin, o da bir başkasını taklit etti. Efendim, neyde bilmem bir başkasını taklit ettiniz, onlar size yol gösterdiler. E kardeşim, şimdi sen gel ibadeti yaparken birini taklit etme, birine bakma. Bu mümkün değil. O halde, biz kime bakacağız? Burada merkezi otorite kimdir? Elbette ki Kur'an'ı canlı hale getiren, Allah'ın sevgilisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'dir. O halde ilk bakacağımız kaynak onun sünneti. Sünnette ne nedir, nasıldır? Kur'an ve sünnet… Hatta bir gün Allah'ın sevgilisine, “Ya Resulullah, namazı nasıl kılalım?” sorulduğunda, “Benden nasıl görüyorsanız, o şekilde kılın,” buyurdu. Nasıl anladıysanız değil. Nasıl gördüyseniz. Yani başta ibadetler taklitle başlar. Yok canım ya, bu böyle şey mi olur? Manasını bilmiyorsun. Fatiha'yı okuyorsun, sen bundan ne anlarsın? Kılsan da olur, kılmasan da bu mantık yanlış. Şimdi bir misal vereceğim. Hepimiz hastalandığımızda doktora gideriz. Efendim doktor da bizi dinler, muayene eder, bir reçete yazar. Reçeteye yazdığı yazıları bile okuyamayız. İlaç isimlerini ben şahsen okuyamıyorum. Ama eczacı bunu okuyor. Hemen sana icap eden ilaçları veriyor. Efendim başlıyorsun kullanmaya. Ne işe yaradığını bilmiyorsun. Bu ilaç, ilacın katkı maddesi nedir, bunu da bilmiyorsun. Ama kör bir teslimiyetlere doktora teslim oluyorsun. Az evvel teslimiyet dedik ya, bunun gibi. Teslim oluyorsun, ilacı kullanıyorsun. Şifa buluyor musun, bulmuyor musun? El cevap, buluyorsun. Şimdi manasını bilen de teslim olursa yani doktorun dediğini yaparsa, şifasını bulur. Manasını bilmeyen de yani bu ilaç ne işe yarar bunu bilmeyen de, onun da işine yarar. O da şifasını bulur. Manasını bildiği halde doktorun verdiği ilacı yerine kullanmayan insanda şifa bulamaz. Nedir bu? İlmiyle amil olmayan bir insan da bundan istifade edemez. Ancak amel edecek ki ondan bir efendim. Sen gıdalar alıyorsun ne olduğunu da bilmiyorsun. Bilmiyorsun diye bu sana faydası olmaz mı? Faydası olur. Binaenaleyh, elbette, tabi İslam'ı, Kur'an'ı, Sünneti bilerek hayatına geçirmen o çok çok çok çok güzel. E canım bilmiyorsun diye fayda elde etmiyor musun? Elbette ediyorsun.
Öyle ümmiler var bizim tarihimizdeki, bunlar evliya, bunlar enbiya. Hatemü'l-Enbiya ümmi insan. Bir gün, bir saat, bir saniye, bir mektebe gitmiş okumuş değil, bir elif harfi dahi yazmış değil. Onun yolundan maneviyat mirasını devam ettiren öyle insanlar var ki, bunu çokça anlatırız. Onlarda hiçbir şey görmemiş, etmemiş ama o ibadet caddesinde başta söylediğimiz işte, Allah'la ilgi alaka, hat ibadetle olur. Bunu kurduğunuz zaman manasını ister bil, ister bilme. O namaza “Allahu Ekber,” Allah'ın büyüklüğüne inanarak durdun mu, mesele orada tamamdır. Allah derken o zevki manevi yaşayarak dedin mi, o tamam. Canım bunun mana hu nedir, hak nedir, hay nedir, kayyum nedir, niye bunları bilmiyorsun? Geç onları evladım sen. Tuşa bastın mı karşıdaki cevap veriyor. Telefonun tuşuna bastığın gibi, öyle değil mi? Kısaca Kur'an ve sünnet işte bunları bizim hayatımıza, efendim formülize edip yaşantı tarzımıza takdim eden de kurumlar var.
Mezhep ve Meşrepler Peygamberimizin Sünnetinin Yaşantı Tarzıdır
İslam'ın iki tane ana kurumu var. Birisi mezheptir, birisi meşreptir yani tarikatlardır. Türklerin İslam'ı yaşantı boyutu budur. İdeolojik algılamadan, siyasi yaşantıdan İslam tamamen bizim anlayışımıza göre çok uzak bir kulvardadır. Yani siyaset de İslam'a, ideoloji de İslam'a hizmet eder bizim yaşantımızda. Ama bazıları onu siyaset ve ideoloji mantalitesiyle gündeme getirir. Ondan sonra mezhepleri de tarikatları de arkasında vagon yapar. Anlatabildim mi? E tabi bu olursa da Allah da iyi bir sille atar, seni ayıktırır. Anlayan anlar, anlamayan yine kafası önünde, gözü kör, kulağı sağır, devam eder. Hadi bakalım, devam et der sana Allah, haberin yok. Dediğimi anlatabildim mi? Kısaca, iki ana kurum var İslam'da. Bunun bir tanesi mezheptir, bir tanesi meşrep diyoruz buna. Bizim ceddimiz, büyüklerimiz, tarihte bu yolu en güzel tarzda hayatlarına geçirdiler. Resulullah’ın sünnetini aktardılar. Yani bu mezhepler, meşrepler, peygamber sünnetini yaşantı tarzıdır. Biz gidip de oradan bilmiyoruz, alma tarzını. Onlar etüt ettiler, araştırdılar, onu hayata geçirdiler. Yani mezhep derken sünnetin dışı bir olayı değil. Sünnet, Kur'an… Anlatabildim mi?
“Ben efendim sünneti kabul etmem, Kur'an'a bakar anlarım.” Hadi oradan be! Taharetten haberin yok, Metruş Herif seni. Baksam sana Moşe Dayan mısın? İmam-ı Azam mısın? Hangisisin? Mü‘minin yüzünde secde eseri var diyor. Aynaya bak, nerede olduğunu gör anla. Bir hatıramdan nakledeyim. Giresun’da bir ifade veriyoruz. “Ben o adam değilim”, dedim. İşte “sen şusun” dedi. “Yok dedim, ben o adam değilim. Kabul etmiyorum”, dedim. Osun, değilsin, osun… İki saat, osun değilsin. Neyse, değilsin sözünü kabul ettirdik onlara. Ondan sonra şube reisi, siyasi şube reisi şöyle bir baktı. “Vallahi sen osun” dedi. “Aynaya bakmıyor musun?” dedi. “O zaman elhamdülillah” dedim. Beni Müslümandan başkasına kimse benzetemiyor. Şimdi, yani sen kendini inkâr etsen bile, bir çizgi var, bir mühür var ki o kendini inkâr edemez. Anlatabildik mi? Niye bu noktaya geldik efendim? Onsuz yapacakmış. Hadi oradan be. Sen kime benziyorsun? Ondan haber ver bana. Sen kimin avukatlığına soyundun? Böyle bir din bizim tarihimizde yok ki. Kaytana'nın dini, Goldziher'in dini, Renan'ın dini. Kısaca İngiliz ajanlarının dini bu. Ama benim ve senin dinin “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Meşref ve Mezhebi yolu” dinidir. Bu vadide bizim Trabzon'umuzun çok güzel bir örneği var. Mustafa Ulusoy Bey kardeşimiz, bütün arkadaşlarıma özellikle tavsiye ederim onunla sohbet etmeyi, onu tanımayı. Ben dinlerken şahsen zevk alıyorum, feyiz alıyorum. Ehl-i sünnet der, daha demez. O da nedir? İşte Kur'an ve sünnet yoludur. Bu kadar kâfi zannederim.
Bütün İbadetlerin Temeli Allah'ı Zikirdir
Şimdi ibadeti niçin yapıyoruz? Allah'ı hatırlamak için, işte bunun adına da zikir denir. Hatırlamak, unutmamak, onunla olmak. Onunla olmak için de, onu çok ama çok anmak lazım. Değil mi? Şimdi bir çizgi çizdiğiniz zaman aslında o çizgi birbirine ilave edilmiş noktalardan meydana gelmiştir. Değil mi? Küçücük noktalardan, çizgiyi çizdiğinizde ne oluyor? Bir nokta. Şimdi Allah'ı hatırlama ve unutmama da Allah lafzını insan çok zikredecek ki, bir çizgi gibi, bir bütün olacak. Yani unutmayacaksın. Nasıl unutmayacağım? İşte o nokta, nokta. Allah Allah Allah. Çoğaltacaksın bunu. Öyle olacak ki; uykuda onunlasın, ayıktın onunlasın, yürüyorsun onunlasın, oturuyorsun onunlasın. İşte zikir, zikir, zikir. Kur'an-ı Kerim'de yanlış hatırlamıyorsam 256 yerde o bakımdan Allah “beni zikredin”, buyuruyor. Hep zikrullah, zikrullah. Bütün ibadetlerin temeli Allah'ı zikirdir. Çok zikredin diyor, az zikredin demiyor. Namaz için vakit var, oruç için vakit var, hac için vakit var. Hatta mekân var bazı ibadetler için ama zikrullah için yok. Her an “Aşık-ı Yezdan der Allah Allah, Talib-i irfan der Allah Allah, İns-ü cin daim kullukta kaim, Vahşi be haim der Allah Allah.” Yani Allah demenin, Cenâb-ı Hak feyzini ahzeden kullarının zümbesine bizi dahleylesin ki ne büyük hazineymiş, anlamış olalım. En büyük hazine de Allah'ın o muhabbet, vuslat, iştirak yoludur. Cenâb-ı Hak bunu bize yaşamayı nasip eylesin. O da bu yolla mümkündür. Zikrullah yoluyla, diyoruz efendim.
Mükemmelliğin Merkezi Hz. Muhammed (S.A.A.)
Tabi bu güzellik, bu ulvilik Allah’ın sevgilinden kaynaklanıyor. Hz. Muhammed aleyhisselam'dan. Âlemlere rahmet olarak gönderilen, Muhammed Mustafa'dan sallallahu aleyhi ve sellem'den kaynaklanıyor. Onda öyle bir nur ilahi var ki, onu peygamber yaptı. Ona siz sade bir insan mantığıyla baktığınız zaman, çuvallarsınız. Evet, o bir aile reisi ama çok mükemmel bir aile reisi. O bir komutan ama çok mükemmel bir komutan. Ama o bir devlet başkanı, fevkalade bir devlet başkanı. Hülasa nereye koyarsanız öyle bir insan ki, koyduğunuz vadide, koyduğunuz sahada, kurumda, onun kadar mükemmel yok. O mükemmellik işte ona Allah'ın o Risâlet nurunun tecellisiyle ortaya çıkıyor. O olduğu için de o zaman o asır nur asrı oluyor. Hidayet asrı oluyor. Hülasa, peygamber bu söylediğiniz sıfatların, değerlerin, güzelliklerin merkezi oluyor diyebiliriz efendim. Odur yani.
Nefsini Putlaştıran Kendisinden Başkasını Kabul Etmez
Kimse kendini kandırmasın. Ve böyle sahte sahtekâr, affedersiniz, pehlivanlığa da soyunmasın. Bunun yapılması hiç ama hiç mümkün değil. Ben böyle bir tek insan görmedim. Olması da mümkün değil. Biz bizi ayıktıracak, bizi irşat edecek, ikaz edecek dostlar bulalım, onlarla olalım. Zor bir hadise değil. Nefsini insan putlaştırdı mı ondan başkasını kabul etmez. Bu iddianın temelinde bu yatıyor. Nefsine güven yatıyor. Yani ben ben var ya, iblisin dediği gibi. Bakın Âdem’e secde edin emrine uyup, insana secde eden melekler kurtuldu. Kafa tutup isyan eden, ben diyen iblis kurtulamadı. Mel'un oldu, değil mi efendim? Onun için, sen gel asırlardan beri uygulanan İslam'ın o mantığını gönlüne yerleştir. Sen de teslim ol. Bak Allah'a, Resul’üne daha kime? “Ülü'l-emr 'ye itaat edin” diyor. İşte o ulemayı bulacaksın, ona itaat edeceksin. O ümerayı bulacaksın, ona itaat edeceksin. O meşayihi bulup ona itaat edeceksin. Bunun manası bu. Eski köye yeni kanun bence ya ahmaklıktan, ya gafletten, ya da ihanettendir. Anlaştık?
Üç Aylarda Yapmamız Gereken İbadetler
Efendim pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmasını kardeşlerimin tavsiye ediyorum bir. İkincisi zikrullah, bolca Allah'ı zikretmelerini, Salatü selam okumalarını. Şayet biliyorlarsa Kur'an-ı Kerim okumalarını, hatta Kur'an-ı hatme başlamalarını tavsiye ediyorum. Dedikodu yapmasınlar, fitne çıkartmasınlar, insanları birbirine katmasınlar, hayrı hasenatı bol yapsınlar. Yakınlarını, komşularını, dostlarını, milletimizi sevsinler diye tavsiyemiz olur efendim. Ve bu üç aylarında tebrik ederiz. Allah hayırlı uğurlu mübarek etsin deriz efendim. E bizi dinleyenlere hayırlar diliyor, saygılar sunuyorum, hürmetler ediyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız